Sayfa 2/4 İlkİlk 1234 SonSon
34 sonuçtan 11 ile 20 arası

Konu: Bazı Çağdaş Kavramlar ve Önemli, Güncel Konulardaki Görüş ve Düşünceleri

  1. #11
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    Fen ve tekniğe ait meselelerle İslâm’ı anlatmak

    Günümüzde, bir takım İslâmî gerçekleri anlatmak ve Kur’an’ın Allah Kelâmı olduğunu ispat etmek için fen ve tekniğe ait bazı meselelere başvurmak, bilhassa bazı çevrelerde yaygın olan hususlardan biridir. Bu tavrı tenkit edenler, hattâ temelden reddedenler olduğu gibi, ifrata giderek, ilimlerin gelecekte daha neler ortaya koyacaklarını hesaba katmadan, Kur’ân’da ve bazı hadislerde, manâsı hemen ilk anda kavranamayan ve pek çok yoruma açık ifadelerle, ilmin bir takım keşiflerini, hattâ teorilerini veya ortaya çıkan bazı durumları hemen bağdaştırıverenler de vardır. Meselâ, AIDS mikrobuna, Kur’an’da Kıyamet’e yakın çıkacağı bildirilen (Neml/27: 82) dâbbetü’l-arz (yer hayvanı) olarak bakmak, hakkında Kehf Suresi’nde (18: 84-98) bilgi verilen Zülkarneyn’i galaksiler arası seyahat yapmış biri olarak takdim etmek, bu tavra iki örnektir.

    Fethullah Gülen, ilmin inkâra vesile yapıldığını, oysa onun imana vesile olması gerektiğini ifade ile, bir takım İslâmî veya Kur’ânî gerçekleri anlatma ve ispatlamada ilme başvurmada beis görmez. Hattâ, başvurulması gerektiği üzerinde durur. Çünkü, günümüz ilim çağı olduğu gibi, ilim, gelecekte daha da söz sahibi ve hakim bir konuma geçecektir. Bu bakımdan, günümüzde ve gelecekte İslâm anlatılırken, o ve bütün şubeleriyle ilmin konusunu teşkil eden kâinat gerçekleri, aynı hakikatın farklı malzemelerle ifadesi olduğu için, belki İslâmî gerçekleri ilmin diliyle anlatmak daha yerinde olacaktır. Ayrıca, İslâm’da ilme zıt hiçbir şey olamaz. Eğer bir zıtlık iddia ediliyorsa, bu, ya ilmin henüz o konuda son sözü söylememiş ve gerçeği yakalayamamış olmasından dolayıdır veya İslâm’ın o konudaki hükmü tam kavranamamıştır.

    Gülen, bu konuda bir noktaya dikkat çeker ve şu uyarıda bulunur: “Herkes ilim ve teknikten bahsediyor diye, herhangi bir komplekse kapılıp, bu duygunun sevkiyle İslâmî mevzûları anlatma gayretine girmek katiyyen doğru değildir. Hele, kendi meselelerimizden şüphe ediyormuşuz gibi bir tehalükle bu mevzûlardan bahsedip meselelerimize itibar ve güç kazandırmayı hedeflemek, kabul ettiğimiz hakikatlara karşı saygısızlığın ifadesi olur. Hele hele, ilim ve tekniğin her söylediğini esas kabul edip, kendi meselelerimizi onlara tasdik ettirmek, hiçbir şekilde kabûl edilemez.” (Asrın Getirdiği Tereddütler 3, 130))

    Gülen, bunun dışında, Kur’an ve iman hakikatları adına ilmin sağladığı delillerin, sadece zihinlerde doğabilecek bazı şüphe tozlarını silmede işe yarayacak birer süpürge gibi olduğunu, oysa imanın ve iman hakikatlarının asıl yerinin kalp olması hasebiyle, meselenin daha çok marifet ve müşahede boyutu bulunduğuna da dikkat çeker:

    İman hakikatlarını vicdanımıza yerleştiren, Rabbimizin hidayet elidir. Cenab-ı Hakk’ın eliyle gerçekleşen ve gerçekleşecek olan bir neticeyi ilimlerden beklemek kalbî hayatımız adına öyle öldürücü bir darbedir ki, böyle bir darbeye maruz kalan zor iflâh olur. Çünkü o, bütün bir hayat boyu, kâinattan deliller toplayacak ve bu delilleri Allah namına konuşturmaya çalışacak ve bu arada farkında bi1e olmadan, kendisi de hep bir naturalist ve hep bir tabiatperest olarak kalacaktır. Sulara bakacak, bahara bakacak, fakat vicdanında zerre kadar bir yeşillik ve bir filiz verme emaresi bulunmayacaktır. Ömrü boyunca belki bir defa dahi, delillerin ötesinde ve tamamen vicdanında Cenab-ı Hakk’ın mevcudiyetini hissedemiyecek; zahiren tabiatperestlikten kurtulacak ama, hayatının sonuna kadar bir naturalist olarak ömür sürecektir. Onun içindir ki, ilimlere tebeî (ikinci dereceden) bir nazarla bakmalıdır.

    Ve insan, bütün ilimlere ait delillere şöyle bakmalıdır: Siz sadece birer süpürgesiniz. Yer yer şeytan içime vesvese attığında sizi kullanacak, tozu-toprağı temizleyeceğim. Yoksa benim içimdeki hakikatlar o kadar köklü, o kadar derin ve o kadar pırıl pırıldır ki, değil sizin gibi karanlıkta türkü söyleyenler, bu meseleyi ışık cümbüşü içinde destanlaştıranlar dahi bir yere gelince, benim vicdanımdaki aydınlığa zerre kadar yeni bir ışık ilâve edemeyeceklerdir.

    31. “İnsan, kalbindeki imanıyla mü’mindir, kafasındaki malûmat yığınlarıyla değil” diyen Gülen, âfâki ve enfüsî delillerle varacağı noktaya varan insanın, daha sonra Kur’ân’ın aydınlık tayfları altında, kalp ve vicdanının ışıktan yolunda yürüyemediği takdirde, Allah marifeti ve iman adına herhangi bir mesafe almış sayılmayacağı hatırlatmasında bulunur. Gülen, ismini vermediği Batılı bir düşünürün “Allah’a lâyıkıyla inanabilmek için, okuduğum bütün kitapları arkaya atma lüzumunu duydum” sözünü nakleder ve kâinat kitabının, insanın kendi mahiyet kitabının ve bunları şerh eden kitapların kendilerine göre birer yerleri var ise de, geceleri aydın ve Rabb’e iştiyak içinde kanatlanmış ruhların bunların gerçekte ne ifade ettiğini ve iman ile Allah marifetinin gerçek kaynağının nerede yattığını çok iyi bileceklerini vurgular. (a.g.e. 132–33 )

    Fethullah Gülen’in, İslâmî, Kur’anî hakikatları ilim diliyle anlatmaya çalışırken dikkat edilmesi gereken hususlarla ilgili düşüncelerini şöyle özetleyebiliriz:

    · Kur’ân; fizik, kimya, biyoloji, astronomi türünde bir bilim kitabı değildir.

    · Kur’ân’ın ana maksatları, daha önce de arz edildiği üzere, iman esaslarını, ibadet ve adalet gerçeğini zihinlere ve kalplere yerleştirmek ve insanları bu hususta irşad etmektir.

    · Kur’ân-ı Kerim, bilhassa bugün bilimlerin konusu olan meseleleri, yeri geldikçe, “parantez-içi” ve kendi ana maksatlarını zihin ve kalplere yerleştirmede sadece birer delil olarak kullanır. Bunları kullanırken, inmeye başladığı ilk günden, Kıyamet’e kadar herkese, her seviyeye hitap ettiği için, herkesin anlayabileceği, bununla birlikte, herkesi de tatmin edebilecek bir üslûbu tercih eder.

    · Kur’ân-ı Kerim, bu türden tekvînî meseleleri bir delil olarak ele aldığından, delil tezden gizli ve anlaşılmaz olamayacağı için, insanların çoğu da avam olduğundan, avamın anlayışına, hislerine ve gözlemlerine hürmet gösterir ve onları zihin karışıklığına itmez.

    · Her şeye rağmen, Kur’ân-ı Kerim’in, bilimin konularıyla ilgili bütün ifadeleri mutlak doğrudur. Fakat, bu ifadelerdeki manâ ve maksatlar, her zaman olmasa da çok defa, yoruma açık bir üslûptadır. Bu sebeple, ilme, araştırma ve incelemeye kapı açar, hattâ bunu teşvik eder mahiyettedir.

    Bilim, teoriler yumağıdır. Ortaya attığı teori yanlışlanır, bu defa bir başka teori ortaya atar. Bu şekilde araştırmaya kapı açar. Dolayısıyla, insan gibi göz önünde bir varlığı bile bütünüyle çözmesi, idraki mümkün görünmeyen bilimin, sonsuzluğu konuşulan kâinat hakkındaki, hele hele, asla doğrudan inceleme ve gözlem sahasına alamayacağı yaratılış ve hangi tür için olursa olsun, hayatın başlangıcı konusundaki teorilerinin hiç biri doğruya tam ulaşamayacaktır. Bu bakımdan, bilimin bir takım bulgu ve verilerine dayanarak Kur’an âyetlerine asla itiraz edilmemeli ve ortada bir çelişki görüldüğünde, zamanın ortaya koyacağı gelişmeler beklenmeli, en azından, Cenab-ı Allah’ın, Kur’ân’ın o ifade veya ifadeleriyle murad buyurduğu hakikata, bu hakikat henüz tam anlamıyla ortaya çıkarılamamış da olsa, iman edilmelidir.


  2. #12
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    İNSAN: MAHİYETİ, DEĞERİ, MUTLULUĞU VE

    VARLIKLAR İÇİNDEKİ YERİ


    Fethullah Gülen’in, üzerinde önemle durduğu konulardan biri de, mahiyeti, yaratılmışlar içinde en yüksek değer ve makamla (alâ-yı ılliyyîn) en derin çukur (esfel-i sâfilîn) arasında bir ibre, bir sarkaç gibi gidip gelmesi, varlıklar arasındaki yeri, vazifesi ve fonksiyonuyla insandır.

    İnsanın ontolojik karakteri

    Gülen, insana her şeyden önce, Mehmet Âkif’in

    Senin mâhiyetin hattâ meleklerden de ulvîdir;

    Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir.

    beyti çerçevesinde yaklaşır. Yani, ona göre insan, görünüşte ve fiziğiyle küçük bir ‘cirim’ ise de, onun mahiyeti meleklerden daha yücedir. Çünkü onda, Allah’ın kâinata varlık veren bütün isimleri tecelli halindedir; dolayısıyla onda âlemler, yaratılmış bütün varlık bir öz halinde mevcuttur. Nasıl meyve, ağacın hayatını, bütün unsurlarını kendinde bir şekilde barındıran özü, hülâsası ve neticesidir; aynı şekilde insan da, yaratılış ağacının meyvesi olarak, yaratılıştan gayedir, neticedir ve varlığın bütün şubelerini kendinde barındıran bir hülâsadır.

    İşte, insana temelde bu ontolojik (varlık bilim) açıdan yaklaşan Fethullah Gülen, her felsefî ve ilmî görüşün temel mevzuunun ve kalkış noktasının insan olmasını da çok tabiî görür. Ona göre, insan hesaba katılmadan ne bir felsefe yapmak, ne de ilimlere geçmek mümkündür. Fiziğiyle, metafiziğiyle ilimlere mevzu insandır ve insanın dışındaki her şeyin, onunla münasebeti nisbetinde bir ağırlığı ve kıymeti vardır.

    Fethullah Gülen, herhalde varlıklar içindeki bu çok özel mevkii ve konumundan dolayıdır ki, insanı her şeyi ile anlaşılması güç bir varlık olarak değerlendirir. Çünkü onda bütün âlemler, başta bütün yaratılmış varlıklar özleriyle ve/veya öz mahiyetleriyle mevcut bulunduğu için, varlığı anlamak bir bakıma insanı tanımaktan veya insanı tanımak varlığı anlamaktan geçer. Mesele bununla da kalmaz; insanı anlamak, bizzat insanın birinci görevidir; çünkü insan, aynı zamanda Yaratıcı’yı tanımaya açılan penceredir. Bu noktada Gülen, şu yargıya varır:

    32. Her insanın ilk ve en birinci vazifesi, kendini keşfedip tanıması ve bu sayede aydınlanan mahiyet adesesiyle dönüp Rabb’ine yönelmesidir. Kendi mahiyetini tanıyıp bilmeyen ve Yüce Yaratıcı’sıyla münasebet kuramayan bahtsızlar, sırtlarında nasıl bir hazine taşıdıklarını bilemeyen hamallar gibi bu dünyadan geçer giderler. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 97)

    İnsanın kendini tanıması

    İnsanın önce kendini tanımasından hareket eden Gülen, bunu, onun kendi kendinin şuurunda olması ve kendi kendini kontrol edebilmesiyle birlikte ele alır. O, “Ne gariptir ki” der ve ilâve eder: “çoğumuz itibariyle en fazla ihmal ettiğimiz husus da budur. Evet, sık sık kendini kritiğe tabi tutan kaç insan gösterebilirsiniz? Kaç insan gösterebilirsiniz ki, zaafları-kabiliyetleri, boşlukları-güç kaynakları, kaybettikleri ve kazandıklarıyla her gün bir kere daha yeniden kendini keşfediyor ve kendi derinliklerinde dolaşıyor? Geçici bir hayret, geçici bir tecessüsle (araştırma merakı) değil, hattâ fenalıklarını deşeleyip kendini aşağılamak suretiyle de değil, belki, benliğini araştırma ve tanıma ihtiyacıyla, nefsini karşısındaki bir kanepeye oturtup, sonra da insaflı, hâzık ve rasyonel bir hekimin hastasını muayene etmesi gibi, onu gerçekci bir anlayışla ele alan kaç ferd gösterebilirsiniz?”

    Fethullah Gülen’in, belki en fazla hayıflandığı hususlardan biri, insan gibi değerler üstü değer ifade eden bir varlığın, kendinden, mahiyetinden, kimliğinden habersiz bulunması, habersiz yaşamasıdır. Çünkü ona göre, “kendinden habersiz, kendine yetmezlerin ve kendini keşfedememiş dar ufukların, başkalarını ve başka şeyleri bilmeleri imkânsız; onlar hakkındaki hükümleri de sathî ve tutarsızdır. İnsandaki televvün (her bakımdan farklılık); daha yaratılırken her şey olmaya müsait ve a’lâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne kadar hem nâmütenâhî yükselmelere, hem de korkunç alçalmalara açık hususî fıtratında ve mahiyetine hem ruhanîlik, hem de nefsanîlik nüvelerinin (çekirdek) yerleştirilmesinde; dolayısıyla da, insan tabiatının ezeliyet hedefli ve peygamber yörüngeli bir gayeye yönlendirilebilmesinde veya yönlendirilemeyişinde, ruhundaki insanî cevherlerin idrak edilişinde veya edilemeyişinde, özündeki potansiyel gücün sezilip değerlendirilmesinde veya değerlendirilemeyişinde, ledünnî derinlikleri araştırılırken kalbin katmanlarına inilişinde veya inile*meyişinde, iradenin hakkının verilişinde veya verilemeyişinde, şuurun perde arkası sırlarının sezilişinde veya sezilemeyişinde, hissin mâverâiliğe (madde ötesi) yönlendirilişinde veya yönlendirilemeyişinde, vicdan mekanizmasının işleyiş keyfiyetinin bilinişinde veya bilinemeyişinde aranmalıdır.” (Sızıntı, Mayıs 1993) Gülen, sonra insanı tanıma adına bir kapı açar:

    İnsanın insanlığı, fâni olan hayvanî cesedinde değil, ebediyete meftun ve müştak olan ruhunda aranmalıdır. Bu itibarladır ki o, ruhuyla ihmale uğrayıp, sadece bedeniyle ele alındığı zamanlarda katiyen doyma noktasına ulaşa*mamış ve tatmin edilememiştir. İnsanı bedeniyle ele alan ve ona cismaniyet buudlarıyla yaklaşan düşünce, protoplazmanın yaratılışından bu güne kadar bütün tekâmül vakalarını, sadece ve sadece biyolojik bir gelişme olarak görmüş, transformizm vadilerinde dolaşmış, evülüsyonla zifaf olmuş; dola*yısıyla da insanoğlunu hayvan seviyesine indirmiş, onu hayvanlar arasında aramış ve antropolojiyi de bir ahır, bir tavla nizamnamesi haline getirmiştir. Durum böyle olunca kendini hayvanlardan bir hayvan sayan insanın gaye-i hayali ve kıymet idealleri, fayda, keyif, eğlence, şahsî çıkar, daha doğrusu hayvanî bir mutluluk olacaktır. Dolayısıyla da bu faydayı sağlayan faaliyet türü, bu keyfiyet ve bu neşeyi temin eden teknoloji ve bu cismanî refaha hizmet eden imkânlar insana ait değerler listesinin başına geçecek ve hemen herşeyin önünde, her şeyde üstün bir hızla gelişecektir. Tabiî böyle bir değerler nizamı, daha doğrusu bu değerler kargaşası içinde de ne seviyeli bir düşünce insanı, ne azimli bir ilim adamı, ne de gayretli bir sanatkârın yetişmesi düşünülemez. Yetişenler de ya bir kısım şahıs ve kuruluşlara tabasbus ve dilencilikte bulunacaklar veya devlet kapısında asalak durumuna düşeceklerdir. (Sızıntı, Haziran 1993; Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 97)


  3. #13
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    Mahiyeti, karakteri ve kendine has yapısıyla insan

    Fethullah Gülen, meseleyi bu şekile vazettikten sonra, insanı kendine has ve onu o yapan yanlarıyla teşrihe girişir. İnsanda ilk göze çarpan husus, daha onun dünyaya gelişiyle kendini belli eder. Onun dışında her canlı dünyaya ayak basarken, başka bir âlemde yetiştirilmiş gibi, hayat kanunlarına âşina ve en mükemmel insiyaklarla gelir. O ise, en muhteşem ve mübeccel bir varlık olmasına rağmen, bütün bu insiyaklardan ve hayat için gerekli fonksiyonlardan mahrum olarak karşımıza çıkar. Onun hayvanî mevcudiyetinin mekanik nizamını aşan her şey; akıl, zihin, irade, hürriyet, his ve iç müşahede sayesinde burada teşekkül eder. O, iç ve dış bütünlüğüne bu suretle kavuşur ve benliğine de ancak bu yolla erer. (Sızıntı, Temmuz 1979)

    İnsanda dikkat çeken diğer önemli husus, akıldır. Aklı felsefenin tarifi içinde ele alan ve “Akıl, kanun ve prensiplerden hareket ederek, umumî olandan hususî halleri çıkaran bir kabiliyettir” diyen Gülen, hayvanla insan arasındaki mahiyet farkının temelinde bilhassa bu ‘faal aklı’ görmektedir ki, bu da, ona göre, insanlığa has bir nimettir. İnsanı, insan yapan âmillerin başında akıl gelirse de, akıl insana, mükemmelleştirilmiş şekli ve olgunlaştırılmış haliyle değil de, basit ve kapalı olarak verilmiştir.

    Fethullah Gülen, “İnsan, kendisi ile hayvan arasındaki bu mahiyet farkını geliştirerek, inkişaf ettirme mecburiyetindedir” der ve ardından gerçekten dikkat çekici bir tesbitte bulunur: “Akıl, iç ve dış dünya arasında kordon durumuna gelip, vicdanla birleşince apayrı bir hüviyet alır. Buna şayet “bulunuş”la “buluş”un – vicdan, Arapça aslıyla ‘bulmak’ fiiliyle alâkalıdır ki, Fethullah Gülen’in buradan hareketle yaptığı tesbit, üzerinde uzun uzun durmayı gerektiren bir tesbittir –birleşmesi denecekse, vicdan da, amelî bakımdan hüküm veren, hareket ve istikametimizi gösteren “akıl” durumuna gelir. Aklın zihinleşip, kendi vazifesini eda etmesinde en son gaye, en ulvî ideal ise, Allah marifetine ermektir. Bu marifete eren akıl veya zihin, kemale vasıl olmuş ve vicdanî mükellefiyetlerin de altına girmiş demektir.” (Sızıntı, Temmuz 1979)

    Gülen’e göre, insanı insan yapan hususlardan biri de, onun hürriyeti, yani, kendi hareketlerini kendisinin tayin etmesi, faal bir akıl yoluyla ‘otonomi’ye malik olmasıdır. Bu sayede insan, canlı-cansız bütün tabiatın üstüne çıkar; hareketlerini kontrol etme ve hesabını verme kabiliyetini kazanır. İnsanı makina gören ve onun iradesini inkâr edenlerle, çok sathî ve banal görüşlü bir kısım pozitivist ve materyalist çevrelerin kayda değmeyen mütalâaları bir tarafa konacak olursa, hürriyet ve insan iradesi hesaba katılmadan, ne ahlâkîliği, ne de lâahlâkîliği izah etmek mümkündür.

    İnsan iradesinden kaynaklanan hürriyet, yani cebrî bir determinizmin hakim olduğu ‘tabiat’ın içinde, onu aşan ve determinizm bukağısından âzade bulunan insandaki bu muhtar yön, tabiattaki kanunların dışında kalan bu hususiyet, insanı bir dizi ahlâk presipleriyle karşı karşıya getirir. Ayrıca, insanı ‘yüce bir âlem’e muhatap kılar ve onu böyle bir muhatap olmanın yol açtığı sorumlulukları yerine getirme ve dış telkin ve iç müşahede ile iyiyi kötüyü birbirinden ayırma mevkiinde bırakır. Daha sonra da, dış âlemle alâkalı kavrayışlar ve manâların ışıktan hüzmeler halinde vicdanda yankı bulması ve doğrulanmasıyla da imkân âleminin ötesine menfezler açar ki, bu devrede insan, içinde yaşadığı mekân buudlarından yukarılara doğru yükselme hisseder. Aklın cevelanı, iradenin kararlılığı ve müşahedenin sağlamlığına göre “miraç” diyeceğimiz böyle bir husus, her fert için söz konusudur ve her fert, “elindeki kâse ve içindeki kevsere göre (istidat, kabiliyet ve gayreti ölçüsünde)” bundan hissedar olur. Bunun ötesinde ise, en kâmil dimağların, en muhteşem iradelerin ve en derin iç müşahede ve zevk sahiplerinin ulaşdığı bir nokta vardır ki, o da, varlığımız arkasında varlığını, irademizde iradesini, hissimizde bildirip erdir*mesini bize duyuran ve bizi bu neşveye erdiren muhteşem Yaratıcı’nın eşsiz güzelliğini müşahede etmektir. (Sızıntı, Temmuz 1979)

    Fethullah Gülen, insan için en önemli bir diğer hususiyeti düşünce olarak zikreder. Ona göre, insan, bizzat kendi düşünce dünyasına göre şekillenen bir varlıktır. “O, nasıl düşünüyorsa, istidadı ölçüsünde öyle olmaya namzettir. İnsan, belli bir düşünceye göre eşya ve hadiselere bakışı devam ettiği sürece, karakter ve ruh yapısı itibariyle, yavaş yavaş giderek o düşünce çizgisinde bir hüviyet kazanır.”

    Gülen, toprağa atılmış bir tohum için toprak, hava, yağmur ve güneş ne ifade ediyorsa, düşünce ile birlikte niyet ve içten arzu, aşkın bir talep, yani iştiyakın da, insanda çekirdekler halinde bulunan istidatlar, yani potansiyel kabiliyetler için aynı şeyi ifade ettiği görüşündedir. Düşünce ve niyet, ona göre, insanda güzel ahlâk ve karakterin gelişmesinde de aynı derecede rol sahibidir; otlar, ağaçlar tohumlardan, kuşlar, kuşçuklar da yumurtalardan çıktıkları gibi, yüksek ruh ve kusursuz karakterler de, güzel düşünce ve temiz niyetlerden meydana gelirler. Düşünce bir tohum, davranışlarımız onun tomurcukları, sevinç ve kederlerimiz de meyveleridir. “Güzel gören güzel düşünür;” güzel düşünen, ruhunda iyi şeylerin tohumlarını inkişaf ettirir ve sinesinde kurduğu cennetlerde yaşar gider. Herkesten ve her şeyden şikâyet eden, etrafına ruhunda kurduğu karanlık dünyaların ziftli menfezlerinden bakan karanlık ruhlar ise, hiçbir zaman iyiyi göremez, güzel düşünemez ve hayatlarından lezzet alamazlar. Buna karşılık, iyi düşünce ve iyi niyetlerle insan ruhunda kurulan cennetler, zamanla bütün dünyayı sarar, her tarafı ve her gönlü irem bağlarına çevirir. Evet, canavarlık da meleklik de, önce insan ruhunda bir nüve olarak belirir; egzersizlerle kuvvetli kanaatler haline gelir; sonra da, insanı önüne katar götürür. (Sızıntı, Aralık 1984)

    Evet, insanı hayvanî mevcudiyetin üstüne çıkaran, onu genel manâda sebep-sonuç kanunlarına göre cereyan eden tabiat karşısında otonom yapan, sonra da onu, “Mutlak, Hür ve Muhtar” olan bir mevcuda bağlayan ayırıcı özellik, onun aklî bir varlık olmasında, irade ve iç müşahedeye malik bulun*masında aranmalıdır.

    İnsanı insan yapan temel unsurlara bu şekilde dikkat çeken Fethullah Gülen, onunla hayvanlar arasındaki bir diğer ve çok önemli farkı daha da nazara verir ve şöyle der:

    İnsanın dışındaki her varlık, kendi faydası, kendi çıkarı ve kâinat dengesi arkasında koşturulur; ancak insandır ki, hem kendini, hem de bütün varlığı ve cihanları aşan bir manâ ve ruhu takip eder. Hayvanlarda din duygusu, ahlâk endişesi, fazilet mücadelesi, sanat gayreti yoktur. Kapıları sadece insan kalbine, insan duygularına açılan bu zümrütten sarayların biricik konuğu insandır. Evet o, din ile ikiz olarak doğmuş, ahlâkla sarılıp sarmalanmış, ömrünü fazilet takibine vakfetmiş ve kendini sanatla anlatmış tek canlıdır. Ayrıca o, yüksek duygularla mücehhez, fazilete istidatlı, ebediyete tutkun bir varlıktır. En sefil görünen bir insan ruhunda dahi ebediyet düşüncesi, güzellik aşkı ve fazilet hissinden meydana gelen gökkuşağı gibi bir iklim mevcuttur. En iptidaî vasıtalarla yapıp ortaya koyduğu basit eserlerden, ifade ettikleri manâ ve değerlerle gidip ta sonsuzluğa ulaşan sanat harikalarına kadar her ses ve soluk, her renk ve çizgi, her şekil ve motif, onun fıtrat menşûrundan dökülen, onun derinliklerinden kopup gelen ona mahsus tayflardır. (Sızıntı, Haziran 1993)


  4. #14
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    İnsanın yaratılış gayesi, gerçek insanlığı ve eğitim

    Fethullah Gülen, Kur’ân-ı Kerim’den hareketle, insanın, Yaratıcı’nın halifesi olarak bütün varlığa hükmetme ve her şeyin efendisi olma mevkiinde yaratıldığını belirtir. Yani o, yeryüzünde çevresini tanıyacak, kâinatı okuyacak ve böylece kurduğu ilimlerle, şahsî arzu ve menfaatlerini tatmin ve başkalarına üstün olmak için değil, fakat Allah’ın izni çerçevesinde ve imar adına ‘tabiat’a müdahalede bulunacak, yeryüzünde mamureler meydan getirecek ve adaleti gerçekleştirecektir. O, bizzat Gülen’in ifadesiyle, “bütün bir ömür boyu imanıyla duygu ve düşüncelerini planlayacak, ferdî ve içtimaî hayatını düzene sokacak, genel muameleleriyle aile ve toplum münasebetlerini dengeleyecek ve arzın derinliklerinden semanın enginliklerine kadar her yerde türünün bayrağını dalgalandırıp, iradesinin hakkını eda etmeye çalışacak, çalışacak ve yeryüzünü imar ederek, varlıkla arasındaki âhengi koruyacak, arz ve semanın zenginliklerini arkasına alarak, Yaradan’ın emri ve izni dairesinde hayatın rengini, şeklini, şivesini sürekli daha bir insanî seviyeye getirmeye gayret edecektir.” (Sızıntı, Nisan 1999)

    Allah, böylesine önemli bir vazife ile dünyaya gönderdiği insanın yaratılış hamuruna veya toprağına, bu yüksek payenin gerektirdiği bütün vasıfları birer nüve halinde ekmiştir. Onu Kendi gözdesi, en parlak aynası, topyekün varlığın özü, üsaresi olarak bu âleme gönderen Zat, ona kâinatların ruhundaki esrarı keşfetme, dünyanın bağrındaki gizli kuvvet, kudret ve potansiyel imkânları ortaya çıkarma; her şeyi yerli yerinde kullanarak Kendisi’nin İlim, İrade, Kudret vb. sıfatlarına şuurlu bir temsilci olma hak, salâhiyet ve kabiliyetini vermiştir ki, o, varlığa müdahale ederken ve hilâfet vazifesini yerine getirirken aşamayacağı herhangi bir engelle karşılaşmasın, eşya ile münasebetlerinde çelişkiler yaşamasın, hadiselerin koridorlarında rahat dolaşabilsin, mahiyetine dercedilmiş bulunan istidatları inkişaf ettirmede zorlanmasın, ebedlere kadar uzayıp giden arzularını, emellerini gerçekleştirmede beklenmedik manialara takılmasın.

    Bu nüvelerin neşv ü nema bulup, meyveli, tertemiz birer ağaç haline gelmesi ve böylece insanın yüksek bir karakter kazanarak ikinci bir varlığa ermesi, sistemli düşünmesine, sürekli çalışmasına ve ara vermeden, kalbî ve ruhî hayatında derinleşmesine bağlıdır. Bu ise, iyi ve sağlıklı bir eğitime bağlıdır. Aksi halde, bu nüveler çürür, kokuşur ve insanın kalbini de, zihnini de birer yılan-çıyan yuvası veya mezbelelik haline getirir. Evet, insan, yüksek duygularla mücehhez, fazilete istidatlı, ebediyete tutkun bir varlıktır. En sefil görünen bir insan ruhunda dahi ebediyet düşüncesi, güzellik aşkı ve fazilet hissinden meydana gelen gökkuşağı gibi bir iklim mevcuttur ki, onun yükselip ölümsüzlüğe ermesi de, mahiyetindeki bu istidatların geliştirilip ortaya çıkarılmasına bağlıdır. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 97)

    Onda bir niyet ve geleceğin büyük adamı olma remzinden ibaret olan bu istidatlar, ancak talim ve terbiye ile inkişaf ettirilir. İç müşahede ve murakabe ile buudlaştırılır. Onu insiyaklarına terk etmek ise, en mükemmel şey olma yolundaki bir nüveyi veya nüveler topluluğunu, en pespaye, en sefil ve en acınacak halde bırakmak demektir. Aslan, kendisi için gerekli olan pençesiyle, sığır boynuzuyla, köpek de dişiyle dünyaya geldikleri halde, insan, bütün müdafaa ve taarruz vasıtalarını kendi hazırlama durumunda buraya gönderilir. Hayatı için gerekli olan her şeyi celb etmede, zararlı herşeyi de defetmede, basiret ve zekâsıyla; irade ve aklıyla icat ettiği şeyleri kullanacak ve bunlarla ferdî ve insanî dünyasını, huzur dolu insanî dünyasını kuracakdır. Sonra da meydana getirdiği eserleri, gönül ve fikir dünyasında kurduğu, yaşattığı değerleri gelecek nesillere bırakacaktır. Böyle yapacaktır; zira o, yine hay*vanların tersine, sadece içinde bulunduğu ânı yaşamamaktadır. Geçmiş ve gelecek zamanlar, onun nazarında diri ve mevcudiyetinden birer parçadırlar.

    Gülen’e göre insan, ruhunun enginliği, kalbinin derinliği ve vicdanının duruluğu ile insandır. Onu sadece aklıyla, şuuruyla, şuuraltıyla, hayvanî ihsaslarıyla veya içtimaî temayülleriyle ele alanlar, onun özüyle alâkalı hiçbir şey söyleyememiş, ciddi hiçbir şey ortaya koyamamışlardır. Bir şey söyleyip, bir şey ortaya koymak şöyle dursun, onu iyice müphemleştirmiş, muğ*laklaştırmış ve âdeta bir ucûbe haline getirmişlerdir. Bunlardan bazılarına göre o “düşünen hayvan”, kimine göre, hayatı, sindirim-dolaşım-ıtrahata göre prog*ramlanmış bir hayatzede, kimine göre de herşeyiyle cismanî hazlara göre planlanmış, şuuru da, şuuraltı da “libido” mezbeleliği ve insanda tiksinti uyaran cıvık bir varlık... Oysa ki insanın mahiyetinde, onun aklını, şuurunu, şuuraltını, içtimâî temayüllerini de aşan ve bütün bunları yönlendirecek biz öz vardır ki, eğer kendisi ister, kader de yoluna su serperse, bununla o, hem kendini, hem de bütün cihanları aşabilecek bir iç dinamizme sahiptir. Eğer cevherinde bulunan o sırlı, sihirli güç ve imkânları, bütün o güçlerin, o kuvvetlerin, o imkânların gerçek kaynağına yönlendirebilirse, bu takdirde kendini de aşar, fâniliği de aşar ve varlığın kokan, çürüyen, dağılan bütün değersiz parçalarına, değerler üstü manâ ve mahiyet kazandırarak, onları ebediyete namzet hale getirebilir.

    İşte, insanın görmesi gereken eğitim veya terbiye, onun, hayvanî tema*yüllerinin tesiri altında gayesinden, insanlığından ayrılmasını önleyecek bir eğitim olmalıdır. Bu eğitim, onun hareket ve faaliyetlerinin hududunu tayin ederek, başıboş bırakılmamasını ve yozlaşmamasını sağlar. Aynı zamanda, insanın beraberinde dünyaya getirdiği kabiliyetleri de inkişaf ettirir ve insan ruhunda meknî ve saklı potansiyelin ortaya çıkmasına yardım eder. İnsanda hep iyinin ve güzelin nüveleri vardır. Kötünün ve çirkinliğin nüveleri yoktur. Şehvet, öfke ve intikam gibi şeyler bile bir bakıma, dolaylı güzellikler için fidanlıklar hükmündedir. Ancak, şurası da unutulmamalıdır ki, müsbet-menfi her şeyde görülen güzellik, bir terbiye mahsûlü olduğu gibi, bizzat insanın insan olması da yine eğitime dayanır; akıl, irade ve iç müşahedeye bütün fonk*siyonlarını eda ettirecek bir eğitime. (Sızıntı, Temmuz 1979)

    Fethullah Gülen, bu noktada insana verilmesi gereken terbiye veya alması gereken eğitimin niteliği üzerinde durur ve şunları kaydeder:

    Âdi sebepler planında varlığın tâbi olduğu cebrî kanunlarla, insanın iradî genel davranışları arasındaki uyumu, ancak ve ancak kâinatları bir meşher, bir kitap gibi hazırlayıp insanoğlunun istifadesine sunan Zat bilir. Böyle bir bilgi kaynağından gelen mesajlar çerçevesinde dinî emirlere uyum, tekvinî (ilmî) esasların esrarına vâkıf olmanın ve onlarla hem-âhenk bulunmanın da biricik yoludur. Evet insan, ancak bu sayede, bütün varlığın bağlı olduğu kanunlarla çatışmadan ve boşluklar yaşamadan kurtulur ve kendi evinde, kendi sarayında bulunmanın huzurunu duyar. Aksine, insanın Yaratıcısından kopması, O’ndan uzaklaşması, onu üst üste kopma-uzaklaşma, varlık ve hadiselerle çatışma fâsit dairesi (kısır döngü) içine çekecektir ki, böyle birinin iflâh olması mümkün değildir. (Sızıntı, Nisan 1999)

    Görüldüğü gibi, din ile ilmi insanın alması gereken eğitimde de bir arada mütalâa eden Gülen, “İşte, özünde Allah’a kulluk manâsını da ihtiva eden gerçek hilâfet budur. Ve bu, aynı zamanda en küçük bir cehdle en büyük bir ihsanın birleşik noktasıdır. İnsanı, kestirmeden böyle bir noktaya ulaştıracak hamlenin adı da ibadettir” diyerek, insanın hilâfet fonksiyonunu, yani belli prensipler çerçevesinde, bütün insanlığın ve diğer varlıkların da tamamen yararına, adalet, sevgi ve merhamet temellerinde yeryüzünü imar etme vazifesini yerine getirmesinin adını “Allah’a kulluk” veya “ibadet” olarak koyar. Sonra da şöyle devam eder:

    Bazılarının zannettiği gibi ibadet sadece bir kısım belirli hareketleri yerine getirmekten ibaret değildir; o, şümullü bir kulluk ve kapsamlı bir sorum*luluğun unvanıdır ve hilâfet namıyla, insan-kâinat-Allah münasebetinin en açık, en net ifadesidir. Eğer ibadet, insanoğlunun, bütün esaretlerden sıyrılarak Allah’a bağlanma şuurunu kalbe yerleştirmesi, varlığın her parçasında O’na ait güzellikleri, O’na ait nizamları, O’na ait âhenkleri görüp, duyup hissetmenin adı ve unvanı ise – ki öyle olduğunda şüphe yoktur – o, herkesle ve her şeyle beraber Hakk’a yönelmenin, her şeyi O’na bağlamanın; bağlayıp her an O’nunla nazarî-amelî irtibatlarını yenilemenin en sıhhatli ve en kestirme yoludur. O, en şümullü ifadesiyle, varlık ve eşya ile hem-âhenk olmanın, dünya ve içindekilerle uyum içinde bulunmanın, kâinatın sırlı koridorlarında yürürken şuraya-buraya takılmadan yol almanın, sözün özü, otağını tekvinî esaslarla (kâinatta ve hayatta geçerli ve ilimlerin konusu olan İlâhî kanunlar) dinin emirlerinin birleşik noktasında kurmuş bulunan insanoğlunun, iç âhengiyle varlık arasındaki dengesini korumanın semavî ünvanıdır. Esasen bu âhenk ve bu denge sağlanmadan, insanın insanî değerlere saygı içinde ve onları koruyarak yoluna devam etmesi de mümkün değildir. Şuurla böyle bir yolda yürüyen hiç kimse, kendisinin bir memur, vazifesinin de hilâfet gibi bir paye ile şereflendirilmenin hakkını eda etmekten ibaret olduğunda tereddüt etmez; etmez ve şu muvakkat dünya hayatını dolu dolu yaşayıp yaşatmaya; köşe-bucak uğradığı her yere, gayret ve samimiyet mürekkebiyle nâmını yazmaya; elinin ve ününün ulaştığı her noktaya duygularını soluklamaya; zamanın, mekânın her parçasını ona bağladığı düşüncelerini nakşetmek suretiyle bütün dünyaları doldurabilecek bir derinliğe ulaşmaya ve sonsuzu peylemeye yetebilecek bir niyet enginliğiyle yaşamaya çalışacak ve böylece, ebediyetlere namzet olmanın huzuruyla kevn ü mekânları aşan, cennetlere ulaşan en derin ruhanî hazlar içinde dolaşacaktır. (Sızıntı, Nisan 1999)


  5. #15
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    İnsanın mutluluğu

    Gülen, bu noktada insan için mutluluk meselesine temas etmiş olmaktadır. Ona göre, insanın mutluluğu faziletli olmaktan geçer. Çünkü fazilet, her şeyden evvel, en yüce ahlâkla donanmışlık içinde bütün varlığa muhabbetle bakmanın adıdır. Faziletli bir insan, bütün varlık ve eşya ile münasebet içindedir. Böyle birinin nazarında hadiseler, görünüşte ne kadar kötü ve karanlık da olsa, vazife ve fonksiyonu gereği bunlardan bazılarına üzülse, kahrolsa bile, bir bahar havası içinde ruha inşirah verici meltemler gibi eser geçer. O, her zaman akıp giden eşya ve zaman selinde, yeni yeni levhalar müşahede eder ve bu müşahede ile ruhunda mutluluk duyguları uyanır.

    Gülen için faziletli olmak, beşerî arzulardan bütünüyle sıyrılmak demek değildir. Aksine, ona göre, insanı içinde yaşadığı dünyadan koparan böyle bir fazilet anlayışı karamsarlık getirir ve bedbinlik kaynağıdır ve İbsen’in ifadesiyle, “saadetin helâki” demektir. Aynı zamanda, bu türlü aşırı ve yersiz endişeler, ferdin yalnız nefsini düşünüp onunla içli dışlı olduğuna ve civanmertlik hissinden mahrum bulunduğuna da delâlet eder ki, bu kabil bir düşünce de, ahlâkî hayatın yanlış anlaşıldığını ve başkaları için yaşama meziyetinin eksik bulunduğunu gösterir.

    Fethullah Gülen’e göre, faziletin kaynağında iman yatar. İmanlı bir insan, kendi zindanlarda da olsa, ruhuyla cennetlerdedir. Fazilet, insanın kendini idraki, kendi sınırlılığını, kâinatın sonsuzluğu içinde aczini, fakrını idrak etmesi ve benlik duygularından sıyrılmasıdır. Faziletli insan, bu idrakle gücü ve serveti sonsuz olana yönelir ve bu yönelişle, “çaresi bulunan şeylerde acze, çaresi olmayan şeylerde de âh u vâha düşmez...” Aksine, netice için yapılması gereken meşru her şeyi yapar, fakat neticeyi kendinden bilerek, gurura girmez.

    Fazilet sevgi, aşk, şefkat, kardeşlik ve dostluk demektir; aynı zamanda o, haksızlığa karşı çıkma, hain olmama; intikam, kin, nefret, kıskançlık gibi düşüncelerden uzak kalma demektir. Bu bakımdan faziletli insan, çevresinde sürekli hürmet ve sevgi karışımı bir meltemin estiğini hisseder. O, ailesine, vatanına, milletine, hattâ bütün varlığa karşı duyduğu sevgi, alâka ve bu sevgi ve alâkanın gerektirdiği civanmertlik ve diğergâmlıkla sınırı olmayan bir muhabbet deryasında, sonsuz hazlar içinde yaşar; daha Cennet’e girmeden Cennet’ın hazlarını yudumlar. Bu hazlar, başkalarının sevinçlerini paylaşma hazzı, onların lezzetlerini ruhunda yaşama hazzı, onların acı ve ızdıraplarını göğüsleyip, onlara mutluluğa giden yolları açma hazzıdır. Bu şekilde, bütün insanlık ve kâinatla alâkadar ve iç içe yaşamak suretiyle kalp, daha bu dünyada iken ebedî mutluluğa erer ve dışta olup bitenlerin saadetini ihlâl edemeyeceği buutlara ulaşır. (Sızıntı, Haziran 1982)

    İnsan hakları ve hümanizm

    İnsan hakları, bilindiği gibi uluslararası literatüre İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra girmiş bir kavramdır. Bu kavramı hukuk ve ahlâk planında lûgatımıza sokan ve onun şampiyonluğunu yapanlar da dahil olmak üzere, bugün dünyada hangi ülkenin insan haklarına gerçekten değer verdiği, oldukça su götürür bir meseledir. Bir defa, bu hakları uygulayacak iktidarlar, ferdin ve insanın üstünlüğünü kendi iktidar menfaatlerinin, eğer bunlar uluslararası sahada, devletler-milletler dengesinde söz sahibi büyük güçler ise, bu takdirde, başka ülkeler üzerinde hegemonya davasının üstünde tutabilmeli ve bütün dünya insanlığını insan olarak aynı seviyede görebilmeli, her türlü inanç, ideoloji ve çıkar duygusundan arınmış olmalıdır. Oysa bu, insan haklarının en çok konuşulduğu son yarım asrın da açıkça şahit olduğu üzere, pratikte hiç de rastlanır bir vakıa değildir. Belki sanayi, teknoloji, bilgi birikimi, sermaye ve silah güçlerinin gölgesinde dünyaya hükmeden büyük güçler, başka ülke insanlarının haklarının çiğnenmesi pahasına kendi ülke sınırları içindeki vatandaşlarını bu haklardan önemli ölçüde istifade ettiriyor olabilirler. Ama bu, onların insan haklarına gerçek manâda saygılı oldukları anlamına gelmez.

    Her şeye rağmen, teoride ve bir kavram olarak da olsa, dünyada insan haklarından bahsedilmesi, insanlık adına bir merhale olarak görülebilir. Buna mukabil İslâm, bugün temel insan hakları olarak kabul edilen hususları bizzat Kur’ân ve Rasûlüllah’ın uygulamalarıyla teminat altına almış, öyle ki, İmam-ı Gazzali gibi, dinî ilimlerin dirilticisi (müceddit) bir zat, İslâm fıkhının, insana ait beş temel hakkı koruma esası üzerine oturduğunu belirtmiştir. İslâm’ın bütün hukuk kaideleriyle ve kaideleri uygulama adına her türlü manevî müeyyide ve devlet gücüyle koruma altına aldığı bu beş temel hak şunlardır:

    · Din (Din ve vicdan hürriyeti): Kimse, herhangi bir dini kabule zorlanamaz.

    · Hayat: Herkesin hayatı diğerine eşittir; hayatı veren Allah olduğu için, onu ancak yine Allah alabilir. Dolayısıyla, Allah’ın izin vermediği bir maksatla, yani haksız yere bir insanın canına kıyan, bütün insanların canına kıymış gibidir; bir insanın hayatını kurtaran da, bütün insanların hayatını kurtarmış gibidir.

    · Akıl: Akıl sağlığı, İslâm’da son derece önemlidir. Dolayısıyla, alkol ve uyuşturucu gibi, akıl sağlığını bozan her şey İslâm’da yasaklanmıştır.

    · Mal: Herkesin şahsî malı ve mülkiyeti kutsaldır. Dolayısıyla gasp, hırsızlık ve haksız kazanç, kesinlikle yasaktır.

    · Nesil ve üreme: Herkes aile kurma, çocuk sahibi olma hakkına sahiptir ve bu, önlenemeyeceği gibi, teşvik edilmiştir.

    İşte Fethullah Gülen, insan hakları meselesini, arz etmeğe çalıştığımız hususlar açısından ele alır ve şöyle der:

    İslâm, evrensel bir dindir. Dolayısıyla İslâm’ın haklar meselesine verdiği ehemmiyet ve bakış açısı, bütün varlığı kuşatır mahiyettedir. Evet o, bütün hakları koruma altına almıştır. Öyle ki, onun haklar mevzuundaki bu geniş perspektifinden insanların yanı sıra, hayvanların da gerektiği şekilde yararlanması söz konusudur.

    Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) hayat-ı seniyyelerinde, bu konuyla alâkalı pek çok örnek bulmak mümkündür: Bir keresinde O, bir muharebeden dönüyordu. Dinlenme vaktinde, Sahabeden bazıları bir kuş yuvası görmüş ve yuvadaki yavruları alıvermişlerdi. Tam o sırada anne kuş geldi ve yavrularını onların elinde görünce, başlarında pervaz etmeye başladı. Allah Rasûlü bu duruma muttali olunca fevkalâde celallendi ve hemen yavruların yuvaya konulmasını emir buyurdu (Ebu Davud, Edeb: 164). Allah Rasûlü’nün (s.a.s) bu misaldeki heyecanı bile, İslâm’ın “hak” mevzuunda ne kadar hassas ve kucaklayıcı olduğunu göstermeğe kâfidir.

    Kur’ân-ı Kerim, bir insanı öldürmeyi, bütün insanlara karşı işlenmiş bir cinayet şeklinde ele alır ve, “Kim, bir cana kıymamış, ya da yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir kimseyi öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de onu, (hayatını kurtarmak suretiyle) yaşatırsa, bütün insanları yaşatmış gibi olur” (Maide/5: 32) buyurur. Hak mevzuundaki bu hassasiyeti hiçbir dinde, hattâ hiçbir modern hukuk sisteminde bulmak mümkün değildir. Evet İslâm, bu meselede çok titiz davranmış ve bir insanın öldürülmesini, topyekün insanlığın öldürülmesine denk tutmuştur.

    Kur’ân-ı Kerim, başka bir sûrede haksız yere birini öldüren insanın ebedî Cehennem’de kalacağını vurgular ve, “Her kim bir mü’mini kasden öldürürse, onun cezası, içinde sürekli kalacağı Cehennem’dir. Allah ona gazab etmiş, lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır” (Nisa/4: 93) der. Yine Efendimiz’in (s.a.s.) sahih hadisleriyle beyan buyurdukları gibi, bir insan, kendi canı, aklı, malı, nesli ve dini uğrunda ölürse şehit olur. Bu haklar konusunda mücadele verme cihad sayılmıştır.

    Bu konu, bizim hukuka esas teşkil eden usûl kitaplarımızda da mevcuttur. Söz konusu bütün bu esaslar, herbiri korumakla mükellef bulunduğumuz hayatî esaslardır. İşte İslâm, insan haklarına bu temel prensipler açısından yaklaşır ve her ferdi, onları muhafaza ve müdafaa etmekle sorumlu tutar. Bu itibarla da, böyle bir dinde insan haklarının ihmal edildiği katiyen söy*lenemez. Ayrıca, sadece İslâm Dini’ndedir ki insan, Allah’ın halifesi ünvanıyla taltif edilmiş ve ona bahşedilen bu yüce paye sayesinde, onun eşyaya müdahale etmesine izin ve imkân verilmiştir. Ve yine İslâm’da insan, kendini ve neslini koruma, çalışma ve teşebbüs hürriyeti gibi hürriyetlerle serfiraz kılınmıştır. Öyle ki, ne bu konuyla alâkalı başka sistemlerin getirdiği prensiplerle İslâm’ın karşısına çıkmak, ne de meselenin herhangi bir olumsuz yanını göstermek mümkündür. Evet, insana gerçek hak ve değeri İslâm vermiş ve onun bütün haklarını muhafaza altına alarak ona sahip çıkmıştır. (Camcı, Ünal, 1999, s: 223–26 )

    İnsan hakları konusuna bu şekilde İslâmî perspektiften yaklaşan Fethullah Gülen, yine son bir asırdır dünyada çok konuşulan konulardan olan hümanizmi, daha çok insan sevgisi noktasında ele alır. Hümanizmin günümüzde ulu-orta ele alındığını belirten Gülen, bazı güçlerin, bu kavramı kendi ideolojileri, inançları ve millî menfaatleri açısından değerlendirip istismar ettiklerine, sözgelimi, istismara açık tutmakta fayda gördükleri ülkelerde faaliyet gösteren terör örgütlerine açık-kapalı destek verirken, bu teröre karşı yapılan mücadeleyi ise hümanizm ve insan hakları açısından mahkûm etmeye çalıştıklarına dikkat çeker. Gülen, terörü bastırma adına girişilecek her türlü haksızlığı, “Bir topluluğa olan düşmanlığınız, sizi adalet yapmaktan alıkoymasın; daima adaletli davranın” (Mâide/5: 8) hükmünü getiren Kur’ân’a bağlılık içinde şüphesiz reddeder; fakat, adalet sınırları içinde verilen terör mücadelesinin ise, hangi ülkede olursa olsun, kınanmasını tasvip etmez. O, İslâm’da cihad konusunun da böyle bir istismara, bilerek veya bilmeyerek yanlış anlamaya ve yanlış tanıtmaya kurban edildiğini de özellikle vurgular.

    Gülen, hümanizmle bağlantılı olarak insan sevgisine temas ederken, “Sevgi, bizim inanç ve gönül üzerine kurulu dünyamızın pörsümez gülüdür. Her şeyden evvel, Cenab-ı Hakk, kâinatı muhabbet atkıları üzerinde bir dantela gibi örmüştür ve varlığın bağrında her zaman en büyüleyici bir edayla seslendirilen musikî, sevgidir. Aile, toplum ve milleti teşkil eden fertler arasında en güçlü münasebet sevgi münasebetidir. Sevgi, anne-babadan evlâda şefkat şeklinde, evlâttan anne-babaya ise saygı şeklinde tecelli eder. Âlemşümul sevgi ise, bütün varlıktan, varlığın her parçasına karşı yardımlaşma ve tesanüt şeklinde kendini gösterir” der.

    “Varlığın ruhuna tamamen sevginin hakim olduğu”nu belirten Fethullah Gülen’e göre her varlık, bir sevgi zemzemesi içinde, kâinat çapındaki sevgi korosunun ferdi olarak Allah’tan aldığı bir büyülü nağmeyi kendi üslubu ile yeniden eda ve icra etmektedir. Ancak, varlıktan insanlara, varlığın cüz’i fertlerinden diğer cüz’i fertlerine karşı bu sevgi teatisi, gayr-i iradi olarak cereyan etmektedir. Çünkü iradesi olmayan varlıklarda tamamen İlahî İrade ve İlâhî Meşiet hakimdir.

    İnsanî saha hariç, bütün varlık âleminde, yaratılıştan gelen, kaynağını Yaradan’ın yaratılana olan muhabbetinden alan irade dışı sevginin hakim olduğunu bu şekilde ifade eden Fethullah Gülen, insanın, varlıktaki bu sevgi senfonizmasına iradesiyle iştirak etme konumunda bir varlık olduğuna dikkat çeker. Yani insan, varlık hamurundaki sevgi çekirdeğini büyütmeli ve hayatını onun gölgesinde geçirmeli, bu şekilde, kin, nefret, kıskançlık gibi duygulara kapanmalıdır. Gülen, bu konuda İslâm’ın gerçekten anlaşılıp yaşandığı dönemlerden, Müslümanların başkalarının rahatı, mutluluğu, bilhassa Âhiret’te kurtulmaları uğruna ortaya koydukları destansı fedakârlıklardan örnekler aktardıktan sonra, şunları kaydeder:

    İslâm’ın ruhundaki sevgiye uyanmış öyle insanlar gelmiş geçmiştir ki, farkına varmadan ayağıyla bir çekirgeye basmışlarsa, hemen yetkililere gelip, bunun cezasının ne olduğunu sormuşlardır. Camilerimizin nurefşan çehrelerine baktığımız zaman, alınlarında kuşlar için yapılmış yuvacıkları görürüz. Bu, ecdadımızın sevgideki derinliğinin bir ifadesidir. Bizim içimizde, insanların yanında hayvanları bile koruma adına öyle müthiş ve başdöndürücü, eserleriyle bugün bile ibretâmiz öyle levhalar vardır ki, başka bir yerde bunları göstermek mümkün değildir. (a.g.e., 218–22)

    Gülen, İslâm’ın âlemşümul prensipleri çerçevesinde sevgi mülâhaza ve düşüncesinin çok derin, ama çok dengeli olduğunun altını da çizer. Yani İslâm, bütünüyle mazlumun yanında olmasına mukabil, zulmedene sevgiyi emretmez; ona merhameti, bir hadis-i şerifte ifade buyurulduğu gibi, onu zulmünden vazgeçirmekte görür.


  6. #16
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    KADIN VE TOPLUMDAKİ YERİ

    Kadın konusunun çağımızda bir problem olarak gündeme gelmesi, esasen Batı dünyasında, Ortaçağ skolastisizminin kadına bakışına tepki olarak doğan ve asrımızdaki dünya savaşlarının Avrupa toplum ve aile yapısını sarsmasıyla gelişen feminizm akımları münasebetiyledir. Modern bir problem olarak bu mesele de, modern toplumun bir meselesi olarak doğmuş ve dolayısıyla bize de intikal etmiştir.

    İslâm dünyasında, bu mesele dışarıdan ithal edilinceye kadar, bir kadın problemi olmadığı, bilhassa son asırlarda kadına karşı davranışta tasvip edilmesi mümkün olmayan yanlar bulunmakla birlikte, en azından böyle bir problem tartışılmadığı gibi, esasen, meselâ 18. asır başında İstanbul’da bulunan İngiliz büyükelçisinin hanımı Lady Montaigne’in mektuplarında da açıkça itiraf ettiği üzere, Türk ailesinde kadın evin hakimiydi. O, ev içinde ve dışında çok büyük hürmet görürdü. Çok eşlilik istisna olup, tek eşlilik esastı. Kadına el kaldırmak, en büyük bir utanç vesilesiydi. Lady Montaigne, bilhlassa eğitimli Müslüman-Türk ailesinde ve cemiyetinde kadına verilen değerden ve Türk kadınının aile ve cemiyetteki mevkiinden hayranlıkla bahseder. Bunun dışında, bazı batılıların kadınlarımız ve Osmanlı Türk ailesi hakkında yazıp çizdikleri, büyük ölçüde ön yargıdan kaynaklanan birer hayal mahsulüdür. Bununla birlikte, Anadolu’da, bilhassa, 19. asırda ve 20. asrın başlarında, her yönden fakir düşüp, perişanlığımızın arttığı dönemlerde, gerekli eğitimi alamamış ailelerde, kadının sırtına ağır yükler yüklenmiş olduğu da bir vakıadır. Bunun dışında, bizde hiçbir zaman bir kadın-erkek ayırımı problemi ciddi biçimde olmamıştır. Fakat, feminist akımlar bu problemi ülkemize de taşımış, neticede, iyi niyetlilerin yanısıra, meseleyi istismar konusu yapan bazılarının da katkılarıyla, bilhassa günümüzde kadın meselesi, en çok tartışılan konulardan biri haline gelmiştir.

    Fethullah Gülen, oldukça hassas, muzdarip ve kendisini başkalarına adamış yapısıyla, denebilir ki, ruhunu en iyi bir anne kalbinde bulur. Dolayısıyla, belki aldığı İslâmî terbiye gereği ve en azından anne-baba ocağında gördüğü anne şefkatine denk iç sızlayışını, gözyaşını, şefkati, merhameti, başkaları için yaşamayı bir anne ruhuyla özdeşleştirir ve kadına bakarken de, öncelikle bu pencereden, hassas, çileleriyle kan rengine bürünmüş, şefkat, merhamet ve kendi solup giderken, başkalarına adanmışlık içinde kokusunu neşretmeye devam eden bir gül noktasından bakar.

    İç donanımı itibariyle kadın bir şefkat abidesidir; şefkati de yaratılış ve tabiatından kaynaklanmaktadır. Bu nezih tabiat, yanlış müdahalelerle kirletilmemişse, hep şefkat düşünür, şefkat söyler; şefkatle oturur kalkar; bir ömür boyu çevresindekileri şefkatle süzer ve herkese kadeh kadeh şefkat içirir. Herkesi şefkatle kucaklayıp herkese şefkat içirdiği aynı anda, inceliğinin ve içtenliğinin gereği olarak da sürekli ızdırapla yutkunur durur. Bir tül gibi titrer etrafındaki herkesin üzerine: anne-babasına, kardeşlerine, arkadaşlarına ve bütün yakınlarına; tabiî mevsimi gelince eşine, evlâtlarına. Paylaşırken onlarla zevki, lezzeti, neşeyi, güller gibi açar ve çevresine gülücükler yağdırır. Görünce de onlarda tasayı, kederi, yapraklar gibi sararır, solar ve hüzünle inler. (Yağmur, Nisan-Haziran 2000)

    “Fethullah Gülen için” demeğe gerek yok; bir gerçek varsa, o da, fizikî güzelliğin geçici olduğudur. İkinci olarak, bir insanın fizikî yapısı kendi elinde ve iradesi dahilinde değildir ki, onunla övünülsün veya yerinilsin. Dolayısıyla, kadın olsun erkek olsun, insanın gerçek değeri, hiçbir zaman, zamanla aşınıp, neticede toprağa karışacak fiziğinde değil, fakat onun gerçek kimliğini oluşturan ve fiziğinin toprağa karışmasıyla yok olmayıp kalan ruhundadır, karakterindedir, sahip olduğu faziletlerdedir. Dolayısıyla kadına da gerçek değerini kazandıran, onun fizikî farklılığı, cismaniyeti, cinsiyeti değil, genelde insan olarak ve bir de özellikle kadın olarak taşıdığı değerlerdir. Gülen, bunu vecize mahiyetindeki şu sözleriyle ifade eder:

    · Kadını, meleklerden daha ulvî yapan ve onu eşsiz bir elmas haline getiren, onun iç derinliği, iffet ve vakarıdır.

    · İyi kadın, ağzında hikmet, ruhundan incelik ve letafet, davranışlarında herkese saygı ve hürmet telkin eden kadındır.

    · Bedenî hayatıyla gelişirken, kalp ve ruh tomurcuklarını inkişaf ettirememiş bir kadın, belli bir süre başlarda gezen çiçeklere benzese bile, arkadan solup gitmesi, yaprak yaprak dökülüp ayaklar altında çiğnenmesi kaçınılmazdır. Ebedîleşme yolunu bulamayanlar için ne hazin âkıbet..! (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 64–7)


  7. #17
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    Kadının toplumdaki yeri ve kadın-erkek eşitliği meselesi

    Yazı, röportaj, sohbet ve vaazlarında zaman zaman kadının toplumdaki yeri üzerinde de duran Fethullah Gülen’e göre, İslâm’da kadın-erkek ayırımı gibi bir ayırım hiçbir zaman olmamıştır. Bazılarının tenkit adına dillerine doladığı Hz. Havva’nın Hz. Âdem’in eğe kemiğinden yaratılmış olduğunu izah ederken o, hadisin haber-i âhad olduğunu, yani, râvî ve rivayet senedi sayısı mütevatir ve meşhur hadis seviyesine ulaşmamış bir hadis olduğunu söyler ve bu hadisin, kadınlara iyi davranılması, kendilerine karşı sertlik gösterilmemesi noktasında bir teşbih ifade ettiğini belirttikten sonra, ayrıca âhâd hadislerin, ilgili âyetler ışığında yorumlanması gerektiğine dikkat çeker. Kâinattaki her şeyin çift yaratıldığını ifade eden ve “Ey insanlar! Allah’a karşı gereken saygı içinde olun ki, O sizi bir insanî mahiyetten yarattı ve onu iki çift halinde, pek çok erkekler ve kadınlar haline getirdi” (Nisâ/4: 1) buyuran; yine, “Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve sizi kavim ve kabilelere ayırdık, birbirinizi tanıyasınız, (yardımlaşıp, sevişesiniz) diye. Allah’ın yanında en üstününüz, takvaca en ileri olanınızdır” (Hucurât/49: 13) diye ilan eden Kur’ân-ı Kerim’de, görüldüğü gibi üstünlük mevzuunda bir kadın-erkek ayırımına asla gidilmemektedir. Nisâ Suresi’nin âyetinde, insanların tek bir ‘nefis’ten yaratıldığı ifade olunmaktadır ki, buradaki ‘nefis’ten kasıt insan mahiyetidir ve bu mahiyetin bir tarafını erkek, bir tarafını kadın oluşturmaktadır. Dolayısıyla, yaratılışta bir erkek-kadın ayırımı ve üstünlüğü söz konusu edilemez. (Asrın Getirdiği Tereddütler 2, 158–61)

    Bu temel gerçeğin yanısıra, Fethullah Gülen, bir diğer önemli noktaya daha parmak basar. Bu da, kadın-erkek eşitliği iddiasıdır. Ona göre, her şeyden önce, hiçbir fark göstermeden, tabiatı, niteliği, değeri ve boyutları her bakımdan bir ve birbirinin aynı olma manâsında eşitlik, kadın-erkek veya bir başka iki insan, iki erkek ya da iki kadın arasında söz konusu olamaz. Çünkü insanlar içinde her fert, başka varlıklara göre bir tür gibidir; kendine has özellikleri ve kendine has bir dünyası vardır. Dolayısıyla, insanlar arasında mutlak manâda eşitlikten bahsedilemez.

    Kadın-erkek eşitliği meselesinde önce bu temel gerçeği kaydeden Gülen, daha sonra, “Her şeyi çift (erkek ve dişi) yarattık ki düşünüp ibret alasınız.” (Zariyât/51: 49) âyetinden hareketle, zerrelerden (partikül) bitkilere, ondan hayvanlar ve insanlara kadar her şeyin çift, yani erkek ve dişi olarak yaratıldığını belirtir. Bu yaratılış örgüsünde çiftler, bir bütünün iki tamam*layıcısıdır; birbirine yardımcı, birbirine destek ve birbirine, pozitif negatife, elektron protona, gece gündüze, yaz kışa, yeryüzü gökyüzüne, erkek kadına, kadın erkeğe muhtaçtır.

    İşte Allah (c.c.), kadını yaratırken, elektrona nisbeten protonu, pozitife nisbeten negatifi, erkek tohuma nisbeten dişi tohumu yarattığı gibi yaratmış ve iki çiftten (eş) bir vahdet, bir bütün meydana getirmiştir. Fakat elektron protona, pozitif negatife eşit olmadığı gibi, kadınla erkek de birbirinin eşiti olamaz. Bu, fıtratın değişmeyen kanunlarındandır. Zira tek olan Allah’tan başka her şey eksik olduğu gibi, varlığını sürdürebilmek için de, hiçbir şey kendi kendine yeterli değildir. Bu itibarla, eksik olan erkek ve kadın, bir araya gelerek birbirlerini tamamlayacak ve bir vahdet teşkil edeceklerdir ki, bütünde asıl olan da budur.

    Dolayısıyla, Gülen’e göre, kadın ve erkek birbirinin eşiti iki ‘eş’, iki rakip değil, birbirinin tamamlayıcısı iki eştir. Allah Rasûlü bir hadislerinde bu gerçeği, kadın ve erkeğin birbirinin tamamlayıcısı iki yarım oldukları şeklinde ifade ederler. Bu yarımlardan biri, hiçbir zaman biri diğerinin aynı değildir. Aralarında fizyolojik, psikolojik pek çok farklar vardır. Fakat bu demek değildir ki, ne erkek kadının biyolojik olarak daha gelişmiş bir şekli, ne de kadın erkeğin az gelişmiş bir tipidir. Cinsiyet farklılığına beşerin müdahalesi olamayacağına göre herkes, eşitlik hayallerinden vazgeçip, erkeği ve kadını olduğu gibi kabullenmelidir.

    Bu fıtrî, yani temel yaratılış gerçeğini bu şekilde ortaya koyan Gülen, şu ikazda bulunmaktan da geri kalmaz: “Burada şunu da belirtmek gerekir ki, kadınlarda bu yaratılış farklılığı onların hor ve hakir görülmelerini gerektirmez. Bilakis Cenab-ı Hakk, “her şeye takdir ettiği şekli verip, sonra da doğru yolu gösterendir” (A’lâ/87: 3). Kadını, erkeği ‘en güzel yaratılış üzerine yaratan’ ve ona yücelmenin, yükselmenin yollarını öğretendir. Onları birbirinin tamam*layıcısı, örtüsü ve koruyucusu yapandır.” (Prizma 1, 143–45; “Ertuğrul Özkök’le röportaj”, Ergün, 35) Gülen, bu konuda ayrıca şöyle der:

    Gerçi kadın, fizyoloji ve psikoloji açısından farklı bir tabiata sahip ve ayrı özellikleri haizdir; ama bu, erkeğin kadından üstün ya da kadının erkekten aşağı olması manâsına gelmez. Kadını-erkeği havadaki azot ve oksijen şeklinde düşünecek olursak her ikisi de hususi yerleri, konumları itibariyle fevkalade önemlidirler ve aynı ölçüde birbirlerine muhtaçtırlar. Havadaki unsurları birbiriyle mukayese ederek: “azot daha kıymetlidir” ya da “oksijen daha faydalıdır” mülahazası ne ölçüde abes ise, kadın erkek arasında bu türlü mukayeselere girmek de o ölçüde bir münasebetsizliktir. Evet, kadın erkek yaratılış ve dünyadaki misyonları açısından birbirlerinden farksızdırlar ve bir vahidin birbirine muhtaç iki ayrı yüzü gibidirler.

    İbn-i Fârıd’ın da dediği gibi, kadının güzelliği de erkeğin güzelliği de, Güzel*ler Güzeli Yaratıcı’nın Cemali’nden birer parıltıdır. Bu iki hilkat harikasının, birbirlerini kendi konumlarında kabul edip el ele ve omuz omuza bulunmala*rı, onları olduklarının ötesinde ayrı bir güzelliğe ulaştırır. Yaratılış planıyla belirlenmiş bulunan çerçevenin dışındaki farklı yorumlar ve takdirler ise, on*ları çirkinleştiriyor, hoyratlaştırıyor ve bilhassa güzellik ve endamın en an*lamlı yanı, “hiss-i mücerred” olması itibarıyla Hakk Cemali’nin çok buutlu bir aynası sayılan kadın, beşer tabiatının kesif renkleriyle kendi kendini matlaştırıyor ve her şeyi cismaniyete bağlayarak, o önemli aynadarlık vazi*fesini daraltıyor. (Yağmur, Nisan-Haziran 2000)

    Fethullah Gülen, bundan sonra erkek ve kadını toplumdaki vazife ve fonksiyonları noktasında ele alır. Ona göre, kadın erkek olmadığına, erkekle arasında farklı fizyolojik ve psikolojik farklılıklar olduğuna göre, elbette bu farklılıklar, onun toplumdaki yerine ve vazifesine de yansıyacaktır. Bununla birlikte önce şu nokta belirtilmelidir ki, dinî emirler ve yasaklar karşısında, erkek de kadın da aynı şekilde sorumludur. Arada, yaratılıştan gelen ve insanın müdahale sahasının dışında olan şartların getirdiği bazı istisnalar vardır. Bu istisnalarda kadın, bazı yükümlülüklerden âzâde kılınmıştır. Meselâ, gerek dinen, gerekse toplumda işbölümünün bir gereği olarak, askerî eğitim ve doğrudan cephede savaşma erkekler seviyesinde kadından istenmemiş; buna karşılık onlar, tarihimiz boyunca cephe gerisinde hizmetler vermişlerdir. Bazı ibadetlerde kadına tanınan, esasen bir yükümlülükten muaf tutulmadır, yoksa onları aşağılama asla değildir. Erkeklerin yaptığı daha bazı işlerin kadına yüklenmemesine gelince, bu da, her iki cinsin fizyolojik ve psikolojik farklılığı ve Yaratıcı El’in her iki cinse verdiği bir takım farklı özelliklerden dolayıdır. Avrupa ve Amerika dahil, modern toplumlarda da, erkeğin yaptığı her iş kadına verilmez. Meselâ, kadın, bütün dünyada nadiren cumhurbaşkanı, devlet başkanı olabilmektedir; genel kurmay başkanı, kuvvet komutanı ise hiç yoktur; hattâ, kadından vali bile bulmak mümkün değildir. Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi dinlerde de, hiçbir zaman kadından kardinal, papa ve başhaham olmamıştır. Meseleyi başka türlü takdim edenler, esasen kadına değerini vermemekte, tam tersine onu, Kudret Eli’nin ona verdiği değerden düşürmektedirler: “Bugüne kadar feministlerin kadınlar adına ileri sürdükleri her teklif, onu hoyratlaştırıcı, küçük düşürücü ve tabiat deformasyonuna uğratıcı olmuştur. Oysa ki kadın, varlık zincirinde çok önemli bir halkadır ve onun en ehemmiyetli yanı da, kendi fıtrat ve tabiatının sınırlarına saygılı kalmasındadır. ‘Kadını açıp-saçalım ve ona gönlünce yaşama imkânları verelim’ diyenler, böyle yapmakla o kıymetli cevheri, hırsızların, uğursuzların ellerinin yetişeceği yere koymuş olmakta; kadınlık âlemi için, hak ve hürriyet havariliği yapanların çoğu da, onu cismanî zevkleriyle coşturup ruhunu hançerlemekten başka birşey yapmamaktadırlar. Oysa kadın, iğfal edilip çirkeflere düşürülmeyecek kadar muallâ bir cevherdir.” (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 67–8)

    Kur’ân-ı Kerim, dinî ve içtimaî sorumluluklarını yerine getiren mü’minleri överken, Arapça’nın karakteristiği gereği her iki cinsi birden ifade edebilecek zamirler kullanmak mümkün iken, erkeklerle birlikte kadınları ayrıca anarak, söz konusu hususlarda kadınlarla erkekler arasında bir fark olmadığına işaretle, bu konudaki cahiliye kabûllenişlerini yerle bir eder. Meselâ:

    Allah, onların duasını kabûl etti ve şöyle buyurdu: “Ben, sizden erkek-kadın, kim güzel işler yaparsa, onların yaptıklarını zayî etmem.” (Âl-i İmran/3: 195)

    Erkek veya kadından her kim inanarak güzel işler yaparsa, işte öyle kimseler Cennet’e girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar. (Nisâ/4: 124)

    Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, inanmış erkekler ve inanmış kadınlar, ibadet ve taate devam eden erkekler ve kadınlar, doğruluktan ayrıl*mayan erkekler ve kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, gönülden Allah’a saygılı olan erkekler ve kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, iffetlerini koruyan erkekler ve kadınlar, Allah’ı çok anan erkekler ve kadınlar: Bunlar için Allah bağış ve büyük mükâfat hazırlamıştır. (Ahzab/33: 35)

    Fethullah Gülen, annelik psikolojisi, fertlerin ve toplumların hayatında, karakterlerin oluşumunda ve eğitimde önemi her türlü ifade ve takdirin üstünde bulunan ailenin bir bakıma direği, ışığı olması gibi sebeplerle, kadının evdeki rolünü, kadının yapabileceği işlerin değil, toplumdaki bütün vazife ve fonksiyonların önüne çıkarır. Ona göre kadın, öncelikle bir eş, bir anne ve evin birinci derecede terbiyecisi olarak değerler üstü bir değere sahiptir ve buradaki fonksiyonunu çok iyi yerine getiren bir kadın da, varlıklar arasında saygıya en lâyık olandır:

    Ruh ufku itibariyle eşini bulmuş ve çocuklarıyla susuzluğunu giderebilmiş bir kadının, Cennet hurilerinden ve böyle birinin çevresinde örgülenmiş yuvanın da Firdevs’ten farkı yoktur. Her halde böyle bir cennetliğin gölgesinde şefkat yudumlaya yudumlaya yetişen çocukların da ruhanîlerden farkı olmayacaktır. Evet, böyle bir yuvada neşet etme bahtiyarlığına ermiş bir fert, başı firdevslere ermiş gibi ötelerin neşesiyle yaşar ve çevresine tebessümler yağdırır durur.

    Böyle bir yuvada, tenler ve cesetler ayrı ayrı görünse de, herkese ve her şeye hükmeden can bir tanedir. Her zaman kadından fışkırıp bütün bir yuvayı saran bu can, manen bir büyü, bir ruh gibi her zaman herkesin üzerinde kendini hissettirir ve adeta onları bir yerlere yönlendirir. Kalp ufkunu karartmamış ve ruhunun önü açık mübarek bir kadın, aile sistemi içinde tıpkı bir kutup yıldızı gibidir; hep yerinde durur, kendi etrafında döner; sistemin diğer üyeleri ise, varlıklarını her zaman onun çevresinde şekillendirir ve ona bağlılık içinde hedeflerine yürürler. Herkesin yuva ile münasebeti muvakkat, sınırlı ve izafidir. Kadın ise, başka bir işi olsun olmasın, içinde şefkat, merhamet, sevgi macununun kaynayıp durduğu mutfağıyla sürekli evinin orta yerinde dimdik ayakta durmakta ve duygularımıza neler ve neler pişirip sunmaktadır..!

    Bize göre kadın, hususiyle de analık buuduyla, semalar kadar derin ve gönlünde göklerin yıldızları kadar duyguların, düşüncelerin köpürüp durduğu bir his ve merhamet yumağıdır. O her zaman, acı-tatlı tali’iyle uyumlu, sevinçleriyle kederleriyle barışık, neşeyle-tasayla iç içe, kine-nefrete kapalı, her haliyle ihya ve imar peşinde ve yer yüzünde İlâhî hilâfetin en saf mayası, insanî inceliğin de âdeta özü ve üsaresidir. Bilhassa, inancı ve sonsuzluk düşüncesiyle gönül kapılarını ebediyetlere aralamış bahtiyar bir kadın, madde ve manânın, cisim ve ruhun birleşik âlemi diyebileceğimiz sihirli bir noktada, tasavvurlar üstü öylesine parlak bir konuma maliktir ki, bunun ötesinde ona vereceğimiz en yüksek payeler ve makamlar dahi onun güneşler gibi parıldayan gerçek değerleri yanında – yeri, konumu ve mazhariyetleri adına mübalağalara girilerek hakikî haline gölge düşürüldüğü için – sönük birer mum mesabesinde kalırlar.

    Bizim düşünce dünyamız ve değerler atlasımızda kadın, hilkat hadisesinin en önemli rengi, insanlık âleminin en bereketli ve sihirli rüknü, evlerimizde Cennet güzelliklerinin kusursuz bir izdüşümü, varlık ve bekamızın da en sağlam teminatıdır. O yaratılmadan önce Âdem Nebi yalnız, ekosistem ruhsuz, insan oğlu inkıraza teslim, yuva ağaç kovuğundan farksız bir in ve insan da kendi ömür fanusunun mahbusuydu. Onunla ikinci bir kutup oluştu ve kutuplar birbirine bağlandı. Varlık yeni ve farklı bir sesle, bir görüntüyle şenlendi; yaratılış tamamlanma vetiresine girdi ve yalnız insan da bir nev’e dönüşerek kâinatın en ehemmiyetli bir unsuru haline geldi; geldi ve eşine değerler üstü değer kazandırdı. (Yağmur, Nisan-Haziran 2000)

    Gülen, her biri kutsal – ruhların dinlendiği, insanlar arasında zevce-zevç (karı-koca), anne, baba-çocuklar, kardeşler, büyükbaba, büyükanne-torunlar arasında en müstesna sevgi, şefkat, vefa, sadakat ve bağlılığın yaşandığı ve insanın en unutulmaz hatıralarının zihnine ve kalbine işlendiği yer olma gibi – daha başka fonksiyonlarıyla birlikte, nesillerin hayata ilk uyandığı, hayat boyu tesiri hissettirecek ilk eğitimi aldıkları ve şuuraltlarının oluştuğu yer olarak da evin ve ailenin, fertlerin, toplumların ve milletlerin hayatındaki önemine sürekli vurgu yapar:

    Ta baştan sağlam esaslar üzerine kurulmuş ve maddî-manevî saadetin dalgalanıp durduğu bir yuva, milletçe varolmanın en sağlam bir temel taşı ve faziletli fertler yetiştiren mübarek bir mekteptir. Evlerini mektepler kadar feyizli ve bereketli, mekteplerini de evleri kadar sıcak hale getirebilen milletler, ıslah hareketlerinin en büyüğünü yapmış, gelecek nesillerin huzur ve mutluluğunu garanti altına almış olurlar.

    Millet, hane cüz’î fertlerinden meydana gelir. Bu itibarla, evler iyi ise millet iyi, evler kötü ise millet de kötüdür. Keşke, milletin salâhını isteyenler, her şeyden evvel hanelerin ıslahına çalışsalardı...!

    “Ev”e, içindeki insanlara göre “ev” denir. Bir hanenin fertleri, o hanede oturanların insanî değerleri paylaştıkları ölçüde mesut sayılırlar. Evet, diyebiliriz ki insan, eviyle insanca yaşar; ev de içindeki insanlarla “ev” olur. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 139–40)

    Şüphesiz Fethullah Gülen, kadın evde otursun ve bütün gününü mutfakta geçirsin anlayışında değildir. O, kadının, fizyolojisi ve psikolojisi nazara alınmak kaydıyla, herhangi bir işte çalışabileceğini, İslâm’da buna mâni bir hükmün bulunmadığını (Nuriye Akman’la röportaj, Sabah, 23 Ocak 1995), hattâ, aşağıda geleceği üzere, İslâm’ın ona ekonomik özgürlük tanıdığını belirtir. Bunu belirtmekle kalmaz, “Kadın, bulaşık bir kap, değersiz bir maden parçası olmadığı gibi, yeri de bulaşık kaplarının, maden parçalarının bulunduğu yer değildir. O, eşsiz bir pırlantadır” (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 67) diyerek, kadının evdeki fonksiyonunun mutfak işi olmadığı konusunda ikazda bulunur. Ona göre kadın, nesillerin birinci derecede ve en önemli öğretmeni, eğiteni ve mürşidi, yani yol gösterenidir:

    Çocukların talim ve terbiyesi, hanenin nizam, huzur ve âhengi adına insanlık mektebinin ilk hocası kadındır. Kadına yeni yeni yerler arandığı günümüzde bir kere daha, Kudret Eli’nin ona bahşettiği bu müstesna mevkiin hatırlanması, bir kısım fuzûlî arayışları önleyeceği kanaatindeyiz.

    Kalbini iman nurları, kafasını da ilim ve içtimâî terbiye ile aydınlatmış bir kadın, evini yeniden her gün inşâ ediyor gibi, ona yeni yeni güzellik buutları ekler.

    Ruhunda olgunluğa ermiş bir kadının, yetiştirip arkada bıraktığı hayırlı halefleri sayesinde, yuvası devamlı bir buhurdanlık gibi tüter ve içlere inşirah veren râyihalar salar. İşte bu râyihaların esip durduğu uhrevî mekân, her türlü tarif ve tavsifin üstünde tam bir Cennet bahçesidir. (a.g.e. 64, 67)


  8. #18
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    Kadın ve ekonomik hürriyet

    Kadının ekonomik hayattaki yerine de temas eden Gülen, bu konuda özetle şunları kaydeder:

    Aile, toplumun ve milletin en küçük ve temel müessesesi olarak bir kudsiyete sahiptir. Nesiller aile içinde dünyaya gelir ve ilk terbiyeyi aileden alır. Erkek ve kadın, aile çatısı altında ortak bir hayatı paylaşır ve yaratılışlarından gelen duyguların karşılıklı tatminiyle saadet bulur. Bu yüzden, tarih boyunca hemen bütün dinler, milletler ve sistemler aileye büyük önem vermiş ve evlilik müessesesini mukaddes bilmişlerdir. İslâm da bu çerçevede inancın, aklın, neslin, malın ve canın korunmasını ana hedefler olarak almış ve bu konuda hükümler getirmiştir. Meselâ, içki yasağında aklın korunmasının, hırsızlık yasağında cemiyet düzeninin ve özel mülkiyetin korunmasının payı olduğu gibi, zina yasağında da nesillerin, ailenin ve bilhassa kadının korunmasının payı vardır. İşte, nasıl her müessesede bir idareci varsa, ailede de bir idarecinin olması gereklidir. İslâm, bu konuda mutlak bir hüküm getirmemiş, fakat, İslâm tarihinde İslâm’ın oluşturduğu geleneklerde, kadın bilhassa ev içinde daima hakim olmuş, hem anne, hem de zevce (eş) olarak büyük hürmet ve sevgi görmüştür. Buna karşılık, tarih boyunca toplumlarda daha çok evi geçindirme erkeğin üzerine düştüğü, erkek bilhassa dış dünya ile münasebetlerde kadına nazaran daha dayanıklı, daha güçlü olduğu için, bu noktada ailenin reisi kabûl edilmiştir. Kur’ân-ı Kerim, bu hususu, “Allah, bazı hususlarda bazınızı bazınıza üstün kıldı. Erkekler de mallarından harcamaları sebebiyle, kadınlar üzerinde koruyucu, işe bakan ve idarecidirler” (Nisâ/4: 34) ayetiyle açıklamaktadır.

    Âyette de açıkça ortaya konduğu üzere, hiçbir insan diğerinin aynı değildir. İnsanlar, güç, kabiliyet açısından da birbirlerinden ayrılırlar. Bu da, toplumda gerekli mesleklerin oluşmasına ve ayrışmasına yol açar ve toplum hayatı için mutlaka gerekli olan bir şeydir. İşte, Kur’an-ı Kerim, mallarından harcayarak, aileyi geçindirme yükümlülüğünden dolayı, ev idaresinde erkeğe kadın üzerinde bir derece üstünlük tanımıştır. Burada, hükümlerin kendi başlarına ele alınmaması gerektiği hatırlatılmalıdır. İslâm, bunu yaparken, evi geçindirme yükünü de erkeğe bırakmıştır. Yani, evin geçimini sağlama sorumluluğu erkeğe aittir. Fakat bu, kadını mal sahibi olmaktan alıkoymaz. İslâm, kadını kazanmada, ticaret yapmada ve malını istediği şekilde kullanmada serbest bıraktığı gibi, mal ve kazancından eşine verme zorunluluğu da getirmemiştir. Bundan dolayıdır ki, ailede ekonomik hürriyeti bulunan zengin bir kadın, Hanefî mezhebinde İmameyn dediğimiz İmam-ı Ebû Yusuf ve İmam-ı Muhammed’e göre, fakir kocasına zekât verebilir. Dünyada hiçbir sistem, henüz kadına ekonomik hürriyet tanıma ve bu hususta onu ailede güçlendirme adına böyle bir hüküm koymuş değildir. İslâm’ın bu konudaki ilgili hükümleri değerlendirilirken, bu husus da mutlaka nazara alınmalı ve bir bütünlük içinde değerlendirilmelidir. Aksi bir tutum, bir peşin hükümlülük ve düşmanlıktan başta bir manâ taşımaz. (Özcan Ercan’la röportaj, Milliyet, 21 Ocak 1998; Yağmur, Nisan-Haziran 2000)


  9. #19
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    İslâm’ın kadın haklarında yaptığı inkılâplar

    İslâm geldiği zaman, dünyanın her tarafında kadın, horlanan ve günahkâr görülen bir varlıktı. Bazı Arap kabileleri kız çocuklarını mirastan mahrum bıraktıkları gibi, kız çocuğu sahibi olma yüz karası sayıldığı ve kız çocuğu tüketici, ailenin malını başkasına götüren ve üretmeyen biri olarak görüldüğü için, çok zaman diri diri toprağa gömülürdü.

    Durum, dünyanın her tarafında daha dün diyeceğimiz zamana kadar da farklı değildi. Fethullah Gülen, Şefik Can’dan iktibaslarda bulunarak, başka yerlerdeki uygulamalar ve kadına bakıştan da misallerle bahseder:

    Dünyanın bir bölümünde o, hiç bir zaman evlenme miras ve diğer insanî hakların en küçüğüne dahi sahip olamadı. Herhangi bir hakka sahip olmak bir yana o, kasırgadan, ölümden, yılandan, zehirden daha zararlı bir yaratıktı. (Vedalardaki onun fotoğrafından gördüklerimiz bunlar…) Bir başka zaviyeden aynı bölgede o, hislerine tâbi bir mahlûk gibi görülüyor, kendisine bakılıp görülmemesi lâzım geldiği vurgulanıyor, bakıp görme mecburiyetinde kalınınca da kendisiyle konuşulmaması, konuşulunca da uzakta durulması esas alınıyordu – (ki, Buda ile Amenda arasında geçen konuşmadan süzüp çıkardığımız resimde bunlar apaçık…)

    Bir başka coğrafyada, erkek ailenin mutlak hakimi, kızlarsa evlerde hizmetçi konumunda birer zavallı; hattâ bazen babaları tarafından satılan birer esir gibidirler. Bu coğrafyada onlar böyle bir muameleye müstehak kabul ediliyorlardı; çünkü, inanışlarına göre kadın Âdem’i aldatmış ve onu kötülüğe sevketmişti. Bu açıdan da o, mutlak melun sayılmalıydı.. (Bazı İsrail kaynakları itibariyle kadın hakkında biçilen hüküm de bu çerçevede…)

    Diğer bir dünyada ise o, insan sayılmıyor, kendisine isim verilmiyor; 1, 2, 3 diye çağrılıyor, hattâ bazen domuz gibi görülüyordu. (Bu mide bulandıran tablo da Eski Çin’den…)

    Daha başka bir âlemde ise o, çocuk yapan bir makine ve orta malı değersiz bir meta idi. (Yunan ve Roma’ya ait bu yaklaşımda edebimize takılıp, dışarıda kalan daha başka mülahazalar da var…) Şu sözler de, işte bu kültürün devasâ düşünürlerine ait: Eflatun: “Kadın, Cehennem’in kapısıdır ve o bir ... maldır.” Aristo: “Kadın, yaratılış itibariyle yarım kalmış bir erkektir.” Çiçero: “Kadın, erkekler büyük işler başarmasın diye yaratılmıştır. O yaratılmasaydı, erkekler tanrılaşabilirlerdi.” Kadını aşağılayıcı benzer yaklaşımlar daha sonra da devam etmiştir. VIII. Henry dönemine kadar (1509-1547) kadın, Cennet’te ilk günahın işlenmesine sebebiyet verdi diye İncil’e el süremezdi. İşte bu atmosferde şu kabil mülâhazalar çok yaygındı: Yitirilmiş Cennet’in yazarı Milton: “Kadın – hâşâ – bir hilkat hatasıdır.” Saint Augustine’a atfedilen – eğer isnat değilse – şu sözlerse, fevkalâde ürperticidir: “Eğer kadınlar Âhiret’te cinsî duygularıyla dirilecek olurlarsa, korkarım, orada da erkekleri baştan çıkarırlar.”

    Modern çağlarda da kadını karalama hep aynı çizgide devam etmiştir: Nietzsche, “Kadınla konuşacağın zaman kırbacı eline almayı unutma!” diyerek, âdeta bir dünyanın düşüncesine tercüman oluyordu. Leon Tolstoy, evlilikle alâkalı hatıra defterinde, “Evlendiğim için çok mutluyum. Yuva saadeti bir güneş gibi ruhumu aydınlatıyor.” diyordu ki, bunlar yerinde ve doğru sözlerdi. Ama bir süre sonra yazdığı bir romanında roman kah*ramanını, “a, sakın evlenme; eşin ortaya iyi bir eser koymanı engeller. Alâkalarını baskı altına alır ve seni aşağı ve sıradan bir varlık haline getirir. O, bayağı bir varlık olduğu için, kocasının ruhunu da bayağılaştırıp alçaltmak ister” şeklinde konuşturarak, kadınlar hakkında gerçekten ne düşündüğünü açıkça ortaya koymuştu. (Yağmur, Nisan-Haziran 2000)

    Fethullah Gülen, böyle bir ortamda zuhur eden İslâm’ın kadın konusunda yaptığı inkılâplara da değinir. Evet, böyle bir ortamda İslâm geldi ve âdetlerine, geleneklerine son derece bağlı kaba insanları birer merhamet ve şefkat âbidesine dönüştürdüğü gibi, kadını da, birlikte bir insanî bütünü oluşturduğu erkekle aynı hizaya koymanın da ötesinde, onun pek çok yükümlülüğünü hafifletti, âdeta erkeği ona muhtaç hale getirdi ve ona kız çocuğu olarak şefkatin, sevginin, kardeş olarak merhametin, eş olarak sevgi, merhamet ve arkadaşlığın, anne olarak hürmet ve sevginin en büyüğünü bahşetti. Bu konudaki bazı âyet ve hadisler şöyledir:

    O gün onlara, diri diri toprağa gömülen kız çocuklarının suçu neydi; hangi günahları sebebiyle öldürüldüler diye sorulacaktır (Tekvîr/81: 8-9).

    Göklerin ve yerin mülkü ve tasarrufu Allah’ındır. O, ne dilerse onu yaratır. Kime dilerse kız bağışlar, kime dilerse erkek bağışlar... (Şura/42: 49).

    Kadınlarla, haklarını gözeterek ve güzellikle geçinin (Nisa/4: 19).

    Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor:

    Kimin bir kız çocuğu olur da, onu diri diri gömmez, ona zulmetmez, erkek çocuklarını ona üstün tutmazsa, Allah o kimseyi Cennetine koyar (Ahmed ibn Hanbel, Müsned).

    Çocuklarınız arasında adaletli davranınız. Eğer ben birini üstün tutacak olsaydım, kız çocuklarını üstün tutardım (Sahih-i Müslim, “Birr, Sıla, Âdâp).

    Kimin üç kızı veya üç kız kardeşi, hattâ iki kızı veya iki kız kardeşi olur da, onları güzelce eğitip edeplendirir, sonra onlara iyilikte bulunur ve everirse, kendisine Cennet vardır (Sünen-i Tirmizî, “Birr, Sıla”).

    Sizin en hayırlınız, kadınlarına karşı hayırlı olan ve onlara iyi davranandır (Tirmizî, “Menakıb”, İbn-i Hanbel, Müsned).

    Kadın, anne olarak da herkesin ve evin baş tâcıdır. Hemen herkesçe bilinen “Cennet, annelerin ayakları altındadır” hadis-i şerifi, kendi şeref ve büyük*lüğünün nerede yattığını bilen bir kadının ayağını herkesin omuzuna koymakta, yüzüne ve dudağına dokundurmaktadır. Yukarıda ifade edildiği gibi, Allah, anne-babaya itaati ve onlara bakmayı, Kendisi’ne ibadetle birlikte anmış ve nerdeyse aynı değerde görmüştür:

    Rabbin, yalnız Kendisi’ne ibadet etmenizi ve anne-babaya, her yaptığınızı Allah’ın gördüğü gerçeğinin şuurunda olarak iyilikte bulunmanızı emretti. İkisinden birisi, yahut her ikisi, ihtiyarlık çağına ulaşır ve yanında kalırlarsa, sakın onlara ‘öf’ bile deme, onları azarlama. Onlara güzel söz söyle. Üzerlerine tevazu ve merhamet kanatlarını indir ve “Ey Rabbim! bunlar, küçükken nasıl bana merhamet ettilerse, Sen de onlara öyle merhamet et” de. (İsra/17: 23-24)

    Bir gün bir şahıs Allah Rasûlü’ne (s.a.s.) gelerek, insanlar içinde iyilik etmesine en lâyık kimin olduğunu sordu. Peygamber Efendimiz, “Annen” buyurdu. O şahıs, “sonra kim?” diye sorunca, Efendimiz, yine “annen” buyurdu. Adam, “sonra kim?” dedi. Efendimiz, yine “annen” buyurdu. Adam, dördüncü defa, “sonra kim?” diye sordu. Efendimiz, bu defa, “baban” buyurdu. (Buhari, Câmi el-Sahih)

    Fethullah Gülen, İslâmın kadın hakları konusunda yaptığı inkılâpların üzerinde dururken, şu değerlendirmeyi de yapar:

    Topyekün insanlığa ebedî var olmanın mesajlarıyla gelen İslâm, toplum tarafından kadının gasbedilmiş haklarını da istirdad ederek, onu açıkça koruma altına alan ve bu hususta sağlam kurallar vazeden ilk dindir. Kur’an, “Erkeklerin kadınlar üzerinde bazı hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır” (Bakara/2: 228) fermanıyla, herhangi bir yoruma meydan bırakmayacak şekilde bu gerçeği vurgular ve kadını yaratılış planındaki konumuna yükseltir. Veda Hutbesi’nde İnsanlığın İftihar Tablosu: “Size, kadınların hukukunu gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı öğütlerim… Kadınlar, size Allah’ın emanetidirler.” buyurur. Kadının, hemen bütün dünyada bir meta gibi alınıp-satıldığı o meşum dönemde, onları saygı duyulacak bir konuma yükseltmek, kadınlık âlemi için önemli bir tarihî hadisedir. Kur’an ve Sünnet’te, kadının konumu ve hakları o kadar net ve açık vurgulanır ki, onun ancak İslâm’la esaretten kurtulduğunu söylersek, zannediyorum mübalağada bulunmuş olmayız.

    Zaten, bütün bir insaf dünyası da, kadın konusunda böyle düşünmektedir. İslam dünyasındaki yazarların pek çoğunun tanıyıp baş vurduğu G. Demombyne: “Kur’an, kadın hakları konusunda şimdiki Avrupa kanunlarının getirdiği esaslardan daha müsait esaslar getirmiştir.” der. Tanınmış bir diğer araştırmacı olan Stanley Lane-Poole ise, “İslâmiyet’in kadın hakları konusunda yaptığı değişiklikleri hiç bir kanun vâzıı yapamamıştır” diyerek, önemli bir itirafta bulunur. L.E. Obbald da, aynı mülahazaları paylaşma sadedinde, “Kadınları esaretten kurtarıp onlara mahrum edildikleri hakları iade ancak İslamiyet’le gerçekleştirilebilmiştir” der ki, bir kadirşinaslık ifadesidir. (Yağmur, Nisan-Haziran 2000)

    İslâm’da, hamilelik, doğum yapma, fizyolojik zayıflık, duygusal yanının ve şefkatinin ağır basması, (İslâm’da hukuken emzirmeğe ve bakmaya mecbur olmamakla birlikte) çocuk bakımının örfen, tabiaten ve diyaneten daha çok kendisine düşmesi, aynı şekilde, (İslâm hukukuna göre, kocasının yemeğini yapma, çamaşırını yıkama, söküğünü dikme... gibi sorumlulukları olmasa da) yine örfen, tabiaten ve diyaneten ev işlerini daha fazla yüklenmesi gibi sebeplerle, kadın lehine düzenlemeler vardır. Meselâ, yukarıda geçtiği gibi, erkek, evin bütün ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü olduğu halde kadın, malını ve kazancını erkeğiyle paylaşmak zorunda değildir. Kadın, doğumdan sonra çocuğa bakmaya, erkeğinin, hattâ evinin işlerini görmeye hukuken mecbur değildir; ancak yine örfen, tabiaten ve diyaneten böyle bir vazifeden bah*sedilebilir. Kadın, askerlik gibi ağır vazifelere de mecbur tutulmamıştır. Kendisine iyi davranılması, asla eziyet edilmemesi, haklarının yenmemesi konusunda kesin talimatlar getirilmiştir. Bu bakımdan İslâm, erkek-kadın münasebetlerinde subjektif ve zaman zaman kadının fiziğini ve güzelliğini istismara yol açabilen, ona haktan çok, altından kalkamayacağı, duygularının kaldıramayacağı yükler yükleyen anlayışlardan ziyade, şefkat, merhamet ve adalet gibi düsturlar üzerinde durmuş ve gerekli ailevî, içtimaî ve hukûkî düzenlemeler getirmiştir. Yaratıcı’dan başka kimsenin söz ve güç sahibi olmadığı hususları, yani, yaratılıştan gelen fizyolojik ve psikolojik farklılıkları nazara almış ve buna göre hükümler koymuştur.

    Fethullah Gülen, bugün, hakkının yendiği yerde kadın haklarından bahsedilmesini ve “Ben, yetimin ve kadının hakkının yenmesini haram ediyorum” diyen Peygamber Efendimiz (s.a.s.) gibi, kadının haklarının korun*masını alkışlamakla birlikte, tarih boyunca bilhassa âdetlerden gelen yanlış anlayış ve uygulamaların İslâm’a mal edilmemesi gerektiğine ve kadın hakları adı altında, modern toplumlarda yer yer rastlanabilen istismarlara da dikkat çeker. Gençlik ve güzellik dönemlerinde, sadece güzelliğinden dolayı ellerde gezen, fakat sonra şefkat ve merhamete en muhtaç olduğu dönemde, solmuş bir çiçek gibi bir tarafa fırlatılıveren kadınların ızdırabı, kendi evlerinde veya bakım evlerinde terkedilip, evlâd ve torun sevgisinden mahrum bırakılan anne-babaların, dede ve ninelerin âh u vahları, herhalde üzerinde önemle durulması gereken kadın, hattâ insan haklarından olsa gerektir (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 66; Özcan Ercan, Milliyet, 21 Ocak 1998) Kısaca, mesele bir yanıyla değil, topyekûn bir değerlendirmeğe tabi tutulmalı, varlıkların en şereflisi olan, yaratılış ağacının meyvesi olarak dünyaya gelen insan, doğumundan ölümüne kadar, insanlık şeref ve haysiyetine yakışır şekilde ve ihtiyaç ve ızdıraplarıyla orantılı, ayrıca adalet, şefkat ve merhamet çerçevesinde, hiçbir istismar gayesi taşımadan tamamen iyi niyetle ve onun fizyolojik, ruhî, zihnî bütün yanları birlikte mütalâa edilerek ele alınmalıdır.


  10. #20
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    KÜLTÜR, SANAT, EDEBİYAT, MUSIKÎ,

    SİNEMA VE TİYATRO


    Fethullah Gülen’i, bazıları sadece bir aksiyon insanı, bir eğitim, hoşgörü ve diyalog duayeni olarak, bazıları sadece bir vaiz olarak, bazıları da bir âlim olarak tanıyabilir. Ne var ki, onun üç yanı üzerinde duran çok az olmuştur. Bunlardan biri, önceki bölümde kısmen temas etmeğe çalıştığımız, onun nefis terbiyeciliği yanı, ikincisi, bundan sonraki bölümde yine kısmen temas etmeğe çalışacağımız, onun “insanlardan bir insan” olan yanı, üçüncüsü ise, sözü ve kalemidir.

    Söz, düşünce ve düşünceye saygı

    Söze, kaleme, bir başka ifadeyle, düşünce, sanat, edebiyat ve kültüre son derece önem veren Fethullah Gülen, ilk yaratılışın yokluğun bağrına atılan iki harften müteşekkil “kün (ol)” sözüyle başladığını belirtir ve tekten çoğa, birlikten çokluğa uzayıp giden yolların sözle açığa çıkıp, sözle aydınlandığına dikkat çeker. “Söz olmasaydı, bizler, ezele ait hiçbir şeyi duyamaz ve Yüce Yaratıcı’nın gönlümüzü, gözümüzü dolduracak esrarını anlayamazdık. Söz sayesinde kâinat bir meşher, Hak’tan gelen kitaplar da birer dellâl kesildi. Söz, zebercet kakmalı bir taç gibi yeryüzü halifesinin başına konunca, varlığın manâsı ayan oldu ve biz de bütün bütün ondan ibaret hale geldik” diyen Gülen’e göre, yeri-göğü bir araya getirip birbirine bağlayan, dünyayı ukba ile bütünleştiren sözdür. Her ne kadar onun güzelliği ve yüceliği kendiliğinden görülmese de, her şey söze muhtaç olduğu gibi, her gizli güzelliğin kaynağı da yine sözdür.

    Fethullah Gülen, sözün bütün silahlardan daha tesirli ve onun burçları deviren, kaleleri fetheden, girdiği yere fatih kumandanların bile giremediği, ulaştığı ihtişama sultanların ulaşamadığı bir bayrak olduğunu vurgular. Evet, kumandanlar, sultanlar kaleler zaptedebilir, şehirleri alabilir, fakat kalplere söz hükmettiği gibi, “söz erlerinin dillerinden dökülen söz süngüleri, muhariplerin kılıçlarından daha keskin, mızraklarından daha ürperticidir. Hekimler, kılıç yaralarını, ok yaralarını tedavi edebilmişlerdir ama, söz yaralarını tedavi ettikleri görülmemiştir. Sözün en tesirlisini ve en içlisini peygamberler, sonra da derecesine göre ilhama açık saf gönüller söylemişlerdir. Söylemiş ve yerinde karanlığın bağrına yağdırdıkları söz oklarıyla zulmetleri delik-deşik etmiş, yerinde sinelere saldıkları beyan kıvılcımlarıyla ruhlarda yangınlar meydana getirmiş ve yerinde de rahmet damlaları şeklindeki kelimeleri dört bir yana saçarak her yeri cennetlere çevirmişlerdir. ‘Gerçek söz’ erleri güneş gibidirler; kendilerine rağmen durmadan çevrelerini aydınlatırlar; derya gibidirler, dünyanın en zengin hazinelerini, hem de hiç hissettirmeden sinelerinde taşır ve bir mum gibi etraflarına ışık verir, fakat, başları önlerinde mahcup ve iki büklüm yaşarlar. Halk içinde mütevazilerden daha mütevazi, Hak’la beraber olunca da fevkalâde uyanıktırlar. Çevrelerine yığın-yığın cevherler dağıtır dururlar da, bunun farkında bile olmazlar. Olmazlar çünkü, iç dünyalarında her an daha kıymetli pırlantalar peşindedirler.”

    Bu ifadelerinden de anlaşılacağı gibi, Fethullah Gülen, soyut anlamda söze verdiği önem bir yana, bir takım “söz erleri”nden bahsetmektedir ki, bunlar, onun bir başka yazısında verdiği isimle, “fikir işçileri”dir. Geleceğin dünyasını kuracak olan bu, “fikir çilesi”yle inleyen, sineleri fikir çilesiyle şerha şerha, şakakları zonk zonk zonklayan, düşünce mekiklerini sürekli yerle gök arasında, kâinatta gezdiren ve her seferinde gönül atlaslarına yeni renk ve yeni buutlar kazandıran bu “fikir işçileri”, esen yelden, yağan yağmurdan, uçan kuştan, düşen yapraktan vb. aldıkları ayrı ayrı mesajları zihinlere ve gönüllere duyurur; zihinleri küflü düşüncelerden, gönülleri pastan, yosundan arındırırlar. (Sızıntı, Mart 1990, Haziran 1997)

    Söze ve fikre, yani, bir anlamda düşünceye bu derece önem veren Fethullah Gülen’e göre, bir bakıma aklın inceliği ve nuranileşmesi olan fikir, aklın yolunu aydınlatıp, ona yeni ufuklar açan İlâhî bir meşale olup, bir senede katedilecek yollar, onun aydınlığında bir saatte alınabilir. Yine Gülen’e göre, malzemesini İlâhî mevhibelerin, yani kalbde uyanan ilhamlar ve doğuşların teşkil ettiği fikir, sürekli doğruyu araştırır ve onun laboratuarında çok doğrular, doğruluk hesabına tekrar ber tekrar değiştirilir. İşte, fikrin asaleti de, bir doğruya, dünkü veya bugünkü doğruya, yani izafî doğrulara mutlak doğrularmış gibi bağnazca saplanıp kalmada değil, sürekli araştırmada, doğruları tekrar ber tekrar incelemede yatar. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 77–8)

    “Bir mecliste her söze kıymet ver! Hattâ fikrine uymayanları bile hemen reddetme. Bir başka münasebetten dolayı ifade edilmiş olabileceğini düşün ve sonuna kadar sabret!” diyerek, düşünce özgürlüğüne ve düşüncelerin müza*keresine çok geniş kapılar açan Fethullah Gülen, meseleyi Peygamberimiz’le irtibatlandırarak, söze bir anlamda kutsallık katar. Daha önce de yeri geldikçe ifade edildiği gibi, nasıl Kur’an Allah’ın Kelâm sıfatından gelen bir kitap ise, Kur’an’ın veya İslâm’ın nazarında kâinat da, Kudret’in harflerinden ve kelimelerinden oluşan bir kitaptır. Yaratılmışa böyle bir kitap olarak bakan başka bir din, bir felsefe, bir düşünce sistemi var mıdır bilemem; fakat, ilk emriyle kâinatın okunmasını emreden İslâm’ın Peygamberi, Fethullah Gülen’in ifadesiyle, bir “söz sultanı”dır. “Hakk’ın murad ve kelâmına tercüman olma vazifesiyle gönderilmiş bulunan” Peygamberimizin sözü “o kadar tatlı, ifadeleri o kadar büyüleyiciydi ki, O (s.a.s.) konuşurken başlar döner, bakışlar başkalaşır, kalpler duracak hale gelir, akıl ve muhakemeler teslim-i silah eder, insanî duygular dirilir ve ruhlar da âdeta kanatlanırdı” der. Peygamberimizin, az sözle çok anlam ifade eden bazı hadislerini de yorumlayan Fethullah Gülen, O’nun sözleriyle ilgili değerlendirmelerini şöyle noktalar:

    Evet, O’nun sözleri, her dalgalanışıyla sahilleri incilerle bezeyen birer deniz, gönüllere ürpertiler salarak zirvelerden dökülen birer şelâle ve derinliklerden kopup gelen fevvâreler gibiydi.. ne o deryaları zenginlik ve muhtevâsıyla tavsif etmek, ne o çağlayanlara tercüman olmak, ne de o fevvârelerin ulaştığı noktalara ulaşıp onları ihâta etmek mümkün değildir.

    33. Şimdiye kadar yüzlerce muhakkik ve edîp O’nun söz cevheri etrafında dönüp durdu.. binlerce ve binlerce mütefekkir o pırıl pırıl âb-ı hayat kaynağına baş vurdu ve nice devâsâ kâmetler, ömürlerini O’nun derinliklerini kavramada tüketti ama, O hep ulaşılan noktaların ötesinde kaldı. Bir şairimizin Kur’an hakkında söylediği bir şiirde az bir tasarrufla şöyle dersek, yerinde olur zannederim:

    Bikri, fikri kâinatın çâk çâk oldu fakat,

    Perde-i ismette kaldı beyân-ı Rasûl henüz! (Yeni Ümit, Nisan-Mayıs-Haziran 1991)

    Söz ve düşünce konusuna bu ölçüde eğilen Fethullah Gülen, “bir cemiyetin dil, terbiye, âdet ve sanat gibi duygularından doğmuş, sonra da işlene işlene o toplumun hayat tarzı haline gelmiş, hemen her parçası çok ehemmiyetli bir kısım esasların bütünü” olarak gördüğü ve “din, yüksek ahlâk, fazilet ve hazmedilmiş ilimlerin potasında kaynaya kaynaya olgunlaştığı”nı belirttiği kültürün, milletlerin hayatındaki yerine de değinir. “Kendi kültürünü olgunlaştıramamış veya kaybetmiş milletler, meyve verememiş veya meyveleri dökülmüş ağaçlara benzerler. Bugün olmasa da yarın kesilip odun olarak kullanılmaları mukadderdir” diyen (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 37–8) Fethullah Gülen’e göre, ülkenin kültür hayatına hizmet, onun adına yapılacak başka bütün hizmetleri gerekirse aksatmaya sebep olacak önemdedir.

    Meseleyi İslâm ve İslâmî ilimler noktasında da değerlendiren Gülen, dinî ve millî hayatımızda temel esaslara, meselâ dinde Kur’an’a, Sünnet’e ve İslâmî ilimlerin temellerini atan büyük müçtehidlerin ortaya koydukları prensiplere bağlı kalınmak kaydıyla, sürekli inkılâpçı olma, sürekli yenileşme ve zamanın, hadiselerin gerisine düşmeme, hattâ yörüngesine de kapılmadan, onlara yön verici olmanın gereğinden söz eder. “Nisbetler perspektifinde bazı ilim adamlarımıza hak ettikleri büyüklükleri vererek, onları başımıza taç yapsak da, hem müsbet ilimler hem de dinî ilimler sahasında halledilmesi gereken dünya kadar mesele” olduğuna, ama ne yazık ki, topyekün İslâm dünyasında, son birkaç asırlık zaman zarfında, çok az istisnalar dışında çağın bütün problemlerini kucaklayacak ilim adamı yetişmediğine dikkat çeken Gülen, İslâm’ın ilk 5 asrının bütün ilim dalları adına tarihte emsaline az rastlanır güzellikte asırlar olduğunu, fakat bu dönemin tacı seviyesindeki Nizamiye Medreseleri’nin, paradoksal biçimde, aynı zamanda ilmî durgunluğun başlangıcını da teşkil ettiğini vurgular. Gülen, “Meselâ” der ve ilave eder: “fıkıh ilminde, ehl-i tercih denilen, yani mutlak ve mezhepte müçtehidlerin içtihadları arasında tercihte bulunabilecek müçtehidlerce en son kaleme alınmış kitaplar, Fatih Sultan Mehmed döneminde yaşamış ve Fatih Camii’nde imamlık yapmış merhum Üstad Halepli İbrahim Efendi’nin yazdığı Mülteka’l-Ebhur ve yine aynı döneme ait Molla Hüsrev Hazretleri’nin yazdığı Dürer ve Gurer’dir. Aradan bunca asır geçmiş ve elbette çok şey değişmiştir. Halbuki heyetler teşkil edilebilir ve bu sahada ehil insanlar yetiştirilerek çağ kucaklanabilirdi. Ve böylece geçen 4-5 asır da, daha öncekiler gibi bizim asrımız olurdu. Ama işin doğrusu şu ki, 7-8 asırdır belli şeylere kilitlenip kaldık.”

    Günümüzde, hemen bütün şubeleriyle mevcut pozitif ilimlerin Batı materyalizmine dayandığını, Müslümanların ise bu sahada eklektik düşünmeden kurtulamadığını ve sadece Batı ilim temellerine İslâmî epistemoloji monte etmeye çalışmaktan öte gidemediklerini, yani henüz bir ilim felsefesi dahi geliştiremediklerini söyleyen Fethullah Gülen, ancak Müslüman ilim adamlarının, bütün sıfat, isim ve icraatıyla Allah’a iman esasından hareketle kâinata nüfuz ederek, ‘tabiî’ olguların ve hadiselerin içine girerek gerçek bir İslâmî epistemoloji geliştirebileceklerine, İslâmî ilim anlayışının da buna dayandığına dikkat çeker. Bunun için de, mevcut ilim anlayışı ve ilim zemininden kurtulmak gerektiğini bilhassa vurgular.

    “Kâinat, Allah’ın Kudret, İrade, Meşiet ve İlmi’yle meydana gelmiş bir kitaptır. Kur’ân-ı Kerim de, bu kâinat kitabı adına bir beyandır. Bu iki kitap arasında, esas itibarıyla herhangi bir zıtlık söz konusu değildir. Bizim de yakalanmasını istediğimiz anlayış işte budur” diyen Gülen’e göre, bu anlayış bir marifet, bir vicdan kültürü haline getirildiği zaman çağ aşılabilecektir. Önemli olan da, çağı yakalamak veya onunla atbaşı gitmek değil, onun önünde yürüyüp, zamana ve hadiselere yön ve yörünge tayin etmektir.

    Hadis, fıkıh, tefsir, kelâm gibi bütün İslâmî ilim dallarında da yepyeni çalışmalar yapılması gerektiğine de vurgu yapan Fethullah Gülen, bunun için de kaynakları yeniden gözden geçirme, yeni tasniflere gitme ve Kur’anî, İslâmî gerçekleri, onları kâinat gerçekleriyle bağdaştırarak, daha doğru bir ifadeyle, Kur’an ile, onun yaratılış sahasındaki nüshası olan kâinat arasındaki mutabakatları keşfederek anlatma, din ile sosyolojiyi, din ile ‘tabiî’ ilimleri bir arada ele alma lüzumuna dikkat çeker. Gülen, bu konudaki değerlendirmelerini şöyle bağlar:

    Mesele, sadece inananları Cennet’e yönlendirmek değildir. Mesele, Cennet’e giderken dünyanın bütün kapılarını da Firdevslere açık hale getirmektir ki, bence aslolan da budur. Bu da, ilimle, irfanla ve arkada miras bırakılacak sağlam İslâmî anlayışla, hattâ onu hayata hayat kılmakla ve onu herkesin hüsn-ü kabul göstereceği bir sistem halinde takdim etmekle olacaktır. Bu ise, ancak bütün İslâmî meselelerin akademik seviyede ele alınmasıyla mümkündür. Avamca düşünce ve avamca görüşlerin bu vadide bir şey vad edeceklerine ihtimal vermek, ihtimallerin en zayıfıdır. (Prizma 1, 56-62)

    Fethullah Gülen, kültür meselesinde dile ayrı bir önem verir. Ona göre, Türkiye’nin Türk dünyası ve Batı ile kaynaşması, en azından bu konumda bulunması, Avrupa, Amerika, Avustralya’da yetişen Türk nesillerinin mev*cudiyeti, Türkçe’nin bir dünya dili haline getirilmesini gerektirmektedir. Dil, kültürün bir boyutunu oluşturduğu için de ayrıca önemlidir. Türkçe, 9 asırdır Türkiye’de ve asırlarca Türklerin hakim bulunduğu topraklarda şu veya bu ölçüde konuşulan ve kullanılan bir dil olmuştur. Eğer Türkiye, gelecekte dünyada kendine, tarihine yakışır bir yer almak istiyorsa, dilini de evrensel*leştirmeli, onu bir ilim dili haline getirmelidir.

    Gülen’e göre, çoktan işaretleri ortaya çıkmış bir vakıa olarak, gelecek ilim ve beyan çağı olacaktır. Bu bakımdan, milletlerin geleceğinde, kalkınmasında, çok hızla küreselleşen dünyada kendine yer edinmesinde ilim kadar dilin önemi vardır. Türkçe’nin böyle bir önemi taşıyacak bir dil olabilmesi için başta edebiyatçılar olmak üzere, herkese ciddi sorumluluklar düşmektedir. Bu açıdan, sadece mevcudu öğrenip-öğretmekle kalmayıp, büyük istidatlar yetiştirerek onlara ciddi sorumluluklar yüklenmeli ve dilimizin gelecekte çok ileri bir seviyede temsil edilmesi sağlanmalıdır. Bunun için de, bir taraftan dilin kendi kurallarına uygun kelime üretirken, diğer taraftan da, asırlardan beri kullanıla kullanıla dilimize malolmuş kelimelerin muhafazası bir zarurettir. Millete mal olmuş kelimeler artık bizimdir ve dil zenginliğimizin bir buududur.

    Gülen’e göre, Osmanlıca çok zengin bir dildi. Bu dilde artık, en azından kullanılmaya kullanılmaya unutulmuş kelimeler var ise, yeni nesiller bunu anlamıyor diye, ondaki her Arapça, Farsça veya daha sonra giren Fransızca kelimeler dilimizden ayıklanmamalıdır. Anlamamak bir mazeret değil, belki bir kusur, bir eksikliktir. Dolayısıyla nesiller, kendi dillerini, onun öncesini de anlayacak şekilde yetiştirilmelidir. Türkçe’ye hakim insanlar, konferans, seminer, panel ve sempozyumlarla dil meselenin önemini vurgulayabileceği gibi, gazete, TV, dergi gibi yazılı ve görsel medya, istenilen neticeye ulaşmada vasıta olarak kullanılabilir. Milletimizin kendini bütün dünyaya anlatabilmesi, yeniden isbat-ı vücut edebilmesi, bir açıdan Türkçenin “dünya dili” haline getirilmesine bağlıdır. (Sevindi, 1997)


Sayfa 2/4 İlkİlk 1234 SonSon

Benzer Konular

  1. Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 23.06.09, 13:28
  2. Bayram Düşünceleri-2
    By BaRLa in forum Risale-i Nur'u Yeni Tanıyanlara
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 22.06.09, 16:57
  3. Bayram Düşünceleri-1
    By BaRLa in forum Risale-i Nur'u Yeni Tanıyanlara
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 22.06.09, 16:52
  4. Dinde şahsi görüş olmaz
    By Konyevi Nisa in forum Dinimiz ve diğer dinler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 11.10.08, 11:35
  5. Kavramlar Sende Ekle
    By mücahitt in forum Kur'an Tefsiri
    Cevaplar: 7
    Son Mesaj: 26.07.08, 19:05

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •