Sayfa 3/4 İlkİlk 1234 SonSon
34 sonuçtan 21 ile 30 arası

Konu: Bazı Çağdaş Kavramlar ve Önemli, Güncel Konulardaki Görüş ve Düşünceleri

  1. #21
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    Sanat ve edebiyat

    Fethullah Gülen’e göre sanat, terakkinin ruhu ve duyguları inkişaf ettiren yolların en önemlilerindendir. O, aynı zamanda, gizli hazineleri keşfedip açan sihirli bir anahtar gibidir. Onunla açılan kapıların arkasında fikirler suret urbası giyer, hayaller de âdeta cisimleşir.

    “İnsanları, denizlerin sonsuzluk ve derinliklerinde, semaların yükseklik ve maviliklerinde dolaştırıp seyahat ettiren sanattır. Sanat sayesinde insan, yerlerin ve göklerin enginliklerine yelken açar, zaman ve mekânüstü duygulara ulaşır” diyen Gülen, sanatın, insanoğlunun güç ve derinliklerini tasvir eden en birinci levha olduğunu ve sanat sayesinde en derin duygu ve düşüncelerin, en çarpıcı tesbitlerin, en içli arzuların bir plağa kaydediliyor gibi kaydedilip, âdeta ölümsüzleştirildiğini de belirtir.

    Sanatta tecride önem veren Fethullah Gülen, bilhassa imanla birleşen sanatın ne muhteşem güzelliklere menşe olacağını ifade eder ve buna bir de misal verir: “Sanatın imana refakati sayesinde değil miydi ki, bu muhteşem dünya şaha kalkmış mabetleri, şehadet parmakları gibi öteleri gösteren minareleri, her biri başlıbaşına birer mesaj sayılan, mermerlerin alınlarındaki mübarek desen ve motifleri, çeşit çeşit hat sanatları, pırıl pırıl tezhipleri, solmayan işlemeleri ve kelebek kanatları kadar güzel nakışlarıyla seyrine doyulmayan bir güzellikler galerisi haline gelmişti.”

    İlmin, kendini en iyi sanatla ortaya koyacağına dikkat çeken Gülen, sanat adına ortaya herhangi bir eser koyamamış birinin, çok fazla bir şey bileceğini söylemenin zor olduğunu belirtir ve “sanata kapalı bütün ruhlar, varlıkları-yoklukları müsavi; kendilerine, ailelerine, milletlerine yararlı olmayan, hattâ zararlı olabilen bir kısım kuru kalabalıklardan ibarettir” tesbitinde bulunur. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 43–5)

    Edebiyata, özellikle şiire çok büyük ilgi duyan Fethullah Gülen için edebiyat, bir milletin ruhî yapısı, düşünce dünyası ve irfan hayatının belâğatli bir lisanıdır. Aynı ruhî yapı, aynı düşünce sistemi ve aynı irfan hayatını paylaşmayan fertlerin, aynı milletten olsalar dahi, birbirlerini anlamalarının mümkün olmadığını ifade eden Gülen’e göre, edebiyat olmasaydı, ne hikmet o debdebeli yerini alabilir, ne felsefe gelip bu günlere ulaşabilir, ne de hitabet kendinden bekleneni verebilirdi. Bununla birlikte, karşılıklı bir etkileşim ve hizmet içinde hikmet, felsefe, hitabet de, kendi sahalarıyla alâkalı zengin malûmatı, bitmeyen bir sermaye olarak edebiyatın önüne sermiş ve ona ölümsüzlük kazandırmışlardır.

    Fethullah Gülen, “edipler ve şairler, iç ve dış dünyalar (enfüs ve afâk)da görüp hissettikleri güzellikleri seslendiren birer neyzene benzerler. Duygular yoluyla gelip onların ruhlarını saran alevlerden habersiz kimselerin, neyi de, neyden yükselen feryadı da anlamalarına imkân yoktur” der. Edebiyata ve edibe, şaire böyle önemli bir makam veren Gülen, bu “neyzen”lerin neylerinden yükselen feryat gibi, diğer sanatkârların eserlerinin de nasıl oluştuğuna temas eder ve bunu yaparken, sanatın çok önemli bir boyutuna da dikkat çeker: “Her gerçek, önce insan ruhunda bir öz halinde belirir; sonra hissedilir; sonra da sözle, kalemle, çekiçle canlandırılır, kristalleştirilir ve nokta nokta, çizgi çizgi sanat eserinin çehresinde ifade edilmeye çalışılır. Böyle bir eserin, zaman ve mekân üstü buutlara ulaşması ise, tamamen inanç ve aşkın dereceleriyle alâkalıdır.”

    Fethullah Gülen için edebiyatta esas unsur manâdır. Gülen, bu esastan hareketle üslûba dikkat çeker ve maksatları ifadede kullanılacak manzum ve mensûr her sözün düşünce pırlantasına mahfaza olması ve onun yerine geçmemesi, ona gölge etmemesi gerektiğini belirterek, “bu mahfaza zebercetten de olsa, muhteva, maksat ve hedefi gölgelediği ölçüde söz, tesir ve ihsas gücünü kaybeder ve böyle bir sözün uzun ömürlü olmasına da imkân yoktur” der. Bu tesbitiyle, manânın lâfza feda edilmemesi, lâfzın manâyı gölgelememesi gerektiğini vurgulayan Gülen, bununla birlikte bir başka açıdan, yine manâ adına, üslûbun önemini de hatırlatarak, yüksek mefhum ve düşüncelerin yüksek üslûpla anlatılması gerektiğini bilhassa belirtir: “Yüksek düşünce ve yüksek mefhumlar, mutlaka zihinlere nüfûz edecek, gönüllerde heyecan uyaracak ve ruhlarda kabul görecek âlî bir üslûpla anlatılmalıdır. Yoksa bir kısım lâfızperestler, manânın sırtındaki yırtık ve perişan urbaya bakarak, içindeki cevherlere talip olmayabilirler.” Gülen, üslûp adına meselenin sadece “eskilerin beyân ve bedîi mevzûlarında ele aldıkları teşbih, istiare, kinaye, telmih, cinas, iade gibi söz ve manâ sanatlarını” ustaca kullanmaktan ibaret olmadığını, “en derin sözün, ilhamla coşan heyecanlı ruhlarda, varlığı sarıp sarmalayıp gönlüne yerleştirmesini bilen engin hayallerde, dünya ve ukbayı (Âhiret) bir hakikatın iki yüzü gibi bir arada mütalâa etmeye muvaffak olmuş inançlı ve terkipci dimağlarda aranması” gerektiğini de vurgular. (a.g.e. 45–9)


  2. #22
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    Şiir ve şair

    Edebiyatın dalları içinde şiire ayrı bir önem veren Fethullah Gülen için şiir, dağları ve ovaları, vadileri ve yarları, denizleri ve karaları, inişleri ve yokuşları, çiçekleri ve ağaçları, hüzünleri ve sevinçleri, inişleri ve yokuşlarıyla, İmam-ı Gazzâli’nin “imkân çerçevesinde kâinat, şu halinden daha güzel olamaz” diyerek kemalini ifade ettiği varlığın ve insanın dünyasının düzenini, çokluk içindeki birliğini, karmaşık görünen âhengini seslendirmelidir. “Şiir, kâinatın ruhunda saklı bulunan güzellik ve tenasübün, varlığın çehresindeki tebessüm ve dil-rubâ (gönül açıcı) keyfiyetin şairane ruhlarda ifade edilmesinden başka bir şey değildir.”

    “Edebiyat, bir milletin ruhî yapısı, düşünce dünyası ve irfan hayatının belâğatli bir lisanı; şiir ise, sevgisi, nefretleri, heyecan ve ızdırapları, ümit ve inkisarlarıyla içinde çimlenip geliştiği toplumun soluğu, şair de, yerinde bu toplumun nefes borusu ve akciğeri, yerinde de dili dudağıdır” diyen Gülen, her şiir, içinde yeşerip geliştiği ve kendine malzeme teşkil eden cemiyetin husûsiyetleri açısından mütalâa edildiğinde insana bir şeyler söylese bile, ona dâyelik yapan toplumu nazara almadan, onu gerçek manâsıyla anlamanın zor olacağı görüşündedir. (a.g.e. 50, 54)

    Gülen, şiirin karakterinde ve onu anlamada, tarihi, inancı, gelenekleri ve hâlihazır durumuyla içinde yeşerdiği toplumu tanımanın önemine dikkat çekmekle birlikte, şiiri şiir yapan unsurların bunlardan ibaret olmadığını da vurgular. Ona göre şiir, kâinatın görünen yüzüyle iktifa etmeyip, öteleri, daha daha öteleri kurcalama yolunda duyulan “hay-hû” veya bu uğurdaki cehdin iniltileridir. Şiirdeki ses ve nağmeler, yaşanılan ruh hâleti ve iç derinliğe göre bazen gürül gürül, bazen de incelerden ince çıkar. Bu itibarla da, şiire ait her ses ve söz, ancak dile geldiği andaki ruh hâletiyle tam kavranabilir.

    Gülen için şiir, hem bir açıdan hâlihazırı aydınlatan bir şule ise, hem de “mesafelere ışıklar salan bir projektör ve öteler kaynaklı aşk ve heyecan bestesidir. Gerçek şiirin ikliminde gözler aydınlığa erer, uzaklar yakın olur ve ruhlar, sönmeyen bir azim ve şevke ulaşır. Şiirler de, tıpkı yakarışlar gibi, insanın iç dünyasındaki iniş-çıkışları, şevk-hüzün hallerini de dile getirir ve ferdin yüce hakikatle konsantre olması ölçüsünde lâhûtî soluklar haline gelir. Bu bakımdan, her münacat bir şiir, sonsuza doğru kanat açmış her şiir de bir münacattır. Şiir, bir manâda, kâinatın bağrında saklı ve onu demdemeye, zemzemeye getiren öteler kaynaklı hakikatı ve hakikatlar hakikatını aramayı hedef seçtiği için, düşüncede buğu buğu esrar, geçilen yollarda alaca karanlık ve çok yönleriyle kapalı bir iklime ait, zor anlaşılır, çok buutlu bir sestir. Gerçek şiirin her kelime ve cümlesinde, esrarengiz bir şatoda her ses ve görüntüyle irkilen fevkalâde hassas bir seyyahın müşahede ve duyuşları sezilir. Bu açıdan şiir, bir yürek hoplaması, bir ruh heyecanı ve bir gözyaşıdır. Şiir, şairlere ait bir kısım solmayan çiçekler ve bu çiçeklerin çevreye saldığı kokular demektir. Toprağı temiz, suyu duru, tohumu da belli ve sağlam olduktan sonra, bu çiçeklerin renk ve kokusuna doyum olmaz.” (Kırık Mızrap 1-2, 462–64; Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 50-53)

    Fethullah Gülen, şiiri şiir yapan iki unsurdan bahseder. Bunlardan biri sevgi, diğeri ise ızdıraptır. Gülen’e göre sevgi, dünyaya gelen her varlıkta en esaslı bir unsur, en parlak bir nur, en büyük bir kuvvettir. Sevgi, evvelâ, bütünleşebildiği her ruhu yükseltir ve ötelere hazırlar. Sonra da, sevgiyle bütünleşmiş bu ruhlar, sonsuzluk adına doyup duydukları şeyleri bütün gönüllere duyurmanın uğraşını vermeğe başlarlar. Bu yolda ölür ölür dirilir; ölürken sevgi der ölür, dirilirken de sevgi soluklarıyla dirilirler. Sevmeyen ruhların olgunlaşıp, insanî semalara yükselmelerine imkân yoktur. Sevgiden mahrum sineler, egonun karanlık lâbirentlerinden bir türlü kurtulamadıkları gibi, kimseyi sevemez, sevgiyi sezemez ve varlığın sinesindeki muhabbetten habersiz olarak, kahrolup giderler (Sızıntı, Mart 1987). Halbuki şairler, başkaları için yaşayan ve dolayısıyla insanlar arasında sevgiden hissesi en fazla olan kimselerdir. Bu sebeple, sevgisiz şiir olamayacağı gibi, sevmeyen de şair olamaz. (Ahmet Ersöz’ün Bir Ah Yüceliği’ne önsözden)

    Gülen’e göre, şiirin bir dış yüzü vardır, bir de iç yüzü. Onun dış yüzünde daha çok kelimeler, cümleler, ölçü, söyleyiş tarzı, sanatlar ve şekil hakimdir. İç yüzüne gelince, orada ruh, kendi dünyasında mayaladığı düşünceleri, renklendirdiği duyguları, heyecan ve ızdıraplarını, ümit ve inkisarlarını, öfke ve sevinçlerini ifade için, zaman olur, çiçeklerin çehresi ve kelebek kanatları gibi en süslü ve zarif ifadeler arar; zaman olur, kıvılcımlar gibi düştüğü yerde yangın çıkaracak kelimelerin, yine zaman olur, neyin feryatlarına denk iniltiler meydana getirecek sözcüklerin peşine düşer. Bu noktada, şiiri anlama konusuna da değinen Gülen, şöyle der: “Ruhun bu, âdeta âfâkla enfüsü bir noktada cem eden mavera yolculuğunda ona eşlik etmek gerekir ki, kullandığı kelimelerin, ifadelere yüklediği manâların ve edebî sanatlar ve tercih ettiği şekillerdeki televvünlerin derûnuna nüfuz edebilelim. Bu sebeple, şiir yorumcusunun yaptığı, ruhun hedefe varmış olan yolculuğunu sadece satıhta takip edip, bu yolculukta uğradığı menzilleri ve bu menzillerdeki âh u vahlarını, sürur neşidelerini, hasret ve hicranlarını, ümit ve inkisarlarını yakalamaya çalışmak*tan ibarettir. Ancak, burada yorumcuya yol gösterecek iki projektör vardır ki, bunlar tam yerinde kullanılabilirse, şiirin dış yüzünden iç yüzüne belli ölçüde nüfuz etmek mümkün olabilir. Çünkü, çok defa şiire, düşünce ile duyuşun birbiriyle kaynaşıp bütünleşmesinden hasıl olan bir ton hakimdir. İnsan bünyesindeki hipofiz bezi gibi, düşünce ve duygunun arkasında da, onlara hükmeden ve her noktada kendilerini hissettiren iki unsur vardır. İşte bu iki unsur, sözünü ettiğimiz iki projektör olarak, niyet ve nazardır. Niyet ve nazar, şiirin bütün unsurlarına birer renk olarak akseder. Şiirin bütün eda keyfiyeti bu iki unsur etrafında döner. Bunlar, fikrin ayağının kaydığı yerlerde onun elinden tutar ve hissin önünde sihirli bir lamba gibi, hep yollara ışık saçarlar.” (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 53–4; Bir Ah Yüceliği’ne önsöz)

    “Şiirde her duyulup düşünülen şey tasavvur edilebilmeli, tasavvurlar firesiz olarak muhakemeden geçirilebilmeli ve şairin iç dünyasında birer esinti halinde beliren bu gizli unsurlar, kelime ve cümlelerle soluklanacakları âna kadar mevcudiyet ve canlılıklarını koruyabilmeli ve kelimelere başkaldırmış bir mesaj, bir inilti halinde ruhlara aksetmelidir” diyen Fethullah Gülen, şiirin de yüce bir gayeye hizmet etmesi gerektiğini belirterek, şu noktaya dikkat çeker: “Şiirde de irşad esas alınmalı ve dolayısıyla herkes onda kendini bulabilmelidir. Bu yüzden, gerçek bir şair, ötelerle sermest, Sonsuz’la kesilmeyen bir alış-veriş içinde, eşyanın düzenine ve perde gerisine vakıf, ruhları perçeminden kavramış, söyleyişinde zahiren basit gibi görünse de, şekle şekil, manâya manâ olarak değer ve yer veren ve her manâya kendine has elbiseyi giydirebilme kabiliyetiyle her seviyedeki insana seslenebilen evrensel kişidir.” (a.g.eserler)


  3. #23
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    Musıkî

    Fethullah Gülen, musikîye özel bir önem verir. Ona göre, herhangi bir musikî veya müzik parçasında manânın güçlü olmasına dikkat edilmeli, dolayısıyla, o parçanın icrası anında bir taraftan his tufanı yaşanırken, diğer taraftan manânın gücü, düşündürücülüğü ile insanın bir şeyler duyması, anlaması mümkün olabilmelidir. “Musıkînin esas unsurları olan ses, enstrüman ve söz (tema) bir bütün halinde olunca, herhangi bir musikî parçası insan üzerinde tam müessir olabilir. Tema-ses-saz (enstrüman) bütünlüğü sağlanamadığı takdirde insan, his dünyasında boşluklardan kurtulamaz. Öyle ki, bazen birtakım eserlerde söz âhenge, muhteva ritme isyan eder” diyen Gülen, sözün âhenk bütünlüğünü sağlayabilecek, muhteva derinliğini aksettirecek türde olması gerektiği üzerinde durur.

    “Müziğe yatkın olan bir dimağ, dünyada her şeye yatkın olur. Zira müzik incelik ister, esneklik ister, duyarlılık ve mükemmel bir his yapısı ister” diyen Gülen, herkesin musikişinas veya müzisyen olamayacağını vurgular. Gülen, müziği pek çok sanatlardan daha ileride bir sanat olarak görür. Ona göre ciddi sanat kabiliyeti olmayan bir insanın müziğe uyum sağlayabilmesi, müzik yapabilmesi âdeta imkânsızdır. Gülen, bu tesbitten hareketle, kadının yaratılıştan duyarlı ve hassas olmasının, onun için musıkî adına bir avantaj teşkil ettiğini, bu sebeple de, bayanlarda müzik kabiliyeti oranının erkeklerden daha fazla olduğunu söyler.

    Bilhassa günümüz toplumlarında musikînin çok yaygınlaştığına dikkat çeken Fethullah Gülen, “toplumun içinde sürüklenip gittiği bu saha”nın başıboş bırakılmaması gerektiğine dikkat çeker. Ona göre, mesaj yüklü, manâ yüklü, hisleriyle, düşünceleriyle insanı zenginleştiren, insanı yüce hedeflere götüren, ona kemalât yollarını gösteren ve bu yollarda ona şevk verecek eserler meydana getirilip, bunların bestelenmesinin lüzumu üzerinde durur. Gülen, şöyle der: “Dinlediğiniz bir eser, sizi Kur’ân’a yönlendiriyor, içinizde Allah’a karşı vuslat arzusunu köpürtüyor, sizi Emrah gibi bağrı yanık hale getirip secdeye zorluyor, millî, dinî değerlerinize karşı alâkalarınızı kanatlandırıyor, size kendi romantizminizi fısıldıyor, bunları yaparken de, müstehcenliğe, bâtılı tasvire vs. kapalı kalınabiliyorsa, evet işte bu eser gayet güzeldir. Bünyesinde gıybeti barındıran, fuhşu tasvir eden, şehevanî hisleri tahrik eden, insanın yeis, yani ümitsizlik duygularını kabartan eserlere gelince, onlar için dinlenmesinde mahzur olmaz diyemem.” (Fasıldan Fasıla 3, 175–76)

    İnsanda ümitsizlik, karamsarlık ve kaderden, hattâ Allah’tan şikâyet duyguları uyaran veya bunları terennüm eden ağıt türü parçaların da ne yazılması, ne bestelenmesi, ne de dinlenmesinin doğru olduğuna dikkat çeken Fethullah Gülen, bu tür duyguların kaynağının Allah’a, Âhiret’e ve kadere, en azından gerektiği gibi inanmamaktan ve hadiselerin hikmetini bilememekten kaynaklandığını belirtir.

    Gülen, Kur’ân’ın bir musiki şaheseri olduğuna dikkat çeker ve “onu okumada önemli olan, muhtevadan hareketle, ondaki her bir kelimenin istediği seslendirmeyi, konumuna uygun olarak verebilmektir” der. Buna misal olarak da, Kur’ân’da mağrur inkârcıların konuşmasının, kibir, kendini beğenmişlik ve bir çalım edası içinde caka satarak konuşan eli belinde bir insanı göz önüne getirdiğini ifade eden Gülen, âyet-i kerimeleri okurken, okuyuşun bu muhtevayı aksettirebilmesinin önemli bir esas olduğunu vurgular ve bu değerlendirmesini şöyle bağlar: “Günümüzde her yerde bu çerçevede Kur’ân’ın okunduğu söylenemez. Ses ve nağme ile beraber muhtevanın hakkını yemeden, onu olduğu gibi ortaya koyma, maalesef yok denecek kadar az. Hele, ihlâsla onu soluklamak ender-i nadirattan.” (a.g.e. 177)

    Başta da ifade edildiği gibi, musıkî ile duyarlılık, incelik, zerafet ve estetik duygusu arasında çok yakın, hattâ birbirini gerektiren bir münasebet olduğunu özellikle belirten Fethullah Gülen, “ruh inceliğinden mahrum kaba hisler, bahsimizden hariçtir. Musikide ruh, bütünüyle nezaket, nezahet ve zerafet kesilir. Yalnız bu neticeye ulaşabilmek, rûh-efzâ (ruha can katan) musıkiyle çok uğraşmaya ve hakikî musikîşinaslarla oturup kalkmaya, sözden-sazdan ziyade ruha-manâya yönelmeye bağlıdır” der. Klasik Türk sanat musıkîsinin, bu ruhu insana kazandırdığına dikkat çeken Gülen’e göre, bunun kaynağı da, nefislerin terbiye gördüğü, insana ahlâk, hassasiyet ve her türlü ruh güzelliğinin kazandırıldığı tekye ve zaviyelerdi. Bu müesseseler gerçek misyonlarından uzaklaşıp, miskinler otağı haline gelince, sanat müziği de çok önemli bir kaynağını kaybetmiş oldu.

    Her şeye rağmen Türk musikîsinin geleceği konusunda ümitli olan Fethullah Gülen, bu ümitlerini ve nasıl bir musikî hayal ettiğini de şu sözleriyle ifade eder:

    Biz, ruhumuza üns üfleyecek musikî istiyoruz. Bizi tefekkürün zirvelerine çıkaracak, ulvî duygularla dolup taşmamızı sağlayacak ve bizi kendimizden geçirecek, geçirip öteler ötesiyle konsantrasyonumuzu temin ve tesis edecek musikî istiyoruz. Ve yine biz, ahlâk, edep, terbiye ve disipline kaynak teşkil edecek tertemiz, dupduru, his ve duygularımızla şahlanışımızı sembolleştiren ve bize gönlümüzün sesini dinleten bir musikî istiyoruz. (Fasıldan Fasıla 2, 235)


  4. #24
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    Roman, hikâye, tiyatro ve sinema

    Fethullah Gülen, denebilir ki, son bir-bir buçuk asra kadar İslâm dünyasının kendilerine karşı mesafeli durduğu roman, hikâye ve tiyatro ile, 20’nci asrın başlarında ortaya çıkan sinema üzerinde de durur. İslâm ile bu sanat dalları arasındaki münasebet her zaman tartışma konusu olageldiği için, o da bunlara bu açıdan yaklaşır. Gülen’e göre, roman, hikâye, tiyatro ve sinema dallarında özellikle Türkiye, Batı’ya oranla çok geridedir. Bunda, İslâm’ın bu konularda sahip olduğu varsayılan tavır kısmen rol oynamış bile olsa, asıl sebep, bu sanat dallarında gösterilen ihmaldir.

    Gülen, bu tesbitten sonra, bu sanat dallarının herhangi birinde İslâm’ın kesin bir yasağının söz konusu olamayacağına dikkat çeker. Bu konular üzerinde düşünür ve yorum yaparken, iki taraflı aşırılıklardan kaçınılması gerektiğini belirten Gülen, aydınlar arasında özellikle Cemil Meriç’in romana ciddi eleştiriler getirdiğini, İslâm âlimleri içinde ise, roman hakkında “ölüleri canlandırma”, sinema hakkında “ölüleri hareketli gösterme”, tiyatro hakkında da, “mazi denilen geniş kabirdeki ölüleri hortlatma, ölülerin ruhunu dirilerin cesetlerine koyma” tabirleri kullanıp, “ölü hayat veremez” hükmünü verenlerin bulunduğunu nakleder. Buradan, bu âlimlerin roman ve hikâyeye mutlak manâda karşı çıktığının anlaşılmaması gerektiğini, çünkü bizzat kendilerinin, pek çok gerçekleri, daha önce yaşamış pek çok İslâm âlimi gibi temsilî hikâyelerle anlatma yoluna gittiklerini ifade eden Fethullah Gülen, bu temsilî hikâyelerin öz bakımından hikâye ve romanlardan çok farklı olmadığına dikkat çeker ve şu açıklamada bulunur:

    Öyleyse, roman ve hikâyeleri, buna bağlı olarak tiyatro ve sinema türü eserleri bir çırpıda alıp atmak ve onlara “yasaktır” etiketi yapıştırmak da doğru bir davranış olmasa gerek. Durum böyle olunca, üzerinde durulması gereken husus, bunların olup olmamaları gerektiğinden daha çok, bunların ihtiva ettikleri konuların neler olup neler olmaması gerektiğidir. Bâtılı (yanlış inanç, yanlış ve sapık düşünce ve hurafeler) tasvirin tecviz edilmemesi (dinen doğru görülmemesi) gerektiği, herkesin ittifakla kabul edeceği bir meseledir. Ayrıca, bunlarda İslâm’ın kesin haram dediği hususları (zina, fuhuş, alkol, uyuşturucu, kumar, hırsızlık, insan öldürme vb.) terviç veya teşvik manâsına gelecek her türlü tasvir, anlatış ve görüntüleme de, tabiî ki kabul edilemez. Yoksa temelde ne romana, ne hikâyeye, ne de diğerlerine karşı çıkma doğru değildir. İster Kur’ân’da anlatılan kıssalar ve temsilî tablolar, isterse Efendimiz (s.a.s.)’e ait konuyla ilgili beyan ve ifadeler, zannederim bu konuda orta yolu bulmada yeterli delil ve yol gösterici rehber sayılabilir. (Fasıldan Fasıla 2, 330–31)

    Gülen, daha sonra önemli bir konuya daha dikkatleri çeker. Bu da, eşyanın misliyle temsil edilmesi gerektiği gerçeğidir. Gülen, bu prensipten hareketle, “İslâm âleminin büyük ve yüce tanıdığı örnek şahsiyetler, başta Peygamberler ve büyük sahabîler, bence temsil edilmemelidir” der. Çünkü onları, etkileyici halleri, tavırları, davranışları, konuşmaları, hattâ görünüşleriyle temsil edebi*lecek kimse bulmak mümkün değildir ve dolayısıyla zihinlerde, onlar adına gerçek imajların yerleşmeyeceği açıktır. Gülen, bu noktada dikkat çekici bir teklifte bulunur: “Değişik şekilde onları da ifade edebilme imkânlarının söz konusu olduğu günümüzde, artık onları anlatmada müşahhas şekiller kullanma zorunluluğundan da bahsedilemez... Teknik imkânlar kullanılarak, ışık ve renk oyunlarıyla çok rahatlıkla ifade edilmek istenen meseleler pek alâ dile getirilebilir. Ve zannederim, böylesi hem daha doğru hem de daha tesirli olur. Zaten günümüzde müşahhastan tekrar mücerrede doğru bir kayış gözlen*mektedir ki, bu yolun, İslâm’ın rûhuna daha uygun düşeceği münakaşa götürmez bir gerçektir.” (a.g.e. 332)


  5. #25
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    TERAKKİ, HÜRRİYET VE MEDENİYET

    Fethullah Gülen, bir entelektüel olarak, şüphesiz günümüzde en çok sözü edilen kavramlara, bunların nitelik ve mahiyetlerine de ilgi duymakta ve zaman zaman bunlar hakkındaki görüş ve düşüncelerini açıklamaktadır.

    Terakki

    Gülen, terakkî, hürriyet, medeniyet ve benzeri çağdaş kavramlar üzerinde spekülatif tartışmalara girmez. Bunları artık gündemimize ve lûgatımıza girmiş kavramlar ve değerler olarak kabul edip, başkaları onların içini nasıl doldurursa doldursun, o, bunlara kendi açısından sahip olmaları gereken manâ ve muhtevayı yüklemeyi tercih eder. Ona göre, bir şeyin daha temiz, daha parlak, daha düzenli ve daha iyisi, onun terakki etmiş olanıdır. Bu bakımdan, mevcutla yetinmek himmetsizlik, yani gayesizlik ve gayretsizlik, mevcudu aşarak, daha muntazam, daha seviyeli eserler ortaya koymak ise terakkidir. Bu çerçevede, meselâ, ovayı, obayı çoraklaştırmak, bağı bahçeyi mezbeleliğe çevirmek, bir alçalma ve gerileme; çorakları ıslah, mezbelelikleri de bağ ve bahçe haline getirmek bir terakkidir. Bu sebeple, terakki etmiş milletlerin memleketleri cennet, dağları bağ, mabetleri de âdeta muhteşem birer saraydır. Buna karşılık, geri kalmış memleketlerin şehirleri harabe, sokakları mezbele, ibadethaneleri de birer küflü dehlizdir.

    Terakkî hakkındaki düşüncelerini bu şekilde somut ifadelerle ortaya koyan Fethullah Gülen, bir milletin terakkisi için gereken şartlar konusunda da, vecizeler şeklinde bazı ölçüler sıralar. Ona göre, bir milletin gelişip ilerlemesi, o millet fertlerinin fikrî ve hissî sahada terbiye görmelerine bağlıdır. Fertlerinde düşünce ve iç aydınlığı gelişmemiş milletlerin terakki etmesi de beklenemez. Milletlerin yükselmesinde, millet fertlerinin gaye ve hedef birliğine varmış olması şarttır. Birinin ak dediğine diğerinin kara dediği bir toplumda, olsa olsa, kâh sağa, kâh sola toslamalar olur, ama katiyen yükselme ve gelişme kaydedilemez.

    Fethullah Gülen, toplumların ilerleyip yükselmesinde bir diğer önemli noktaya daha dikkat çeker. Bu da, okuyup yazmadır. Ona göre bundan daha önemlisi de, herkes okuma-yazma bilse bile, millî kültürle nesiller belli bir istikamette terbiyeye tâbi tutulmadıktan sonra, beklenen neticeyi elde etmeye imkân bulunmadığı gerçeğidir.

    Gülen, ilmî icat ve keşiflerde olduğu gibi, terakkide de ‘telâhük-ü efkâr’a, yani, nesiller boyu fikirlerin birbirine destek vermesi, dolayısıyla nesiller arasında aynı hedefe yönelik bir yürüyüş içinde olunmasına çok önem verir. Ona göre, her terakki hamlesi, hâlihazırı iyi değerlendirmeye ve geçmiş nesillerin tecrübelerinden istifade etmeye önem verildiği ölçüde neticeye ulaşır. Aksine, arkadan gelen nesiller, öncekilerin tecrübelerinden istifade etmeyi düşünmüyor ve herkes kendine göre bir yol tutup gidiyorsa, onlar, bu çocuksu davranışlarla sadece milletlerini geriye götürmüş olacaklardır. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 41–3)




  6. #26
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    Hürriyet

    Fethullah Gülen, hürriyet üzerinde, sadece çağdaş hukukî ve sosyolojik bir kavram ve değer olarak değil, insanın manevî hayatında ve tasavvufta çok önemli yeri olan bir hâl, bir değer olarak da durur. Ona göre hürriyet, her şeyden önce, insanın en önemli özelliği, onu diğer varlıklardan ayıran en mühim yanıdır:

    İnsanı hayvanî mevcudiyetin fevkine (üstüne) çıkaran, onu illî kanunlara (sebep-sonuç kanunları) göre cereyan eden tabiat karşısında otonom yapan, sonra da onu mutlak, hür ve muhtar olan bir Mevcud’a bağlayan ayırıcı özellik, onun aklî bir varlık olmasında, irade ve iç müşahedeye malik bulunmasında aranmalıdır. İşte insanı insan yapan hususlardan biri, onun hürriyetidir. Yani, kendi hareketlerini kendi tayin etmesi, faal bir akla – otonomiye – malik olmasıdır. Bu sayede insan, canlı-cansız bütün tabiatın üstüne çıkar, hareketlerini kontrol etme ve hesabını verme kabiliyetini kazanır; hürriyet ve insan iradesi hesaba katılmadan, ne ahlâkiliği, ne de gayr-i ahlâkiliği izah etmek mümkündür. (Sızıntı, Temmuz 1979)

    Hürriyete böylesine önemli bir açıdan bakan Fethullah Gülen, onu şöyle tarif eder: “Hürriyet, ruhun, yüksek duygu ve yüksek düşüncelerden başka herhangi bir kayıt kabul etmemesi, hayır ve faziletten başka hiçbir prensibin esiri olmaması, buna karşılık, lâkaydilik (kayıtsızlık) ve lâubaliliğe düşmeden, insan dimağının, onu maddî-manevî terakkiden alıkoyacak bağlardan âzâde olması demektir.” (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 38)

    Bu temel tariften hareket eden Fethullah Gülen’e göre hürriyet, insan vicdanının önemli bir rüknü sayılan iradenin en esaslı rengi, en ehemmiyetli fakültesi ve en hayatî bir buudu olarak Allah’ın insanoğluna en müstesna ihsanlarından biridir. Bu büyük ve müstesna ihsan, İslâm literatüründe, ferdin kendi haklarına sahip olması şeklinde tarif edilmiştir; bununla birlikte, onun tam anlaşılabilmesi, biraz da aksinin kavranılmasına bağlıdır. Onun aksi, ferdin haklarına başkasının sahip olmasıdır ki, bu da düpedüz kölelik demektir. İnsana bu hakları, hususî bir çerçevede bahşeden Allah’tır. Bu itibarla da insanın, bu hakları değiştirmeye ve satmaya hakkı yoktur. Bu haklarını satmaya kalkan insan, Allah’ın ihsanına karşı nankörlük yapmış, başkalarına köleliği kabul etmiş ve günah girmiş demektir. Hürriyetle alâkalı böyle bir günahı işleyen biri de, insanlığının bir bölümünü yitirmiş sayılacağı gibi, Allah katında da ciddi bir sorumluluk altına girmiş olacaktır. Zira böyle bir anlayış ve davranış, her şeyden evvel insanî değerlere karşı saygısızlık demektir. Böyle bir saygısızlığı işleyenin, kendi varlığının şuurunda olduğu söylenemez; kendini idrak edememiş birinin de, gerçek marifet, muhabbet ve Hakk’a kulluktan nasibi yoktur.

    Meseleye, insanî ufuk noktasında ve belki hiçbir çağdaş yorumcunun ele almadığı açıdan yaklaşan Fethullah Gülen, hürriyetin temeli ve garantisi olarak, her şeyden önce insanın kendi varlığının şuurunda olmasını, dolayısıyla veya Allah’ı tanımasını kabul eder. Ona göre, Allah’ı tanımamak, insana veya onun dışında başka varlıklara kul-köle olmayı getirir ki, böylelerinin insanî haklara sahip olma manâsında hür olduklarından bahsedilemez.

    Şu halde hürriyet, insanın öncelikle Allah’tan gayri hiçbir şey ve hiçbir kimsenin boyunduruğu altına girmemesi, hiçbir şeyin önünde eğilmemesidir. Hürriyete ulaşmış bulunmak, kalbin Hakk’ı gösteren parlak bir ayna haline geldiğinin de en açık emaresidir. Ancak imanla, marifetle ve Allah’tan başka her güç, her servet, her iktidar sahibiyle kalbî alâkasını kesmekle varılabilecek olan bu noktaya ulaşmış bir insan, egosunu saran kayıtları da bir bir kırmış ve egosunun, yani enaniyetinin tesirinden de kurtulmuş insandır. İşte, gerçek hürriyet, ancak insanın, dünyevî endişelerden, mal-menal gibi gailelerden kalben sıyrılıp, yaratılış âlemine ait bütün husûsiyetleri ve manevî âlemlere ait bütün derinlikleriyle Hakk’a yönelmesi sayesinde gerçekleşebilir. Bu ufuk ve düşünceyi ifade için, “kölelik bağını çöz ve âzat ol; daha ne kadar zaman altın ve gümüşün esiri olarak kalacaksın?” denmiştir ki, meşhur sufîlerden Cüneyd-i Bağdadî’nin, hürriyetin ne olduğunu soranlara, “Cenâb-ı Hakk’a bağlılıktan başka bütün kayıtlardan kurtulmakla gerçek hürriyet tadılmış olur” şeklindeki cevabı da, aynı gerçeğin bir başka şekildeki ifadesinden ibarettir.

    “Hakikî hürriyet, kâmil manâda Allah’a kulluğun bir gereğidir; hattâ, hakikî hürriyet ile kâmil manâda Allah’a kulluk, eş anlamlı bile kabul edilebilir” diyen Fethullah Gülen, nihaî olarak şu değerlendirmede bulunur: “Denebilir ki insan, Allah’a kulluğu ölçüsünde hürdür. Kulluktan nasipsiz olanlar hür olamayacakları gibi, gerçek insanî değerleri kavramaları da mümkün değildir. Zira bunlar, hiçbir zaman beden ve cismaniyetin girdaplarından kurtulamaz, kalp ve ruhun hayat ufkuna ulaşamaz ve özlerini kendine has derinlikleriyle duyamazlar. Kalp, değişik matluplara, sevgililere, hedeflere tutulup bağlandığı sürece katiyen hür olamaz. Değişik mülâhazalarla sürekli başkalarına bedel ödeyen birisi nasıl hür olabilir ki.! Rica ederim, ömrünü bir kısım dünyevî çıkarlar ve cismanî hazlar karşılığında şuna-buna ipotek etmiş birinin hür olmasına imkân var mıdır?” (Sızıntı [Kalbin Zümrüt Tepeleri], Aralık 1994)

    Hürriyetle ilgili temel yaklaşımını bu şekilde ortaya koyan Fethullah Gülen, “nice kimseler vardır ki, bukağı ve zincirler içinde bulunmalarına rağmen, hep vicdanlarının hür semalarında uçar dururlar ve bir lâhza olsun esaret ve mahkûmiyet hissetmezler. Ve nice kimseler de vardır ki, saray ve kâşânelerin başdöndüren, bakış bulandıran ihtişam ve debdebesine rağmen, gerçek hürriyetin ne demek olduğunu, bir türlü duyup tadamazlar” der. Ona göre, hürriyeti mutlak serbestiyet içinde anlayanlar, bilerek veya bilmeyerek, hayvanî hürriyetle insanî hürriyeti birbirine karıştırmaktadırlar. Oysa ki, beden ve cismaniyetin karanlık isteklerini gerçekleştirme yolunda serazat gönüllerin bağrına sığındıkları hürriyet, tamamen bir hayvanlık şiarı olmasına karşılık, ruhun önünden engelleri kaldırarak vicdanın şahlanmasına imkân hazırlayan hürriyet ise, bir insanlık nişanıdır. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 38–9)


  7. #27
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    Medeniyet

    Bilindiği gibi, medeniyet kavramı da, son bir-iki asrın üzerinde en çok konuşulan konularından biri olmuştur. Bazıları onu modernizmle bir arada, hattâ onunla özdeş olarak değerlendirmiş – ki, pek çoklarına göre, birinci bölümde Osmanlı ve Cumhuriyet modernizmini anlatırken üzerinde durulduğu gibi, Türkiye gibi ülkelerde medeniyet modernizm olarak algılanıp, öyle yaşanmış – bazıları ise, ikisi arasında önemli bir ayırım yapmıştır. Fethullah Gülen, bu ikinci gruba dahildir denebilir. Şu kadar ki o, terakkî, hürriyet ve benzeri konularda olduğu gibi, bu kavram üzerinde de spekülatif tartışmalara girmemiş, artık bütün insanlığın lûgatının, hattâ günlük hayatının bir parçası olmuş bulunan bu kavrama, sahip olması gereken muhteva ve anlamı yüklemeye çalışmıştır.

    Gülen’e göre, insan, önce yaratılışı gereği medenî bir varlıktır. Yani, mahiyeti itibariyle medenileşmeye müsait olarak yaratılmış olup, varlığa erdiği günden bu yana, bir ölçüde hep medenî olabilmiş veya olmanın yollarını aramıştır. Çünkü medenileşmeyi, insanoğlunun sanayideki baş döndürücü muvaffakiyetleri, teknik ve teknolojik sahalardaki yenilikleri, trenleri, transatlantikleri, tayyare ve feza gemileri, büyük şehir, geniş cadde ve yüksek binaları, barajları, dev platformları, rafinerileri ve nükleer santralleriyle özdeşleştirmek isteyenler, hattâ özdeşleştirenler var ise de, bunlar hayatın “modernize” edilmesinde birer vasıta olup, medeniyet, insan istidat ve kabiliyetlerinin gelişmesine müsait bir iklim ve atmosfer, medenî insan da, bu iklimde, bu atmosferde duygu ve düşüncesi itibariyle inkişaf edip gelişen ve geliştirdiği yüksek duygularıyla toplumun emrine giren insandır. Bu itibarladır ki o, ruhî ve zihnî bir vaka olarak zenginlik, lüks, saray ve apartman gibi cismanî refah unsurlarında, istihsâl ve istihlak (üretim ve tüketim) gibi bedenî duygu gayyalarında aranmamalı, belki görüş tarzı, düşünce sistemi ve ruh enginliği gibi zihnî, manevî vakalarda aranmalıdır.

    Gülen, “medeniyet başka, modernleşme başkadır. Birincisinde insan, görüşleri, düşünce tarzı, insanî yanlarıyla; ikincisinde ise, bedenî hazları, yaşama vasıta ve imkânlarıyla değişip yenilenmektedir” der. Bu bakımdan medeniyet zenginlik, kibarlık bedenî hazları tatmîn ve cismaniyetin sefahetler içinde yüzüp gezmesi değil, gönül zenginliği, ruh nezaketi, görüş derinliği ve başkalarına hayat hakkı tanıyıp, onları da kabûl etmek demektir. Ama ne yazık ki, her ülkede bulunan bir takım yarı “aydın”lar, medeniyeti modernleşme ile özdeşleştirmiş, teknik imkân ve modern vasıtalara sahip olmayı medenileşme diye takdim ederek, nesillerin önce ifade ve düşünce tarzında yanıltılmasında, sonra da çarpık ve bozuk düşüncelerin zihinlere yerleştirilmesinde, neticede din, dil, millî felsefe, ahlâk ve kültür alanlarında tam bir dejenerasyona uğramalarında etkili roller oynamışlardır. Oysa medeniyet, daima ilim ve ahlâkın atbaşı götürüldüğü iklimlerde boy atmıştır. Ahlâk ve fazilete dayanmayan, akıl ve vicdan havuzlarından beslenmeyen medeniyet, insanlığın mutluluğuna değil, sadece birkaç zengin, birkaç da hevaperestin heveslerine hizmet eden gelip geçici bir şehrayinden ibarettir. Modernleşmeye hizmet eden tabiat ilimleri ve çeşitli fenlerde çok ileri olmak, vapurlar, trenler, uçaklar gibi modern seyahat vasıtalarına ve büyük şehir, geniş cadde ve yüksek binalara sahip bulunmak, ancak düşüncede, davranışta, inanç ve hayatta istikamete ulaşmış ellerde medeniyetin birer vesilesi olabilir. Fertlerin medenî olmaları, insanların, özlerinde bulunan iyi şeylerin nüvelerini geliştire geliştire ikinci bir fıtrat kazanmalarında aranmalıdır. Onu kılık kıyafet ve cismanî zevklerin her çeşidinden istifadeden ibaret sayanlar, bir kısım muhakemesizlerle, bir düzine de bedenî hayatın altında ezilmiş talihsizlerdir.

    Fethullah Gülen, medeniyetlerin oluşumuna da temas eder. O, her yeni medeniyetin yepyeni bir aşk, yepyeni bir iman hamlesiyle ortaya çıktığı, bu aşk ve imanın olmadığı yerde medeniyetten de, medenî bir oluşumdan da söz edilemeyeceği düşüncesindedir. Özellikle, bu iman ve heyecanın bulunmadığı bir toplumda, istidatların gelişmesine engel despotça müdahaleler de varsa, böyle bir iklimde, çeşitli ilim dalları sayesinde gökler aşılsa bile, medeniyet ufkuna ulaşılamayacağını ifade eden Gülen, günümüzde her şeyi sadece ilimle ele alan Garp medeniyetinin hep bir meflûç medeniyet olarak kaldığını, buna mukabil, “ilme karşı fermuarını çekip kendi içine kapanan Şark medeniyet*lerinin ise, halihazırdaki durumları itibariyle, bugüne ve yarına uygun birer medeniyet olmaktan uzak bulundukları”nı kaydeder. Bu bakımdan, ona göre, geleceğin medeniyeti, Garb’ın ilim ve fenleri, Şark’ın da inanç ve ahlâk felsefesinin fideliğinde boy atıp gelişecektir. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 39-41; Sızıntı, Ağustos 1985)


  8. #28
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    BAZI GÜNCEL, SOSYAL VE SİYASÎ

    KONULAR VE KAVRAMLAR


    Fethullah Gülen, gerek yazılarında, gerek sohbetlerinde ve gerekse kendisine sorulan ilgili sorulara cevap verirken, “halkı ve Hakk’ı hoşnut etme çizgisinde bir sevk u idare sanatı” olarak siyasetle birlikte, cumhuriyet, demokrasi, istibdat, terör, yolsuzluklar ve temiz toplum arayışları gibi güncel, sosyal ve siyasî meselelerde de görüşlerini ortaya koymuştur ve koymaktadır. Onun bu konulardaki, kendisiyle ilgili olarak çoklarınca merak edilen görüşleri üzerinde de durmak, bir biyografi çalışmasından beklenir kanaatindeyiz.

    Siyaset: Hükümet etme, devlet-millet münasebetleri,

    hak ve kuvvet ilişkisi

    Fethullah Gülen, aktif siyasetten bütünüyle uzak olmakla birlikte, ülke ve insan idaresi, “halkı ve Hakk’ı hoşnut etme çizgisinde bir sevk u idare sanatı” olarak algıladığı ve görmek istediği siyasetin nasıl olması gerektiği konusunda da bir takım düşüncelere sahiptir.

    “Bir idare sanatı olarak, her yerde siyasetten bahsedilebilir” diyen Fet*hullah Gülen, daha çok bir ülkeyi, bir milleti idare sanatı olarak siyaset üzerinde durur ve böyle bir siyaseti yürütebilecek kimselerin, “kendi hazlarını dahi düşünmeyerek, sadece ve sadece milletin lezzetleriyle gerilip, onun acılarıyla iki büklüm” insanlar olabileceğini vurgular. Ona göre, “iyi idare ve seviyeli siyaset, ne ak saç ve ak sakallarda, ne tabasbus ve riyaların kazandırdığı mansıp ve rütbelerde, ne de bir kısım lokal ve locaların kayırmalarıyla elde edilen suni şöhretlerde aranmalıdır; o, yüksek ruh insanları, sancılı beyinler ve hakikatın âzat kabul etmez köleleri arasında aranmalıdır.”

    Meseleyi insan temelinde ele alan Fethullah Gülen, kanunların yeterliliği, yerindeliği, doğruluğu ve işlerliği kadar, onu uygulayacakların karakterlerinin de önemine dikkat çeker. Ona göre, kanunlar, her zaman, her yerde ve herkes için geçerli, onların tatbikçileri de, hem cesur, hem de âdil olmalıdırlar ki, kitleler bir yandan onlara karşı korkarken, diğer yandan da bütün bütün güven ve emniyetlerini yitirmesinler. Gülen, iyi bir idareci ve siyasî için hak düşüncesi, hukukun üstünlüğü, vazife şuuru, kaba ve ağır işlerde sorumluluk anlayışı, ince ve nazik işlerde de maharet ve ehliyetin çok önemli olduğunu bilhassa vurgular.

    “Muhteşem hükümetler muhteşem milletlerden doğar; muhteşem milletler de, ilmî iktidarları, mâlî imkânları ve geniş idraklarıyla ruhçu nesillerden ve ‘kendi olma’ kavgasını veren güzide fertlerden” diyen Gülen, “bir milletin, güçlü olması için duygu, düşünce ve kültür birliği ne kadar önemli ise, parçalanıp dağılmasında da dinî ve ahlâkî vahdetin bozulması o kadar müessirdir” görüşündedir. Gülen’e göre, toplumların hayatında dinin çok önemli bir yeri vardır. O, bu konuda, “din, birleştirici, bütünleştirici hususiyeti nazar-ı itibara alınarak, milletleri idare edenlerin gözleri önünde bulunması ve daima onun yenilmez gücüne sığınılması lâzım gelen hayatî bir müessesedir” der. Vicdanlara hükmeden en büyük güç olarak dinin bilhassa emniyet ve asayişteki rolüne dikkat çeken Fethullah Gülen, fertlerin hareket ve davranışlarını zapt u rapt altına almada da dinin en hakim bir unsur olduğunu belirtir ve “bu itibarladır ki, idareciler, dinî hayatı milletin hayatı bilerek, onu maşeri vicdanda (halk nezdi, kamu oyu) hep diri tutmaya çalışmalıdırlar” hatırlatmasında bulunur.

    Hükümet, devlet, bunların niteliği ve milletle olan münasebetlerine de öz ifadelerle temas eden Fethullah Gülen, önce hükümetin fonksiyonunu ifade ederken, aynı zamanda, iyi bir hükümetin nasıl olması gerektiğine de işarette bulunmuş olur. Ona göre, “hükümetler, güç ve iktidarlarıyla halkı şerlerden, adaletleriyle de onları zulümlerden korudukları ölçüde siyasette başarılı sayılır ve istikbal vadedici olurlar. Aksine, ikbal mumları hemen söner; sonra da yıkılır gider ve arkalarında küfürlerle, lânetlerle seslendirilen bir herc ü merç bırakırlar.”

    “Hükümet, adalet ve asayiş demektir. Bunların bulunmadığı bir yerde hükümetin varlığından söz edilemez. Hükümet bir değirmene benzetilecek olursa, çıkardığı un, nizam, huzur ve emniyettir. Bunları çıkarmayan değirmen ise bir kuru gürültüdür ve hep hava öğütür” diyen Fethullah Gülen, hükümet-halk münasebetlerinde çok önemli bir değerlendirmede bulunur: “Bir hükümetin milletine ‘Benim milletim’ demesinden ziyade, bir milletin başındaki hükümete ‘Benim hükümetim’ demesi daha önemlidir ve zannımca aranan da budur. Aksine millet, başındaki hükümeti bünyesine musallat olmuş tırtıl silsilesi görüyorsa, o bünye ile o baş, çoktan birbirinden kopmuş demektir.” (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 159–63, 165)

    Fethullah Gülen, hükümetin veya devletin sadece kuvvete dayanmasını kabul etmez. O, “kuvvet haktadır, hak kuvvette değildir” der. Bununla birlikte, ona göre, kuvvetin yaratılmasının da bir hikmeti vardır; bu bakımdan, devlet ve hükümet kuvvetli olmalı, fakat idarede öncelikle kuvvete dayanmadığı gibi, hakkı kuvvette görmemeli, kuvveti kendi haline başıboş bırakmamalı ve onu hikmet ve kanunların emrine vermelidir. “Kuvvetin ceberutu (ölçü tanımaz olanı) akl-ı selime karşı da âsidir; mükemmel mantığa karşı da âsidir. Onu ele geçirenler akılla, mantıkla, muhakemeyle, diyalogla, münasebetle, daha başka insanî değerlerle halledebilecekleri proplemleri, kaba kuvvetle halletmeyi düşünürler. Dolayısıyla, bunların hepsini, (yani, mantığı, muhakemeyi, aklı, diyalogu) kulak ardı ederler. Böylece, çok insanî değerler kulak ardı edilmiş olur. Son asır itibariyle en çok yaşadığımız da budur” diyen (Eyüp Can, “Fethullah Gülen’le Ufuk Turu”, nakl: Ergün, 41) Fethullah Gülen, arzedildiği gibi, siyasî veya idarî noktada, iyi bir idarenin nasıl olması gerektiği, halk-devlet münasebetlerinin nirengi noktaları, adalet, hakkaniyet, insanların iyi tanınması ve aralarındaki münasebetlerin tanzimi, adalete dayalı bir toplum düzeninin dinamikleri ve bunun nasıl sağlanacağının kaideleri manâlarına gelen hikmeti ve hikmet boyutlu olması gereken kanunları ön plana çıkarır. Hikmet-kanun-kuvvet münasebetini değerlendiren Gülen, “hikmetin düsturları, kanun*larla ve kuvvetle teçhiz edilmezse, her şey kâğıt üzerinde kalır ve insanlar üzerinde beklenen tesiri icra edemez. Ayrıca, hikmetin hayata tatbiki de kolay kolay mümkün olamaz. Dolayısıyla kuvvetin de bir yaratılış hikmeti vardır. Bu sebepten, her birine hak ettiği önem verilmelidir. Hikmet, kanun ve kuvvet bir arada ve ittifak içinde olmalı” der. (Prizma 1, 190–91; Sızıntı, Ekim 1992)

    Devlet veya hükümet otoritesinin şiddetle, zulümle, baskı ve aldatma ile sağlanamayacağını vurgulayan Fethullah Gülen, “halkın kalbinde devlete saygı, hükümete hürmet memurun şiddetiyle değil, devleti idare edenlerin tavır ve davranışlarındaki ciddiyet, iş ve hizmetlerindeki samimiyetle kazanılmaya çalışılmalıdır. Şimdiye kadar ne zalim memurların istibdadıyla, ne de kitlelerin iğfaliyle hiçbir idare payidar olamamıştır” der. Ona göre, devlet ve hükümette görev yapan bütün bürokratlar, memurlar, özlerindeki asalet, fikirlerindeki asalet ve hislerindeki asalete göre seçilebiliyorlarsa, o devlet, iyi ve güçlü bir devlettir. Bu yüksek seciyelerden mahrum kimseleri memur tayin ederek, onlara iş gördürme bahtsızlığına uğramış bir hükümet ise iyi bir hükümet değildir ve katiyen uzun ömürlü olamaz. Zira, bu seciyesiz memurların fena davranışları, er-geç birer siyah leke olarak onun çehresine de aksedecek ve halk vicdanında onu da karalayacaktır. Memurların, muamelelerinde kanunlar çerçevesinde hareket etmeleri, fakat vicdanlarının yumuşatıcılığına göre yumuşak olmaları gerektiğine de dikkat çeken Gülen, böyle davranmakla onların, hem kendi itibarlarını, hem kanunların itibarını, hem de devletin itibarını korumuş olacaklarını belirtir ve aşırı sertliklerin beklenmedik patlamalara, aşırı yumuşak*lıkların da, toplumun nesepsiz düşüncelerin fideliği haline gelmesine sebebiyet vereceği uyarısında bulunur. Bu konuda biraz daha ayrıntıya inen Gülen, “valilerde şefkat, duyarlılık ve mesuliyet; belediye reislerinde temizlik, düzen ve çarşı-pazar emniyeti; hakimlerde de hak düşüncesi, tarafsızlık ve medeni cesaret esastır” der. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 160–61)

    Bu noktada hemen belirtelim ki, hak, kanun ve hikmete dayanmayan kuvvete karşı çıkan Fethullah Gülen, ordunun siyasete ve idareye müdahalesini asla tasvip etmemekle birlikte, bir müessese olarak ve manevî şahsiyeti itibarıyla orduyu son derece aziz tutar ve bu konuda oldukça hassas davranır. Askerin Türk Milleti’nin tarihinde, şuuraltında ve hayatında çok önemli bir yeri vardır. Ayrıca, askerlik mesleği, halkımız tarafından kutsal bir meslek, askerlik de kutsal bir vazife olarak kabul edilmesinin yanısıra, Gülen’in ifadesiyle o, halk katında olduğu gibi, Hakk katında da yüksek bir payedir. Askerin, talimde, nöbette ve serhat boylarında geçirdiği bir saati bir sene ibadet değerindedir. Sorum*luluğuna verilen emanetleri görüp gözetmede onun gözü, manevî âlemleri temaşa ile doyuma ulaşmış ve dolmuş bir göze denk tutulmuştur. Yani askerlik, gerektiği şekilde ve inançla bir arada icra edildiği zaman, velîliğe açılan en kestirme rampalardan biridir.

    Gülen, askere topyekün mukaddesatımızın, mazinin, kültürümüzün, hür*riyet ve emniyetin en emin koruyucusu olarak bakar. Ona göre, doğuştan asker bir millet varsa, o da Türk Milleti’dir; milletimiz, asker doğduğu gibi, askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür. Bir Batılının, “bütün mil*letlerin müdafaadan ümitlerinin kesildiği yerde, Türk Milleti’nin taarruzu başlar” sözünü nakleden Fethullah Gülen, “bu söz, Malazgirt’ten Çanakkale’ye kadar, destanlaşan bir milletin aksiyonunun en güzel ifadesidir” der. (Sızıntı, Haziran 1979)

    Fethullah Gülen, kendisini ülkesine ve mukaddeslerine adamış bir orduyu tasvir ederken, 16’ncı asır Kırım hanlarından Gazi Giray’ın bir şiirinden şu mısraları aktarır (sadeleştirerek):

    Sancağa meylederiz, gönül çalan endam yerine

    Tuğa gönül bağlamışız, hoş kokulu kâkül yerine

    Ok ve yay hevesi gönülden asla çıkmadı;

    Kalbe saplanan gamze oku ile kaş yerine.

    Rüzgâr gibi giden hünerli atı severiz,

    Gözleri ceylana benzer peri yüzlü bir sanem yerine. (a.y.)

    Gülen, hükümet etmede istişareye de çok önem verir ve bunun için de, düşüncelere saygılı olunması, bilhassa samimi, iyi niyetli ve sahasında uzman insanların düşüncelerini ifade edebilecekleri bir hürriyet ortamının sağlanması gerektiği inancındadır. Bu insanlar, farklı düşünce ve dünya görüşüne sahip bile olsalar, mutlaka mütalâa ve fikirlerinden istifade yollarının araştırılması ve kendileriyle mutlaka diyaloga gidilmesi gerektiğini vurgulayan Gülen, bu konuda önemli bir noktaya daha parmak basar ve şöyle der: “kimden gelirse gelsin insan, kendi sistemine, kendi düşüncesine, kendi dünyasına menfaati dokunacak bilgi ve mülâhazalardan faydalanmayı bilmeli ve hele tecrübe sahiplerinin tecrübelerinden yararlanmayı asla ihmal etmemelidir.” (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 164)

    Fethullah Gülen, zaman zaman devletçi olmak ve devleti kutsamakla eleştirilmiştir. Oysa o, bu konuda devleti bizatihî bir değer ve gaye olarak görmekten çok, onun sıhhatli bir toplum hayatındaki rolüne ve manevî şahsiyetine dikkat çekmektedir. Onun devlete bakışını, devletsizlik açısından ele almak isabetli bir yaklaşım olacaktır. Bizzat kendisi, bu konudaki eleştirileri cevaplandırırken meseleye böyle yaklaşmakta ve “ben, devletsizliği anarşi olarak görüyorum. Devlet kurumları arasında çatışma, dışa karşı ken*dimizi, namusumuzu, haysiyetimizi, bütün hukuk sistemlerinin esas aldığı canımızı, neslimizi, inanç özgürlüğümüzü, malımızı ve akıl-beden sağlığımızı koruyamama olarak görüyorum” demektedir. Bunun, devleti kutsama değil, onun lüzumuna inanma demek olduğunu belirten Gülen, devleti milletin önüne geçirmemekte, yani milletin devlet için değil, tam tersine devletin millet için var olması gerektiğini vurgulamaktadır. Ayrıca o, devlete hakim bulunanların hatalarının, o şahısların hatası olduğunu, şahısların hatalarıyla, manevî şahsiyeti içinde devletin tenkid edilemeyeceğini, maddî şahsiyetiyle devletin hataları bile olsa, hatalı bir devletin devletsizlikten, anarşiden ve kaostan daha tercih edilir olduğunu, “bütünüyle elde edilemeyen bir şey, bütünüyle terk edilmez” kuralınca, bir şey mükemmel değilse hiç olmasın mantığının yanlışlığını belirtmektedir. (Nuriye Akman, Eyüp Can ve Oral Çalışlar’la röportajlardan Ergün, 23, 54–5, 58)

    Devletçi olmak ve devleti kutsamakla eleştirilen Gülen, belki devletçi olmaktan çok, bütün düşüncesi ve aksiyonuyla her bakımdan mükemmel bireylerin yetişmesinden yanadır ve onun devlete bakışı da, esasen bireye ve bireylerden meydana gelen topluma hizmeti açısındandır. O, “ferdin fert olarak, aynı zamanda başka fertlerle bir arada motivasyonundan, fert olarak inkişafından korkmamak lâzım” der ve “ferdî hak ve hürriyetlerini başkalarına zarar vermeyecek, hattâ başkalarını kendine tercih şuuru içinde kullanan, bu çerçevede eğitim alan bir ferde fevkalâde inkişaf etme imkânı verilmelidir” görüşünü seslendirir. Bu noktada meseleyi yine ferdin kendisi, eğitimi ve yetişmesi açısından ele alan Gülen, “önemli olan, ferdi besleyen duygu ve düşünce kaynaklarıdır” hatırlatmasında bulunarak, sağlam kaynaklardan bes*lenen fertlerin, topluma onun faydalı unsurları olarak katılacağını söyler. O, ferdin önemini izah ederken, başka varlıklara nazaran her insan ferdinin başlı başına bir tür olduğuna dikkat çeker ve konuyu Türk insanı ve toplumuna getirerek, önemli bir noktaya parmak basar: “(Fertlerin yetişmesinde ve toplum planında) bu milletin atamayacağı bazı değerleri vardır: tarihi vardır, tarihî dinamikleri vardır; özü ve din gibi çok önemli bir dinamigi vardır. Bunları dikkate almadan, farklı dünyaların sistem ve anlayışlarını konfeksiyon usulü hazır elbise gibi milletin sırtına geçirmek, problemler meydana getirir. (Sevindi, “Fethullah Gülen’le New York Sohbeti”, nakl: Ergün, 79-80)

    Fethullah Gülen, bir yandan devleti tenkit ederken, vatandaşların bir yandan da her müsbet hareketi ve hizmeti devletten beklemeleri arasındaki tezada da dikkat çeker ve özellikle demokrasilerde, idarecileri halkın seçtiğini, bunun, bir hadis-i şerifte ifade buyurulan, “Nasılsanız, öyle idare edilirsiniz” şeklindeki kaderî ve tekvinî kaidedeki espriye uygun olduğunu, dolayısıyla millet olarak fert fert önce kendimizi düzeltmemiz gerektiğini bilhassa vurgular. Bu noktada, Kur’an-ı Kerim’in, “Size, kendinize bakmak düşer. Eğer siz doğru üzerinde iseniz, yanlış yolda bulunanların sapmazı size zarar vermez” (Mâide/5: 105) âyetine atıfta bulunan Fethullah Gülen, millet nasılsa devlet de öyle olur; daima adalet eden kader, herkese, her topluma, o kimse ve toplum neye müstehaksa onu verir anlayışını seslendirir. (Fasıldan Fasıla 2, 35; “A Comparative Approach to Islam and Democracy”, Sais Review, Yaz-Sonbahar 2001, c: 21, No.2, s: 135)

    Bu arada, günümüzde çok yaygın olan tenkitçilik ve hiçbir şeyden memnun olmama tavrına da dikkat çeken Gülen, “gayr-ı memnunlarla hiçbir yere varılamaz. Böyleleri, tarihte hiçbir şey kurmamış, fakat çok şey yıkmışlardır. Bunlar, 1000 sene de yaşasalar, kendilerini memnun edecek bir idare bulamazlar” der. (“Ufuk Turu”, nakl: Ergün, 54)


  9. #29
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    Lider

    Milletlere rehberlik yapabilecek liderin nitelikleri üzerinde de duran Fethullah Gülen’e göre lider, özüyle ve şahsına has özellikleriyle her zaman kendini hissettiren ve gönüllerde yaşamasını bilen bir insandır. O, görünü*şündeki inandırıcılığı, anlayışındaki derinliği, görüşlerindeki inceliği, ihata*sındaki genişliği, tesbitlerindeki sağlamlığı, öğrenme aşkı, öğretme istidadı ve üzerine aldığı her şeyin üstesinden gelebilme yeteneğiyle – istemediği halde – dikkatleri üzerinde toplayan, sevilen, sayılan, gözdeleşen, dolayısıyla da binlerin-yüzbinlerin her zaman uğrunda ölmeye hazır oldukları bir seviye insanıdır.

    Doğru düşünme, doğru konuşma, doğruluğu sevme ve yalandan tiksinti duymayı, ayrıca samimiyeti, vefayı ve güven telkinini liderin önde gelen vasıfları arasında sayan Fethullah Gülen, yemesi-içmesi, oturup-kalkması, dav*ranış ve muamelelerindeki dikkati, temkini, vakarı, ciddiyeti, bununla birlikte, çevresine karşı lâubalilikten uzak güleryüzlülüğü ile liderin, aynı zamanda derin bir şefkat, üstün bir idrak, ölçülü bir cesaret, kararlılık, sabır ve metanet sahibi olması gerektiğini de kaydeder. O, toplumda kendinden büyüklere anne-baba, kendinden küçüklere evlât muamelesi yapan bir saygı, edep ve sevgi insanıdır da.

    Gülen’e göre lider, aynı zamanda bir ahlâk ve fazilet kahramanıdır. O, merhamet ve yumuşak huyluluğuyla bütün canlıların çarpan yüreği, atan nabzı, cesaret ve yiğitliğiyle millet ve ülkesinin yılmaz ve sarsılmaz muhafızı, his ve gönül dünyasıyla zayıfların en emin sığınağı, tevazu ve mahviyetiyle kapı kapı kovulmuşların biricik teselli kaynağı, müsamaha ve af atmosferiyle sendeleyip düşenlerin ümit çerağıdır. Lider, adaletli olduğu zaman merhametli, merhametle coştuğu zaman da istikametlidir. İnsan ve insanca düşünceleri şefkatle kucak*larken, yılan ve çıyan deliklerini tıkamayı da ihmal etmez; onun dünyasında ne zalimlerin toyu-düğünü, ne de mazlumların âh u efgânı işitilir. Lider, mehabet (heybet) ve haşyeti vicdanında duyabilen zıtlıklar halitası bir ruh yapısına sahiptir. Ona sırf mehabet noktasından bakanlar, aşılmaz bir zirve karşısında bulunduklarını hisseder, hayret ve hayranlıkla ürperirler; onu, ötelerle irtibatı, ihlâs ve samimiyetiyle tanıma fırsatını bulanlar ise, ruhanîlerden biriyle diz dize olduklarını sanır ve kendilerinden geçerler. (Yeni Ümit, Ocak 1991)


  10. #30
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri

    Cumhuriyet ve demokrasi

    Türkiye’de Müslümanlar, uzun yıllar cumhuriyete karşı olmakla suç*lanmışlardır. Oysa Müslümanlar, herhangi bir sistemin karşısında olmaktan çok, o rejimin ismine değil, ortaya koyduğu uygulamaya bakmışlardır. Çünkü İslâm, Fethullah Gülen’e göre, idare için herhangi sabit bir rejim öngörmez; bunun yerine, adalet, kanun hakimiyeti, istişare, marufta, yani suç ve günah olmayan emirler hususunda itaat, kamu malının azami dikkatle kullanılması ve herhangi bir yolsuzluğa imkân tanınmaması gibi aslî prensipler vazeder. (Modern sistemlerde devletin yaptığı görevleri topluma, işin niteliğine ve önemine göre farz-ı kifaye ve vacib-i kifaye (yani, işin toplumda bazıları tarafından yapılmasıyla, sorumluluğu toplumdan kalkan görevler) olarak toplumun bütününe yükler. Dolayısıyla İslâm’da yönetim çarkı, bir işbölümü neticesidir. Böyle bir sistem de, yönetimin seçimle iş başına gelmesini en iyi yol olarak görür. Dolayısıyla, Peygamber Efendimiz’den (s.a.s.) sonra, İslâm’ın mükemmel uygulandığı ilk Dört Halife döneminde seçimle iş başına gelme bir prensip olarak uygulanmıştır (Sais Review, 134, 136)

    Müslümanlar, gerek halk olarak, gerek entelektüel zümre olarak bunun şuurunda olmuş, hiçbir zaman cumhuriyet rejimine ve – entelektüel kesimde yasama tercihi noktasında demokrasiye farklı bakılmışsa da – genel esprisiyle ve bilhassa halk temelinde çok partili demokratik sisteme karşı çıkmamış, fakat cumhuriyet ve demokrasi adı altında dayatılan tek parti idarelerine, hakkın kuvvette görülmesine, baskıya ve halkın reyi alındıktan sonra ortaya konan tamamen anti-demokratik uygulamalara karşı çıkmışlardır.

    Türkiye’de bir zaman cumhuriyetin en çok karşısında gösterilen Bediüz*zaman, Eskişehir mahkemesinde cumhuriyete karşı olmakla itham edilince şu cevabı vermişti: “Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden benim dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. (Orada kayıtlıdır ki,) bir zaman boş bir türbe kubbesinde inzivada iken bana çorba getirirlerdi; ekmeğimi onun suyu ile yer, taneleri karıncalara verirdim. Sebebini bana soruyorlardı; ben de derdim: “Bu karınca ve arı milletleri, cumhuriyetçidirler, o cumhuriyet-perverliklerine hürmeten taneleri karıncalara veriyorum… Hulefa-yı Raşidîn (ilk dört halife) her biri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddık-ı Ekber (Hz. Ebu Bekir), Aşere-i Mübeşşere’ye ve Sahabe-i Kiram’a elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manâsız isim ve resim değil…” (Tarihçe-i Hayat, 408)

    Fethullah Gülen de, cumhurî sistemin tamamen yanında bir insandır. O, “Cumhuriyet, halkın intihap (seçme-seçilme) ve meşveret hakkı olan idare demektir ve onu kusursuz olarak ilk talim eden kitap da Kur’ân-ı Kerim’dir. Cumhûrî idareyi Kur’an’a zıt göstermek maksatlı değilse bir bilgisizlik eseri; cumhuriyete taraftar olup da onun kaynağını görmezlikten gelmek ise, inattan başka birşey değildir” der ve ilâve eder: “Peygamber (s.a.s.), krallık iddiasında bulunmadığı gibi, O’nun gözde ve güzide halifeleri de, kendilerine melik ve sultan dedirtmediler. Krallık, İslâm ruhundan uzaklaşmakla ortaya çıktı ve uzaklaşma ölçüsünde de zulüm ve istibdat vasıtası oldu.” (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 157)

    Fethullah Gülen, “şeklî cumhuriyet”e değil, hürriyetin anası veya mürebbisi (besleyeni, koruyanı) ve hürriyet âşığı nesillerin yetiştiricisi olarak gördüğü ve katiyen ‘serseri hürriyet’ idaresi değil, bir fazilet ve ahlâk hürriyeti hükümeti olarak değerlendirdiği gerçek cumhuriyete tam taraftartır. Bu noktada o, yine insan meselesi üzerinde durur ve “hakikî cumhuriyet, yükselmiş ruhların idare şekli ve insan şerefine de en uygun olanıdır. Henüz olgunluğa erememiş veya insanî kemalât yollarını sezememiş ham ruhlar için ise o, çölde bir serap ve içinde barınma imkânı olmayan iğreti bir çardak gibidir” der. Cumhuriyetin, gerçek hürriyet ve adalet anlayışına dayanan yüksek ve emniyetli bir idare şekli olmakla birlikte, hassas ve nazik bir sistem olduğuna da dikkat çeken Fethullah Gülen, onun anarşi, başıbozukluk ve ilhadın zemini haline gelmemesi gerektiğini belirtir. Bunun için de, bir takım prensiplere vurgu yapar:

    Her şeyden önce, insan ruhundaki hürriyet arzusuna, kendi üstünde hakim güç kabul etmeme temayülüne, düşünce, davranış ve beyanlarına konacak sınırlandırmaları reaksiyonla karşılayacağı, dolayısıyla insanın bir anarşi unsuru da olabileceği gerçeğine dikkat çeken Gülen, “bu itibarla, cumhuriyete sahip çıkanlar, bir taraftan fertlere geniş hak ve hürriyetler tanırken, diğer taraftan da onları ahlâk, fazilet, düşünce ve irade insanı olmaya yükseltmelidirler” uyarısında bulunur. Gülen’e göre, ahlâk, fazilet, sorumluluk duygusu, düşünce ve irade insanı olma gibi yüksek hasletlerin en önemli kaynağı dindir; dolayısıyla cumhuriyet, dinî duygu ve dinî düşünceyi koruyup kollamalıdır. Gülen, “cumhuriyet idaresinde insanları dinî duygu ve dinî düşüncelerinden ötürü tahkir etmek, onlara tecavüz edip onları karalamak, dolayısıyla cumhuriyeti tahkir ve cumhuriyete tecavüz demektir” der. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 158–59)

    Demokrasi konusunda da düşüncelerini zaman zaman ifade eden Fethullah Gülen, İslâm ile demokrasiyi aynı temelde birebir karşılaştırmanın doğru ve ilmî bir yaklaşım olmadığına dikkat çeker. Gülen, böyle bir karşılaştırmanın günümüz anlayış ve kültür ortamında zor da olduğuna vurgu yaparak, İslâm’ın temelde bir ‘din’, yani öncelikle insan hayatının sabit yanlarıyla ilgilenen bir tecrübe, tatma, yaşama disiplini olduğu, buna karşılık, modern kültürde ister antropoloji, ister dinler tarihi, hattâ isterse psikoloji ve psikanaliz açısından olsun, dinin ampirik metodlarla ele alındığı, ayrıca, kendilerini dine nisbet edenlerin de, onu ya bir felsefe ve istidlâl malzemesi, ya da mistik bir vakıa olarak gördüğü mütalâasında bulunur. Konu İslâm açısından ele alındığında, zorluğun ikiye katlandığını belirten Gülen, buna sebep olarak da, günümüzde İslâm’ın hem bir takım Müslümanlar, hem de modern dünyanın hakim siyasi güçleri tarafından siyasî-içtimaî-ekonomik bir ideoloji gibi görülüp takdim edilmesini gösterir.

    İslâm’ın temelde vahye dayandığını, hedefinde öncelikle Âhiret saadeti ve ona dayalı olarak dünya saadeti ve dünyada sulh, sükûn, huzur ve adaletin temini bulunduğunu belirten Fethullah Gülen, bu temel yanlarıyla onun zamana ve mekâna bağlı olmayan değişmez prensipler ihtiva ettiğini, oysa demokrasinin daha çok bir yönetim biçimi ve anlayışı olduğunu, eğer bir karşılaştırma yapılacaksa, bunun demokrasi ile İslâm’ın idarî prensipleri arasında söz konusu olabileceğini hatırlatır. Bu konuda o, şu noktalara dikkat çeker:

    İslâm, her şeyden önce, hiçbir ırk, renk, coğrafya ve fizik ayırımına gitmeksizin, bütün insanları, insan olmaları bakımından ve bir de kanunlar karşısında, bir hadis-i şerifte ifade buyurulduğu üzere “tarağın dişleri gibi eşit” kabûl eder. (Deylemi, el-Firdevs bi-Ma’sur el-Hitab (Beyrut: 1986, 4:300) “Hepiniz Âdem’densiniz, Âdem ise topraktandır. Ey Allah’ın kulları, kardeş olunuz” (Tirmizi, “Tefsir” ve “Menakıb,” el-Cami’ es-Sahih (Beyrut, s: 49, 73) hadis-i şerifi de, bu mevzuda çok önemli ve aslî bir prensiptir. İslâm’a göre, önceden doğmuş olma, fazla mala, mülke ve güce sahip bulunma, herhangi bir aileden, ırktan veya renkten gelme, kimseye, başkaları üzerinde hakimiyet kurma hakkı vermez. İkinci olarak, İslâm’a göre kuvvet haktadır ve hak daima yücedir; hiçbir şey ondan yüce olamaz. Üçüncü olarak, İslâm’da adalet ve kanun hakimiyeti mutlak manâda esastır. Dördüncü olarak, herkesin inancı, aklı, canı veya hayatı, malı ve bir de nesil, mutlak koruma altındadır; bunların hiç birine tecavüz edilemez. Bu temel prensipler, inanç, inancını yaşama, düşünce, özel mülkiyet, evlenme ve çocuk sahibi olma gibi temel hürriyetlere kaynaklık etmesinin yanısıra, hayatın şahsîliği, mahremiyeti ve dokunulmazlığı gibi esasların da temelini teşkil eder. Beşinci olarak, ferdin masumiyeti gibi, suçun şahsîliği de esastır ve suç sabit olmadıkça, kimse suçlanamaz; kimseye, başka kimsenin suçu yüklenemez. Sonra, hakkın büyüğü küçüğü olmaz ve ferdin hakkı, topluma feda edilemez.

    Bu şekilde, İslâm’ın demokrasi ile karşılaştırılabilecek bir takım temel prensip ve değerlerini nazara veren Gülen, daha sonra, İslâm’ın konuya kozmik veya kaderî bir boyut kattığına temasla, meseleye ‘din sosyolojisi’ ve Kur’an’da tarih kavramı açısından yaklaşarak, şunları ifade eder:

    Bu temel esaslardan ayrı olarak İslâm, meseleye kozmik veya kaderî bir boyut daha katar. İslâm, her türlü fatalizmin ve Batı’da önceki yüzyıl tarih felsefelerinde görülen cebrî “tarihselciliğin” tam tersine, tarihin motoru olarak insanı görür. Ferd ferd her insan, iradesi ve davranışlarıyla hem dünyasını, hem de Âhiretini örgülediği gibi, bir toplum da, inancı, dünya görüşü ve bilhassa hayat tarzıyla, kendi kaderini, yükselişini veya düşüşünü tayin eder. “Bir topluluk, kendisini, kendi iç dünyasını (zihniyetini, inancını, karakterini, hayat tarzını) değiştirmedikçe, Allah da, onların durumunu değiştirmez” (Ra’d/13: 11) âyeti, toplumların kaderinin bir bakıma kendi ellerinde olduğunu ortaya koymaktadır. Aynı gerçeği ifade eden bir hadis-i şerifte ise, “Nasılsanız, öyle idare edilirsiniz” buyurulur (Alâddin Ali al-Muttaki, Kenzü’l-Ummal fi Sünen el-Akvâl ve’l-Ef’al, Beyut: 1985, 6:89).

    Fethullah Gülen, buraya kadar sözü edilen İslâmî düsturlarla demokrasinin temel esprisi arasında bir çelişki olmadığını belirterek, dikkati bilhassa, “bir topluluk, kendisini, kendi iç dünyasını (zihniyetini, inancını, karakterini, hayat tarzını) değiştirmedikçe, Allah da, onların durumunu değiştirmez” âyetiyle, “Nasılsanız, öyle idare edilirsiniz” hadisine çeker ve, “halkın kendi kendini idaresi olarak tarif ve takdimi yapılan demokrasinin temel esprisinin de aynı kapıya çıktığı da rahatlıkla söylenebilir” der. Gülen, daha sonra modern devletin fonksiyonlarının İslâmî bünyedeki yerini, Kur’ân’ın bunları teoride ve pratikte nereye yerleştirdiğini izah eder:

    Evet, İslâm’ın, ferdlerin ve toplumların kaderinde insan iradesini ön planda tutması, idarî selâhiyetin halkın tamamına yüklenmesini gerektirir. Kur’an-ı Kerim, hükümlerini tebliğ ederken, “Ey insanlar, ey iman edenler!” gibi, toplumun bütününe seslenir. Modern devletin deruhte ettiği vazifeler, İslâm’ın, toplumun bütününe yüklediği vazifeler olmakla, derecesine, önemine ve ağırlığına göre, bazısı farz-ı kifaye, bazısı vacib-i kifaye, bazısı da sünnet-i kifaye olarak adlandırılır. Yani, toplum, kendi içinde gerekli iş bölümünü yapıp, gerekli müesseseleri kurarak, bu vazifeleri yerine getirir. Devlet çarkı, bu müesseselerin bir bakıma bütünüdür. Dolayısıyla, İslâm’ın öngördüğü şekliyle devlet, bir bakıma “içtimaî mukavele” manzarası arz eder. Bu şekil, yöneticinin tesbitinde halkın seçimini bir prensip olarak vaz ederken, yönetim çarkının dönmesinde de istişare veya danışmayı, olmazsa olmaz bir şart olarak emreder. Ayrıca, yönetimin işlemesinde bütün halkı denetleyici kılar.

    Gülen, daha sonra İslâm’ın bir takım sosyal prensip ve hedeflerini nazara verir. Bunlar, fert ve toplum hayatı açısından son derece önemli olmakla birlikte, demokrasi, teorik olarak bile bunlarla ilgilenmez. Bu da, İslâm’ın bütün kural ve prensipleriyle bir bütün olmasına mukabil, demokrasinin sadece bir yönetim felsefesi olmasından kaynaklanmaktadır. İslâm’ın söz konusu bu prensiplerinin karşılığı belki modernizmde veya modern hayat felsefesinde bulunabilir. İşte burası çok hassas bir nokta olup, demokrasinin de bir parçasını oluşturduğu modernizmdeki bu hayat felsefesinin demokratik ideallerle veya demokratik iddiaların bu felsefe ile ne derece uyuştuğu mutlaka tartışılması gereken, fakat belki de çok az ele alınmış bir konu olarak karşımızda durmaktadır. Gülen, İslâm ve demokrasi karşılaştırmasını bu konuya da çekmekle, esasen baştaki tezini, yani İslâm ve demokrasinin birebir muka*yesesinin mümkün olmadığını vurgulamış olmaktadır. Gülen, sözünü ettiğimiz prensipleri şöyle açıklar:

    İslâm, cemiyet hayatında dayanak noktası olarak kuvvete bedel hakkı kabûl eder. Faziletli ferd, faziletli toplum ve bu yolla Allah’ın rızasını kazanma, içtimaî sistemin hedefidir. Hayatta, kavga yerine yardımlaşma ve daya*nışmayı esas alır. Cemiyetin tabakaları arasında tesis ettiği rabıta, ırkçılık yerine inanç, ortak duygu ve ortak değerlerdir. Nefsanî heveslerin her ne ve hangi yoldan olursa olsun tatminini değil, ruhu insanî kemalâta kamçılayarak, kâmil insanlar yetiştirmeyi toplum düzeninin gayesi olarak benimser. Hakkın hususiyeti ve neticesi, ihtilâf yerine ittifaktır; faziletin hususiyeti ve neticesi dayanışmadır; yardımlaşmanın hususiyeti ve neticesi, ihtilâf yerine birleşme, bütünleşme ve birbirinin imdadına yetişmedir; inancın, ortak duygu ve değerlerin hususiyeti ve neticesi, düşmanlık yerine kardeşliktir; ruhu kemalâta kamçılayarak, kâmil insan olmanın hususiyeti ve neticesi ise, hem dünyada, hem de Âhiret’te saadettir. (Sais Review, 133–38)

    Fethullah Gülen, demokrasinin yaşanan bir süreç ve pek çok çeşitlerinin veya demokrasi iddialarının olduğunu ve onun geliştirilebileceğini, hattâ geliş*tirilmesi gerektiğini belirtir. “Demokrasi geliştirilebilir; insanın ferdî, ailevî, içtimaî bütün problemlerimizi çözebilecek, fizikî ve metafizikî bütün ihtiyaç*larımızı karşılayabilecek bir mükemmelliğe eriştirilebilir. Meselâ ben öyle bir demokrasi arzularım ki, dünyadaki belli düşünce devrimlerini kucaklamanın, korumanın yanı başında, benim kabir sonrası hayatımla ilgili problemlerimi de çözsün” diyen Gülen, ilmî ve ruhî sürekli tekâmül içinde bulunan insanın bunu başarabileceğini ifade eder. Bununla birlikte, bu noktada “demokrasi adına yapılacak her şey, yine demokratik yollarla yapılmalıdır” diyerek, demokrasi adına girişilen suistimallere dikkat çeken Gülen, bir hususu daha hatırlatmaktan kendini alamaz: “Farklı konumda, farklı görüşte insanlar olarak bir arada yaşamak zorunda bulunduğumuz için, özgürlüklerimizin bitiş noktası, başkasının özgürlüğünün başladığı yerdir. Halkımızın kabul ettiği değerler, ahlâkî normlar ve millî bekamızı ve ülke bütünlüğünü ilgilendiren konular özgürlüklerimizi kullanmada birer ölçü kabûl edilmelidir. Yoksa, anarşi doğar ve anarşik bir ortamda en temel özgürlükler bile kullanılamaz.” (Hulûsi Turgut ve Nevval Sevindi’nin röportajları, nakl: Ergün, 65, 76)


Sayfa 3/4 İlkİlk 1234 SonSon

Benzer Konular

  1. Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 23.06.09, 13:28
  2. Bayram Düşünceleri-2
    By BaRLa in forum Risale-i Nur'u Yeni Tanıyanlara
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 22.06.09, 16:57
  3. Bayram Düşünceleri-1
    By BaRLa in forum Risale-i Nur'u Yeni Tanıyanlara
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 22.06.09, 16:52
  4. Dinde şahsi görüş olmaz
    By Konyevi Nisa in forum Dinimiz ve diğer dinler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 11.10.08, 11:35
  5. Kavramlar Sende Ekle
    By mücahitt in forum Kur'an Tefsiri
    Cevaplar: 7
    Son Mesaj: 26.07.08, 19:05

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •