Sanat ve edebiyat
Fethullah Gülen’e göre sanat, terakkinin ruhu ve duyguları inkişaf ettiren yolların en önemlilerindendir. O, aynı zamanda, gizli hazineleri keşfedip açan sihirli bir anahtar gibidir. Onunla açılan kapıların arkasında fikirler suret urbası giyer, hayaller de âdeta cisimleşir.
“İnsanları, denizlerin sonsuzluk ve derinliklerinde, semaların yükseklik ve maviliklerinde dolaştırıp seyahat ettiren sanattır. Sanat sayesinde insan, yerlerin ve göklerin enginliklerine yelken açar, zaman ve mekânüstü duygulara ulaşır” diyen Gülen, sanatın, insanoğlunun güç ve derinliklerini tasvir eden en birinci levha olduğunu ve sanat sayesinde en derin duygu ve düşüncelerin, en çarpıcı tesbitlerin, en içli arzuların bir plağa kaydediliyor gibi kaydedilip, âdeta ölümsüzleştirildiğini de belirtir.
Sanatta tecride önem veren Fethullah Gülen, bilhassa imanla birleşen sanatın ne muhteşem güzelliklere menşe olacağını ifade eder ve buna bir de misal verir: “Sanatın imana refakati sayesinde değil miydi ki, bu muhteşem dünya şaha kalkmış mabetleri, şehadet parmakları gibi öteleri gösteren minareleri, her biri başlıbaşına birer mesaj sayılan, mermerlerin alınlarındaki mübarek desen ve motifleri, çeşit çeşit hat sanatları, pırıl pırıl tezhipleri, solmayan işlemeleri ve kelebek kanatları kadar güzel nakışlarıyla seyrine doyulmayan bir güzellikler galerisi haline gelmişti.”
İlmin, kendini en iyi sanatla ortaya koyacağına dikkat çeken Gülen, sanat adına ortaya herhangi bir eser koyamamış birinin, çok fazla bir şey bileceğini söylemenin zor olduğunu belirtir ve “sanata kapalı bütün ruhlar, varlıkları-yoklukları müsavi; kendilerine, ailelerine, milletlerine yararlı olmayan, hattâ zararlı olabilen bir kısım kuru kalabalıklardan ibarettir” tesbitinde bulunur. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 43–5)
Edebiyata, özellikle şiire çok büyük ilgi duyan Fethullah Gülen için edebiyat, bir milletin ruhî yapısı, düşünce dünyası ve irfan hayatının belâğatli bir lisanıdır. Aynı ruhî yapı, aynı düşünce sistemi ve aynı irfan hayatını paylaşmayan fertlerin, aynı milletten olsalar dahi, birbirlerini anlamalarının mümkün olmadığını ifade eden Gülen’e göre, edebiyat olmasaydı, ne hikmet o debdebeli yerini alabilir, ne felsefe gelip bu günlere ulaşabilir, ne de hitabet kendinden bekleneni verebilirdi. Bununla birlikte, karşılıklı bir etkileşim ve hizmet içinde hikmet, felsefe, hitabet de, kendi sahalarıyla alâkalı zengin malûmatı, bitmeyen bir sermaye olarak edebiyatın önüne sermiş ve ona ölümsüzlük kazandırmışlardır.
Fethullah Gülen, “edipler ve şairler, iç ve dış dünyalar (enfüs ve afâk)da görüp hissettikleri güzellikleri seslendiren birer neyzene benzerler. Duygular yoluyla gelip onların ruhlarını saran alevlerden habersiz kimselerin, neyi de, neyden yükselen feryadı da anlamalarına imkân yoktur” der. Edebiyata ve edibe, şaire böyle önemli bir makam veren Gülen, bu “neyzen”lerin neylerinden yükselen feryat gibi, diğer sanatkârların eserlerinin de nasıl oluştuğuna temas eder ve bunu yaparken, sanatın çok önemli bir boyutuna da dikkat çeker: “Her gerçek, önce insan ruhunda bir öz halinde belirir; sonra hissedilir; sonra da sözle, kalemle, çekiçle canlandırılır, kristalleştirilir ve nokta nokta, çizgi çizgi sanat eserinin çehresinde ifade edilmeye çalışılır. Böyle bir eserin, zaman ve mekân üstü buutlara ulaşması ise, tamamen inanç ve aşkın dereceleriyle alâkalıdır.”
Fethullah Gülen için edebiyatta esas unsur manâdır. Gülen, bu esastan hareketle üslûba dikkat çeker ve maksatları ifadede kullanılacak manzum ve mensûr her sözün düşünce pırlantasına mahfaza olması ve onun yerine geçmemesi, ona gölge etmemesi gerektiğini belirterek, “bu mahfaza zebercetten de olsa, muhteva, maksat ve hedefi gölgelediği ölçüde söz, tesir ve ihsas gücünü kaybeder ve böyle bir sözün uzun ömürlü olmasına da imkân yoktur” der. Bu tesbitiyle, manânın lâfza feda edilmemesi, lâfzın manâyı gölgelememesi gerektiğini vurgulayan Gülen, bununla birlikte bir başka açıdan, yine manâ adına, üslûbun önemini de hatırlatarak, yüksek mefhum ve düşüncelerin yüksek üslûpla anlatılması gerektiğini bilhassa belirtir: “Yüksek düşünce ve yüksek mefhumlar, mutlaka zihinlere nüfûz edecek, gönüllerde heyecan uyaracak ve ruhlarda kabul görecek âlî bir üslûpla anlatılmalıdır. Yoksa bir kısım lâfızperestler, manânın sırtındaki yırtık ve perişan urbaya bakarak, içindeki cevherlere talip olmayabilirler.” Gülen, üslûp adına meselenin sadece “eskilerin beyân ve bedîi mevzûlarında ele aldıkları teşbih, istiare, kinaye, telmih, cinas, iade gibi söz ve manâ sanatlarını” ustaca kullanmaktan ibaret olmadığını, “en derin sözün, ilhamla coşan heyecanlı ruhlarda, varlığı sarıp sarmalayıp gönlüne yerleştirmesini bilen engin hayallerde, dünya ve ukbayı (Âhiret) bir hakikatın iki yüzü gibi bir arada mütalâa etmeye muvaffak olmuş inançlı ve terkipci dimağlarda aranması” gerektiğini de vurgular. (a.g.e. 45–9)