Sayfa 1/4 123 ... SonSon
34 sonuçtan 1 ile 10 arası

Konu: Bazı Çağdaş Kavramlar ve Önemli, Güncel Konulardaki Görüş ve Düşünceleri

    Share
  1. #1
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Bazı Çağdaş Kavramlar ve Önemli, Güncel Konulardaki Görüş ve Düşünceleri

    BAZI ÇAĞDAŞ KAVRAMLAR VE ÖNEMLİ, GÜNCEL KONULARDAKİ GÖRÜŞ VE DÜŞÜNCELERİYLE FETHULLAH GÜLEN


    Fethullah Gülen, bir aksiyoner, ilim adamı, nefis terbiyecisi ve eğitimci olduğu kadar, aynı zamanda bir entelektüeldir de. Çok geniş sahada yazan ve önceki bölümde eserlerini verdiğimiz Fethullah Gülen, günümüzün en çok tartışılan ve en güncel konularında da görüş ve düşüncelerini değişik zaman*larda ortaya koymuştur. Bu bölümde, onun ilim (ilimle, aynı zamanda modern bilimi de kastediyoruz), teknoloji ve birkaç asrın en tartışmalı konusu olan din-ilim münasebeti, ayrıca insana, insan haklarına, hümanizme, kadın ve ‘kadın hakları’na bakışı, bunların yanısıra, devlet, demokrasi, siyaset, terör ve temiz toplum konularındaki düşüncelerini ele alacağız.



    İLİM/BİLİM, TEKNOLOJİ VE DİN-İLİM MÜNASEBETİ

    Fethullah Gülen’in, üzerinde en çok yazdığı konulardan biri ilim, teknoloji ve din-ilim münasebeti olmuştur.

    İlim nedir?

    Gülen’in düşüncesinde, “bir coşkun sel gibi kükreyerek istikbale akan ve yerinde göz kamaştıran bir bahçeye de benzetebileceğimiz, her yanından canlılık fışkıran bu dünya, insanın mütalâasına sunulmuş bir kitap, temaşasına arz edilmiş bir meşher ve nihayet müdahale etme hakkıyla bizlere sunulmuş bir emanettir.” Bu emanet karşısında insanın vazifesi ise, “mütalâasına sunulan bu kitabı okuyup perde önünü ve perde arkasını kavrayıp yorumlamak; bu sırlı meşheri (sergi) tetkik edip ihtiva ve ifade ettiği manâları değerlendirmek ve bu emaneti bugünkü-yarınki insanların yararlanabileceği şekilde işletmek iradesidir.” İşte “varlık ve insan arasındaki bu münasebete, onun keşfine ve idrakine ilim” diyoruz.

    İlim, Gülen’e göre bir diğer açıdan, belki daha doğru bir ifadeyle, yuka*rıdaki tarifin daha derin bir boyutu olarak, “zekânın hiçbir çıkar gözetmeden sonsuzluğa yönlendirilmesi, mutlak hakikatin keşfedilmesi istikametinde var*lığın tekrar ber tekrar yorumlanması ve hedefe ulaşma konusunda gerekli koordinatların yerli yerinde kullanılmasıdır.” (Sızıntı, Nisan 1996)

    İlim ve insan

    Fethullah Gülen’in düşüncesinde, gerek önemi, gerekse insanla olan müna*sebeti ve onun hayatının anlamını, yeryüzündeki fonksiyonunu tanıma adına, ilmin Batı’da üzerinde hiç durulmamış, İslâm tarihinde ve dünyasında çok az kişinin keşfedebildiği bir yanı vardır ki, Gülen, buna önemle dikkat çeker. Ona göre ilim, insanı diğer varlıklardan ayıran ve onların önüne geçiren en önemli faktördür. Çünkü insan, ilim sayesinde meleklere rüçhaniyet kazanmış ve tabiata, onu imar adına belli ölçülerde müdahale ile yeryüzünü imar etmesi manâsında hilâfet misyonuyla taçlandırılmıştır.

    Allah, melekler de dahil olmak üzere, yarattıkları içinde başka hiçbir varlığa vermediği bir şeyi, yani bütün eşyanın ve varlıkların isimlerini, onlara ad koyma, bir başka ifade ile, onları tanıma, dolayısıyla onlardan istifade etme ve öğrenme kabiliyetini insana vermiş ve onu, bu yönüyle bütün varlıklara üstün kılmıştır. Kur’an-ı Kerim’de, ilk insan olarak Âdem’e isimlerin ve onların sahipleri olan eşyanın öğretilmesi olarak anlatılan bu olgu, Hz. Âdem’de (a.s.) bir fihrist halinde olmasına mukabil, daha sonra misyonu çerçevesinde her bir peygamberle fasıl fasıl açılmış, insanın ihtiyacı sebebiyle ilim adamlarının çalışmalarına Allah’ın mükâfatı olarak gelen keşif ve icatlarla her bir fasıl daha geniş ve derin boyutlar kazanmıştır. Hz. Âdem’e fihrist halinde verilen, sonraki peygamberlerle fasıl fasıl açılan bilgi ve onu edinme kabiliyeti, son peygamber Hz. Muhammed’de (s.a.s.) bütün tafsilatıyla tecelli etmiş, dolayısıyla ilmin ve onun ürünü olan tekniğin devasâ boyutlarda gelişmesi, bu son Nebî’den sonra gerçekleşmiştir ve gerçekleşecektir. Bu gerçekleşme, İslâm’ın ilk 5 asrında olduğu gibi ve ileride de olacağı gibi, ister O’nun çizgisinde Müslümanlar eliyle, isterse Müslümanlardan faydalanma neticesinde ilme uyanan Batılılar eliyle vuku bulmuş olsun farketmez. Her halûkârda, peygamberliğinden Kıyamet’e kadar kâinatın damarlarında akan her bereket, son Nebî’ye aittir. (Prizma 1, 199-200)

    İlim ve insanla münasebeti açısından bir diğer önemli nokta, insanla hayvanlar arasında görülen önemli bir farklılıkta kendini ortaya koyar. Hayvan, yeryüzüne sanki bir başka âlemde öğretilmiş gibi gelir veya gönderilir. O, genellikle doğar doğmaz ayağa kalkar; hayat şartlarına çok kısa zamanda adapte olur, çevresini tanır ve insanın daha ayağa kalkmayı bile başaramadığı bir çağda bütünüyle hayata atılır. İnsan ise, doğduktan sonra ancak 1 yaşında yürümesini öğrenir; belli bir çağa kadar etrafına muhtaçtır. 15 yaşında ancak kendine fay*dalı ve zararlı olanın önemli kısmını öğrenebilir; bunun dışında öğrenmesi ölünceye kadar devam eder. Demek ki, hayvan öğrenmek ve öğrenme ile mükemmelleşmek için değil, vazifesini, Yaratıcısına olan kulluk görevini doğrudan doğruya yerine getirmek için dünyaya gelir. Oysa insan, öğrenmek, ilim ile imanı birleştirerek terbiye görmek ve mükemmelleşmek ve bu çerçevede varlık görevini ifa etmek mevkiindedir. Şu halde ilim, insan hayatının ve varlığının en önemli iki boyutundan biridir. (Sızıntı, Temmuz 1979)


  2. #2
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    İlim için çok önemli şartlar

    Fethullah Gülen’e göre, ilmin gerçek fonksiyonunu görmesi ve gerçekten ilim olabilmesi, bir başka ifadeyle, malûmatın insanlara faydalı olarak ilme dönüşebilmesi, her şeyde önce, “ilmî düşüncenin ruhu ve esası sayılan insan şahsiyet ve karakterinin hakikat aşkına dayanmasıyla” mümkündür. “Bu da, yapılan işlerde herhangi bir hırs, çıkar düşüncesi ve dünyevîlik bulunmamasına bağlıdır. Herhangi bir çıkar düşüncesi, menfaat mülâhazası gözetmeden varlık ve eşyayı temaşa edip tanıma, tanıyıp değerlendirme, hakikat aşkının bir diğer adıdır ki; ona sahip olanın ulaşamayacağı şâhika yoktur. Bunun aksine, çıkar mülâhazaları içinde hakikat aşkı gelişemeyeceği gibi, ilmî düşünce de gerçekleştirilemez; gerçekleştirilemez zira böyle saplantılar anaforu içinde verilen mücadele hakka karşı bir savaştır ve tabiî bu savaşın mağduru da ilimdir, insanlıktır.” (Sızıntı, Nisan 1996)

    İkinci olarak, bağnazlık, fanatizm, bilhassa ideolojik şartlanmışlık, ilmin ve onun için bir başka önemli şart olan ilim zihniyetinin önündeki en büyük engellerden bir diğeridir. İhtirasların, egoizmanın baskısı altında oluşturulan organizasyonlarla ne sağlam bir düşünce, ne ilim sistematiği, ne de netice vadeden bir aksiyon meydana getirilebilir. Getirilmesi bir yana, bu baskıcı güçler, insanı temel düşüncelerine zıt noktalara da sürükler. Bunun gibi, insanların beynine vura vura, onlara kendi düşüncelerini kabûl ettirmeye çalışan ve fikirleri baskı altına almak isteyen bir toplumda hakikat aşkından, ilim aşkı, ahlâkı ve zihniyetinden bahsetmek mümkün değildir. Böyle bir toplumda ruh ezilir, düşünce çelimsizleşir ve insanî değerlere saygı sıfırlanır.

    Üçüncü olarak, varlık, sürekli bir hareket ve bu hareketle birlikte – tabiî ki Darwinci anlayış içinde değil – sürekli tekâmül halindedir. Bu âlemde durmak*sızın cansızlar hayata koşar; hayat, şuur ve idrake yürür; karanlık-ışık tenavübü (nöbetleşe gelmesi) bir devr-i daim içinde döner durur ve her şey, birbiri üzerinde basamaklaşarak gider bir marifet ufku teşkil eder. Evet, büyük-küçük bütün ırmak ve çayların akıp denizlere ulaşması gibi, eşya ve hadiseler de, bir çağlayan misali hiç durmadan sonsuza akar ve ummana ulaşmak için hep başını taştan taşa vurarak koşar; koşar ve her şey, hepimizin gaye-i hayali sayılan biricik hedefe, sonsuza ermeye çalışır. İnsanın da, iktidar ve direncini sonuna kadar zorlayacak bir gayret ve hamleyle, fakat diğer varlıklardan ayrı olarak, şuur ve irade destekli böyle bir çağlayana kendisini salıp, geleceğe akması gerekir. Bu, bilgide, düşüncede, tefekkürde sürekli yenilenme ve inkılâpçı bir ruh kazanma demektir. Ancak böyle bir ruhla gerçek manâda ilim yapılabilir ve o ilim, kendinden beklenen fonksiyonu yerine getirebilir. Aksi ise, bağnazlığın, fanatizmin, düşüncede saplantının ve hayatta geriliğin kaynağıdır. (Sızıntı, Mayıs 1996)

    İlimden beklenen gaye, ilmin önemi

    Gülen, ilmin önemi ve ondan beklenen gaye ile ilgili olarak, vecize karakterli şu sözleri söyler:

    · İnsanoğlu için gerçek hayat, ilim ve irfanla kabil olacağından, öğrenip öğretmeyi ihmal edenler, hayatta dahi olsalar ölü sayılırlar. Zira, insanın yaratılışının gayesi, görüp bilmek ve öğrendiklerini başkalarına bildir*mekten ibarettir.

    · Bir ferdin tedbir ve isabetli kararları, onun akıl ve mantıkla münasebeti nisbetindedir. Akıl ve mantık ise, ilim ve marifetle aydınlığa kavuşur ve kemale erer. Onun içindir ki, ilim ve marifetin olmadığı bir yerde akıl âtıl, mantık aldatıcı, kararlar da isabetsizdir.

    · Bir insanın insanlığı, öğrenip öğretmek ve başkalarını aydınlatmakla belli olur ve ortaya çıkar. Bilmediği halde öğrenmeyi düşünmeyen; öğren*dikleriyle kendini yenileyip başkalarına da örnek olmayan, suretâ insan görünse bile, düşündürücüdür!

    · İlim ve marifetle elde edilen mansıp ve paye, başka yollarla elde edilen makamlardan daha yüksek ve daha uzun ömürlüdür. Zira ilim, sahibini, dünyada fenalıklardan uzak ve faziletli; öbür âlemde de, irfanıyla aydın*lattığı makamların temaşasıyla mest ve mutlu kılar.

    · İlim öğrenmekten maksat, bilginin insanoğluna mürşit ve rehber olması ve öğrenilen şeylerle, insanî kemalâta giden yolların aydınlığa kavuşturulmasıdır. Binaenaleyh, ruha mal edilmemiş bir ilim, sahibinin sırtında bir yük; insanı ulvî hedeflere tevcih etmeyen (yöneltmeyen) marifet de, bir aldanmışlıktır.

    · Hedef ve maksadı belirlenmiş bir ilim, sahibi için, “ilelebet” devam edecek bir bereket vesilesi ve tükenmez bir hazinedir. Bu hazineye malik olanlar, yaşadıkları sürece ve ondan sonra, bir tatlı su kaynağı gibi daima ziyaret edilir ve hayra vesile olurlar. Gönüllere şüphe ve tereddüt atan ve ruhları karartan hedefi belirlenmemiş boş faraziyeler ise, ümitsiz ve bulanık ruhların, etrafında uçuşup durduğu bir çer-çöp yığını ve azap vesilesidir.

    · Her şahsın kadir ve kıymeti, tahsil ettiği ilmin muhteva ve zenginliğine göredir. İlmi, sırf bir “dedikodu” unsuru olarak kullananın kıymet ve değeri o kadar; onu, eşya ve hadiseleri tanımada bir “menşûr” (prizma) olarak kullanıp, mekânın en karanlık köşelerine kadar aydınlık saçan ve irfanıyla kanatlanıp “tabiat” ötesi hakikatlarla kucaklaşanınki de o kadar... (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 22–4)


  3. #3
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    İlmin sahası ve çalışma metodu

    Fethullah Gülen, ilmin, özellikle tecrübî (ampirik) ilimler denilen sahasıyla ilgili olarak, o sahaya saygı içinde, tam anlamıyla realisttir. Aşağıda geleceği üzere o, ilmi sadece bu sahaya has ve sadece bu sahada elde edilenleri ilim kabûl etmemekle birlikte, bu sahanın kendine özgü niteliğinin şüphesiz farkındadır ve bunun takdiri içindedir. Aslında, bu sahayı gerçek manâda takdir, yani onu sınırlarıyla, gerçekten ne olduğuyla bilmek, farklı farklı ilim anlayışlarına (epistemoloji) ve her şeyi bu sahaya bağlayan, bu sahanın dışında ilim kabûl etmeyen “bilimselliğe” düşmemenin de önemli bir çaresidir.

    Gülen’e göre tecrübî ilim, duyu organlarımızla kavranan nesnelerle meşgul olur ve bunun dışında kalan gerçekleri de, tecrübelere dayanılarak elde edilen neticelerin ışığı altında izah etmeye çalışır. Duyularla tesbit edilememiş, doğruluğu ispatlanamamış bilgilere ise – ilmî metodolojiyle gerçek oldukları belirleneceği âna kadar – bünyesinde yer vermez. Meselâ: Gözle gördüğümüz şeylerin nitelikleri bir tarafa, onların sabit birer hakikat olduğunda kimse tereddüt etmez. Bunun gibi, kulaklarımızla duyduğumuz, dokunarak hisset*tiğimiz ve diğer duyu organlarımızın sahasına giren eşya için de, aynı şeyleri düşünebiliriz. Duyu organlarımızla varlığını sezemediğimiz manyetik ve elektronik alanların mevcudiyetini ise, pusula ve benzeri âletlerle tesbite çalışırız. İlim, bugün, sahip bulunduğu âlet ve vasıtalarla ancak bu kadarını tesbit edebilmekte, elektrik, manyetik ve kütle-çekim sahalarının dışına çıkamamaktadır.

    Gülen, tecrübî ilimler sahasında çalışan bir ilim adamının usûlüne göre araştırma yapmasını, ilmin haysiyetine saygılı olmanın ifadesi olarak görür. Ona göre, ilim yapıyorum diyerek, ispatlanamamış teorilerle ilim yuvalarını meşgul etme, bu teorileri, ispatlanmış gibi ilim diye sunma, hattâ onlar üzerine inanç bina etme, hem yığınları aldatma, hem de ilmin haysiyetiyle oynama demektir.

    Gülen, “en basit şekliyle ilmî bir araştırmadaki usûlü de tarif eder: Evvelâ, mevzu belirlenerek, öğrenilmek istenen şey açık-seçik ortaya konur; sonra o mevzuda, daha önce yapılmış araştırmaların neticeleri gözden geçirilir; daha sonra, toplanıp değerlendirilen bu bilgilerden elde edilen sonuçlar tesbit edilir; bu tecrübelerle ortaya konan neticelerin doğru olup olmadığını tam tayin etmek için bir düzine yeni denemelere girişilir; eldeki teorinin bu denemelerle doğrulanmadığı görülürse, yeniden başa dönülerek, daha başka araştırmalar yapılır, bilgiler toplanır ve eski-yeni bilgiler bir araya getirilerek, bu bilgilerin ışığı altında teoriye yeni şekil verilir. Böylece, tecrübelerle gerçek olduğu ortaya konan şeyler kaydedilir; sonra da sabit bir prensip haline getirilmek istenen bu gerçeğin, genelleştirilip genelleştirilemeyeceği araştırılır; genelleştirilebile*cekse, onunla benzeri hadiseler arasındaki münasebetler değerlendirilerek bütünlük teminine gidilir. Modern metodolojinin de benimsediği bu araştırma usûlü, ilmî tesbitler için “objektif” bir usûldür. Bu sebeple, böyle bir usûlle araştırmaya gidilmeden bir şeyin doğru ve sabit olduğunu iddia etmek ve ona ters gelen şeyleri de ret ve inkâr, katiyen ilmî bir tutum değildir. (Sızıntı, Temmuz 1984)


  4. #4
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    İlmin kaynakları veya sebepleri

    Tecrübî (ampirik) ilimlerin sahasının sınırlılığını kabûl eden Fethullah Gülen, ilmin ve onun sahasının bunlardan ibaret olmadığını da ifade ile, ilmin kaynaklarını şüphesiz sadece duyu organlarında ve deneylerde görmez. O, meseleyi İslâmî perspektiften ele alır ve dolayısıyla, “ilmin sebepleri veya kaynakları üçtür” der. Birincisi, eskiden “havâss-ı selîme” denilen, sağlıklı, yani fonksiyonlarını eksiksiz yerine getiren duyu organlarıdır. Bunları ilmin tek kaynağı sayma, en basitinden, güneş şuaları altında suya sokulan bir çubuğun eğik ya da kırık görülmesine hakikat olarak bakma, gittikçe daralmış görünen bir yolu gerçekten dar ve uzaktan, uzaklıkları nisbetinde küçük görünen cisimleri de gerçekten göründükleri ölçüde küçük görme gibi safsatalara kaynaklık edecektir.

    İlmin sebeplerinden bir diğeri, selim akıldır. Kaba rasyonalizm, aklı ilmin ve gerçeğin tek kaynağı saymasına mukabil, insanlar sayısınca farklı akıl bulunduğu, bir meseleyle ilgili olarak bazen insanlar sayısınca farklı ‘gerçekler’ ortaya sürülebildiği, aklın, his, heves, nefsanî tercihler, ideoloji, inanç gibi pek çok tesirlerin altında kalabildiği; ayrıca, aklın gelişmeye de gerilemeye de açık bulunduğu inkâr edilemez vakıalardır. Şu halde, kıymeti ne olursa olsun, aklı ilmin tek sebebi saymak, bir başka aldanmışlıktır. İslâm âlimleri, aklı ilmin sebepleri veya kaynaklarından biri sayarken, ya “akıl, o akıl ola” veya “selim akıl,” yani, zikrettiğimiz faktörlerin tesirinde olmayan akıl kaydını koymuşlardır ki, şüphesiz Gülen de aynı düşüncededir. O, selim aklı, “herhangi bir şeye karşı şartlandırılmamış, eşyayı saf ve yalın haliyle algılayıp değerlendirebilen akıl” olarak tarif eder.

    Fethullah Gülen, felsefî manâda rasyonalist değilse de, akla çok önem verir. Akıl, onun tasviriyle, “maddeden mücerret, ama maddeye bitişik bir cevher, metafiziğin fizik içindeki ışıktan uzantısı, ruhun en önemli fakülte*lerinden biri, hakla bâtılı birbirinden ayırma adına insan mahiyetinin en keskin nuru, eskilerin ifadesiyle, “ben” sözcüğüyle işaret edilen “nefs-i nâtıka”, tasavvufçuların yaklaşımıyla da, “ruh-u a’zam”, “arş-ı Muhammed” türünden Hazreti Cibril’e verilen isimlerden bir isim ve bazı sofiyenin “akl-ı cüz’i”, “akl-ı mecaz” ve uhreviliklere taallûk eden yanları ya da metafizik derinlikleri ile “akl-ı mead” dedikleri insani bir özdür.”

    Gülen, akla, “insanın bir manâda, düşünmesi, idrak etmesi, anlaması ve onu fenalıklardan alıkoyup iyiliklere yönlendirmesi açısından ruhun karakol gücü” olarak da bakar. İslâm’da kelâm ilmi, dinin usûlüne ait meseleleri büyük ölçüde ona bağlamış olup, o ayrıca, “mükellefiyetin esası, tefekkürün temel unsuru, muhakemenin ilk cevheri, insanı hayvandan ayıran, ayırıp gerçek insan olma kapısına getiren, Yaratıcı’nın insanoğluna en müstesna bir armağanı”dır.

    Fethullah Gülen, aklı bir cevher olarak ele almakla birlikte, onun akıl değerlendirmesi, Kur’anî noktada daha çok “makuliyet” açısındandır. Yani, Gülen’in Kur’an’a dayalı düşüncesinde akıl, bizatihî sâbit bir fakülte olmaktan çok bir faaliyettir; dolayısıyla o, faal akıldan söz eder. Bu çerçevede, meselâ Allah’a şirk koşmak makûl değildir; fakat bütün şubeleriyle tevhid makûldür. Bu manâda Kur’an ve İslâm, her meselesini akla tescil ve ispat ettirir ve onların akla aykırı tek bir meselesi yoktur. Kur’an’ın mesajlarında, İslâm’ın hüküm*lerinde aklî, kalbî, ruhî, hissî herhangi bir boşluğa yer bırakılmamıştır. Tam tersine İslâm, salim düşüncenin, kurallı muhakemenin, disiplinli mantığın sesi-soluğu olagelmiş ve karşı tarafın ne kadar gayr-i makul türden mugalâtası, demagojisi, diyalektiği varsa hepsini susturmuş, bunlarla mücadelelerini zaferle noktalamıştır ki, buna, aynı zamanda hem Hak elçilerinin, hem de akl-ı selimin zaferleri olarak da bakılabilir.

    Kur’an, çağrısını yer yer aklın diliyle yaptığı, yani gerçekliğine aklı delil ve şahit tuttuğu gibi, mantığın lisanıyla ufuklarını açar, muhakemenin gücüyle makulü salıklar ve zaman zaman da tarihî tekerrürler devr-i daiminden sahifeler açarak, serdettiği misallerle, şirk mantıksızlığının yanında, ilhad düşüncesini de sarsar ve değişik dönemlere akletme mesajları sunar. Meselâ, Tevhid düşün*cesinin en güçlü seslerinden biri olan Hz. İbrahim, Kur’an-ı Kerim’de sık sık başvurulan bir örnektir. O, putperest çağdaşlarının putlarını kırar, şirk düşün*celerini temelinden sarsar ve getirdiği aklî, aynı zamanda duyulara da hitap eden ve tecrübî delillerle onları, ağızlarını açamayacakları ve yollarının yanlışlığını vicdanlarında itiraf edecekleri ölçüde susturur. (Yeni Ümit, Temmuz-Eylül 1999)

    Her şeye rağmen akıl, kendi başına doğrunun kaynağı olmadığı gibi, insanı mutlak doğruya da götürmez. Onun, selim akıl olabilmesi, her türlü şart*lanmışlıktan ve menfaat düşüncesinden uzak olmasına bağlı bulunduğu kadar, faaliyeti adına kendine sağlıklı bir yol çizilmiş olması da gerekir. Yani, faaliyetinde akıl, bir ilk yol göstericiye muhtaçtır. Bu yol gösterici, gerekli fonksiyonunu görme adına onun eline şaşmaz ölçüler verecek ve yürüdüğü yollarda önüne ışık tutacaktır. İşte bu yol gösterici, İslâmî terminolojide “mütevatir haber”dir ki, bu da, ilmin üçüncü ve en önemli, en şaşmaz kaynağıdır.

    Mütevatir haber, iki kategori içinde mütalâa edilebilir. Birincisi, yalan üzerinde ittifakı mümkün olmayan insanların verdiği haberdir. Meselâ, Amerika’ya gitmesek de, onun varlığından şüphe etmiyoruz; çünkü, orayla ilgili haberleri tam güvenilir kaynaklardan alıyoruz. İkinci tür mütevatir haber, vahiydir; yani, bir manâda Kur’ân’dır.

    Gülen’e göre insanlar, bazen akıllarının altında, bazen pozitivizm karşısında ezilebilirler. Fakat meseleleri bir de vahy-i semavînin tayfları altında değerlendirdiklerinde, daha sağlam ve yanılmaz bir bilgiye ulaşacaklardır. İlim dünyası bu şekilde örgülenip işlendiğinde, ilimden beklenen şey ancak o zaman hasıl olacaktır. Gerçek bilgiye ulaşmak için, bu üç kaynak, yani sıhhatli duyu organları, selim akıl ve vahiy, yerine ve konuya göre bazen biri, bazen ikisi, bazen üçü birden kriter olarak kabul edilmelidir.

    Vahyin ilmin kaynaklarından kabul edilmemesi, her şeyden önce ilmin sahasını sadece hissî tecrübe ve deneyle sınırlı hale getirir. Oysa, bu sınırların dışında öylesine geniş bir varlık alanı vardır ki, bu alanın ilmin dışında tutulması, ilmi, bir bakıma ya cehaletini itiraf etme, ya da agnostik olmakla karşı karşıya bırakacaktır. İlim, bu alanı inkâr edemez; çünkü inkâr da bir hüküm olduğundan, bu takdirde ilim, inkâr ettiği alanın yokluğunu ispat etmek mecburiyetiyle karşı karşıya kalacaktır. Dolayısıyla, ateizm gibi, melek, cin, şeytan türünden, mahiyet ve mevcudiyetleri fizik ötesi veya hem fizik, hem fizik ötesiyle alâkalı varlıkları yok kabûl etmek, hiçbir zaman ilmîlik veya bilimsellik değil, sadece dogmatizmdir. Buna karşılık, Allah’ın ve melek, cin, şeytan gibi varlıkların mevcudiyetini kabûl etmek ise, maddeci ilmin iddiasının tam tersine, kör bir inanç, yani dogmatizm değil, tamamen ilmî bir tavırdır. Çünkü, bu varlıkların mevcudiyetlerinin kabulü için, her bakımdan ilmî ve sağlam kriterler vardır. Bunların başında ise, bu sahanın uzmanları, vahiy ve ilhamla birlikte, vahye muhatap olduklarını söyleyen ve hayatlarında yalana rastlanmamış 100.000’den fazla peygamber, ayrıca, ilhama mazhar, yine yalanlarına rastlanmamış milyonlarca evliya gelir. Bunun dışında, insan vicdanı, vicdanî ve ruhî tecrübeler, bu varlıklarla görüşen, konuşan sayısız denebilecek insan da, onların varlığına bir diğer delildir. Bu insanların sayısı, fizik, tıp, astronomi gibi, herhangi bir tabiî ilim dalındaki uzmanlardan çok daha fazladır ve bu insanlar, hayatlarıyla ispatladıkları üzere, onlardan daha güvenilirdir.

    İkinci olarak, vahyin ilmin kaynaklarından kabûl edilmemesi, bütün İlâhî Kitapların ve Peygamberlerin sözlerinin reddedilmesi, insanlığın en doğru sözlüleri ve her bakımdan en mükemmelleri olan, hayatlarında hiçbir maddî, dünyevî gaye gütmemiş 100.000’den fazla peygamberi – hâşâ – insanların en yalancıları ve sahtekârları olarak suçlamak ve insanlık tarihinde ilk günden beri, onlara inanan ve peşlerinden giden, içlerince yüzbinlerce ilim adamı, milyonlarca evliya, daha başka milyonlarca kâmil zat bulunan milyarlarca insanı, yalana, sahteye ve yalancılara tâbi olmakla itham etmek sonucunu da doğuracaktır. Kaldı ki, bilhassa Kur’an’da ve hadis-i şeriflerde, ilmin geliş*mesine paralel olarak doğrulukları ortaya çıkan o kadar çok ilmî gerçek, gelecekle ilgili, zamanı gelince doğrulanan o kadar çok haber vardır ki, bunları inkâra hiç kimse cesaret edemez. Meselâ, Kur’an-ı Kerim, İran Sasanî hükümdarlığının Bizans’ı mağlûp ettiği bir dönemde, 9 yıl içinde Bizans’ın İran’ı yeneceğini açıkça belirtmiş; aynı şekilde, 2 yıl öncesinden Mekke’nin fethini haber vermiş ve bunlar, olduğu gibi çıkmıştır. Bunların dışında, Kur’an’da ve hadislerde, bu şekilde pek çoğu çıkmış bulunan, bazısı da zamanı gelince çıkacak olan gelecekle ilgili o kadar çok haber vardır ki, İstanbul’un Müslümanlar tarafından fethedileceği bunlardan sadece biridir. Kur’ân-ı Kerim’de parmak basılan ilmî gerçeklere misal olarak, ceninin anne rahminde geçirmiş olduğu embriyolojik safhaları verebiliriz. Bu safhaları ilim daha bu çağda görebilmiş, tabiî mesele eskiden bilinmediği için, Ömer Hayyam gibi Mûtezilî manâda rasyonalist olanlar, yani akıllarına ve bilgilerine güvenenler, bu âyetleri yorumlama cihetine giderek yanılmışlardır. Bunun gibi, daha onlarca misal vardır ki, konumuz bu olmadığından, daha fazla ayrıntıya girmiyoruz. (Prizma 2, 55–9)


  5. #5
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    İlmî düşünce ve araştırmanın garantisi: İslâm

    “Kur’ân’la gelen bu din, yani İslâm, bütünüyle mükemmel ve gaye-i hayal diyebileceğimiz bir sistemin adıdır ve bu sistemin esası, imandır, muhabbettir, aşktır, Allah rızasını arama yoludur” diyen Fethullah Gülen, İslâm’ın, her zaman inkılâp ve tekâmül tabiatlı ve onun tekâmül tabiatlı olmasının da sonsuza açık olma hudutsuzluğunu hâiz bulunduğunun altını çizer. İslâm böyle olduğu, ilmî düşünce ve araştırmayı sonuna kadar teşvik ettiği halde, Gülen’e göre, bir dönemde Müslümanlarda ilim aşkını söndüren, onların kolunu-kanadını kırıp, iradelerini felç eden en büyük düşmanın, sonraki asırlarda da mağlûbiyet ve esaretlerine yol açan gerçek sebebin, İslâm’a karşı gereken vefanın gösterilememiş olduğunu vurgular. (Sızıntı, Nisan 1996)

    İslâm dünyasında ilk dönemde ilim düşüncesi

    Gülen’e göre ve hemen hemen bütün ilim tarihi araştırmacılarının da kabûl ettiği üzere, İslâm’ın ilk 5 asrında ilim, her sahada çok büyük atılımlar gerçek*leştirmiş, Marevaünnehir’den Bağdat’a, oradan Endülüs’e İslâm’ın hakim olduğu coğrafya, tarihinin altın çağını yaşamıştır. Bunun temelinde, “sonsuzluk esasına dayanan İslâmî düşünce ve bu düşünceden doğan acz u fakr derinlikli aşk u şevk”in yer aldığını belirten Gülen, o dönemde ilmin önemli bir kaynağı sayılan vahiy derinlikli ilim ve araştırma düşüncesinin, çağın devasâ kâmetleri tarafından kusursuz temsil edildiğini ve sonsuzluk duygusuna tutkun bu aşkın dimağların, hem de araştırmaya hiç mola vermeden hep sonsuzluk soluk*ladıklarını, bıkıp usanmadan eşya ve hadiseleri didik didik ettiklerini belirtir. Ona göre, bu ölçüde bir temsil sayesinde akıl, mantık birer aydınlık kaynağı gibi çevreye ışık yağdırıyor ve bu nurların ruhlara sinmesiyle, toplum çapında dirilişler yaşanıyordu. Cemiyetin hiçbir kesiminden tepki almayan ve bütün fertleri tarafından İlâhî bir mesaj gibi kabul edilen, hattâ bir ibadet neşvesiyle üzerinde durulan ilim düşüncesi, eğer bu ilk feveran esnasında, Asya’daki hercümerç ve Anadolu’daki haçlı tahribatına maruz kalmasaydı – Allah bilir – dünya bugünkünden çok daha aydınlık, düşünce hayatı daha engin, teknoloji daha mûnis ve ilimler daha ümit vadedici olacaktı. Zira, İslâm’ın insanımıza kazandırdığı sonsuzluk düşüncesi, insanlığa yararlı olma mefkûresi, eşya ve hadiselere belli prensipler dahilinde müdahale etme sorumluluğu, onun ortaya koyduğu ilim düşüncesine gaye ve yol çiziyordu. (a.y.)

    İlmin Batı’ya geçişi ve orada aldığı şekil

    Fethullah Gülen, “ilim, tek başına herhangi bir milletin malı değildir, dolayısıyla Batılıların malı da değildir” der ve ekler: “İlmin çocukluk dönemi ile insanlığın çocukluk dönemi aynı zamana rastlar ve aynı düşünce yamaçlarının, aynı gayret vadilerinin ürünüdür. Batı, bilhassa tecrübî ilimleri yeni bir değerlendirmeye tâbi tutacak olgunluğa ulaştığında, o güne kadar diğer milletlerin düşünce salıncaklarında, hususiyle de Asya kavimlerinin beşiklerinde sallana sallana belli bir kıvama gelmiş bulunan bilim, yeni Batı medeniyetinin ilk hamlesi, belki de ilk rampası sayılan Rönesans’la, yarınların ilim düşüncesine de açık, halihazırdaki şeklini aldı.”

    Fethullah Gülen, Batı’nın, özellikle İslâm dünyasından ilmi transfer ederken, her ne kadar onu ilim düşüncesi ve ahlâkıyla birlikte transfer de etmiş olsa, ilmi kendine mal edebilmek için, ilmin geçiş yollarında, onu aldığı kaynaklarda bir takım gizleme ve farklılaştırmalar yaptığını belirtir. Gülen’in, ilmin Batı’da gelişmesiyle ilgili önemli bir tesbiti, her ne kadar ilim daha sonraları materyalizme basamak yapılmış da olsa, bunun daha çok filozofların yorumundan kaynaklandığı, oysa, özellikle ilk dönem ilim adamlarının dindar oldukları gerçeğidir. O, bu konuda şöyle der:

    Artık Doğu’da olduğu gibi Batı’da da bir çok bilim adamı, rahatlıkla, Yüce Yaratıcı’nın kusursuz bir şekilde “planlayıp” yarattığı kâinattan bahsedebiliyordu – ki, Galile’yi bu konunun öncülerinden biri sayabiliriz. Bir çok düşünür de, kâinatın bir gün mutlaka bilinebileceği fikrini ortaya atarak, varlığın çok yüce, mükemmel ve lütufkâr bir Yaratıcı tarafından yaratıldığını ve insana bahşedilen şuur ve iradenin de ondaki sırları çözmeğe matuf verildiğini vurguluyordu – ki, Descartes, bu ekolün ilk mimarlarından biri olsa gerek – (gerçi sonradan gelen bir kısım bilim adamları, onun düşüncelerinden metafizik mülâhazaları ayıklayıp, onu da kendilerine benzetmek istediler ama, onun “yanlışı doğrudan ayırma gücü” diye ortaya attığı mülâhazalar, nesilden nesile devam edip durdu). Bu arada birçok araştırmacı da, Allah’ın, yarattığı bu dünya üzerinde biricik hakim olduğunu ve istediği zaman – tabiat kanunları dahil – her şeyi değiştirebileceğini, ancak, icraatında herhangi bir değişiklik de söz konusu olmadığını dile getiriyordu – ki, bunların başında da (inanmış bir muvahhid olan) Newton’u zikredebiliriz. (“Tarih Boyunca İlim ve Din”, Bir Başka Açıdan İlim ve Din (heyet) kitabına önsöz)


  6. #6
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    İlme ve tekniğe yöneltilen tenkitler

    İlmin, bir taraftan insan hayat, fonksiyon ve kemalinin çok önemli bir boyutu olmasına karşılık, modern çağlarda ona biçilen rol, bir başka ifade ile, modern ‘bilimsellik’, pek çok tenkitlere uğramıştır. Gülen, bilimselliği ele aldığı gibi, bu tenkitleri de belli açılardan değerlendirmeye tâbi tutar.

    Fethullah Gülen, bilim karşısında gerek Doğu’da gerekse Batı’da bazı aydınların takındığı salt idealist tavra karşıdır. Bu tavrı eleştirirken o, önce ilmin insan hayatına kazandırdıkları üzerinde durur ve özellikle Müslüman toplumlarda son gerileme asırlarında görülen köy ve şehir hayatını nazara verir: “Şimdiye kadar köyün, kentin, kendine göre bir hayatı vardı. Maneviyatsızlıkla, buhranlarla ölgünleşmiş, halâvetini kaybetmiş, düzensiz, plansız bir hayat... Salgın hastalıklar, açlıklar sık sık onu örselediği gibi, ahlâkına musallat olan şeyler de onu ırgalıyor, sefaletten sefalete atıyordu. O ise, olup biten her şeyi hareketsiz ve infialsiz seyrediyor ve hayatı bundan ibaret sayıyordu.” Ardından, “oysa ki, bugün artık gerçekle alâkası olmayan bir kısım köhne fikirlerle yaşamanın imkânsızlığı meydandadır... ‘Eski hâl muhal, ya yeni hâl, ya izmihlâl!’ diyerek, geçmişe, ilim öncesi çağlara dönmenin mümkün olmadığını belirten Gülen, “yaşayacağımız dünyayı ya ilmin gereği olarak önceden planlayacağız, yahut yaşadığımız dünya ile beraber gayyaya yuvarlanacağız” der.

    Fethullah Gülen, dünyayı ilme göre idare etmenin, insanın makinalaşması ve bir karınca topluluğu haline gelmesi gibi felâketler getireceği iddialarını çok gerçekçi bulmaz. Ona göre, “bütünüyle ilimsiz bir geçmiş olmadığı gibi, ilimsiz bir gelecek de tasavvur edilemez. Her şey, netice itibariyle ilme bağlıdır. Ve o olmadan, dünyanın insana vereceği hiçbir şey yoktur.” Gülen, bununla birlikte, pek çok şehirlerde insanın makineleştiğini, insancıl duyguların yok edildiğini, düşünce ile beraber sıhhatin, sıhhatle beraber insanî faziletlerin silinip gittiğini kabul eder. Fakat, Gülen’e göre, böyle bir neticenin sorumlusu ilim ve teknik değil, ‘gerçek’ ilim adamının, içtimâî sorumluluk şuuruna varmış ilim adamlarının sorumluluk yüklenmekten kaçınması ve kendilerinden bekleneni yerine getirmemeleridir.

    “İlim, eşya ve hadiselerin bize anlattığı tekvinî emirlerin önümüze açıp döktüğü şeylerin hissedilmesi, kavranması ve Yaradan’ın yüce maksatlarının sezilmesi demektir. Eşyaya hükmetme mevkiinde yaratılan insan görecek, okuyacak, sezecek ve öğrenecektir. Öğrendikten sonra da, hadiselere sözünü geçirme ve onları teshir etme yolunu araştıracaktır” diyen Gülen, tehlikeyi ilmîlikte ve ilme göre bir dünya kurma niyet ve teşebbüsünde değil, cehalette, şuursuzlukta, sorumluluk yüklenmekten kaçınmakta, bencillikte, menfaatperestlikle ve ideolojik saplantılarda görür. Ona göre, insanlık, meleğin elindeki silahtan zarar görmemiştir. O, zararı canavar ruhlardan, hakkı kuvvette görenlerden, doyma bilmeyen hırslardan görmüştür. Dolayısıyla, kafa-kalp izdivacına yükselmiş hakikat erleri, bir manâda melekleşmiş ilim ve manâ adamları, eşya ve hadiselerin içine girecekleri âna kadar, ilim de, ilmin meyveleri de, ne yazık ki insanlık için zararlı olmaya devam edecektir. (Sızıntı, Ağustos 1980)

    Meseleyi teorik düzlemde bu şekilde vazeden Gülen, modern, özellikle materyalist ilmî anlayışa veya bilimselliğe ise ciddi tenkitler yöneltir. Ona göre, her şeyden önce ilmin ulaştığı her neticeyi hemen nihaî gerçek gibi görüp, onu değişmez hakikatlar için ölçü yapmak hatadır ve tehlikelidir. Çünkü, her şeyden önce, ilmin bütün gerçeği keşfedip kuşattığını ve gidip nihaî hedefine ulaştığını iddia etmek, hem büyük bir yanlışlık, hem de bizzat ilmin ortaya koyduğu şeyleri görmezlikten gelmenin ifadesidir. İlim tarihi gibi, onun ulaştığı noktalar da, bunun tam aksini ortaya koymaktadır. Daha dün, herkesçe değişmezliği kabûl edilen Galile’nin mekân telâkkisi, Newton’un câzibe-i umumiyesi (genel çekim), yerlerini “rölativizm”e (izafîlik) terk ederek, bugün tarihî birer faraziye (teori) haline gelmişlerdir. Maddenin tarifi sürekli revizyona uğradığı gibi, onun her şeyin esası olduğu görüşü de, neredeyse çoktan terkedilmiştir. Günümüzde, madde kadar, madde ötesi ve anti-madde de araştırma konusudur. İlim ve teknolojinin, çok yakın bir gelecekte, topyekün kanaat, düşünce ve ilim anlayışına tesir edebilecek yeni keşifler ortaya koyacağı da gözden ırak tutulmamalıdır. Öyle anlaşılıyor ki, yakın bir gelecekte, madde kadar anti-madde, atom kadar anti-atom, ilim mahfillerinin müşterek araştırma mevzuu olacak ve fiziğin ele alındığı her yerde, mutlaka metafizikten de bahsedilecektir. (Sızıntı, Temmuz 1984)

    İlmin her dönemde vardığı neticeleri nihaî hakikatmış gibi telâkki etmenin yanlışlığını bu şekilde ifade eden Gülen, bir adım daha ileri giderek, “aslında bugün, ilmin ortaya koyduğu keşif ve buluşlara bakıldığında, bildiklerimizin, bilmediklerimizin yanında hiç denecek kadar az olduğu görülecektir” der. Gülen, buna rağmen, aksi bir iddia ile, her teoriyi, hattâ neticeyi hemen nihaî hakikat olarak değerlendirmeyi hem realitelere aykırı bulur; hem de mevcutla yetinme gibi bir himmet zaafı ve bir irticaî hareket olarak telâkki eder. O, bu konuda şu çok önemli tesbitleri yapar:

    Her devirde, ilmin ulaştığı noktaları, varılabilecek en son netice ve nihaî hakikat telâkki edenler, böyle düşünmekle ilmî araştırmaların yolunu tıkamış ve kültür hayatının simasını karartmışlardır. Onun için, gerçek ilim zihniyeti, öğrenilen her şeyi, yeni baştan kritiğe tâbi tutmayı, eski bilgileri, yeni keşiflerin ışığı altında tekrar değerlendirmeyi, bu şekilde, hem yanlışları düzeltip, hem de ilmin önündeki mevcut tıkanıklıkların açılmasını gerektirir. (a.y.)

    Gülen, ilim ve teknolojinin her şeyin esası sayılmasını ve onun dışında hiçbir esas, hiçbir gerçek kabul etmeme tavrını, ilim ve teknolojinin bütün insanî problemleri çözeceğine inanmayı, ilmin putlaştırılması, teknolojinin tabu haline getirilmesi olarak görür ve şiddetle tenkit eder. O, bütün değerlerin bu şekilde ilme bağlanmasını, hem insanlık adına, hem de ilimler adına fevkalâde tehlikeli ve zararlı bulur.

    Bu tenkidi yaparken, “ilmin, salim düşünce-tecrübe-vicdan üçlüsüyle ele alındığı zaman yararlı olduğunda, cemiyetin hayat seviyesini yükselterek ona, bugünü ve yarını itibariyle huzur, mutluluk vadettiğinde şüphe yoktur” diyerek, ilmin yerini ve değerini bir defa daha ifade etme gereği duyan Gülen, ilmi tek başına her şey saymaya karşı çıkar ve insan sonsuzluk düşüncesinden mahrum bırakıldığı, ruh teknolojinin esiri haline getirildiği, kalbî hayat bütün bütün ihmale uğradığı bir yerde ilmin yararından bahsedilemeyeceğini belirtir. Burada o, bizatihî ilmin kendisine değil, ilme biçilen role karşı çıkarak, bencillik, ihtiras, menfaat ve kazanç düşüncesinin yön verdiği ilmî çalışmaların getirdiği ve getireceği felâketlere dikkat çeker. Ona göre, ilme böyle bir yöneliş, insan hayatında vahşetlerin buutlaşıp devam etmesine, boğuşmaların kıran kırana sürüp gitmesine, aldatma ve istismarların dev birer afet halini almasına yardımcı olacak ve söz, hakkın yerine kuvvetin elinde olacaktır. Gülen, insanın sadece maddî yanı, biyolojik ihtiyaçları ve dünya hayatıyla değil, ondan daha fazla olarak manevî yanı, ruhî ihtiyaçları ve kalp hayatıyla bir arada düşünülmesi gerektiği ve dolayısıyla ilmî çalışmaların bu yörüngede yürümesi gerektiği üzerinde ısrarla durur. (Sızıntı, Ocak 1981; Ocak 1987)

    Rönesans’tan bu yana, devamlı olarak, ilmî çalışmalar ve neticede üretilen teknoloji ile bütün problemlerinin çözüleceği ve hep mutluluğu yakalayacağı rüyaları gören insanın sürekli aldandığına dikkat çeken Fethullah Gülen, feza araştırmaları ve teknolojisiyle aynı hülyalara yatmanın, yine aldanıştan başka bir şey getirmeyeceğini vurgular. Gülen, şöyle devam eder:

    Ama, insanımızın, bir kere daha tecrübeye, bir kere daha aldanmaya taham*mülü kalmamıştır. Okyanuslara açılma, kıtalar keşfetme onu mutlu etmedi; aksine ona sefaletler getirdi. Öyle de onun, geleceğin rengârenk dünyaların*dan da elde edeceği fazla bir şey olmayacağı kanaatindeyiz. Keşke, ona vade*deceğimiz yeni dünyalara bedel, ruhunu mahbesten (zindan) kurtarıp, onu, vicdanî varlığına erdirip ve eşya ile arasında yabancılığı gidererek, kâi*natla bütünleşmesini temin edebilseydik. Heyhat, biz bunu yapmadık!

    Şimdi, insanımıza yeni bir bakış kazandırma ve kendi kendini yenilemesine delâlet etme gibi, dev bir mesele ile karşı karşıya bulunuyoruz. Ona, gerçek hakkındaki tercihleri nasıl yaptıracağız? İç âlemiyle dış dünyası arasındaki kopukluğu nasıl gidereceğiz? Geçmişi hazır zamanla, hazır zamanı gelecekle uzlaştırıp beklenen terkibi yapabilecek miyiz...? Bunlar, mutlaka yapılmalıdır. Çünkü bunların yapılmasında, insanımızın kendine ermesi ve geleceğin ümit ve itminanı vardır. Ve bu terkiple âfâk enfüsün emrine girecek, kâinat ruhun kitabı olacak, geçmiş geleceğin meşcereliği haline gelecek ve insan gönlü, bu pozitif ve negatif kanatlarla yükseklere çıkacak ve orada gerçek mutluluk ve ümidin saraylarını kuracaktır. (Sızıntı, Ocak 1981)


  7. #7
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    İlim ve din münasebeti

    Fethullah Gülen, gerek onun İslâm anlayışını, gerekse aksiyonunu, özellikle eğitimciliğini ele alırken vurguladığımız üzere, dine, ilme, insana, eşya ve hadiselere küllî bakması sebebiyle, insanı yalnız bedenden, yalnız ruhtan ve yalnız dimağdan ibaret bir varlık olarak görmediği için, nasıl sürekli kafa-kalp izdivacı üzerinde, nasıl komple insan yetiştirilmesi gerektiği üzerinde ve bu maksatla nasıl medrese-tekye-mektep üçlüsü üzerinde duruyorsa, aynı şekilde, din-ilim beraberliği üzerinde de aynı hassasiyetle durur. Oysa, bizzat onun değerlendirmeleriyle, “son bir-iki asırdan beri pozitivist ve materyalist teoriler bilim ve düşünce hayatını tamamen baskı altına aldıklarından, kâinat ve hadiselerin yorumu tek bir tipe irca ile her şey belli bir anlayışa göre tefsir edilir oldu; hakikate ulaştıran yollar daraltıldı ve her şey, madde ve tabiatla irtibatlandırılarak, metafizik mülâhazalar bütün bütün devre dışı bırakıldı.” Bu asırlarda, ilim dinden koparıldı; ilmin vizesini almış her şeye hakikat gözüyle bakılırken, din, sadece taklide dayalı dogmalar mecmuasına, inanılsa da inanılmasa da olur, ama bazı kişilerin huzuru ve bir takım ahlâkî telâkkiler adına inanılması belki tercih edilir bir vicdan meselesine indirgendi. Bunun neticesinde, özellikle Batı’yı anlamsız, izansız, idrak ve basiretten yoksun kör bir taklidin içine düşen Türkiye gibi bazı Müslüman ülkelerde “hakikat aşkının yerini fantastik mülâhazalar, araştırma ahlâkının yerini de şablonculuk aldı ve topyekün bir düşünce hayatı modern dogmatizmin işgaline uğradı. Neticede gerçek ilim düşüncesi felç oldu; insanın aklı, fikri, ruhuyla çelişir hale getirildi ve insan ruhu, bu üst üste dayatmalar karşısında kendi enfüsî gerçeklerine karşı âdeta yabancılaştırıldı. Elbette ki böyle sis ve duman bir dünyada, ilimlerin hakikatı aksettirmesi imkânsız, felsefenin ilim ve düşünceye katkısı şüpheli, ilâhiyâtın kendini ifade etmesi muhal ve hemen her sahada bir kargaşanın yaşanması da kaçınılmazdı. Ve yine, böyle bir dünyada, Şark’ta olduğu kadar Garp’ta da, pozitif bilimler, onca olumlu görülen neticelerine rağmen, temelde dine, diyanete, metafiziğe hep tezyifkâr baktığından, ilâhiyat camiası ve onlara bağlı inançlı kesimde sürekli rahatsızlığa sebebiyet verecekti ve verdi; derken varlığın zarfı ve mazrufu, yani manâsı, özü ve hariçte tecelli eden yanı arasında meydana getirilen bir kısım sunî uçurumlar, taraflar arasındaki karşılıklı aşırılıklarla daha da derinleştirilerek, yine karşılıklı inkârlarla din-ilim sürtüşmesi gibi, dünyanın en büyük çelişkisine asırlarca yaşayabilme ortamı hazırlandı. Bu talihsiz süreç, Batı’da böyle çelişkilerin bağrında doğup geliştiği gibi, ona bağlı ikinci ve üçüncü sınıf dünya ülkelerinde de, cahillik, bağnazlık ve asabiyetle doğru orantılı olarak sürüp gitti.” (“Tarih Boyunca İlim ve Din”, Bir Başka Açıdan İlim ve Din (heyet) kitabına önsöz)

    Batı’da din-ilim çatışmasının altında, Hıristiyanlığın dünya ve tabiat telâkkilerinin şüphesiz rolü vardı. Tamamen maddeye yönelmiş bir toplum içinde doğan ve yayılma sürecinde kendine muhatap olarak yine bütün bütün maddeci Roma toplumunu bulan Hıristiyanlık, dine bağlılık adına ortaya koyduğu yorum ve seslendirmelerinde tabiatı Allah ile kul arasında bir engel, tecrübî düşünceyi İlâhî aşka mani, maddeyi manânın, bedeni de ruhun zindanı olarak görmeye durmuş, onun bu tavrı, Batı’nın İslâm dünyası ve düşüncesi ile tanışacağı 11’inci asra kadar devam etmiştir. Ne var ki, nasıl Hıristiyanlık başta, doğduğu dönemdeki natüralizm ve materyalizme tepki olarak tam bir ruhaniliğe gömülmüşse, Batı da, Doğu’nun ilmini tercümeler ve özellikle Müslüman İspanya’daki (Endülüs) üniversiteler vasıtasıyla aldıktan sonra, maddenin manâ, bedenin ruh, fiziğin fizik ötesi ile tam bir bileşim içinde bulunduğu İslâmî düşünceyi benimsemek yerine, ona düşmanlık içinde gidip antikiteye sığındı ve, yukarıda arz edildiği üzere, belki pek çok ilim adamı inanmış insanlar oldukları halde, özellikle Batı insanında meydana gelen zihniyet değişimi, zenginliğe açılmanın neticesinde dini ve Kilise’yi daha fazla dünya hayatına karıştırmama eğilimi gibi faktörlerin de tesiriyle, ilimler dinden ayrı bir kulvarda gelişmeye durdu.


  8. #8
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    İlim ve dinin tarifi

    Tarih boyunca ve aslî manâda ilim ve din münasebetine böyle bir giriş yapan Fethullah Gülen, konuyu biraz daha açmak için ilim ve dinin tarifine geçer. O, konunun başında arz ettiğimiz ilim tarifini, bu defa ilim-din münasebeti çerçevesinde bir başka açıdan ifade ederek, “ilim, düşünce hayatının haricî bir yanını ve dış bir buudunu teşkil eder. Onun konusu, büyük ölçüde eşya ve hadiselerin tezgâhında hasıl olan münferit bilgileri sistemleştirme, belli kurallarla zapt u rapt altına alma şeklinde hülâsa edilebilir. Konuya biraz da felsefî bir üslûpla yaklaşacak olursak ilim, bir manâda suje ile obje arasındaki iç münasebetin ifadesidir. Başka bir deyişle o, duyu organlarının algılama sahasına giren ve tecrübe edilebilen nesneleri konu edinen disiplindir” der.

    Fethullah Gülen, ilmi tarifinin ardından, dinin, önce Batı’da nasıl anlaşıldığı üzerinde durur ve Batı’nın önde gelen antropolog, sosyolog ve filozoflarından bazılarının din tariflerini verdikten sonra, onlara çok kısa ve özlü eleştiriler getirir:

    1. Max Müller, “Din, ruhun öyle üstün bir güç kaynağıdır ki, insanın duygularına, akıldan farklı olarak, muhtelif isim, işaret ve farklı remizlerle sonsuzu kavrama istidadını verir” der. Buna, (sadece) metafizik düşüncenin altın anahtarıdır diyebiliriz.

    Taylor, “Din, ruhanî olana itikat etmektir” şeklinde konuşur. Bu da, fevkalâde dar ve İslâm’daki ‘gayb’e imana sadece küçük bir remiz gibidir.

    Kant, “Din, vazifelerin İlâhî emirlere dayandırılması şuurudur” mealiyle ona yaklaşır ki, oldukça sığ bir ihlâs tarifidir.

    Michel Mayer; “Din, Allah’a karşı, insanlara karşı ve nefislerimize karşı sorumluluklarımızla alâkalı öğütlerin, nasihatların bütünüdür” der ki, bu da, müeyyidatın (dindeki yaptırımların) bir parçasının din yerine konulmuş olması gibidir.

    Bu tarif ve onlara getirdiği eleştirilerin ardından Gülen, bu tarifler gibi, Durkheim’den Rudolph Otto’ya kadar daha yüzlerce sosyolog, müsteşrik, dinler tarihçisi ve bilim adamının tarif, tenkit ve tefsirinin de, İslâm’ın dışında kalan semavî, gayr-ı semavî herhangi bir din adına bir şey ifade etse de, İslâm söz konusu olduğunda, hemen hepsinin eksik ve kusurlu birer açıklamadan ibaret olduğunu bilhassa vurgular. Daha sonra da, İslâm’ın açısından dinin ne olduğu üzerinde durur ve şöyle der:

    İslâm açısından din, akıl sahiplerine yaratılış gayesini bildiren, (onların “ben kimim, neyim? Dünyadaki yerim nedir; buraya niçin gönderildim; hayatın ve ölümün benden istediği nedir? Bu hayat yolculuğunda rehberim kimdir?” so*rularına cevap veren, –A.Ü.) onları kendi hür iradeleriyle, Allah Rasûlü’nün irşad çerçevesi içinde, bugünleri ve yarınları itibariyle salâha, felâha ve kemalâta sevk eden; ayrıca onların maddî-manevî ihtiyaçlarını karşılayacağı sözünü veren İlâhî kanunlar bütünüdür. O, hür iradeleriyle insanları, bizzat, iyiye, güzele ve hayra sevk eden İlâhî iradenin öyle bir tezahürüdür ki, insanla varlık arasındaki münasebetleri düzenli tutma adına ondan daha güçlü, daha şümullü bir disiplin göstermek mümkün değildir. Din, bir yandan varlığın manâsını onun ruhuna uygun kavrayıp yorumlarken, diğer yandan da hayatın en ehemmiyetli meseleleri hakkındaki hükümleriyle, bütün dünyevî-uhrevî, ruhî-bedenî, tabiî ve tabiat ötesi hadiselere karşı takınılacak tavırları belirleyen fevkalâde muhtevalı İlâhî ve sırlı iç içe bir kataloglar mecmuasıdır. Bu itibarladır ki insan, din sayesinde ikinci kez varlığa erer; kendini daha bir derince duyar; varlıkla, varlığın perde arkasıyla münasebetlerini tecessüse başlar; küçük bir parça iken küllîleşir ve bir bütün olur; en zayıfken, güç yetirilmez kuvvet kaynaklarına erer ve aşkın hale gelir; derken genişler ve kâinatlara sığmayan bir istiaba ulaşır. Bu hususlar, her zaman kalbî ve ruhî hayata açık olması itibarıyla İslâmiyet ve onun müntesipleri açısından âdiyattan sayılsa da, ruhu farklı tahriflerle delinmiş din şeklindeki disiplinler için aynı mülâhazaları serdetmek oldukça zordur.

    Evrensel bir din olan İslâmiyet, asırlar ve asırlar boyu hem ferdi, hem de toplumu çepeçevre kuşatmış ve bütün yönleriyle insan hayatını kâinatın ruhuyla dengeleyerek kontrol altına almıştır. Kitap ve Sünnet bu muhtevanın en büyük teminatı ve en güçlü referansı olmalarının yanında, sürekli Allah-kâinat-insan eksenli aktif mü’min düşüncesi, kapalı gibi görülen bir kısım alanlarda dahi tasavvurları aşkın bir genişliğe sahiptir ve ilmî, fikrî herhangi bir boşluğa meydan vermeyecek kadar da zengin bir kaynak sayılabilir. (a.g.e.)

    Dinde aşkın unsurlar

    Gülen, daha sonra, her din gibi İslâm’da da aşkın (müteal) bir takım unsurların bulunduğuna dikkat çeker. Ona göre İslâm Dini, mücerret bir kanaat, bir düşünce tarzı ve sadece bir üslûp değildir; o, bunların yanında aynı zamanda engin bir duyma, iradeli bir davranış, sistemli bir aksiyon ve sürekli bir muhasebe disiplinidir. Aslında dini, mücerret bir ‘bilim’ ve bir felsefe olarak görmek de fevkalâde yanlıştır ve tabiî onu, bilim ve felsefenin vesayetine sokarak kadrini, kıymetini onların referansına bağlamak, bilim ve felsefe aralığından onu doğru saymak, kritik etmek, sorgulamak da katiyen doğru değildir. Zaten, dine ait hakikatlar, eğer mantık prensipleri, tecrübe ve müşahedeye göre vaz ve tesbit edilecekse, o zaman dinin İlâhî ve semavî olmasının bir anlamı kalmaz. Dolayısıyla dinin, duyular, akıl ve deney gibi ilmin sebepleriyle belli ölçüde münasebeti bulunsa da, onların ürünü olmadığı muhakkaktır. Dinin kavranması ve temsilinde akıl, mantık ve muhakemenin önemi tartışılmayacak ölçüdedir ama, onun akıl, mantık ve muhakemeyi aşkın bir kısım yanları da vardır ki, dünya kadar yorum ve tefsire açık işte bu saha, dinin en ehemmiyetli derinliklerinden birini teşkil etmektedir. İlim gibi din de, hemen her konuda aklı, mantığı ve muhakemeyi kullanır; fakat istidlâldeki üslûbu semâvîdir; öncelikle Allah’a, O’na inanmaya ve dolayısıyla diğer iman esaslarını da kabule dayanır. İmanda şüphesiz araştırmanın, aklın, mantığın ve muhakemenin yeri vardır; fakat bunlar yeterli değildir. Onda akıl, mantık ve muhakeme kadar kalp, vicdan, ruh, sağlam sezgi ve ilham da önemlidir. Ayrıca, dini bizzat yaşama, bilhassa ibadetler yoluyla ulaşılacak iç tecrübe ve müşahede, özellikle, dinin temelinde yer alan ve aklın yaya kaldığı gayb dediğimiz duyular üstü gerçeklere ve varlık sahasına ulaşmada en önemli vasıtalar olup, bunlarla ulaşılan hakikatlar, ilmin sebepleri olan akıl, duyular ve deneyle ulaşılan gerçeklerden hiç de daha az objektif değildir. Bu açıdan da din, her zaman aklı, fikri, müşahedeyi, tecrübeyi takdir eder, fakat bunları aslî kaynağı ve esası saymaz.


  9. #9
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    Eski dinlerde din-ilim münasebeti

    Fethullah Gülen, eski dinlerde din-ilim münasebeti konusunda da özlü bilgiler verir. Bu bilgilere göre, en eski dinlerden sayılan Brahmanizm, Budizm ve Hinduizm’in, bilhassa Vedalar ve onların daha sonraki yorumları açısından ele alındığında, insanları ilim aşkına ve ilim düşüncesine yönlendirdiklerini söylemek zordur. Matematik gibi ilimlerde Hindistan’ın katkısının çok büyük olduğu bir gerçek ise de, bu dünyada astronomiden astrolojiye, matematikten kozmogoniye bütün ilimler, birer büyü alaşımıyla ele alınmış ve hemen her şey bir sır üslûbuyla sunulmuştur.

    Eski Çin’de hakim din mevkiindeki Taoizm Hind dinlerine yakın olmasına mukabil, Konfüçyanizm bir ahlâk sistemidir. Bu tür disiplinlerin hakim olduğu yerlerde din-ilim çatışmasından söz etmek mümkün görünmemektedir.

    Yunan bilim ve düşüncesinin de önemli kaynaklarından biri sayılan Sümerlerin dini ile, eski Mısırlıların inanç sistemleri, bazı açılardan birbirlerine çok benzerler ve rasyonel ilimlerde de aynı ölçüde münasebetlerinin var olduğu söylenebilir. Mezopotamya’da astronomi, kozmogoni ve tıp, dinî ilimlerle sımsıkı irtibatlı görünür. Ne var ki, burada da yine mitolojik yorumlar ağır basar. Elbette ki böyle bir zeminde, modern manâda ilmî düşünceden bahsetmek oldukça zordur; dolayısıyla da, ilim-din arasında herhangi bir çatışma olmayacağı açıktır.

    Antik çağda din ve ilim münasebeti oldukça farklı bir durum arzeder. Bir kere sosyolojik olarak eski Yunan; Çin, Hint, Mezopotamya ve Mısır’dan çok farklıdır. Bahse konu milletlerde, değişik dönemlerde değişik devletler kurul*muş olmasına karşılık, eski Yunan, kelimenin tam manâsıyla hep ferdiyetçi bir çerçevede kalmıştı. Siyasî ve içtimâî açıdan bir terslik gibi görünen bu hususun bazı farklı neticeleri olacağı da muhakkaktı. Bir kere, onların bu ferdiyetçi karakterleri, hakim bir dinî sınıfın teşekkülüne fırsat vermemişti. Cahiliye dönemi Araplarında olduğu gibi, kadim Yunan’da da, inançları, kutsal düşünceleri şairler, mütefekkirler temsil ediyordu ve bunların hepsi de, hür düşünceye, ilmî araştırmaya açık insanlardı. Büyük çoğunluğu itibariyle aydını bu evsafta olan toplumlarda ilim-din mücadelesinin olmayacağı gayet tabiîdir. Antik çağda din ve ilim çatışmasına engel teşkil eden hususlardan biri de, dinin siyasî otoritenin vesayetinde bulunmasıydı. Antik dönemde, dine aykırı harekette bulunmak, devlete baş kaldırmak manâsına geliyordu ki, her dinî suç, aynı zamanda siyasî bir cürüm sayılıyordu. Hattâ dine aykırı bir düşünce, bir mütefekkir ve şairden de sâdır olsa, toplumda ciddi bunalımlara sebebiyet verebiliyordu. (a.g.e.)

    2. Yahudilik ve Hıristiyanlık’ta din-ilim münasebeti

    3. Yahudiliğin temel kaynağı Ahd-i Atik’te, yaratılış konusu, zaman mefhumu ve bir takım tarihî gerçeklerle alâkalı olarak, mevcut ilmî araştırmalarla çelişen bir kısım bilgiler vardır. Bununla birlikte, Yahudiliğin tarihinde bir din-ilim çatışması olmuştur denemez. Bunun da en önemli sebebi, Yahudilik’te, zamanla aldığı ve algılandığı şekille dinin daha çok dünya ve dünya hayatı yörüngeli olmasıdır. Ayrıca Yahudiler, var oldukları günden beri içinde bulundukları şartlar ve uzun süren mahkûmiyetleri sebebiyle, sürekli eşyaya, tabiata ve dünyaya hakim olma yolları aramışlardır. Böyle bir millet içinde, ilim gibi bir güç kaynağına karşı herhangi bir kuvvetin çıkarılması düşünülemez.

    4. Denebilir ki, insanlık tarihinde sadece Orta çağlar süresince Batı’da görülen din-ilim çatışmasının altında Hıristiyanlığı temsilen Kilise ile, dünyaya ve antikiteye uyanan Batı’nın zihniyet değişimi yatmaktadır. Yukarıda arz edildiği gibi Hıristiyanlık, zamanla dünyayı ve tabiatı belli ölçülerde de olsa mahkûm eder bir mahiyete bürünmüş, insanı ve hayatı Âhiret’te kurtulma yörüngeli ele almış, onların maddî cephesini aşağılamış, temelde teslimiyete de dayandığından, Hıristiyan dünya, ilim ve hür düşünceye karşı alâka duymamıştır. Zaten Hıristiyanlığın daha ilk zuhurundan itibaren, yakında kıyametin kopacağı ve Allah melekûtunun yere ineceği hep beklenegelmiştir. Bu ruh haletiyle birçok Hıristiyan azizi; “yeryüzünün ne olduğu hususunu tartışmak Âhiret’te bizim ne işimize yarayacak” diyerek, bu konudaki açık tavırlarını ortaya koymuşlardır. Hattâ, bazı İncil nüshalarındaki ifadeler de, bu mülâhazaları destekler mahiyettedir. Meselâ:

    5. Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez; zira o, birinden nefret eder ve diğerini sever.. (ve tabiî) birini tutar, ötekini de hor görür. Siz hem Allah’a hem de mammona (para, zenginlik) kulluk edemezsiniz… Bunun için size diyorum ki, ne yiyeceğiniz ne içeceğiniz diye hayatınız için; ne giyeceğiniz diye bedeniniz için kaygı çekmeyiniz. (Matta, 6:24-25)

    6. Yine Hıristiyanlığa göre ilim, güzel ve kıymet ifade eden bir şey değildir; çünkü sevgi yapıcı, ilim ise gurur vericidir.

    7. Hepimizin bilgisi olduğu malûmdur; ama bilgi kibirlendirir. (1. Korintoslulara, 8:1)

    8. Ve yine bazı İncil nüshalarına göre Hazreti Mesih’e, hemen her yerde muhalefet edenlerin başında âlimler gelmektedir:

    9. İsa her gün mâbette tâlim etmektedir. Ancak baş kâhinler, kâtipler ve toplumun üst kesimi O’nu yok etme yollarını araştırmaktadır. (Luka, 19:47)

    10. Ve bir başka yerde yine Hazreti Mesih, ulemayı hedef alarak, şöyle der:

    11. Vay başınıza! Zira siz, badanalı kabirlere benzersiniz ki, dıştan güzel görünürler, fakat içten ölü kemikleri ve her türlü murdarlıkla doludurlar. (Matta, 23:27)

    12. Bunlardan ayrı olarak, Hıristiyanlık inancına göre, bütün insanların günahkâr doğmasına sebep olan Hz. Âdem’in cennette yediği yasak meyve, iyi ile kötünün bilgisi idi (Tekvin, 2:17). Bunun yer aldığı Ahd-i Atik, Yahudilerin de kitabı olmakla birlikte, yukarıda arz edilen şartlar gereği Yahudilik bilgiye karşı tavır almazken, Hıristiyanlık, merkezine kurtuluşu ve insanın doğuştan günahkârlığını, bundan kurtulmak için de teslimiyeti ve dünyayı tahkiri oturtunca, bilgi, insanı günaha iten bir faktör olarak görülmüştür. (a.g.e.)

    13. Orta çağlar ve sonrası Batı dünyasında din-ilim çatışması

    14. Fethullah Gülen, Orta çağları, hattâ Yeni ve Yakın çağları da içine alan din-ilim çatışmasını ana hatlarıyla özetlerken, şunları kaydeder:

    15. Bütün bir Orta Çağ boyu ilim ve din sürtüşmesi devam edip gitti. Bu dönemde bütün eğitim kurumları Hıristiyan dogmalarına dayanmaktaydı. Yine bu dönemde değerler nizamının yörüngesini İncil’in öğretileri teşkil etmekteydi ve bu öğretilere göre de bu dünya, öbür âleme geçişi temin eden bir köprüden başka bir şey değildi. Yine aynı öğretilere göre Allah, kendi kendine Mâlum-u Mutlak’tı. Varlık ve varlıktan elde edilen bilginin hiçbir önemi yoktu. İşte, asırlar boyu eğitim kilise ve manastırlarda verildiğinden, kilisenin öğretilerine ters kabul edilen eski-yeni bütün ilim ve felsefe kitapları da yasaklanmıştı. Fakat, nihayet Batı, özellikle Haçlı seferleri ve Endülüs vasıtasıyla İslâm’la tanışınca, ilme ve hür düşünceye uyandı. Ne var ki bu uyanış, tam bir tepki ruhu içinde büyük bir hırsla dünyaya uyanmayı da beraberinde getirdi. Yükselen burjuva, Kilise’nin hakimiyetinden kurtulmak istiyordu. İlim adamlarının pek çoğu hiçbir zamana dine karşı olmamakla birlikte, Burjuva dini veya dinî gelişmeleri Kilise’ye karşı kullandı. Neticede çetin bir din-ilim mücadelesi başladı ve bu mücadele bütün Orta çağları, hattâ Yeni Çağ’ı doldurdu.

    16. Modern çağlara doğru yüründüğü bu dönemde Hıristiyanlık iyiden iyiye sarsıldı. Kilise Babaları’nın kozmolojik görüşü yerle bir edilmiş, ilim ve düşünce insanlarının ağızlarındaki fermuar çözülmüş ve her yerde yenilikten bahsedilir olmuştu. Artık Kopernik konuşuluyor, ilerleyen yıllarda, Kepler, Galileo aynı alkışları paylaşıyor ve derken Newton’la her şey daha büyülü bir renge bürünüyordu.

    17. İlim ve düşünce hayatındaki bu süreç, az bir değişimle ilâhiyat cephesine de sıçrıyor ve orada art arda değişimler birbirini takip etmeye başlıyordu. Bu dönemde ortaya çıkan Reform hareketlerinin temelinde, ferdin, vasıtasız olarak Allah’la münasebeti yatıyordu. Reformculara göre, sorumluluklarını yerine getirirken veya Allah’a yaklaşmak isterken, kulun ne Kilise’ye, ne de kilise babalarının aracılığına ihtiyacı vardı; o, istediği yerde, istediği gibi içini Allah’a açabilir ve O’nunla hasbıhal edebilirdi.

    18. Yenilikçiler ve onlara karşı olanlar, reformistler ve muhafazakârlar kavgayı büyüttükçe büyütüyor ve âdeta bir muharebe haline getiriyorlardı. Tabiî bu da gidip, din-ilim vuruşmasıyla sonuçlanıyordu. Herkesin bu ardı-arkası kesilmeyen kavgalardan bıktığı bir dönemde Descartes’ın herkesin elinden bir şeyler alıp, herkese bir şeyler veren dualizmi bir ölçüde ortalığı yatıştırıyordu. Ona göre, ilmin kendisine göre bir sahası vardı, o da tabiattı. Mevzuu, tabiî kuvvetlerin mahiyet ve keyfiyetlerinin tesbiti; hedefi ise, tabiî kuvvetler üzerinde tasarruftu. Bu noktaya ulaşmanın yolu da matematik ve tecrübeden geçiyordu. Din ise, insan ruhunun, dünya ve ötesi âlemlerle meşguliyeti ve bu konuda bir kısım esaslara dayanmasından ibaretti. Her iki fenomenin sahası, gayesi, münasebeti, semeresi ve metotları ayrı ayrı olduğundan, kendi kulvarlarında kaldıkları sürece, birbirleriyle kavga etmeleri de söz konusu değildi.

    19. Hemen bütünüyle tenkide açık bu mülâhazalarında Descartes, temel düşüncesi itibariyle, din ile ilim arasındaki münasebeti rasyonalist bir görüşe göre tesbit etmeye çalışıyordu. Evet, ona göre “Düşünüyorum, öyleyse varım” bedaheti (postulat), düşünce ile varlık arasındaki nisbeti ifade ettiği gibi, insanın Allah ile ve Allah’ın bütün varlıkla münasebeti de aynı bedahet çerçevesi içinde mütalâa edilebilirdi.

    20. Descartes’in açtığı bu çığır, Spinoza’nın vahdet-i vücud, hatta vahdet-i mevcud mülâhazalarıyla daha da rengin ve zengin bir hal alarak, yıllar ve yıllar sürüp gitti ve zâhiren bu sayede, dinî düşünceye de ilimlere de esas teşkil eden varlık ve hadiseler bir küllî cevherin tezahürleriymişçesine her şey teke irca edilerek, din ile ilim arasındaki uçurumlar da kapanmış gibi göründü. Aslında bu uçurumlar hiçbir zaman hakikaten kapanmadığı için, ilim-din arasındaki uzlaşma da uzun sürmeyecek, bazen açık bazen de biraz kapalı bu tarihî kavga sürüp gidecekti; ve öyle de oldu. Protestanlar zor zamanlar yaşadı; Kartez*yenlerin baş kaldırmaları Kilise’nin yüreğini ağzına getirdi. John Locke’nin aklî ve tecrübî sistemi, yeniden her şeyin sorgulanabileceği mülâhazasına da kapı açtı. Daha sonra kilisece, işin bütün bütün çığırından çıkması şeklinde yorumlanacak Voltaire, Jean d’Alambert, Diderot, Montesqieau, J.J. Rousseau gibi düşünürlerin dine karşı tavırları ve aklî, tabiî bir dinden bahsetmeleri gibi hususlar, yeniden eski kavga kapılarını araladı ve hükümetlerle beraber Batı toplumu da bir kere daha temellerinden sarsıldı.

    21. Hele A. Comte’un üç hal kanunu, Lamarck’ın transformizmi ve Darwin’in evülüsyonu, manastırla beraber havrayı, havrayla beraber bütün bir Batı ilâhiyat camiasını allak-bullak etmenin yanında, uzun seneler sürecek öyle bir kavga başlatıyordu ki, Hıristiyanlığın buna dayanması çok zordu. Ne var ki, 1955 yıllarında sürpriz bir gelişme oldu; devlet, Kilise belli ölçüde birbirinden ayrılarak, kavga da bir ölçüde sona erdi.

    22. Günümüzde, ilim ve Hıristiyanlık versiyonuyla din arasındaki kavga bitmiş gibi görünse de bu, hiçbir zaman bir tarihî vakanın yeniden bir kere daha olmayacağı manâsına gelmez. Asırlardan beri süregelen bu tarihî kavganın dinmiş gibi görünmesinin gerçek sebebi de, bu iki fenomenin kendi sınırlarına çekilmiş olmalarında aranmalıdır. Yarınlar itibariyle, zaman beraberinde ne tür yorumlar getirecek, onu bekleyip göreceğiz. (a.g.e.)


  10. #10
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    İslâm ve ilim

    Evet, hilkatta gözetilen hikmet ve maslahatlar açısından topyekün kâinat ve zerreden sistemlere kadar bütün varlık, eğer ciddi bir tahlile tâbi tutulsa, görüp temaşa ettiğimiz her şeyin, varlığın perde arkasından bizim his, idrak, şuur ve gönüllerimize sunulmuş birer mesaj olduğunu duyacak, çok muhtevalı bir kitap ve bir meşher karşısında bulunmanın ürpertilerini yaşayacak; umumî manâda bu kitap ve meşherin gözlerimizin önüne serdiği muhteva ve zenginliğin yanında, satır araları ve peyzaj esprisi açısından kim bilir daha neler temaşa edecek ve ne “sehl-i mümteni” (kolay görünen imkânsızlık) enginliklerde dolaşacağız!. Ne var ki, böyle bir duyuş ve hissedişin ön şartı da, yine tevhidî mülâhazaya bağlıdır.

    Şöyle ki, Allah’ın Kelâm sıfatından gelen Kur’ân-ı Kerim’le varlık, aynı kaynaklı fakat farklı tecellilerin eserleridirler. Kaynağı İlim ve Vücud sıfatları, Kudret ve İrade’nin planlayıp inşa ettiği kâinat, yine bu Sonsuz İrade’nin Kelâm sıfatından gelen beyanıyla beşerin idrak seviyesine göre seslendirilmiş, yorumlanmış, mücerret akıl ve muhakeme ile kavranamayan noktaları da tefsir edilmiştir. Aynı kaynaktan gelen bu her iki kitabın, böyle tevhidî bir mülâhaza ile, tabiat ilimlerini, insan ve hedefini, yaratılış gayesi ve onun Allah ile münasabetini de beraber götürmesi mümkündür, hatta tabiîdir. İşte, böyle bir beraberliğe muvaffak olmuş yeryüzünde bir din varsa, o da İslâm dinidir. Zira İslâm’ın, bilim telâkkisinin en önemli özelliği, ilk referans kaynağı Kur’ân olmak üzere, onun müşahede, tecrübe ve pratiğe fevkalâde ihtimam göstermesinde aranmalıdır. Kur’ân ve Sünnet’in ruhundaki bu espriyi iyi kavrayan Müslüman ilim adamları, tıptan kimyaya, biyolojiden antropolojiye, matematikten astronomiye pek çok ilim dalında değişik teknolojiler geliştirerek, daha sonraki modern çağlara ışık tutmuşlardır ki, Haydar Bammat’tan Hüseyin Nasr’a, Weber’den Kuhn’e kadar bir çok müellif, düşünür ve ilim adamı, bu konuyla alâkalı örnekler ihtiva eden dünya kadar eser vermişlerdir. Evet, İslâmiyet’in zuhurunu müteakip daha ilk asırlardan itibaren Müslüman ilim adamları, kendi dönemleri itibarıyla öylesine entelektüel seviyede bir ilim anlayışı ortaya koymuşlardır ki, İslâm tarihi boyunca, bir-kaç avamî telâkkinin dışında, Müslüman ilim adamları arasında hiçbir zaman ilim-din ikilemi gibi bir husus yaşanmamıştır. Böyle bir ikilem yaşanması bir yana, 2’nci asırdan 5’inci asrın başına kadar Müslüman düşünür ve ilim adamları, her gün ayrı bir kariyer platformunda entelektüel seviyelerini yükselterek dünya kadar nazarî bilgi üretmiş ve bir o kadar bilgiyi de pratiğe dönüştürerek, arkadan gelen nesillere çok zengin bir miras bırakmışlardır. (a.g.e.)

    23. İslâm’da din-ilim münasebeti

    24. İlim-din münasebeti İslâmiyet açısından oldukça farklı bir durum arzeder. Bir kere İslâmiyet, bütün içtimaî, iktisadî, siyasî, kültürel müesseseleriyle, o engin ve evrensel dünya görüşüyle, insanlığa vad ettikleriyle, tesis buyurduğu nazarî ve amelî esaslarıyla, vicdanların kabul ettiği ve edeceği, akılların referans verdiği, muhakemelerin “evet” dediği, Allah-varlık-insan gerçeğinin ruhlarda itminana dönüştüğü, birer marifet kıvamına geldiği; parçayı bütün haline getiren, bütünü anlaşılacak şekilde her şeyin tevhide irca edildiği, yani her şeyin varıp bire, aynı kaynağa ve birliğe dayandığı, nisbetlerin, değer ve haysiyet çerçevelerinin korunduğu, insanın ruhundaki ebediyet arzularına göre ve gönlünün emelleri ölçüsünde bir sonsuz âleme yönlendirildiği, akıl, kalp, ruh ve bedenin birleşik noktasında, hedefi ebedî saadet bir Allah yoludur.

    25. Bir kere Kur’ân “oku!” emriyle başlamış ve okunacak henüz herhangi bir şeyin olmadığı bir zamanda zihinleri kâinata çevirmiştir. Bir başka ifadeyle İslâm, bir bina ile onu ve onun nasıl hizmet vereceğini tanıtan bir katalog gibi, kâinatı Allah’ın Kudret ve İrade sıfatlarından gelen yaratılmış bir kitap, Kur’ân’ı ise, kâinatı tarif ile, insanın zihnine ve kalbine madde ötesi dünyaları ve gerçekleri açan ve onu Allah’a götüren vahyedilmiş bir kitap olarak telâkki etmiş ve insanları akletmeye, düşünmeye, araştırmaya, muhakemeye ve incelemeye çağırmıştır. Ayrıca Kur’ân’da, bir kısmı zamanla ilim tarafından doğrulanmış, bir kısmı da araştırılmayı bekleyen pek çok ilmî gerçeklere temaslar vardır. Güneşin sabit değil hareketli oluşu (Yâsin/36: 38), yerin yuvarlak ve büyük bir süratle hareket etmekte olduğu (Neml/27: 88), göklerle yerin başlangıçta bitişik halde bulunup, sonra birbirinden ayrıldığı (Enbiyâ/21: 30), ceninin anne karnında geçirdiği safhalar (Mü’minûn/23: 13-14), bunlardan sadece bir kaçıdır. Kur’an, bunları Tevhid, peygamberlik, haşir, ibadet ve adalet gibi aslî maksatlarına deliller olarak zikreder ve sonra da akıl, muhakeme, basiret ve sağduyu sahiplerini onları incelemeye çağırır.

    26. Evet Kur’an, hemen her yerde zihinleri hakikata uyaran bir yol takip etmiş, her hadise karşısında düşünceyi harekete geçirmiş; aklın önündeki bütün engelleri kaldırarak, onun eline tutuşturduğu yol gösterici gerçekler ve disiplinlerle ona âdeta sınırsız bir hareket imkânı bahşetmiş ve insana varlığın hakikatını keşfetme gibi daha nice gerçekleri göstererek, ona hep himmetini âlî tutmasını yeğlemiştir.

    27. İslâm’ın iki temel kaynağı olarak Kur’an ve Sünnet’in kâinat ve hadiselere, akıl ve onun taallûk ettiği noktalara bakışı ve değerlendirişi, mevcut Tevrat ve İncil’in bu konudaki yaklaşımlarından çok farklıdır. Bu itibarla da, bazı dinlerin tefsir ve yorumlarıyla ilim arasında herhangi bir tenakuz bahis mevzuu olsa da, böyle bir durum, Kur’an ve Sünnet’le beslenen İslâmiyet için hiçbir zaman söz konusu olamaz. İslâmiyet, aklı, muhakemeyi hiçbir zaman faaliyetten men etmemiş, tam tersine akla, ibret, tefekkür, tedebbür, içtihat ve inşâ sorumlulukları yükleyerek, onu, bütün duyu organlarıyla beraber vahyin aydınlatıcı şuaları altında kendi kudretinin dantelasını örmeye memur etmiştir.

    28. İşte bu temel dinamiklerle ortaya çıkan İslâmiyet, Râşit Halifeler’den Emevîlere, onlardan Abbasîlere ve bu dönemde başta Türkler olmak üzere bütün mühtedî milletlere, Hicrî 5’inci asra kadar tam bir tefekkür, ilim ve araştırma kaynağı, sâiki ve teşvikçisi olmuştur. Bundandır ki, İslâm’ın ilk 5 asrı, ilimler ve ilmî çalışmalar adına tarihin altın çağını teşkil ettiği gibi, ilim-din, akıl-kalp birliğinin de tam olarak sağlandığı, hür düşüncenin kapılarının ardına kadar açık olduğu dönem olmuştur. İslâm, hür düşünmeyi, ilmi, muhakemeyi, aklı kullanmayı ve araştırmayı asla imanla zıt görmediği, bilakis birini diğerinin gereği, destekçisi, hattâ olmazsa olmaz şartı gördüğü içindir ki, İslâm dünyasındaki fikrî ve ilmî gelişmeler, Kur’an ruhunun filizleri olarak, onun tabiatıyla irtibat içinde varlığa ermiş ve varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu sebeple, İslâm tarihinde yetişen fakihler, tefsirciler, hadisçiler ve ehl-i tasavvuf içinde matematikçileri, coğrafyacıları, tarihçileri, fizikçileri, kimyacıları, astronomicileri de aynı anda görmek hep mümkün olmuştur. (a.g.e.)

    29. İslâm’da neden din-ilim çatışması olamaz?

    30. İslâm tarihinde, Osmanlı devletinin duraklamaya doğru yürüdüğü ve gerileme çağlarının da bir kısmını kapsayan bir döneminde tabiî ilimlerin okutulması medrese programından çıkarılmışsa da, hiçbir zaman, özellikle Batı’dakine benzer bir din-ilim çatışması yaşanmamıştır. Yaşanması da mümkün değildi ve değildir; çünkü:

    · Her şeyden evvel İslâmiyet, Kitap ve Sünnet gibi sürekli onu besleyen kaynakları açısından, akıl, mantık, muhakeme ve hür düşünceyi kendi çerçeveleri ölçüsünde serbest bırakmış ve insanoğlunu her fırsatta varlık ve hadiseleri tahlile teşvik etmiştir. Zaten, Kur’an’a muhatap olmanın ve İslâmiyet sorumluluğu altına girmenin ilk şartı da akıldır.

    · İslâmiyet, kendi karakterinin gereği, tefekkür, tedebbür (tedbirli, dikkatli düşünme, kafa yorma ve araştırma) ve teemmüle (üzerinde ciddi durma) fevkalâde bir genişlik ve esneklikle açık olduğundan, ne getireceği yeni yorumlarla zaman, ne de ihtiyaç ve zaruretler – aslında bunlar onun temel disiplinleri açısından bir kısım hükümlere esas kabul edilmişlerdir – onun, o kuşatan çerçevesini zorlayabilmiş, aksine bunlar, tabiî bir rejenarasyondaki oluşma, gelişme ve genişleme gibi, onunla her zaman uyum içinde olmuş ve onun dışına akseden bir nakış haline gelmiştir.

    · İslâm’ın mübelliğ (tebliğcisi) ve mümessili (temsilcisi) o Yüce Zat, hikmet ve hakikata mü’minin yitik malı nazarıyla bakmış ve bunların nerede bulunursa bulunsun alınıp değerlendirilmesini tavsiye etmiştir ki, bu da, Müslümanlara, çok erken bir dönemde, o kadar süratle dünyanın dört bir yanına yayılıp hakim olmalarına rağmen, kendi düşünce ve inanç sistemlerinin orijinini korumanın yanında, gittikleri yerlerden alacaklarını rahatlıkla alabilmelerine, herhangi bir sıkıntıya girmeden, dünya ile kaynaşma adına çok süratli bir motivasyon sağlayabilmelerine imkân vermiştir.

    · Beşer tarihi boyunca, din ve ilim çatışması şeklinde gösterilen hadise aslında, dini anlamamış din adamlarıyla ilimden behresiz ilim adamları çatışmasıdır; nitekim, bugün de bu sevimsiz çatışmanın perde arkasında aynı şeylerin olduğu kanaatindeyim. İslâmiyet’te hiç bir zaman bir kâhinler ve rahipler sınıfı olmadı ki, ilim adamlarıyla dindarlar arasında bir kısım mülâhaza kaymaları veya çıkar kaygıları onları böyle bir vuruşmaya sevketmiş olsun. Müslümanlık’ta mü’minler, teker teker veya toplu halde, hemen her zaman ve her yerde, aracıya muhtaç olmadan Kudreti Sonsuz’la münasebete geçip, O’na karşı kulluklarını yerine getirebilirler ki, bu da, İslâmiyet’te, Batı âleminde söz konusu olduğu ölçüde herhangi bir çelişki faktörünün bulunmadığını gösterir.

    · Ayrıca, İslâmiyet’in öyle uzlaşmacı bir yanı vardır ki, ilim, düşünce, muhakeme gibi onun ruhunun temel malzemeleri sayılan çok hayatî unsurlarla o hep içli-dışlı olmuştur ve onlarla çatışması da katiyen söz konusu değildir; değildir zira, böyle bir çatışma, onun kendi kendiyle çelişkisi demektir. Evet, varlığın esası ilim olduğu gibi, planı, programı, yapılanışı da hep ilim esasları üzerine cereyan etmektedir. Zaten Kur’ân, varlığın ezeli bir tercümesi, tahlilî bir beyanı ve talâkatli bir lisanı olduğuna göre, onun eşya ve hadiselerle çelişmesi katiyen söz konusu olamaz.

    Bu itibarladır ki, temelde İslâmiyet’i başka dinlerle mukayese etmek mümkün olmadığı gibi, İslâm Dini’nin ilimle, düşünce ile ve ilim adamlarıyla mücadelesi de söz konusu değildir. Dün ve bugün bir kısım talihsiz beyanlar, ya meselenin ruhunu araştırmadan ortaya atılmış avamca telâkkiler veya Allah, peygamber ve din düşmanlığı yapabilmek için uydurulmuş bahanelerdir. Tarihe gizli kalmayan bu gerçek, insaf erbabı mütefekkir ve ilim adamlarından da uzun zaman saklı kalamayacaktır. İslâm Peygamberi’nin evrenselliği, Kur’an’ın zenginliği ve İslâm’ın yeterliliği er-geç anlaşılacak ve bugüne kadar aklî ve mantıkî gücü kitleleri aldatma istikametinde kullananlar, ettiklerine pişman olup ağlayacaklardır. (a.g.e.)


Sayfa 1/4 123 ... SonSon

Benzer Konular

  1. Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 23.06.09, 13:28
  2. Bayram Düşünceleri-2
    By BaRLa in forum Risale-i Nur'u Yeni Tanıyanlara
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 22.06.09, 16:57
  3. Bayram Düşünceleri-1
    By BaRLa in forum Risale-i Nur'u Yeni Tanıyanlara
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 22.06.09, 16:52
  4. Dinde şahsi görüş olmaz
    By Konyevi Nisa in forum Dinimiz ve diğer dinler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 11.10.08, 11:35
  5. Kavramlar Sende Ekle
    By mücahitt in forum Kur'an Tefsiri
    Cevaplar: 7
    Son Mesaj: 26.07.08, 19:05

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •