Sayfa 4/4 İlkİlk ... 234
34 sonuçtan 31 ile 34 arası

Konu: Bazı Çağdaş Kavramlar ve Önemli, Güncel Konulardaki Görüş ve Düşünceleri

  1. #31
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    İslâm, lâiklik, teokrasi ve istibdat

    Türkiye’de, belki bir asırdır yaşanan bir dram olarak, İslâm, kendi kaynaklarından ve kendi içinde tanınmak yerine, ya modern düşüncenin doğrudan etkisi altında, ya da başka dinlerle özdeşleştirilerek ele alınmakta ve tanımlanmaktadır. Bunun en olumsuz neticelerinden birisi, İslâm’ı teokratik bir rejim gibi algılama, öyle takdim etme, onun özellikle sosyal alandaki tezahürlerini bastırmak için, bu yolu ısrarla kullanma taktiği olagelmiştir.

    Fethullah Gülen, bu hususta, her din ve sistem gibi İslâm’ı da dünyevî maksatları doğrultusunda kötüye kullanan kimselerin olabileceğini, fakat böyle bir maksatlı ve yanlış kullanımla İslâm’ın mahkûm edilmemesi gerektiğini belirtir. Teokrasinin, özellikle Kilise Babaları’nın içtihadına dayanan ve Kilise, yani örgütlü bir din adamları sınıfının hakim bulunduğu bir idare şekli olduğuna dikkat çeken Gülen, İslâm’da – İran devrimi sonrası Humeynî’nin özel içtihadına dayalı olarak ortaya çıkan, fakat Sünnîlikle alâkası olmayan kısmî bir uygulama dışında – ne teoride ne de pratikte böyle bir sınıfın ve yönetim anlayışının bulunmadığını vurgular. Teokrasi gibi, istibdadın da tamamen İslâm dışı olduğunu, İslâm’ın asla istibdada izin vermediğini ve vermeyeceğini ifade eden Gülen, İslâm’da ferdin ve daha önce anılan ferdî hürriyetlerin önemini nazara verir. (Ufuk Turu, nakl: Ergün, 54)

    Lâiklik konusunda, “lâiklik, diyanetin siyasete yön verici olmaması, idarenin de dinî hayata müdahale etmemesi ve herkesi kendi dünyasında dini rahat yaşar olarak bırakması demektir” diyen Gülen, dinin ruhunda ve özünde zorlama olmadığını vurgular. Ona göre, zorlama, dinin ruhuna zıttır. İslâm, irade ve ihtiyarı esas alır ve bütün muamelelerini bu esas üzerinde kurar. İkrah (zorlama) ile yapılan bütün amel ve fiiller, ister inanç, ister ibadet ve isterse muamele açısından muteber kabul edilemez. Zaten böyle bir durum, “ameller niyetlere göredir” prensibine de uygun düşmez. (Asrın Getirdiği Tereddütler 4, 164; Özsoy, 26)

    Gülen, lâiklik konusunda, ayrıca, lâikliğin öncelikle hukuki bir mesele olup, ferdin değil, devletin lâik olabileceğini belirtir ve Türkiye’de lâikliğin daha çok sekülerizm, yani toplumu tamamen dinin etkisinden uzaklaştırma olarak algılandığını vurgular. Gülen, ülkenin lâik-antilâik şeklinde bir kamp*laşmaya tahammülü olmadığını da dikkat çeker. (Hulûsi Turgut’la röportaj, nakl: Ergün, 64–5)

    Dinin, dünyevî hiçbir şeye, maddî-manevî herhangi bir tür kazanca, hattâ, manevî füyüzat hislerine bile alet edilmemesi gerektiğinin altını çizen ve özellikle onu politize etmenin yanlışlığına vurgu yapan Fethullah Gülen, siyasî görüş, mülâhaza, tercih ve parti anlayışımızı dine dayandırdığımız zaman, bizim eksik, kusur ve arızalarımızın dine aksedeceği ve bunların, bizden değil de, sanki dinden kaynaklandığı izleniminin uyanacağı hatırlatmasında bulunur. Dinin birleştirici olduğunu ve bırakın herhangi bir siyasi hareketi, din içindeki hareketlerin bile onu bütünüyle temsil etme iddiasında bulunamayacağını belirten Gülen, siyasetin ayırımcılığına ve dinde siyaset temelli ayırımların tehlikesine dikkat çeker. Siyasî taraftarlık ve fanatizmin nerede duracağının belli olmadığı uyarısında da bulunan Gülen, bu taraftarlık ve fanatizmin, siyasi bir hareketin kendisini özellikle dinle özdeşleştirip, kendine destek vermeyenleri dinin dışında görmeye kadar gidebileceğini vurgular.

    Lâikliğin temelinde vicdan özgürlüğü yattığından, eğer bu özgürlük tam sağlanabilir ve kişi ile Allah arasına engeller konmazsa, bu takdirde dinin elmas düsturlarının, hayatta temsille birlikte başkalarına tanıtılmasının önemini ve bunun ‘cihad’ın kendisi olduğunu da nazara veren Gülen, “din, Allah ile insan arasında temeli samimiyete, ihlâsa, Allah’ın rızasını kazanmaya, insanın daha ziyade kalbî derinliklerine dayanan bir disiplindir; temelde, insanın hayatını kalbin zümrüt tepelerinde geçirmesidir. Dinin bu yanını bütün bütün ihmal ederek, onu merasim gibi ve herkese gösterme adına şov yaparcasına uygulamak da yanlıştır” diyerek, siyasetin ve oy kaygısının bu tür tavırlara sebep olabileceğini hatırlatır. (Özsoy, 30-32; Hulûsi Turgut’la röportaj, nakl: Ergün, 65–6 )


  2. #32
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    Anarşi, terör ve “faili meçhul” cinayetler

    Fethullah Gülen, 20. yüzyılın, özellikle ikinci yarısının en önemli olgularından birini teşkil eden ve daha şiddetli bir şekilde 21. yüzyıla devrolan anarşi, terör ve faili meçhul denilen cinayetler hakkında görüşlerini açıklarken, önce önemli bir noktaya dikkat çekmektedir:

    Adam öldürerek meşru bir gayeye gidilemez. Onun için ta başta, “terörist Müslüman olamaz, Müslüman da terörist olamaz” dedik. Evet, İbn Abbas’a göre insan öldürme, şirk ile eşdeğerdedir. Tâbiîn’in bazı imamlarına göre haksız yere insan öldüren, ebediyyen Cehennem’de kalacaktır. Demek ki, onun tevbesi asla kabul edilmeyecektir. Oysa ki şimdilerde, başımızın belâsı terör olaylarında sürekli masum insanlar öldürülüyor. Evler, hanlar yıkılıyor; geride kadınlar dul, çocuklar da yetim ve öksüz kalıyor. Bütün bunları İslâmî inanç çizgisinde izah etmek imkânsızdır. Bediüzzaman, İslâm’daki adalet esasını anlattığı yerde, “Bir gemide ölümü hak etmiş 9 cani ile 1 masum bulunsa, o canileri cezalandırmak için, o masumun hakkını feda etmek pahasına o gemi batırılamaz” der. (Prizma 1, 246–47)

    İslâm ile cinayetin, anarşi ve terörün asla bir arada barınamayacağını ifade eden Gülen, hedefinde sulh, sükûn, dünya barışı, yeryüzünden fitne ve bozgunculuğun kalkması bulunan İslâm kadar başka hiçbir din ve sistemin insan hayatına aynı oranda değer vermesinin mümkün olmadığı ve vermediği gerçeğine vurgu yaparak, bu konuda Kur’ân’ın haksız yere bir cana kıyanın bütün insanlığın canına kıymış, bir canı kurtaranın da bütün insanların canını kurtarmış gibi olacağı hükmünü getirdiğini belirtir (Zaman, 12 Eylül 2001). O, bu sebeple, dünya üzerinde, özellikle İslâm ülkelerinde meydana gelen bazı terör olaylarında ve cinayetlerde İslâm’ın asla bir sorumluluğunun söz konusu olamayacağının, dolayısıyla bu terör olaylarını ve cinayetleri İslâm’ı gerçekten kabullenmiş ve onu hayatına hayat yapmış insanların tertipleyemeyeceğinin altını çizer. Eğer bu olaylarda rol almış ismi Müslüman bazıları var ise, bunlar ya kandırılmış, istismar edilmiş, kullanılmış ve İslâm’la sadece isim alâkası bulunan bir takım tiplerdir veya, bunların içinde yer aldığı ve yine isminde İslâm bulunan bir takım terör örgütleri mevcut ise, bu örgütler de, büyük oranda ya taşeron, yani terör ve cinayetlerin asıl faillerince kurulmuş, kurdurulmuş tetikçi veya sadece isim olarak mevcut örgütlerdir.

    Gülen, günümüzde bazı Müslümanların, İslâm’ın ruhuna uygun olmayan bir takım sert İslâm yorumlarına girdiğini ve taraflılık duygusuyla İslâm adına sertliklere en azından karşı çıkmadıklarını da kabul eder. Bununla birlikte o, bir Müslümanın, cana kıyarak, cinayet işleyerek, anarşi ve teröre başvurarak İslâmî bir hedefe gidemeyeceğini belirtir. Tarihte de, Haricîler, Karmatîler, Haşhaşîler gibi, yine İslâm adı altında hareket eden ve teröre başvuran bazı kliklerin varlığı sabit olmakla birlikte, bunların da temelde İslâm’la alâkalarının olmadığı, Müslümanların en büyük kesimini oluşturan Sünnet ve Cemaat Ehli’nin bütün bu klikleri dalâlet ehli, yani sapmış, İslâm’ın dışına çıkmış güruhlar olarak değerlendirdiği de açıktır. Meselâ, Haricîler ve benzerleri, bir hadis-i şeriften hareketle, Kur’an da okusalar, çok namaz da kılsalar, bütün hareketlerini İslâm’a dayandırıyor gibi görünseler, okudukları Kur’an gırtlaklarından aşağı geçmeyen ve okun yaydan çıktığı gibi İslâm’dan çıkmış kimseler olarak değerlendirilmiştir. Şu halde, terörün, cinayetin dini olamaz. Nasıl Yahudilik, Hıristiyanlık veya bir başka din mensupları içinden pek çok cani, terörist çıkmışsa ve bunlarla, temelde cinayet ve terörü emretmeyen, hoş görmeyen dinleri itham etmek doğru değilse, aynı şekilde, kandırılmış, kullanılan veya son asırlarda gördükleri sürekli baskılar yüzünden itidali kaybetmiş bir takım Müslümanlar, eğer gerçekten terör ve cinayete bulaşıyorlarsa, bunlar ile de İslâm, asla itham altına alınamaz. Gülen, Müslüman, onun asıl hedefi ve bu hedefe giden yol konusunda şu açıklamayı yapar:

    Esas itibariyle Müslümanlıkta terör yoktur. Müslüman’ın yeryüzünde bir tek gayesi vardır. O, dünya hayatında bütün düşüncelerini, amellerini o gaye etrafında örgüler; plan ve projelerini ona ulaşabilmek için yazar-çizer. Nedir o gaye? Sadece ve sadece Allah’ın rızası. Evet, Müslüman eğer gerçekten Müslümanlığı anladı, anlayabildi ise, Allah’ın rızasından başka bir şey düşünmemelidir. Düşünmek bir yana, onun dışındaki her şeye kapalı kalmalıdır, hattâ bir ölçüde Cennet’e ve Cennet nimetlerine bile. Zira Cüneyd-i Bağdadî’nin o enfes tesbiti içinde, Cennet ve uhrevî meyveler için ibadet edenler “abdü’l-lezze,” yani lezzetin kulları ve Cennet’in kullarıdır. Şimdi, Müslüman böyle mübarek ve yüce bir hedefe yürürken, vesilelerinin de meşru olmasına dikkat etmek mecburiyetindedir. Zira böyle yüce bir gaye, ancak meşru vesilelerle elde edilebilir. Sokaklarda bağırıp çağırmakla, kim olursa olsun insan öldürmekle bu gayeye ulaşılamaz. Bu çerçevede terör, cinayet, gasp, adam kaçırma vb. olayların Müslümanlıkla telifi mümkün değildir. (a.y.)

    Gülen, bu ana gerçeği ortaya koyduktan sonra, Türkiye’deki terör hadiselerine ve faili meçhul denilen cinayetlere değinir. Bu noktada dikkati, Türkiye’nin devletler dengesinde yeniden bir güç olmasını arzulamayan bir takım yabancı devletlere ve onların ülke içindeki uzantılarına çeken Fethullah Gülen, 1990’larda bazı aydınlara yönelen cinayetleri de, aynı şekilde yabancı entelijans servisleriyle onların içerideki taşeronlarının tertiplediğini açıkça ifade eder. (a.g.e., 243) Gülen, Türkiye’nin bir dönem anarşi, daha sonra terörle uğraşmasının, özellikle onun dış itibarını büyük ölçüde sarstığını, 1980’lerin sonunda eline geçen, devletler dengesinde sözü edilir büyük devlet olma fırsatının heba edildiğini, ama ne yazık ki, yetkililerin bunun farkında olmadıklarını ve bu hususa hiç eğilmediklerini üzülerek anlatır.

    Fethullah Gülen, terörde dış ülkelerin rolüne dikkat çekmekle birlikte, bu rolün, içeride yaptığımız ve teröre zemin hazırlayan yanlışlarımıza gözümüzü kapamaması gerektiğini, kaldı ki, dışarıda hazırlanan senaryoların içerideki piyonlar vasıtasıyla uygulamaya konduğunu, dolayısıyla hatanın büyüğünün devlet ve millet olarak kendimizde olduğunu, bu gerçek görülmezse, terörden şimdilik kurtulmuşuz gibi bir izlenim olsa da, onun ve benzeri problemlerin bizi her zaman meşgul edebileceğini önemle vurgular.

    Türkiye’nin zor günlerden geçtiğini belirten ve “şu anda birinden kurtulsak, diğerine takılacağımız alternatif problemlerin ateşten çemberi içinde bulunuyoruz” diyen Gülen, özel teşebbüsler sayesinde Asya’ya açılmamızın da, bizzat içerideki bazı odaklarca önünün tamamen alınmasına çalışıldığına özellikle dikkat çeker ve Türkiye’yi bekleyen en önemli tehlikenin, etnik ayrılıkların yanısıra ve bilhassa mezhebî farklılıkların her zaman istismar edilmesi ihtimali olduğunu, yetkililerin bu potansiyel problemi mutlaka nazara alıp, gerekli teşhis ve tedaviye yönelmeleri gerektiğini hatırlatır. (a.g.e., 229–32)

    Fethullah Gülen, Türkiye’de işlenen bazı önemli faili meçhul denilen cinayetlerin faturasının neden Müslümanlara kesildiğini ise, özetle şöyle açıklar:

    1. Bu ülkede Müslümanlara karşı duyulan ve gittikçe artış gösteren güven ve itimadı sarsmak ve gerek halk, gerekse elit tabakada gözlenen İslâm’a yönelişin önünü kesmek.

    2. Rejimin irticaî tehdit altında olduğu propagandasıyla orduya bir defa daha müdahale davetiyesi çıkarmak. Önceki askerî müdaha*lelerde de hep böyle olmuştu. Ne var ki, bu tür müdahalelerde – her ne kadar askerî erkân ülke yararına birçok faydalı işler yapmış da olsa – demokrasi düşüncesi inkıtaya uğramakta, çağdaş dünya ile aramızda mesafe büyümekte, ordu yıpranmakta ve ülke en azından duraklamaya girmekte, hattâ gerilemektedir.

    3. Askerî müdahalelerin sebep olduğu en önemli olumsuzluk, ülkenin müdahaleyi tasvip edenler-etmeyenler şeklinde suni olarak bölün*mesi ve bu tür tartışmaların yıllarca sürmesidir. Halbuki Türkiye’nin en çok muhtaç olduğu şey, iç barıştır, devlet-millet bütünleşmesidir.

    Fethullah Gülen, bu açıklamalardan sonra Müslümanlar adına çok önemli bir noktaya parmak basar ve şöyle der:

    Fâili meçhul bu cinayetlerin Müslümanlar tarafından işlenmediğini ispat etmek çok zor, hatta imkânsızdır. Zira hukuk mantığına göre “nefy isbat edilemez.” Onun için Müslümanlar olarak biz, daima devletimizin ve milletimizin yanında olduğumuzu vurgulamak ve bu düşüncemizi her zemin ve fırsatta sürekli anlatmak zorundayız. Bunun karşısında gerek bizim gibi düşünmeyen bu ülke insanları, gerekse askerî ve idarî erkan, belki bir 10 yıl, kimbilir belki de 20 yıl inananların nabzını tutacak, davranışlarını yakın takibe alacak ve bu uzun takip sonunda vatan, millet aleyhine herhangi bir beyan veya davranış görmeyince, onları tasdik etmek ve bağırlarına basmak zorunda kalacaklardır. Şahsen ben bu konuda ümitvarım. Şimdilerde Müslümanlar potansiyel suçlu gibi gösterilse de, inşa-Allah başta devlet yetkilileri, sonra aydın kitle ve halk bu problemleri bağrında eritecek ve arkasında güçlü devletlerin, istihbarat örgütlerinin bulunduğu böylesi oyunlar da akim kalacak, onlar da katiyen emellerine nail olamayacaklardır. (a.g.e., 245)

    Fethullah Gülen, 11 Eylül 2001 günü New York’ta İkiz Kuleler’e girişilen terör saldırısını, İslâ adına belki açıkça ilk kınayan insan olmuş ve yayınladığı mesajda şunları ifade etmiştir:

    Terör, her şeyden önce bir insanlık suçudur ve hiç bir şekilde tasvip edilemez. Ne var ki terör, insanlığın, tarihte bir başka zamanda olduğundan daha fazla şu son yarım asrını doldurmuş ve pek çok masumun hayatına mal olmuştur. Başlangıçta teröre maruz tarafa zarar veriyor gibi görülse de, nihai zararı neticede daima teröristlerin aleyhine olmuş bulunmasına rağmen terör, yalnızca terörist örgütlerin değil, bazı ülkelerin de başvurduğu en tehlikeli bir silah halini almıştır.

    A.B.D.’deyi vuran son terör hareketi, bütün terör faaliyetleri gibi, yalnız bir ülkeye yapılmış bir hareket değil, dünya barışına karşı yapılmış en menfur bir sabotajdır. Bunu, ancak insanlıkla alâkası olmayan cani ruhlular yapmış olabilir ve bütün terör faaliyetleri, kimden ve nereden gelirse gelsin, barışa, huzura vurulan en büyük darbedir. Hangi sebeple ve hangi maksada yönelik olursa olsun terör, bir kurtuluş mücadelesi şekli olamaz; herhangi meşru bir gayeye vasıta kılınamaz.

    İlâhî hiç bir din terörü tasvip etmez; tasvip etmek şöyle dursun, onu en cânîce bir hareket olarak lânetler. Terör, hiç bir şekilde, dînî bir gaye adına katiyen kullanılamaz. Merhameti, sevgiyi, affı, müsamahayı, barış ve huzuru esas alan her din gibi, bozgunculuk manâsına gelen fitneye karşı kesin bir tavır almış bulunan İslâm, ancak sulhün, barışın ve huzurun garantisi olabilir. İslâm, bir gemide 9 cani 1 masum bile bulunsa, 9 cani ölsün diye, o masumun hatırına o geminin batırılmasına izin vermez. Daha da ötede, haksız yere bir cana kıyanı, bütün insanların canına kıymış, bir hayatı kurtaranı da, bütün insanların hayatını kurtarmış gibi kabûl eder. Ayrıca İslâm’da hak haktır; hakkın büyüğü küçüğü yoktur; bir masumun hakkı, toplum için bile feda edilemez.

    Ne var ki, savaşların, adaletsizliğin, istismarın beynelmilel buudlar kazandığı son birkaç asırda bazı kudsî mefhumlar yanlışa vasıta yapıldığı gibi, Allah’ın Dini’ni de, asıl maksadı dışında kullananlar, bir takım menfaatler karşılığı kullandıranlar da olmuştur. Bunun dışında, bir takım beynelmilel güç merkezleri, istismar ettikleri bazı kişileri İslâm aleyhinde bir imaj oluşturmak için de kullanabilmektedirler.


  3. #33
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri



    Yolsuzluklar ve temiz toplum arayışları üzerine

    Türkiye’deki yolsuzluklara, onlarla mücadeleye ve temiz toplum arayışlarına da temas eden Fethullah Gülen, toplumda ve özellikle yönetim katında kirlenmenin inkâr edilemez boyutlarda olduğunu ifade ile, bunları gizleyip, üzerlerini örtmeye çalışmanın bir fayda getirmeyeceğini belirttikten sonra, problemin, her şeyden önce yine gidip insan unsuruna dayandığına dikkat çeker. Sistemdeki bozukluklarla birlikte kanunî yetersizlik ve düzensizliklerin de bir vakıa olduğunu şüphesiz kabul eden Gülen, “bununla birlikte esas mesele, insanî çöküntü ve ahlâkî bozukluk olsa gerek” der ve ekler: “Ayrıca, ciddî bir kültür buhranının toplumun bütün katmanlarına nüfuz etmiş olması da, üzerinde durulmaya değer bir konu. Zaten mazi-hâl bunalımını yaşayan, dinî, idarî, siyasî, iktisadî ve kültürel değerleri ile çarpışa çarpışa büyüyen ve bu ikilem fıtratı haline gelmiş nesillerden başka birşey beklemek de mümkün değildir.”

    Fethullah Gülen, yolsuzluklarla mücadelede ve temiz bir toplum, temiz bir yönetim meydana getirmede, temel bazı noktalara dikkat çeker. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

    Her şeyden önce, ülke içinde yaşayan insanların tamamının, bu mümkün olmazsa, en azından % 70’inin, yani 3’te 2’sinin, başkalarının hatası, toplum ve yönetimdeki kokuşmuşluk, gelir ve maaş dengesizliği, hakkını alamama gibi sebepleri yolsuzluğa gerekçe kabul etmeyecek ve her şeye rağmen doğruluğu ve dürüstlüğü tercih edecek ahlâkî bir seviyeye getirilmesi şarttır. Çünkü, Gülen’e göre, insanî boyutlu her meselede olduğu gibi, bu konuda da köklü çözüm, insanı fert fert ele alıp, onu melekleri arkada bırakacak insanî seviyenin zirvesine çıkartmaktan geçmektedir.

    İkinci olarak, yolsuzluk problemi, başlı başına bir problem olarak ele alınmamalıdır. Toplum, bütün müesseseleriyle bir bünyedir ve nasıl insan vücudunun herhangi bir yerindeki bir arıza bütün vücudu etkiler ve çok zaman vücudun bir yerinde ortaya çıkan arızanın sebebi başka bir yerde olabilir; bunun gibi, toplum da böyle bir bünye olarak ele alınıp, genel tedaviye gidilmeli ve lokal çözüm arayışlarından vaz geçilerek, toplum, bütünüyle ve bütün müesseseleriyle ıslah edilmelidir. Bunun da temelinde yine eğitim ve insanın yetiştirilmesi gelmekte, bunun için de, kalblere Allah’a ve Âhiret’e iman, vicdanlara Allah ve Âhiret korkusu yerleştirilmesi mutlak bir gereklilik olarak ortaya çıkmaktadır. İnançsız bir insanı, kolluk kuvvetleriyle zapt u rapt altına almak mümkün değildir. Her inanan insan mutlaka her bakımdan iyi, her inanmayan da kötü olacaktır diye bir kaide olmamakla birlikte, fakat bir realite vardır ki, Türkiye’de, hattâ dünyada açıkça görüldüğü üzere, iyi inanmış insanlar içinde yolsuzluğa, anarşiye, teröre karışan yok denecek kadar azdır. Maddî yönden gelişmiş Batılı ülkelerde kanunların sertliği, sağlanmasında koloniyalizmin de önemi rolü bulunan refah seviyesi, sistemin görünürdeki işlerliği ve insanların maddî refahıyla sistemin bu işlerliği arasında birebir münasebetin bulunması, ilk bakışta düzgün ve sağlıklı bir toplum ortaya çıkarmış gibi görünse de, bu toplumlardaki çoğu güzellik, temelinde yine ortak dinî değerlere dayanmakta, bunun yanısıra, iç bünyenin hiç de dıştan görüldüğü gibi sağlıklı olmadığı da bir gerçek olarak ortada durmaktadır. İstatistikler, cinayetler, hırsızlık, soygun, ırza geçme gibi suçların bu ülkelerde, başka ülkelerdekilerden, bilhassa Müslüman ülkelerden çok daha fazla işlendiğini ortaya koymaktadır. Ayrıca, Türk insanı, asırlardır Müslümandır ve İslâm son din olmakla, ondan çıkan, kolay kolay başka dinlere giremez. Başka dinlerden çıkan, “bozulmuş süt gibi” olup, yine de böylesinde işe yarayacak yanlar olabilir; fakat İslâm’dan çıkan “bozulmuş tereyağı”na benzer ve tam tefessüh eder. Dolayısıyla, Türk olsun, başkası olsun, İslâm toplumlarının sıhhati birinci derecede dine bağlıdır ve bu sosyolojik gerçeği, Türkiye’nin halihazır yapısı ve durumu, apaçık ortaya koymaktadır. Bu bakımdan, özellikle idarî kademede bulunanlar, dinî ve millî değerlere bağlı, aynı zamanda vicdan, muhasebe ve murakabe insanı olmalıdırlar.

    Üçüncü olarak, yolsuzluk olayları, Türkiyedekiler çok ileri boyutlara ulaşmış olmakla birlikte, her toplumda görülebilmektedir. Bu sebeple, insanımız ümitsizliğe sevk edilmemeli ve kimse, kendi toplumundan, kendi ülkesinden bıkkın hale getirilmemelidir. Türk insanını, kendi toplum ve ülkesinden soğutmak, bu ne maksatla ve hangi ad altında yapılırsa yapılsın, Türkiye’ye yapılabilecek en büyük ihanetlerin başında gelir.

    Dördüncü olarak, yolsuzlukla mücadelede niyet çok önemlidir. Böyle bir çalışma, sadece ülke ve milletimizin selâmeti adına olmalı, ondan bilhassa politik çıkarlar beklenmemelidir.

    Beşinci olarak, yolsuzluklar, Türkiye’nin dış itibarını oldukça sarsmış bulunmaktadır. İstikrarsız, zayıf, kokuşmanın devlet bünyesi içine kadar girmiş olduğu bir ülke imajı çizmemiz, bize bel bağlayan, güven ve emniyetle bakan ülkelerin güvenini kaybetmemize yol açar ki, kaybedilen bu güven ve itibarı tekrar kazanmamız çok uzun zaman alabilir. Halbuki Türkiye’nin böyle bir zaman ve itibar kaybına asla tahammülü yoktur. Ayrıca, dış dünyanın güveninin sarsılması bir tarafa, böylesi bir üslup, toplum tabanındaki saf yığınların güveninin sarsılmasına da vesile oluyor ve onlara “devleti – affedersiniz – Kırk Haramiler ele geçirmiş” dedirtiyorsa, bu, çok olumsuz ve tehlikeli bir neticedir. Dolayısıyla, bu kabil olayların çözüme kavuşturulmasında takip edilen üslup bir kere daha mutlaka gözden geçirilmelidir. Bu milletin tabanı çok sağlamdır ve blokaj olabildiğine kuvvetlidir. İdareci kesimde var olduğu iddia edilen veya görülen bazı çürüklerden hareketle genelleme yapmak ve “işte Türk toplumu ve Türkiye bu” demek yanlıştır.

    İyilik, iyilik doğurur; kötülük de kötülük. Dolayısıyla, yolsuzlukları ortaya çıkarma ve temiz toplum, temiz yönetim meydana getirme adına girişilen müdahalelerde yapılacak herhangi bir yanlışlık, başka yanlışlıkların doğmasına vesile olabilir. En köklü çözüm, uzun zaman alacak bile olsa, içinde yanlışlık olmayan veya çok az olan çözümdür. Bu sebeple, hemen neticeye ulaşmak için hatalı ve kısa yollara hiç mi hiç müracaat edilmemelidir. PKK terörünü önlemede böyle bir hata yapılmış ve bu hatalar, bu terörün daha da kökleşmesine ve yayılmasına sebep olmuştur. Birbirini takip eden yanlışlar zincirinde bu örgüte karşı başka bir örgüt kurulmuş, sonra bu örgüt kontrol edilemez hale gelince, bu defa onun parçalanması cihetine gidilmiş, daha sonra da, tenkiline girişilince çok büyük acılar yaşanmıştır. Bu itibarla da, baştan yanlışlıklar içine hiç girmeme, sonuca ulaşmada en doğru yol olsa gerektir.

    Bunlardan başka, medyanın tavrı son derece önemlidir. Medya, mutlaka doğruya ulaşma, doğruyu aktarma ve doğru olanı yapma peşinde olmalı, ilkeli bir yayın politikası takip etmeli, ayrıca, sürekli olumsuzlukları nazara verme ve eleştirme yerine, çözüm adına teklifler üretip, yıkıcı değil, yapıcı yayın yapmalıdır. Medya, siyasî mülâhazalar, şahsî çıkarlar veya grup menfaatleri, ikili münasebetler doğrultusunda kullanılır ve gerçekler çarpıtılırsa, hem yetkili merciler yanlış yönlendirilmiş olur, hem sonuç alma zamanı uzar, hem de kamuoyunun ümitleri bütün bütün sarsılır. Ayrıca, yetkililer ve sorumlular birbirleriyle medya vasıtasıyla hesaplaşmamalı ve medya böyle bir hesaplaşmanın aracı olmamalıdır.

    Yolsuzlukları önleme ve temiz toplum arayışında bir başka önemli husus da şudur: İdarede, bilhassa malî konularda mümkün olduğunca şeffaf olunmalı, bürokrası çarkı ve devlet kapısı geçim kapısı değil, ülkeye hizmet mevkii olarak görülmeli, makam ve mevkiler böyle insanlara tevdi edilmeli ve yolsuzluğa bulaşmış olanlar, bu şekilde ellerine geçen malı veya parayı devlete veya halka hizmet veren vakıflara bağışlayarak, bulundukları mevkilerden çekilmelidirler. Böyle yaptıkları takdirde, yaptıkları hemen unutulur ve toplum nazarında arınıp, baş tacı edilirler. Bu millet vefalıdır; idarecileri böyle bir tercihte bulunursa, millet, onların verdiğinin on kat fazlasını onlara rahatlıkla iade edebilir. Bu arada, yitirilen itibar da yeniden kazanılmış olur. (Prizma 2, 201-208; Fasıldan Fasıla 2, 261–62)


  4. #34
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    Yeniden şekillenen dünyada Türkiye’nin yeri ve münasebetleri

    Fethullah Gülen’e göre, dünya gittikçe küçülmekte ve artık büyük bir köy halini almış bulunmaktadır. O, bu değerlendirmeyi, sadece hadiselere bakarak değil, “bir dönem gelecek, zaman ve mekânda yakınlaşmalar olacak; zaman büzülecek, mekân büzülecek” manâsına gelen hadis-i şeriflere dayanarak da yapmaktadır. Gülen, zaman ve mekândaki büzüşmeler sebebiyle askerî, siyasî, kültürel, ekonomik birliklerin öneminin bir kat daha arttığını vurgulamakta ve çok yakın bir gelecekte daha nice ittifakları oluşacağına, Türkiye’nin bu ittifaklara katılma mecburiyetinde kalacağına dikkat çekmektedir (Sızıntı, Ağustos 1994; Fasıldan Fasıla 3, 207). Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne adım attığı günlerde serdedilen bu görüşler, Gümrük Birliği’nin AB’ne dönüşmesi ve Asya’da ortaya çıkan ittifaklarla şimdiden doğrulandığı gibi, geleceğin daha neler getireceğini de, yaşayanlar görecektir.

    “Gümrük Birliği’ne, Avrupa Topluluğu’na girelim mi, girmeyelim mi kısır tartışmalarını yapacağımıza, devlet adamlarımız, entelektüel kadrolarımız, aydın insanlarımız, hiç vakit kaybetmeden bir araya gelmeli ve gelecekte bizi bekleyen muhtemel tehlikeler adına alternatif düşünceler üretmeli, plan ve projeler ortaya koymalıdırlar” diyen Fethullah Gülen, “aksi halde, başkalarının belirlediği gündeme tâbi kalırsak, yarın önümüze hiç istemediğimiz çok farklı durumlar çıkabilir. Sonra da, tıpkı önceki asırda olduğu gibi, ‘acaba bu bâdireden nasıl kurtuluruz’ düşünceleri içinde çırpınmaya başlarız” ikazında bulunmaktadır.

    Batı ile münasebetlerimize de temas eden Fethullah Gülen, bu konuda şu dikkat çekici değerlendirmeyi yapmaktadır. Ona göre, insan mükerrem yaratılmıştır ve bazen bâtıl ve çirkin gelip, bir külâh gibi başına geçse de, o, daima doğruyu, iyiyi, güzeli arar. Dolayısıyla, Batı düşüncesinde ve dünyasında mutlak güzel unsurlar da vardır. Nasıl onlar bir zaman İslâm dünyasından alacaklarını almış, hattâ bunun kaynağını gizleme veya aldıklarını bütün bütün kendilerine maletme duygusuyla isimleri, kavramları değiştirmiş, İbn Sina’yı Avicenna, İbn Rüşd’ü Averos, Farabî’yi al-Farabos yapmışlar ve bu aldıklarıyla measilerine hız vermişlerse, biz de, onlardan almamız gerekenleri alırız. Kaldı ki, artık bugün mutlak manâda bir Batı düşmanlığı yapmak manâsızdır ve zaman tarafından elenmemize yol açar. Bugünkü dünyada münasebetler interaktif (karşılıklı etkileşim) çerçevesinde cereyan etmektedir ve bizim de, başkalarına verecek mutlaka bir şeylerimiz olmalıdır. (Fasıldan Fasıla 3, 207; Ufuk Turu, nakl: Ergün, 42)

    Batı ile münasebetlerimizin en azından eşit şartlarda olması gerektiğine vurgu yapan Fethullah Gülen, bunun için de Asya’ya açılmamızı şart koşmaktadır. Ona göre, Asya’da en azından bizimle kardeş olan bir dünya vardır. Bu dünya ile aramızda kurulacak bir koridor, bizi eşit şartlarda, sürekli isteyen bir ülke olarak değil, denk taraf olarak Batı’ya, hattâ Pasifik’e taşıyacak, onlarla, hem onlar için, hem bizim için çok daha iyi şartlarda münasebet kurmamızı sağlayacak bir zemin teşkil etmektedir. Böyle bir zemin, bütün insanlar ve milletler için daha adil, daha güvenli, daha müreffeh bir gelecek adına en müsait zemindir ve Batı’nın da lehinedir. Zayıf ve yoksul bir Türkiye ve Asya, Batı için de olması gereken bir ortam değildir. (Ufuk Turu, Hulûsi Turgut ve Nevval Sevindi ile röportajlar, nakl: Ergün, 44, 65, 75 )

    Fethullah Gülen, kaderin önümüze serdiği bu fırsatı Türkiye’nin mutlaka değerlendirmesi gerektiği inancındadır. “Her şeyin, yeniden yapılanma denilerek bir değişim yaşadığı şu günlerde, bizim dünyamız da böyle bir değişim adına yeni bir sürece girmiştir. Bu açıdan, zamanı kendi lehimize çevirecek şekilde projeler üretmek ve sonuna kadar bunları takip etmek gerekir” diyen Fethullah Gülen, esasen Amerikası ve Avrupasıyla Batı sisteminin bir duraklamanın, hattâ bir gerilemenin içine girdiğini de savunmaktadır. Ona göre, Batı’da oturmuş sistemin getirdiği bir sistem körlüğü vardır. Şu anda iyi işliyor görünen bu sistem ve getirdiği körlük, insanları alternatif düşünmekten alıkoyar. Fakat, alttan alta beslediği krizler ise, ilk anda pek belli olmasa da birden ortaya çıkıverir. Oysa, asırlardır bir yenilmişliğin ve ezilmişliğin içine itilmiş olan Türk dünyası, mevcut şartlarda alternatif üretebilecek bir dünyadır. Dolayısıyla, Türkiye’nin Asya ile birlikte açacağı koridor, İslâm dünyasını da peşinden sürükleyecektir. İslâm dünyasının şuuraltında, 9 asır kuzey ve batı cephelerinde İslâm’ın ileri karakolluğunu ve İslâm dünyasının liderliğini yapmış olmamızın asla silinemeyecek izleri mevcuttur. Onlardaki bu şuuraltı da, hem bizim, hem dünyanın geleceği adına ayrı bir öneme sahiptir.

    Mevcut dünya düzeninde Amerika’nın yerine de değinen Gülen’in bu konuda yaptığı bir tesbitten ibarettir ve o, bazıları tarafından yanlış anlaşılan ve yanlış değerlendirilen bu tesbitini iki temel prensibe dayandırır. Bunlardan biri, dünya dengesinde mutlaka bir veya birkaç gücün bulunacağı gerçeğidir. Şu anda bu güç Amerika’dır; bunu kabûl etmek veya etmemek, kimseye bir şey kazandırmaz; çünkü bu, bir realitedir. Ne yapmak gerekirse, bu realite çerçevesinde yapmak gerekir. İkincisi, arzu edilen, dünya dengesinde her bakımdan adaletli ve bütün güzellikleri kendinde toplamış bir gücün olmasıdır. Bu olmadığı takdirde, Cenab-ı Allah izafî güzelliklere göre hükmeder ve dolayısıyla bütün insanlık veya dünya, neye müstehak veya lâyık ise onu bulur. Şu halde, mevcut duruma sadece itiraz bir manâ ifade etmez. Bunun yerine, izafî güzellikleri daha iyi, daha tonlu temsil etme, bundan da öte, mutlak adalet ve güzelliklere sahip olabilme gayreti içinde bulunmak gerekir. Türkiye’nin ve Türk insanının yapması gereken de budur.

    Gülen, bu temel tesbitten hareketle, mevcut şartlarda kayıtsız şartsız bir Batı düşmanlığının bizi çağın dışına iteceğini söylemekte ve “Amerika ve Avrupa ile kavgalı değil, çağın gerçekleri istikametinde Batılı düşünceyi de alan, değerlendiren, kendi ruh ve manâ köküne ters olmayan değerlere de saygı duyan, aynı zamanda dünya ile barışıklığı devam ettirmeye de yardımcı olabilecek bir Türkiye ve Türk dünyası” arzulamaktadır. “Batı ile makûl ve kendi şartları içinde, bizim de kendi şartlarımızı ortaya koyarak bir noktaya yürümemiz, geleceğimiz adına güzel şeyler vadedebilir” diyen Fethullah Gülen, böyle bir hedefin, “bir gözü bütün dünyada, bir gözü kendi dünyasında, iki tarafı birden mütalâa ederek, yepyeni bir dünya inşa edebilecek mimarlar, çok yüksek insanlar” istediği inancındadır (Ufuk Turu, nakl: Ergün, 42; Sevindi, nakl: Ergün, 72).




Sayfa 4/4 İlkİlk ... 234

Benzer Konular

  1. Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 23.06.09, 13:28
  2. Bayram Düşünceleri-2
    By BaRLa in forum Risale-i Nur'u Yeni Tanıyanlara
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 22.06.09, 16:57
  3. Bayram Düşünceleri-1
    By BaRLa in forum Risale-i Nur'u Yeni Tanıyanlara
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 22.06.09, 16:52
  4. Dinde şahsi görüş olmaz
    By Konyevi Nisa in forum Dinimiz ve diğer dinler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 11.10.08, 11:35
  5. Kavramlar Sende Ekle
    By mücahitt in forum Kur'an Tefsiri
    Cevaplar: 7
    Son Mesaj: 26.07.08, 19:05

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •