İslâm, lâiklik, teokrasi ve istibdat
Türkiye’de, belki bir asırdır yaşanan bir dram olarak, İslâm, kendi kaynaklarından ve kendi içinde tanınmak yerine, ya modern düşüncenin doğrudan etkisi altında, ya da başka dinlerle özdeşleştirilerek ele alınmakta ve tanımlanmaktadır. Bunun en olumsuz neticelerinden birisi, İslâm’ı teokratik bir rejim gibi algılama, öyle takdim etme, onun özellikle sosyal alandaki tezahürlerini bastırmak için, bu yolu ısrarla kullanma taktiği olagelmiştir.
Fethullah Gülen, bu hususta, her din ve sistem gibi İslâm’ı da dünyevî maksatları doğrultusunda kötüye kullanan kimselerin olabileceğini, fakat böyle bir maksatlı ve yanlış kullanımla İslâm’ın mahkûm edilmemesi gerektiğini belirtir. Teokrasinin, özellikle Kilise Babaları’nın içtihadına dayanan ve Kilise, yani örgütlü bir din adamları sınıfının hakim bulunduğu bir idare şekli olduğuna dikkat çeken Gülen, İslâm’da – İran devrimi sonrası Humeynî’nin özel içtihadına dayalı olarak ortaya çıkan, fakat Sünnîlikle alâkası olmayan kısmî bir uygulama dışında – ne teoride ne de pratikte böyle bir sınıfın ve yönetim anlayışının bulunmadığını vurgular. Teokrasi gibi, istibdadın da tamamen İslâm dışı olduğunu, İslâm’ın asla istibdada izin vermediğini ve vermeyeceğini ifade eden Gülen, İslâm’da ferdin ve daha önce anılan ferdî hürriyetlerin önemini nazara verir. (Ufuk Turu, nakl: Ergün, 54)
Lâiklik konusunda, “lâiklik, diyanetin siyasete yön verici olmaması, idarenin de dinî hayata müdahale etmemesi ve herkesi kendi dünyasında dini rahat yaşar olarak bırakması demektir” diyen Gülen, dinin ruhunda ve özünde zorlama olmadığını vurgular. Ona göre, zorlama, dinin ruhuna zıttır. İslâm, irade ve ihtiyarı esas alır ve bütün muamelelerini bu esas üzerinde kurar. İkrah (zorlama) ile yapılan bütün amel ve fiiller, ister inanç, ister ibadet ve isterse muamele açısından muteber kabul edilemez. Zaten böyle bir durum, “ameller niyetlere göredir” prensibine de uygun düşmez. (Asrın Getirdiği Tereddütler 4, 164; Özsoy, 26)
Gülen, lâiklik konusunda, ayrıca, lâikliğin öncelikle hukuki bir mesele olup, ferdin değil, devletin lâik olabileceğini belirtir ve Türkiye’de lâikliğin daha çok sekülerizm, yani toplumu tamamen dinin etkisinden uzaklaştırma olarak algılandığını vurgular. Gülen, ülkenin lâik-antilâik şeklinde bir kamp*laşmaya tahammülü olmadığını da dikkat çeker. (Hulûsi Turgut’la röportaj, nakl: Ergün, 64–5)
Dinin, dünyevî hiçbir şeye, maddî-manevî herhangi bir tür kazanca, hattâ, manevî füyüzat hislerine bile alet edilmemesi gerektiğinin altını çizen ve özellikle onu politize etmenin yanlışlığına vurgu yapan Fethullah Gülen, siyasî görüş, mülâhaza, tercih ve parti anlayışımızı dine dayandırdığımız zaman, bizim eksik, kusur ve arızalarımızın dine aksedeceği ve bunların, bizden değil de, sanki dinden kaynaklandığı izleniminin uyanacağı hatırlatmasında bulunur. Dinin birleştirici olduğunu ve bırakın herhangi bir siyasi hareketi, din içindeki hareketlerin bile onu bütünüyle temsil etme iddiasında bulunamayacağını belirten Gülen, siyasetin ayırımcılığına ve dinde siyaset temelli ayırımların tehlikesine dikkat çeker. Siyasî taraftarlık ve fanatizmin nerede duracağının belli olmadığı uyarısında da bulunan Gülen, bu taraftarlık ve fanatizmin, siyasi bir hareketin kendisini özellikle dinle özdeşleştirip, kendine destek vermeyenleri dinin dışında görmeye kadar gidebileceğini vurgular.
Lâikliğin temelinde vicdan özgürlüğü yattığından, eğer bu özgürlük tam sağlanabilir ve kişi ile Allah arasına engeller konmazsa, bu takdirde dinin elmas düsturlarının, hayatta temsille birlikte başkalarına tanıtılmasının önemini ve bunun ‘cihad’ın kendisi olduğunu da nazara veren Gülen, “din, Allah ile insan arasında temeli samimiyete, ihlâsa, Allah’ın rızasını kazanmaya, insanın daha ziyade kalbî derinliklerine dayanan bir disiplindir; temelde, insanın hayatını kalbin zümrüt tepelerinde geçirmesidir. Dinin bu yanını bütün bütün ihmal ederek, onu merasim gibi ve herkese gösterme adına şov yaparcasına uygulamak da yanlıştır” diyerek, siyasetin ve oy kaygısının bu tür tavırlara sebep olabileceğini hatırlatır. (Özsoy, 30-32; Hulûsi Turgut’la röportaj, nakl: Ergün, 65–6 )