14. GÜN
BATI VE DOĞU TOPLUMLARINDA
FERD VE FERDİYETÇİLİK
Soru: Batı toplumlarındaki ferdiyetçilik anlayışı, ferdin haklarını korumada ve yenilikçi ruha destek olmada yeterince etkili görünmekle birlikte, bencil, sadece kendini düşünen insan tipine de engel olamıyor. Müslüman Doğu toplumlarında ise, yenilikçi ruhların çıkması ve genel-geçer değer hükümlerinden farklı olarak kendini ifade etmesi tepki doğuruyor. Bu iki farklı kültür ortamını nasıl değerlendirmeliyiz?
Doğu ve Batı tarihlerine baktığımızda, Batı’daki istihalelerin çok sert olduğunu görürüz. Kilise-bilim, derebeylik-krallık, krallık-burjuva arasındaki mücadeleler, hattâ din ve mezhep kavgaları Batı’da çok sert ve kanlı cereyan etmiş, derebeylikten krallığa, krallıktan cumhuriyete ve demokrasiye geçiş de, çok defa savaşlar ve kanlı ihtilâller neticesinde gerçekleşmiştir. Doğu’da ise, hem tartışmalar yumuşak ve daha medenî, hem de geçişler, daha çok tepeden ve nisbeten mülayimce olmuştur. Meselâ, bizde gelenekçi denebilecek İmam-ı Gazzalî ile, yenilikçi denebilecek İbn Rüşd arasındaki tartışma yazı ve kitaplar zemininde cereyan etmiş; daha sonra da bu tartışma, Fatih’in sarayında yine medenî ölçüler çerçevesinde devam etmiştir. Orta ve hattâ yeni çağlarda İslâm dünyasındaki fikir hürriyeti, Batı’dakinin çok çok önündedir.
Batı’daki değişimlerin sertliği, tefriti, yani karşı uçta bir aşırılığı doğurmuş, ferd, olabildiğine serbest, serâzâd hâle gelmiştir. Ayrıca, mücadele daha çok dine karşı verildiğinden, ferdi dizginleyecek iç müeyyideler ya kaybolmuş, ya da tesirini kaybetmiş; bu arada ferdler arası ve ferd-toplum arası münasebetler, daha ziyade menfaat temelinde cereyan eder hale gelmiş ve bu münasebetlerin çerçevesini büyük ölçüde menfaat paylaşımları çizer olmuştur. Bu bakımdan, yani, rûhî ve kalbî hayat dinamiklerini kaybetmiş, iç müeyyidelerden mahrum ferdler arasında menfaat temelinde cereyan eden münasebetleri çatışmaya dönüşmeden sürdürebilmek ve toplumun varlığını da devam ettirebilme uğruna kanunlar da bir hayli sert vazedilmiştir.
Bizde ferd-toplum ayrışması yaşanmadığı gibi, ferdler, kendilerine yetecek, ifrat-tefrit arasındaki dengeyi sağlayacak iç müeyyidelerden de bütün bütün mahrum kalmamıştır. Ferd, benliğini kazandığı, ferdiyetini idrak ettiği bir zeminde iç müeyyidelerle desteklenmezse, hem kendine yetmez, hem de problem olur. Eğer onu gerekli iç müeyyidelerle, yani kalbî ve rûhî hayatın dinamikleriyle donatırsanız, problemin en önemli kısmını halletmiş sayılırsınız. Hayatını, dış müeyyidelerle de disiplin altına aldığınızda, ferdin toplum içindeki gayr-i meşrû isteklerinin önüne geçmiş ve ferd-toplum dengesini kurmuş olursunuz.
İç müeyyide, ferdin vicdanî olarak kendi kendini sorgulaması, frenlemesi ve gayr-i meşrû istek ve temayüllerine iradî had koymasıdır. Bu var olduğu zaman, gelenekçi bir toplumda, eğitime dayalı bir aydınlanma ile ferdî şuurun da doğmasını sağlarsınız. Bu gerçekleşmediği takdirde, toplum veya bir cemaat içinde ferdlerde hazımsızlıklar baş gösterebilir. Kendi olamamış, kendini kontrol ve bir vetirede başkalarıyla birlikte yürüme adına iç müeyyidelerini geliştirememiş ve bu temeller üzerinde ferd şuurunu kazanamamış bir insan, her zaman problem çıkarabilir. Bir gaye istikametinde takip edilen çok sıkıntılı bir vetirede ya ferdler bu seviyeye gelecek veya saygının, örfün, ananenin, geleneğin ve me’hazin kudsiyetinin gereği olarak, itaat edip, yapılanları kabullenecektir. Meselâ, Allah’ın Adı’nın cihanın dört bir yanında şehbal açması için yürünen bir vetirede, ferdler bu gaye istikametinde, makam, mevki ve statülerini hiç nazara almadan icabında kapıcılık veya süpürgecilik yapmayı gönülden kabûl edecek olgunlukta değillerse, geleceğin fikir işçilerine düşen daha çok şey var demektir.
BATI’DA FERD
–Bu dünyaya Doğu’dan gelenler, bu dünyayı biraz sathî mi değerlendiriyor acaba? Batı’nın rafine aydınları ve düşünürleri, aslında Batı toplumunda ferdin çok zayıf olduğunu ve bundan dolayı da şirketlere, firmalara, partilere, sendikalara… sığındığını ifade ediyor ve bu durumun tenkidini yapıyorlar..?
Burada ferdi ferd yapan temeller çok zayıf. Meselâ, şu oturduğumuz yerde, çok lüzumsuz ve estetiğe de aykırı olarak, binanın bu ön tarafına destek olsun diye direkler vurulmuş. Bir kıssa olarak – şimdi anektod diyorlar – hep anlatırım: İmam-ı Gazalî, devrinin en büyük âlimlerinden biridir. Genç yaşta şöhrete ulaşmış, Nizamiye medreselerinin en meşhur müderrislerinden biri olmuş. Kendisi de, dâhîlerin bir bölümü için yapılan tavsife uygun olarak, cüsseli, saçları dökülmüş, filozof görünümlü, saçları arkadan uzamış, sakalları da nisbeten uzun… Hani hep rastlarsınız, bir insan küçük bir köyden çıkar, sonra büyük bir mevkiye gelir ve mevkiinin gerektirdiği urbalar içinde köyünü ziyaret eder ve şöyle bir görünür; o köyün şerefi olarak kendini gösterir. Hazret de –tabiî onda böyle duygular var mıydı, yok muydu bilemiyorum– memleketi olan Tus’a gelir. Bütün ahali, İmam-ı Gazalî geliyor diye yollara dökülür. Köyden yaşlı bir kadın da bu manzarayı seyretmektedir. İmam-ı Gazalî geçerken, bakar bakar, Hazret’i bir şeye benzetemez. Köyünün sarıklı, cübbeli imamı aklına gelir ve “Gazalîymiş, bizim köyün imamına kurban olsun!” deyiverir. İmam-ı Gazalî, bunu duyar ve şu mukabelede bulunur: “Anne, ne diyorsun? Ben, Allah’ın varlığı için Kur’an’dan binlerce delil keşfettim.” Kadın güler ve “Binanın temeli çürük olduktan sonra, bin direk dahi vursan ne çıkar ki?” der.
İşte bunun gibi, binanın temeli çürük ve onu ayakta tutacak asıl direklerden mahrumsa, o yapıya ne kadar payanda vurursanız vurunuz, netice alamazsınız. Temel ve blokaj çok sağlam olmalı ki, o temel üzerinde kuracağınız yapı da sağlam olsun. Evet, ferdleri iç dinamikleriyle ele alınmış ve bu şekilde blokajı sağlam atılmış bir toplumdur ki, hem kendisi, hem de ferdleri sağlıklı olabilir. Yoksa, çile çekmemiş, dehrin hadiseleri karşısında pişip olgunlaşmamış, öğrendiklerini içine sindirip, benliğine mâledememiş bir ferd, hep başkalarını tenkid edip duracak, kendi nefsini daima temize çıkarıp, dünyaları idare edebilecek seviyede görürken, başka herkesi hep suçlu, hep mücrim telâkki edecektir. Bu bencil ruhlar, hem nifaka, hem de fitneye açık ruhlardır. Efendimiz (s.a.s.) döneminde Mekke’de nifakın söz konusu olmayıp, Medine’de ortaya çıkması da bundandır.
YARATILIŞ MUCİZESİ
– Uzay gözlemlerinde, teleskobun 1 cm 2lik görüntüsü içine yüz milyar galaksi giriyor ve her galakside yüz milyar yıldız var olduğu söyleniyor.
Kâinat sonlu mu, sonsuz mu, bu bir tartışma mevzuu. Sonsuz olsa, insan aklı sonsuzu kavrayamaz. Sonlu olsa, ötesinde mekân arayıp, yine şaşkınlığa düşer. Bu, bize acziyetimizi ve sınırlılığımızı ihtar ediyor. Fakat bu sınırlılığımız içinde Sonsuz ve Sınırsız olan Zât’ı tartmaya çalışıyoruz. Sonra, yalnız makro planda kâinat değil, mikro seviyede atomları da bilmiyoruz. Bu âlem, kâinata göre daha da sanatlı, çünkü şekil, kütle küçüldükçe san’at büyüyor. Büyük bir şeklin içine sığdırdığınızı daha küçük bir şeklin içine sığdırmak istediğinizde, daha sanatlı çalışmanız gerekiyor.
Atomlar ve onun daha küçük parçacıkları, elektronlar ve protonlar arasında, kendi büyüklük seviyelerine göre öyle büyük mesafeler var ki, o küçücük dünyada birinden diğerine at koşturabilirsiniz. Sonra, bugün elektronlar diyoruz, protonlar diyoruz, quantumlardan bahsediyoruz; yarın belki esirin de ispatıyla, müşâhede sahamıza girmeyecek, âdeta anti-madde sınırında var-yok parçacıklardan söz edeceğiz.
YARATILIŞ MUCİZESİ KARŞISINDA
– Böylesine muhteşem bir dünya karşısında Allah’ı inkâra gidenler, biraz da, bütün bu ihtişamın bir zâtın eseri olabileceğini akıllarına sığdıramadıklarından mı inkâra gidiyorlar?
İnsan, çok defa Yaratan’ı kendine kıyasla, şu makro ve mikro seviyedeki âlemleri tek bir Yaratıcı’ya veremeyip ve tek bir Yaratıcı ve İdare Edici’yi kabûl edemeyince, bu defa ya kâinatın içinde sârî bir ilâh inancına (monizm) saplanıyor, ya, varlığın bütününe birden ulûhiyet atfetme cihetine gidiyor (panteizm), veya cansız, şuursuz, iradesiz, düşüncesiz maddeye ulûhiyet vererek, şu her zerresi yerli yerinde muhteşem kâinatı kaosa ve tesadüflerin, tesadüfî mecburiyetlerin oyuncağı haline getiriyor. Tabiat gibi, tabiat kuvvetleri gibi, ruhsuz, şuursuz, ilimsiz, iradesiz bir takım tâbirleri ilâh seviyesine çıkarıyor. Kalbde bir musaddık olmayınca, kâinattan edindiği her malûmât, sadece birer cehalet ve inkâr malzemesine dönüşüyor.