Sayfa 5/8 İlkİlk ... 34567 ... SonSon
72 sonuçtan 41 ile 50 arası

Konu: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay

  1. #41
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay

    14. GÜN



    BATI VE DOĞU TOPLUMLARINDA

    FERD VE FERDİYETÇİLİK


    Soru: Batı toplumlarındaki ferdiyetçilik anlayışı, ferdin haklarını korumada ve yenilikçi ruha destek olmada yeterince etkili görünmekle birlikte, bencil, sadece kendini düşünen insan tipine de engel olamıyor. Müslüman Doğu toplumlarında ise, yenilikçi ruhların çıkması ve genel-geçer değer hükümlerinden farklı olarak kendini ifade etmesi tepki doğuruyor. Bu iki farklı kültür ortamını nasıl değerlendirmeliyiz?

    Doğu ve Batı tarihlerine baktığımızda, Batı’daki istihalelerin çok sert olduğunu görürüz. Kilise-bilim, derebeylik-krallık, krallık-burjuva arasındaki mücadeleler, hattâ din ve mezhep kavgaları Batı’da çok sert ve kanlı cereyan etmiş, derebeylikten krallığa, krallıktan cumhuriyete ve demokrasiye geçiş de, çok defa savaşlar ve kanlı ihtilâller neticesinde gerçekleşmiştir. Doğu’da ise, hem tartışmalar yumuşak ve daha medenî, hem de geçişler, daha çok tepeden ve nisbeten mülayimce olmuştur. Meselâ, bizde gelenekçi denebilecek İmam-ı Gazzalî ile, yenilikçi denebilecek İbn Rüşd arasındaki tartışma yazı ve kitaplar zemininde cereyan etmiş; daha sonra da bu tartışma, Fatih’in sarayında yine medenî ölçüler çerçevesinde devam etmiştir. Orta ve hattâ yeni çağlarda İslâm dünyasındaki fikir hürriyeti, Batı’dakinin çok çok önündedir.

    Batı’daki değişimlerin sertliği, tefriti, yani karşı uçta bir aşırılığı doğurmuş, ferd, olabildiğine serbest, serâzâd hâle gelmiştir. Ayrıca, mücadele daha çok dine karşı verildiğinden, ferdi dizginleyecek iç müeyyideler ya kaybolmuş, ya da tesirini kaybetmiş; bu arada ferdler arası ve ferd-toplum arası münasebetler, daha ziyade menfaat temelinde cereyan eder hale gelmiş ve bu münasebetlerin çerçevesini büyük ölçüde menfaat paylaşımları çizer olmuştur. Bu bakımdan, yani, rûhî ve kalbî hayat dinamiklerini kaybetmiş, iç müeyyidelerden mahrum ferdler arasında menfaat temelinde cereyan eden münasebetleri çatışmaya dönüşmeden sürdürebilmek ve toplumun varlığını da devam ettirebilme uğruna kanunlar da bir hayli sert vazedilmiştir.

    Bizde ferd-toplum ayrışması yaşanmadığı gibi, ferdler, kendilerine yetecek, ifrat-tefrit arasındaki dengeyi sağlayacak iç müeyyidelerden de bütün bütün mahrum kalmamıştır. Ferd, benliğini kazandığı, ferdiyetini idrak ettiği bir zeminde iç müeyyidelerle desteklenmezse, hem kendine yetmez, hem de problem olur. Eğer onu gerekli iç müeyyidelerle, yani kalbî ve rûhî hayatın dinamikleriyle donatırsanız, problemin en önemli kısmını halletmiş sayılırsınız. Hayatını, dış müeyyidelerle de disiplin altına aldığınızda, ferdin toplum içindeki gayr-i meşrû isteklerinin önüne geçmiş ve ferd-toplum dengesini kurmuş olursunuz.

    İç müeyyide, ferdin vicdanî olarak kendi kendini sorgulaması, frenlemesi ve gayr-i meşrû istek ve temayüllerine iradî had koymasıdır. Bu var olduğu zaman, gelenekçi bir toplumda, eğitime dayalı bir aydınlanma ile ferdî şuurun da doğmasını sağlarsınız. Bu gerçekleşmediği takdirde, toplum veya bir cemaat içinde ferdlerde hazımsızlıklar baş gösterebilir. Kendi olamamış, kendini kontrol ve bir vetirede başkalarıyla birlikte yürüme adına iç müeyyidelerini geliştirememiş ve bu temeller üzerinde ferd şuurunu kazanamamış bir insan, her zaman problem çıkarabilir. Bir gaye istikametinde takip edilen çok sıkıntılı bir vetirede ya ferdler bu seviyeye gelecek veya saygının, örfün, ananenin, geleneğin ve me’hazin kudsiyetinin gereği olarak, itaat edip, yapılanları kabullenecektir. Meselâ, Allah’ın Adı’nın cihanın dört bir yanında şehbal açması için yürünen bir vetirede, ferdler bu gaye istikametinde, makam, mevki ve statülerini hiç nazara almadan icabında kapıcılık veya süpürgecilik yapmayı gönülden kabûl edecek olgunlukta değillerse, geleceğin fikir işçilerine düşen daha çok şey var demektir.



    BATI’DA FERD

    –Bu dünyaya Doğu’dan gelenler, bu dünyayı biraz sathî mi değerlendiriyor acaba? Batı’nın rafine aydınları ve düşünürleri, aslında Batı toplumunda ferdin çok zayıf olduğunu ve bundan dolayı da şirketlere, firmalara, partilere, sendikalara… sığındığını ifade ediyor ve bu durumun tenkidini yapıyorlar..?

    Burada ferdi ferd yapan temeller çok zayıf. Meselâ, şu oturduğumuz yerde, çok lüzumsuz ve estetiğe de aykırı olarak, binanın bu ön tarafına destek olsun diye direkler vurulmuş. Bir kıssa olarak – şimdi anektod diyorlar – hep anlatırım: İmam-ı Gazalî, devrinin en büyük âlimlerinden biridir. Genç yaşta şöhrete ulaşmış, Nizamiye medreselerinin en meşhur müderrislerinden biri olmuş. Kendisi de, dâhîlerin bir bölümü için yapılan tavsife uygun olarak, cüsseli, saçları dökülmüş, filozof görünümlü, saçları arkadan uzamış, sakalları da nisbeten uzun… Hani hep rastlarsınız, bir insan küçük bir köyden çıkar, sonra büyük bir mevkiye gelir ve mevkiinin gerektirdiği urbalar içinde köyünü ziyaret eder ve şöyle bir görünür; o köyün şerefi olarak kendini gösterir. Hazret de –tabiî onda böyle duygular var mıydı, yok muydu bilemiyorum– memleketi olan Tus’a gelir. Bütün ahali, İmam-ı Gazalî geliyor diye yollara dökülür. Köyden yaşlı bir kadın da bu manzarayı seyretmektedir. İmam-ı Gazalî geçerken, bakar bakar, Hazret’i bir şeye benzetemez. Köyünün sarıklı, cübbeli imamı aklına gelir ve “Gazalîymiş, bizim köyün imamına kurban olsun!” deyiverir. İmam-ı Gazalî, bunu duyar ve şu mukabelede bulunur: “Anne, ne diyorsun? Ben, Allah’ın varlığı için Kur’an’dan binlerce delil keşfettim.” Kadın güler ve “Binanın temeli çürük olduktan sonra, bin direk dahi vursan ne çıkar ki?” der.

    İşte bunun gibi, binanın temeli çürük ve onu ayakta tutacak asıl direklerden mahrumsa, o yapıya ne kadar payanda vurursanız vurunuz, netice alamazsınız. Temel ve blokaj çok sağlam olmalı ki, o temel üzerinde kuracağınız yapı da sağlam olsun. Evet, ferdleri iç dinamikleriyle ele alınmış ve bu şekilde blokajı sağlam atılmış bir toplumdur ki, hem kendisi, hem de ferdleri sağlıklı olabilir. Yoksa, çile çekmemiş, dehrin hadiseleri karşısında pişip olgunlaşmamış, öğrendiklerini içine sindirip, benliğine mâledememiş bir ferd, hep başkalarını tenkid edip duracak, kendi nefsini daima temize çıkarıp, dünyaları idare edebilecek seviyede görürken, başka herkesi hep suçlu, hep mücrim telâkki edecektir. Bu bencil ruhlar, hem nifaka, hem de fitneye açık ruhlardır. Efendimiz (s.a.s.) döneminde Mekke’de nifakın söz konusu olmayıp, Medine’de ortaya çıkması da bundandır.



    YARATILIŞ MUCİZESİ

    – Uzay gözlemlerinde, teleskobun 1 cm 2lik görüntüsü içine yüz milyar galaksi giriyor ve her galakside yüz milyar yıldız var olduğu söyleniyor.

    Kâinat sonlu mu, sonsuz mu, bu bir tartışma mevzuu. Sonsuz olsa, insan aklı sonsuzu kavrayamaz. Sonlu olsa, ötesinde mekân arayıp, yine şaşkınlığa düşer. Bu, bize acziyetimizi ve sınırlılığımızı ihtar ediyor. Fakat bu sınırlılığımız içinde Sonsuz ve Sınırsız olan Zât’ı tartmaya çalışıyoruz. Sonra, yalnız makro planda kâinat değil, mikro seviyede atomları da bilmiyoruz. Bu âlem, kâinata göre daha da sanatlı, çünkü şekil, kütle küçüldükçe san’at büyüyor. Büyük bir şeklin içine sığdırdığınızı daha küçük bir şeklin içine sığdırmak istediğinizde, daha sanatlı çalışmanız gerekiyor.

    Atomlar ve onun daha küçük parçacıkları, elektronlar ve protonlar arasında, kendi büyüklük seviyelerine göre öyle büyük mesafeler var ki, o küçücük dünyada birinden diğerine at koşturabilirsiniz. Sonra, bugün elektronlar diyoruz, protonlar diyoruz, quantumlardan bahsediyoruz; yarın belki esirin de ispatıyla, müşâhede sahamıza girmeyecek, âdeta anti-madde sınırında var-yok parçacıklardan söz edeceğiz.



    YARATILIŞ MUCİZESİ KARŞISINDA


    – Böylesine muhteşem bir dünya karşısında Allah’ı inkâra gidenler, biraz da, bütün bu ihtişamın bir zâtın eseri olabileceğini akıllarına sığdıramadıklarından mı inkâra gidiyorlar?

    İnsan, çok defa Yaratan’ı kendine kıyasla, şu makro ve mikro seviyedeki âlemleri tek bir Yaratıcı’ya veremeyip ve tek bir Yaratıcı ve İdare Edici’yi kabûl edemeyince, bu defa ya kâinatın içinde sârî bir ilâh inancına (monizm) saplanıyor, ya, varlığın bütününe birden ulûhiyet atfetme cihetine gidiyor (panteizm), veya cansız, şuursuz, iradesiz, düşüncesiz maddeye ulûhiyet vererek, şu her zerresi yerli yerinde muhteşem kâinatı kaosa ve tesadüflerin, tesadüfî mecburiyetlerin oyuncağı haline getiriyor. Tabiat gibi, tabiat kuvvetleri gibi, ruhsuz, şuursuz, ilimsiz, iradesiz bir takım tâbirleri ilâh seviyesine çıkarıyor. Kalbde bir musaddık olmayınca, kâinattan edindiği her malûmât, sadece birer cehalet ve inkâr malzemesine dönüşüyor.


  2. #42
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay

    15. GÜN



    BATI’DAKİ YENİ YAYINLARIN “YENİ”YMİŞ GİBİ

    TESİRİNDE KALMA


    – Şu anda Batı’da yaygın, bizde de yaygınlaşan fikirler, teoriler var. Meselâ, en son Kaufman adlı birisi, Mega Strateji diye, kendince, ferd-toplum münasebetlerini düzenleyici ve toplumdaki, iş alanlarındaki tıkanıklıkları giderici bir teori geliştiriyor ve buna kalkış noktası olarak da, Talmud’daki “Dünyayı iyileştir” emrini aldığını söylüyor. Bizim dünyamızda da bu türden fikirler ve kitaplar birden ve çok alıcı buluyor. Halbuki, kültürümüzde bunların hiç biri eksik değil ve çok daha güzeli var. Meselâ, malûmunuz, “Dünyayı iyileştirme”, insanın yeryüzünün halifesi olmasının bir gereği ve fonksiyonu. Bu tür akımlar karşısında nasıl bir tavır içinde olmalıyız?

    Daha önce de Toffler çıktı, Huntington çıktı ve saman alevi gibi, parlayıp söndüler. İlk çıktıklarında da, bunlara inanmamış ve bunu ifade etmiştim. Bu türden fikir ve projelerin arkasında, her şeyden önce yönlendirici bir elin varlığını kabûl etmek lâzım. Bundan daha önemlisi, herkes, kendi toplumunu temel alarak düşünür, konuşur ve yazar. Kendi kültürünün, kendi çevresinin tesirindedir. O bakımdan, bir toplumda ileri sürülen her tedavi şekli, diğer toplumlara aynen uygulanamaz. Bu hususu da göz ardı etmemek lâzım. Meselâ, din deyince Batılı ister istemez Hristiyanlığı anlar ve dini ona göre yargılar. Daha önce, bir resim değerlendirmesinde, Batı’da Hristiyanlık için kurulan dar ağacında İslâm’ı astığımız ifade edilmişti. Bu ne büyük bir hata ise, aynı şekilde, Batı’da ortaya çıkan her düşünceyi, her fikri, her tedaviyi hemen orijinal bulup almak, aynı derecede hatadır. Fakat, maalesef, bazı arkadaşlarımız hep bu hatayı işliyorlar.

    Bizim kendi kültürümüz, kendimize ait eserlerimiz var. Bunların üzerinde çalışmak, bir araya geldiğimizde bunlar üzerinde müzakerede bulunmak ve problemlerimize çareleri onlarda aramak gerekiyor.



    NEFSİ TERBİYE İLE NEFSİN HAKKINI VERME

    ARASINDAKİ DENGE


    – Nefsi terbiye, aynı zamanda hakkını da vermek için elimizdeki ölçü ne olmalıdır?

    Nefse hiç açık kapı bırakılmamalı; o, daima baskı altında tutulmalı. Zaten hayatımızı sürdürmek için yiyip içiyoruz; o, bunların hepsinden faydalanıyor. Fakat o, kendi haline bırakıldığı takdirde bunlara kanaat etmez; daha fazlasını, daha fazlasını ister. Onun her istediğini yerine getiren insan da, onun altında kalır ezilir. Nefsin gıdalanması için, ona ne ölçüde bir saha tanınacağı Din’de bellidir. Ona bunun ötesinde bir saha tanımak, onun altında kalıp ezilmeye yol açar.

    Nefsin ruh gibi, kendine has bir mevcûdiyeti vardır. İmam-ı Birgivî’nin Tarikat-ı Muhammediye adlı eserine Berika adlı şerh yazmış olan İmam-ı Hadimî, ya kendi veya başkasının başından geçen misalî bir mahkeme hadisesini anlatır. Her kimse onu, “hakkında şikâyet var” diye mahkemeye çıkarırlar. Mahkemeye vardığında, köşede büzülmüş tanımadığı biri durmaktadır. Şikâyetçi olan bu kişi, “Bu zat, benim hakkımı vermiyor; yemiyor, içmiyor, yatmıyor” diye şikâyetlerini sıralamaya başlayınca, maznun, onun nefsi olduğunu anlar. Sonra da kendini şöyle müdafaa eder: “Budur beni sürekli olarak Allah’ın yolundan alıkoymaya çalışan; budur beni günahlara çağıran; budur benim helâkimi hazırlayan…” Neticede mahkemeyi kazanır.

    Nefis şikâyet eder; kim bilir, Allah yolunda hizmet edenlerden, az yiyip az uyuyanlardan, meselâ, Ramazan’ın dışında Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutanlardan ne şikâyetler etmektedir! Fakat, onun şikâyete hakkı yoktur; onun şikâyetlerine hiç mi hiç kulak vermemek lâzımdır.




  3. #43
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay



    İKİNCİ 15 GÜN


    15 günlük ilk dönem notlarından sonra, ikinci dönem notlara, aylar sonra Hocaefendi’yi bir defa daha ziyaretim üzerine geçebiliyoruz.



    1. GÜN




    Bugün, kendileriyle bir defa daha görüşme imkânı oldu. Geldiğimde saat 20.15’ti ve akşam yemeği çoktan yenmişti. Mutad üzere, yemekten sonra, ihtimal kısa süreli bir sohbet de olmuştu. O anda bir kitaptan, Kur’an-ı Kerim’in bazı âyetlerinin bir takım iş’arî manâlarıyla ilgili bir bölüm okunuyordu.

    Okuma bittikten sonra, sağlığını sordum. Kronik rahatsızlıklarının devam ettiğini, henüz grip aşısı da yaptıramadıkları için, ağır grip vak’aları geçirdiklerini, bu arada bazı yerlerindeki lenflerde şişmeler olduğunu, yine şekerden kaynaklanan parmaklarındaki deformasyon ve şişmenin, elini yeterince kullanmasına mani bulunduğunu söylediler. Rahatsız oldukları, simalarından da sezilebiliyordu. Bu arada, çok yalnız kaldıklarını, ABD de olup da, arada bir gelen bir-kaç dostun da ayrıldığını söylediler. Gerçekten, içeride evin her zamanki sâkinleri dışında kimse yok denebilecek kadar az insan vardı.



    DÖNMELER HAKKINDAKİ YAYINLAR

    Saat 21.00 sıralarında sohbetten kalkıldı. Bilgisayar bulunan küçük odaya geçip, internetten Türkiye medyasında yer alan ana haber ve yorumlara göz atıldı. Daha sonra yatsı namazı için mescide çıkıldı ve 21.45 sıralarında yatsı namazı eda edildi. Yatsı namazından sonra, mutadları üzere, aynı zamanda mescid vazifesi gören salona tekrar çıktılar. Bir saat kadar bir süre, kısmen âfâkî denebilecek bazı meselelerden konuşuldu. Yakın tarihin bazı meseleleri ve Türkiye toplum mozayiğinin bazı unsurları üzerinde duruldu. Son zamanlarda Türkiye medyasında, Osmanlılar’ın Avdetî, halkın Dönme dediği vatandaşlar hakkında yapılan bazı yayınlardan soruldu. Bunların yersiz ve gereksiz olduğu, bir takım isim veya soy isimlerden hareketle yapılacak tesbitlerin karıştırma ve karışıklıklara yol açabileceği, meselenin ilmî açıdan ve ciddî biçimde ele alınabileceği, başka türlü yaklaşımların toplum içinde yeni bölünme ve düşmanlıklara yol açabileceği üzerinde durdular. Nihaî olarak da, “Böyle şeyler bizi meşgul etmemeli. Biz, Allah ile aramızdaki münasebet nasıldır, hangi seviyededir, ona bakalım” buyurdular.




  4. #44
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay

    2. GÜN



    05.10’da sabah namazına duruldu. 05.30 civarında biten namazdan sonra, evde bulunanlar istirahata çekildiler. Sabah kahvaltısı saat 8.00’de idi; fakat yıllardır gece istirahatinden neredeyse tamamen mahrum bulundukları için, yine rahatsızlıkları sebebiyle kahvaltıya inemediler.

    ***



    RAHATSIZLIKLARI

    Hocaefendi, bir defasında kendilerinin de buyurdukları ve tanıyanlarının da ifade ettiği üzere, gençlik günlerinden beri çok fazla ilaç kullanmaktadır. Bununla alâkalı olarak, belki yapılmaması gereken bir dua olduğu, hattâ bu konuda çok itimat ettiği bir âlim-fâzıl zat da ikaz da buyurduğu halde, gençliğinde, “Ya Rabbi, benim vücuduma öyle rahatsızlıklar ver ki, gençlik duygu ve arzularına vakit bulamayayım” diye dua ettiğini söylemişlerdi. Denebilir ki, hemen bütün hastalıklar vücudunda tavattun etmiş, her biri belli bir süre konuk kaldıktan sonra gitmiş, yerlerine başkaları gelmiştir. Gençliğinde, el, yüz ve ayakları dahil, bütün vücudunda belli rahatsızlıklar, yaralar meydana gelmiş.

    Hocaefendi bir defasında:

    Bu yaraların kabuklarını yüzdüğümde, bütün vücudumun derisi soyulur gibi olurdu. Yaralar, acımasının yanısıra çok da fazla kaşınırdı. Biraz rahatlamak için merhem sürerdim; fakat o da öyle yakardı ki, odamda en az yarım saat dört dönerdim. Böyle 15 yıl kadar devam etti.

    Sonra bir hadise dolayısıyla sıkıntı bastı. O sıkıntı anında, çok ama çok fazla terledim. Bu yara hastalığımın dermanı bu oldu; veya böyle bir hadise onun geçmesine sebep olacakmış. Attığım o kadar terden sonra, o yaralarım elhamdülillâh tamamen geçti.

    şeklinde anlatmışlardı.

    Hocaefendi, askerde iken siroza dönüşen ciddî bir sarılık geçirmiş. Sindirim rahatsızlıkları, hayatının hiçbir döneminde eksik olmamış. Yine bir dönem, sağ bacağı tahammül edilmez derecede ağrılar yapıyormuş.

    Bu rahatsızlıkları hakkında da, bir sohbet esnasında şunları söylemişlerdi:

    Ayağa kalkamıyor, hattâ oturamıyordum. Abdest alırken arkadaşlar yardım ediyorlardı. İzmir’de ortopedist bir doktor getirdiler. Çok sert ve mizacı ters bir adamdı. Muayene esnasında da sert davrandı ve canımı çok acıttı. Ameliyat gerektiğini söyledi. Fakat sertliği ve haşinliği çok canımı sıkmıştı. “Allah, beni sana muhtaç etmeyecek ve bu hastalığıma şifa verecek” dedim. Doktor da kızdı gitti.

    Bir başka gün de hastanede muayene ettiler. Çıktığımda, doktorların kendi aralarında konuşmalarını duydum. Ayağın kesilmesi gerektiğini söylüyorlardı. Önce içimden bir ürperti geçti. Sonra, Epiktetos gibi kendi kendime, “Fethullah, bugüne kadar iki ayağın vardı ve Allah’ın lûtfettiği bu iki ayağı kullanıyordun. Yâ Rabbi, bundan sonra Sana tek ayakla kulluk ederim. Sana Hamdolsun!” dedim.

    Hastaneden geldikten sonra, ağrıyan yerlerine bir süre zeytin yağı sürüyor ve bildikleri dualardan okuyorlar. Allah, o rahatsızlığına da şifa veriyor.

    Hocaefendi, şeker rahatsızlığını 12 Eylül sürecinde hissediyor. Kalb rahatsızlıkları da aynı dönemde ortaya çıkıyor. Şu son dönemde, bu rahatsızlıklarının bir komplikasyonu olarak bilhassa sağ kolunda şiddetli ağrılar, parmak mafsallarında şişme oluyor. Bu sebeple, parmaklarını tam olarak bükemedikleri için, ellerini kullanmada ızdırap çekiyorlar.

    Hocaefendi’nin bir diğer tipik ve kronik rahatsızlığı, çok fazla terlemesidir. 4 rek’atlık bir namaz, yatağını düzeltme, hafif bir hareket, O’nun ter içinde kalmasına yetiyor. Bilhassa çok ağır geçen grip rahatsızlıklarında, çok fazla ter atıyorlar. Bir gecede, onun da belki ancak yarım saatinde uyuyabildiği uyku süresi sadece 2 saat kadardır. Fakat bu süre içinde defalarca atlet değiştirdiği oluyor.

    Yine çok tipik bir vak’a olarak, vücudunun üst yanı böylesine terlerken, alt tarafı da alabildiğine üşüyor. Ayaklarına, cereyanla ısıtılan çoraplardan giydikleri, üzerine battaniye sardıkları ve bu şekilde yatağa girdikleri halde, bir türlü ısınamadığını söylüyorlar. Evet, herkes gibi, Hocaefendi de kendi kaderini yaşıyor.

    ***



    Çarşamba sabahı (bugün), yine rahatsızlıkları sebebiyle kahvaltıya inememişlerdi. Kahvaltıdan sonra, evin bulunduğu çevreyi biraz dolaşayım dedim. Daha önceki gelişimde ara sıra çıkar, yakın bir yerde bir ağaç altında otururdum. Bir defasında yanımda gazete götürmüş ve görünmeyecek bir yere bırakmıştım. Bu defa, gazete duruyor mu diye aynı yere tekrar gittim. Farkında olmadan yolumu şaşırmışım. Çevrede biraz dolandıktan sonra bulabildim. Evet, gazete koyduğum yerde duruyordu, fakat tabiî ki, bir hayli yıpranmıştı.

    Saat 11.00 sırası kaldığım odaya geldim. Birkaç dakika sonra Hocaefendi de geldiler. Bir müddet oturduktan sonra ayrıldılar.

    Ayrıldıktan hemen sonra kolunda, fanila türü giyeceklerle tekrar geldiler. Hocaefendi, 2 takım elbisesi, aynı türden 2 veya en fazla 3 giyeceği olduğunda, ayrıca kendisine gelen bu türden hediyeleri dağıtır ve bu, ne zaman giyeceklerinde az bir yığılma olsa tekerrür eder. Bu defa da aynı şekilde, odaları dolaşarak, kalan bir-kaç insana elindekileri dağıttılar ve öğle namazı hazırlığı için odalarına çekildiler.

    ***

    Saat 12.30 civarında namaz kılındıktan sonra öğle yemeğine oturuldu. Yemeği müteakip, sorulan bazı sorulara cevap verdiler:


  5. #45
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay

    TEMELLERİ BİR DEFA DAHA KEŞFETME

    – Sızıntı’nın önceki (Ekim) sayısının başyazısında, “Bugün İslâm ve Kur’an tenkide uğruyor. Bu bakımdan, bunlar üzerinde yoğunlaşmak gerekir” mealinde bir ifade var. Acaba, yeniden temele inme, temelleri bir defa daha keşfetmek ki gerekiyor?”

    Temele inme, dinî hassasiyetimizi bir defa daha kontrol etmenin yanısıra, temel kaynaklara inme manâsına da gelir. Bilhassa son asırda, bu şekilde temel kaynaklara inme adına çok söz söylendi. Bazıları buradan hareketle, selef-i sâlihîni, bu arada mezhep imamlarını tenkid cihetine gittiler. Bu kapı bir defa açılınca burada durmayıp, Sahabe’ye, oradan Sünnet’e kadar uzandılar; hattâ Kur’an’ı bile tenkit etmeğe kadar işi vardıranlar oldu.

    Meselâ, bir erkeğin yerine iki kadının şâhidliğinin istenmesi ve mirasta kadına erkeğin yarısı bir hisse verilmesi gibi konular hakkında, “Bunlar, Kur’an’ın problemi, bizim problemimiz değil” diyenler var. Bu tür değerlendirmeler, meseleleri yerli yerine koyamamaktan kaynaklanıyor. Meselelere, ne zaman, nerede ne öne çıkar, ne yapılmalıdır; ne, nerede, nasıl değerlendirilmelidir, bunlar dikkate alınmadan, sanki her zaman aynı şartlar hükümferma imiş gibi yaklaşılıyor. Kendilerince bazı misaller de veriyorlar. Hz. Ömer’in, Peygamberimiz zamanında müellefe-i kulûb hissesinden zekât verilen iki kişiye artık bu zekâtı vermemesini misal gösteriyorlar. Bu vak’anın farklı mahmilleri vardır, bir zaman bir münasebetle izah edilmişti. Böyle yapmaktansa, bugün din adına neredeyiz, hangi durumdayız, nelerle birinci derecede mesulüz, mesul tutulmalıyız; bütün bunlar çok iyi tesbit edilip, diğer mevzulara bunların ışığında yaklaşmak lâzım. Yoksa her bir-kaç yılda bir düşüncelerimizi, verdiğimiz hükümleri, bugün vardığımız sonuçları değiştirmek zorunda kalırız ve bu da, dinin ruhuna dokunur.



    İÇTİHAD TEŞEBBÜSLERİ VE ASIL YAPILMASI

    GEREKENLER


    – Malûm, İçtihad bahsinde, fırtınaların olduğu bir zamanda kapıların, pencerelerin kapanması lâzım deniyor. Bugün böyle, ikinci derecedeki meseleleri öne çıkarıp, onlar üzerinde imal-i fikir etme ve bunları birinci derecede önemliymiş gibi tartışmaya açma, bu prensip çerçevesinde değerlendirilebilir mi?

    Bir tarafta, “içtihad kapısı tamamen kapalıdır” demek bir ifrattır. O, her zaman açıktır; fakat oradan girmenin şartları vardır. Biraz önce arz edildiği gibi, içtihadın bir temeli olmalı. İçtihad, İslâmî bir tabir ve İslâmî bir mesele olarak, İslâm fıkhıyla alâkalıdır. Bu da tabii İslami şartlar, İslâmî bir zemin gerektirir. Meselâ, bugün toplumumuzda bir problem halini alan başörtüsü, hicretin 5’inci veya 6’ncı, yani Risalet’in 18 veya 19’uncu yılında farz olmuştur. Faiz, kademe kademe yasaklanmış, ama tamamen ortadan kaldırılması, Veda Haccı’nda gerçekleşmiştir. Bütün bunlar üzerinde iyi düşünülmeli ve gerektiği gibi durulmalıdır.

    Burada bilhassa şu hususu arz etmekte yarar var. Bugün için, İslâm fıkıh tarihini yeterince araştırdığımız ve bildiğimiz söylenemez. Kur’an’daki ahkâmın illetlerinin bile tam olarak ortaya çıkarıldığı ve bu manâda sağlam bir tenkih-i menat yapıldığı iddia edilemez. Kaldı ki, selefin içtihadlarında dayandığı deliller nelerdi; o devasâ fıkıh okyanusunda neler vardı, bunları tam olarak bilemiyoruz. Kanaatimce, içtihada medar meseleler bile, selef döneminde %90 nisbetinde halledilmiş gibidir. Öyle ise, bugün yapılması gereken, işte bunlar üzerinde çalışmak ve bu konuda araştırma yapmak olmalı; hususiyle de Din’in usulü üzerinde durulmalıdır. İnsanlara Allah’ı nasıl anlatabiliriz; onları Kur’an ve imanla nasıl tanıştırabilir, Allah’ı insanlara nasıl sevdirebiliriz; evet, gayret ve düşünceler, öncelikle bunlar üzerinde teksif edilmelidir. Kaldı ki, bugün içtihad gibi mevzular üzerinde uğraşanlar, bunu biraz da isbat-ı nefs için yapıyorlar. Zaman ve şartlar tam müsait olmadığından, serdedilen fikirler, varılan neticeler de semavî değil, arzî oluyor. O bakımdan, Din’in usûlünü tam tesbit etme, akıllara ve kalblere yerleştirme çalışmalarına hız vermenin dışında, diğer meselelerde insanlara belli ölçülerde genişlik gösterilmeli, onların üzerine, mevcud şartlar açısından altından kalkamayacakları mükellefiyetler yüklemekten kaçınılmalıdır. Aksi halde, bugün vardığınız bir neticeyi, ulaştığınız bir hükmü çok geçmeden gözden geçirme, değiştirme durumunda kalırsınız ki, bunun da zararı, her şeyden daha çok Din’in kendisine olur.


  6. #46
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay



    ALLAH HAKKINDA KONUŞURKEN

    – Bir defasında, şöyle konuşanlar olduğunu duymuştum: “Allah’ın, kozmik sahadaki sistemi çok muhteşem ve kusursuz; fakat insanî sahada zaman zaman rötuş istiyor.” Bunu nasıl değerlendirmek lâzım?

    O söz, benim de kulağıma gelmişti. Allah hakkında çok dikkatli konuşmak lâzım. Burada, şimdi vefat etti, başka dinden çok önemli bir ruhanî lider, kendisini 3 sene önceki ziyaretimizde, “Bugün kötülükler çok arttı; zulüm, çatışma, haksızlık, cinayetler, ahlâkî yozlaşma çok yaygın. Doğrusu Tanrı olmak istemezdim” demişti. O seviyedeki bir insanın bu sözü çok garibime gitmişti. Kendisine, “Allah hakkında böyle düşünmek doğru değildir. Onu, kendi mizanlarımızla tartamayız; icraatını ve icraatındaki hikmetini tam kavrayamayız. Bu bakımdan, O’nun hakkında bir şeyler düşünür ve konuşurken, çok dikkatli olmamız lâzım” demiştim. O zat, hakperest olduğu için, hemen hata ettiğini itiraf etmişti.

    Bu türden bütün değerlendirmeler, hep nazar, yani bakış açısı hatasından kaynaklanıyor. Evet, kozmik planda, kâinatta Kudret ve İrade’ye dayalı cebrî bir determinizma var ve sistem hiç bozulmadan işliyor. Ama Allah, dilediği zaman bazı değişiklikler de yapıyor ki, biz bunlara mucize diyoruz. Meselâ, güneşin batışını bir nebîsi için tehir edebiliyor, ayı ikiye yarıyor vb. Fakat, insanî sahada cebrî determinizma yok ki, orası da kozmik saha gibi olsun. İnsana bir irade verilmiş, hilâfet lûtfedilmiş ve belli sahada dilediği gibi davranma hürriyeti tanınmış. İşte o, bununla imtihana çekiliyor. Aksi bir durum, insanın varlığını gerektirmezdi. Allah (c.c.), insanî sahada kozmik sahadaki âhenk olsun diye, peygamberler irsal ediyor, kitaplar indiriyor, din gönderiyor. Eğer biz, bunlara uysaydık, acaba insanî saha bu ölçüde herc ü merce uğrar mıydı?



    ŞAHİDLİKTE ERKEK VE KADIN


    – Bir yerde, iki kadının şâhidliğinin bir erkeğin şâhidliğine denk tutulması kuralının, sadece ticarî münasebetlerle ilgili olduğunu yazıyor. Bu, gerçekten böyle mi, yoksa her hususta bir erkek yerine mutlaka iki kadın mı aranır?

    Bu meseleye kadının ve erkeğin yeri veya değeri nokta-i nazarından değil de, bizzat şâhidlik nokta-i nazarından yaklaşmak lâzım. İş ve ticaret hayatı, hususiyle o dönemde, kadından daha çok erkeğin meşguliyet ve ihtisas sahasıydı. Bu sahayı o, kadından daha iyi bilirdi. Buna karşılık, meselâ, kadın da ev hayatını erkekten daha iyi bilir. Ne, erkeğin ev dışında daha aktif ve daha geniş çalışma sahasının olması, kadına nazaran ona fazladan bir değer kazandırır, ne de kadının ev işlerini erkekten daha iyi bilmesi, ona erkeğin altında bir derece verilmesine vesile sayılır. Hattâ, evde çocukla meşgul olma ve nesillerin ilk terbiyesi, belki insan hayatındaki bütün işlerden daha önemli ve daha kudsîdir. Çünkü bir insan, kendisini hayat boyu tesiri altında tutacak imtisasları, huyları, karakter hususiyetlerini 7, hattâ 5 yaşına kadar kazanır. Bu hususu hiç nazara almayanlar, kadının evdeki vazifesini âdeta küçümsüyor ve ona dışarıda iş bulmakla değer verdiklerini zannediyorlar.

    Her ne ise, hayattaki fıtrî veya tabiî işbölümü, cinslerin yaratılıştan sahip bulundukları fizyonomi, psikoloji ve karakterlerinin gereğidir. İster iş veya ticaret hayatı olsun, isterse başka bir mesele olsun, bir yerde erkek daha aktif ise, orada onun şâhidliğinin ön planda olması normaldir. Kadın, ev dışında erkek ölçüsünde meşgul olamıyorsa, o hayata erkek ölçüsünde katılmaz ve dolayısıyla aynı derecede o hayatı ve onunla alâkalı bazı hususları bilmez. Kadının her sahaya müdahil görüldüğü, müdahil olmaya çağrıldığı günümüzde bile, halâ kadınlara adeta kapalı pek çok saha vardır. Dolayısıyla, bir vakıayı, bir doğruyu tesbit ederken, meseleyi kadın-erkek münasebet veya değerine getirmek, yanlış olur. Neyse, ben cidden hastayım, konuşmaya da niyetim ve mecalim yok; ancak siz mevzuyu değişik bir yöne çekince konuşturdunuz.

    ***

    Sohbet, doyurucu bir üslûpta bu şekilde bir süre devam ettikten sonra kalkıldı. Saat 14.30 civarıydı. İkindi namazı vaktine az kalmıştı. 15.15 civarında ikindi namazına duruldu. Namazdan sonra da oturuldu, fakat sohbetten ziyade, TV’den Haber-Kritik programı seyredildi. Tabiî o sırada, Türkiye’de saatler 23.00’e gelmişti. 17.00’ye bir-kaç dakika kala akşam namazı vakti girdi. Akşam namazı da kılındı ve saat 19.00’a kadar odalara çekilindi.

    19.00’da akşam yemeğine oturuldu. Yemekten sonra, yine soru-cevap tarzında güzel bir sohbet oldu:




  7. #47
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay

    ANNE KARNINDA RUH

    – Ruhlar, bedenden bağımsız olduğuna göre, anne karnında geçenleri hatırlayabilirler mi?

    Bedenin gelişip olgunlaşmasıyla, rûhun kullandığı vasıtalar olan havâs (duyular) da gelişir. Dolayısıyla ruh da, bu zaviyeden tekâmül ettiği gibi, ilim ve imanla bizzat da tekâmül eder. Tam tekâmül etmiş ruhlar, anne karnında olup bitenleri hatırlayabilir.

    Kabir de, ruh için bir başka anne karnı gibidir. Orada azap olacağına dair Kur’an, Mü’min Sûresi’nde, “Kötü azap, Âl-i Firavun’u sardı. Ateş ki, sabah ve akşam ona arzedilirler; ve Kıyamet koptuğu gün de, ‘Âl-i Firavun’u azabın en şiddetlisine sokun’ denir” (40:45-46) âyeti bir delildir. Kabir ayrı bir âlem, Mahşer ayrı bir âlem; Mizan, Sırat hep ayrı birer âlemdir. Her birinin kendine has husûsiyetleri vardır.



    KABİR HAYATI VE BİR ÂYET

    – Yâ Sîn Sûresi’ndeki “Vah halimize! Bizi yattığımız bu yerden, bu uykumuzdan kim kaldırdı?” (36:52) âyetini nasıl yorumlamak lâzım?

    Evet. Demek ki kabir, daha sonraki âlemlere göre bir uyku gibi. Hz. Ali efendimiz, “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar” buyuruyor. Nasıl dünya hayatı kabir hayatına göre bir uykudur; aynen onun gibi, kabir hayatı da, Âhiret âlemlerindeki hayata göre bir uykudur. İnsan uykusunda da belli bir azaba düçar olabilir. Cehennem azabına göre kabir azabı, uyanık insanın gördüğü azaba göre uykudaki insanın rüyasında düçar olduğu azap gibidir.

    – Bir sohbetinizde, “kabri bir atlatsak, gerisi kolay” buyurmuştunuz.

    Orada, Âhiret’te de nasıl muamele göreceğiniz ortaya çıkıyor. Meselâ, bir yere yolculuk yapacaksınız; bunu yaya mı yapacaksınız, bir hayvan sırtında mı yapacaksınız, tren, vapur, uçak veya füzeyle mi yapacaksınız; yolunuz nasıldır, inişleri yokuşları, engebeleri var mıdır, varsa nasıldır; bütün bunların bilinmesi gibi, kabirde gördüğünüz muameleye göre de yolunuzun kalan tarafı ana hususiyetleriyle belirmiş oluyor.



    ÂHİRET’TE EN ÇETİN SAFHA VE ŞEFAAT-İ KÜBRA

    – Meşhur Şefaat-i Kübra hadisinde, Âhiret âlemleri içinde en çetin safhanın sanki Mahşer olduğu gibi bir imaj var diyebilir miyiz?

    O hadis-i şerifte, evet, insanların dirilmeden sonraki durumları anlatılıyor ve “Rabbim o anda gazaplandığı ölçüde, ondan önce de, ondan sonra da gazaplanmadı” buyuruluyor. Önce, Allah için gazap nedir, tabiî bunu yerine iyi oturtmak lâzım. Gazap, bilhassa yerinde olmadığı zaman, bizim için bir eksiklik ifade eder. Allah (c.c.), her türlü eksik sıfatlardan münezzehtir. O bakımdan, bu türden ifadelerde, müfessirler olsun, kelâmcılar olsun lâzım-ı murad üzerinde durmuşlardır. Yani, “gazap” lâfzıyla ne murad edilmiştir, ne anlatılmak istenmiştir, bunun bilinmesi lâzım. Yoksa, Allah’ın bizim gibi gazaplanması söz konusu değildir. O’nun için “el, yüz” gibi ifadeler de böyledir. “El” bir insanda neyi ifade eder; “yüz” neyi ifade eder; bunlar, Cenab-ı Allah için birer sıfat olarak aynı veya benzer şeyleri ifade ederler. Yoksa Allah için, bizde olduğu gibi bir el ve yüz düşünülemez.

    O Celâlî tecelli karşısında, insanlar Hz. Âdem’e, Hz. Nuh’a, Hz. İbrahim’e, derken Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya gidecekler; gidecekler ama, hepsi de, kendi muhasebe ve Allah’la münasebet ölçülerine göre birer hatalarını söyleyip, bu müracaatları kabul edemeyecekler. Bunlar belki birer günah değildir ama, onlar, o anın da dehşeti içinde, bunları Allah ile olan münasebetlerine yakıştıramadıkları için, insanların bağışlanması adına Allah katında şefaatte bulunmaktan haya edecekler. En son Efendimiz’e (s.a.s.) gelinecek ve O, başını yere koyup yalvaracak. O’nun o yalvarmaları karşısında, kendisine “İste, istediğin verilecek” denecek ve O’nun oradaki şefaati, bir bakıma o andaki ve o ölçüdeki Celâlî tecellinin Cemalî tecelliye inkılâbı şeklinde olacak.

    Efendimiz (s.a.s.) gibi, tevazunun zirvesini temsil eden bir insanın böyle bir ifadede bulunması, bazı kıt düşüncelerce tevazuya aykırı görülebilir. Halbuki bu, onun için çok zor bir şeydir; yani kendisiyle alâkalı büyüklüğü anlatması, esasen ona çok ağır gelmektedir ama, O’na inanmak, imanın olmazsa olmaz en esaslı iki rüknünden biri ise, O, bunu tebliğ etmek ve söylemek zorundadır. Yoksa, risalet vazifesini yerine getirmemiş olur.

    Sohbet 21.00 civarında bitti ve 21.30 civarında da yatsı namazı kılındı.

    ***

    Hocaefendi, sohbetlerinde ve sorulara verdiği cevaplarda, neyin söylenmesi gerekiyorsa onu söyler. Bu bakımdan, cevaplar her zaman sorunun tam mukabili olmayabilir; en azından, bilhassa soru çok önemli değil, fanteziye kaçan bir yanı var, tabiî olarak sorulmamış veya insanları çok alâkadar etmiyor ya da etmemesi gereken bir konuda ise, soruyu soranı mahçup etmemek için, kısa bir cevaptan sonra, kendi tabiriyle “sözü merkeze çeker” ve söylenmesi gerekeni söyler. Bazen bir ikazda bulunur; kişileri, düştükleri ve düşebilecekleri varta ve girdikleri ve girebilecekleri günahlardan dolayı uyarır; bazı hususlarda açık-kapalı tembihler yapar; kısaca, muhataplarını özellikle Allah’a, Âhiret’e ve meâlîye yönlendirmeye çalışır. Bunun dışında, üzerinde konuşmaktan en çok hoşlandığı mevzular, marifet bahisleri ile Kur’anî nükteler, Kur’an’ın şu veya bu derecede ele alıp işlediği konulardır. Bir de, İslâm’a hizmet, onu en çok cezbeden bir husustur.




  8. #48
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay



    3. GÜN



    05.15’te sabah namazına duruldu ve namaz sonrası istirahatinin ardından saat 8.00’de kahvaltı yapıldı. Hocaefendi, yine kahvaltıya çıkamadılar.

    ***

    Saat 12.30 civarında öğle namazı kılındıktan sonra, öğle yemeğine oturuldu. Yemekten sonra, Hocaefendi’ye şöyle bir soru soruldu:



    HZ. MUSA’NIN, YANINDA 10 YIL KALDIĞI ZAT

    – Hz. Şuayb (a.s.), Kur’an-ı Kerim’de, malûmunuz, arkası olan bir rasûl olarak geçiyor. Hz. Musa’nın Medyen suyu başında karşılaştığı iki kız ise, kavmi içinde böyle arkası olan bir zatın kızları gibi görünmüyor. Buradan hareketle, o zatın Hz. Şuayb olmadığı sonucuna varılabilir mi?

    Peygamberler, içlerinde vazife yaptıkları topluluğa hitaben, daha çok “Yâ kavmi (ey kavmim)” diye sesleniyorlar. Demek ki, bunun, bir kavim içinden çıkmanın veya bir kavme gönderilmiş olmanın bir ehemmiyeti var. Hz. Şuayb (a.s.), gerçekten Eyke’de mi doğup büyümüştü, yoksa oraya hicret mi etmişti, bilmiyoruz.

    Şuarâ Sûresi’nde bazı rasullerin kıssaları anlatılırken, kavimleriyle olan münasebetleri açısından, meselâ, “Kardeşleri Salih…”, “Kardeşleri Hûd… “Kardeşleri Lût…” ifadeleri kullanılır. Yalnızca Hz. Şuayb için, “kardeşleri” ifadesi geçmez; sadece “Şuayb onlara dedi” ile iktifa buyurulur. Demek ki, bir arkası da olsa, Hz. Şuayb ile kavmi arasında bir kardeşlik yoktu; ya onların içinden çıkmamıştı, ya da onlar, kardeş olarak anılacak sıcaklık ve yakınlıkta insanlar değildi; tam bedevî idiler. Gerçi, Hz. Musa’nın Medyen’de yanında kaldığı zatın Hz. Şuayb (a.s.) olduğu kesin değildir. Fakat, kavmi içinde Hz. Şuayb’ın dayandığı güçlü bir topluluk da bulunsa, o kavim, bedeviyeti gereği, onun kızlarına iyi davranacak, çobanları, koyunları sulamada bir kuyu başında onlara öncelik verecek bir insaniyet ve medeniyet seviyesinde de bulunmuyordu. Yani ortada bir ahlâk, bir karakter meselesi söz konusu idi.



    PEYGAMBERLERİN KORKUSU

    – Hz. Musa’ya olduğu gibi, Kur’an-ı Kerim’de peygamberlere de atfedilen korkuyu nasıl anlamak lâzım?

    Korkunun bir zaaf olanı veya zaaftan kaynaklananı vardır. Üstad, Hutuvat-ı Sitte’de, korkuyu hizmet insanlarının yolunu kesen 6 tehlikeden biri olarak zikreder. Bu, zaaf olan korkudur. Yani insan, ölümden korkar; malını, mevkiini, şöhretini kaybetmekten korkar; hapse düşmekten, işkence görmekten korkar… Bu tür korkuların hiçbiri peygamberlerde, hattâ onların varisleri olan asfiyâda bulunmaz. Ancak, mukteza-yı beşeriyet olan bazı korkular vardır. Arkanızda sizden habersiz bir top patlar, birden bir şimşek çakar, ister istemez irkilirsiniz. Bunlar, beşer olmanın gereğidir. Ayrıca, meselâ, insanların küfre düşmesinden korkarsınız, bir işte başarısız olmaktan korkarsınız; üzerinize yüklenen ağır bir mesuliyetin altından kalkamayacağınızdan korkarsınız. Bunun gibi, peygamberlerin böyle “korku”ları olur. Bu korkularına karşılık da “firar”ları olur.



    HZ. MUSA (a.s.)’IN FİRARI

    – Firar ve İ’tisam yazısında, Hz. Musa’nın korku ve firarına bu noktada çok güzel bir yorum getiriliyordu. “Sizden korktuğum zaman, firar ettim” manâsında gibi görünen âyet (Şuarâ/26:21), “Sizinle bulunmaktan korktum” şeklinde çevrilip, firarının da zevk ve vuslata, hilâfet ve kurbete varan bir firar olduğu yorumlanıyordu.

    Zaten, başka türlü anlayamazsınız. Bir Peygamber, hattâ Peygamber namzedi can korkusu duyup kaçmaz. Bir misyon insanı olarak, elbette ele geçirilmeyi ve öldürülmeyi arzu etmez; bu noktada hayatı açısından endişe duyabilir. Bu bakımdan, korkunun şümulü geniştir. Hz. Mûsa (a.s.) can korkusuyla firar etmiş olsaydı, böyle bir firar mükâfatla ile neticelenmezdi. Halbuki, firarının sonunda ona hüküm, hakimiyet verildiğini ve kendisinin peygamber kılındığını, bizzat zikri geçen âyet naklediyor.

    ***

    14.00 civarında sohbetten kalkıldı.

    Normal vaktinde ikindi ve akşam namazları kılındı. Hocaefendi, bu günlerde ikindiden sonra genellikle televizyondan bazı programları takip ediyorlar.

    Akşam namazı saat 17.00 civarında eda edildikten sonra 19.00’da akşam yemeğine oturuldu. Yemeğin ardından sohbet, yine bir soruyla açıldı:



    MES’ULİYET VE SORGULAMADA FERDÎLİK

    – Malûmunuz, her insan ferdi, diğer türlere nazaran ayrı bir tür gibi. Ayrıca, yalnız doğuyor, yalnız ölüyor, yalnız dirilip, yalnız sorguya çekilecek. Maturidîler ve Eş’arîler arasında da, teklif ve tebliğ gitmeyen insanlara Âhiret’te yapılacak muamele konusunda görüş ayrılığı var. Bu hususu gruplar ve yer gibi, genel bir açıdan değil de, ferdler açısından ele almak daha doğrudur denebilir mi?

    Bu mevzuda dikkatli olmak lâzım. Bize ne Cennet’in hâzini olma, ne de Cehennem’e zebanî olma vazifesi verilmiş. İnsanları Cennet’e veya Cehennem’e koymak, tamamen Allah’a ait bir husus; onların sahibi O. Eş’arîler, görüşlerinde, “Biz, bir rasûl göndermedikçe azap edici değiliz” âyetine dayanıyorlar. Maturidîler ise, her insan, dinin diğer usûl ve fürûâtını bilemese de, bir Yaratıcı’nın varlığını aklıyla çıkarabileceği, böyle bir donanımla dünyaya gönderildiği, dolayısıyla bundan mes’ul olduğu görüşündedirler. Bu görüşü tartmak, değerlendirmek de halihazır şartlarda zor. Çünkü her insan, bir aile içinde ve bir çevrede dünyaya geliyor ve bunların tesiri altında yetişiyor. O bakımdan, aklıyla böyle bir neticeye varabilir mi varamaz mı kesin bir şey söyleyemeyeceğim. Fakat, meselâ Efendimiz (s.a.s.) zamanında bir bedevî bile bir Yaratıcı fikrine ulaşabiliyordu: “Nasıl bir yerdeki deve izleri oradan bir devenin geçtiğini gösterir; bütün ihtişamıyla şu sema, bütün güzelliğiyle şu arz da bir Yaratıcı’yı göstermez mi?” diyordu.

    Bir de, aynı yerde bulunup, aynı eğitime tâbî de tutulsalar, her ferd diğerinden farklı olduğu için, bunların tesir altında kalmaları ve öğrenme seviyeleri de farklı olacaktır. Yine her ferdin duyguları, imtisas ve teessürleri de diğerlerinden farklılık arz edecektir. Bu bakımdan, herkesi aynı terazide tartmak, aynı kefeye koymak doğru değildir. En sâlim iş, bu meseleyi Allah’a havale etmektir.



    İNSANLARIN İHTİLÂFI, GÜNAHLAR VE


    PEYGAMBERLERİN GÖNDERİLİŞİ

    – Malûmunuz, Kur’an-ı Kerim’de, insanların ihtilâfı üzerine peygamberlerin gönderildiği buyuruluyor. Pavlos’un da Hristiyanlık’ta yaptığı ilk “devrim”, bu mantığa oturuyor; yani Din’in ahkâmı yokken günah yoktu; ahkâm geldi, günah ortaya çıktı” diyor. Peygamberlerin gelişini bu açıdan ele aldığımızda, gönderilişleri mahza rahmet olduğuna göre, onlar, fitne ve fesadın önü alınamaz noktaya ulaştığı anlarda gönderilmişlerdir diyebilir miyiz?

    Suç veya günah, Din’le, peygamberlerin gönderilişiyle ve Din’in ahkâmının, Pavlos’un kullandığı tabir olarak, Şeriat’ın tebliğiyle ortaya çıkmıyor. İnsanlar, aralarında ihtilâfa düşüyor; bu ihtilâf, hem kullanılan kelimenin, hem de bulunduğu kipin karakteristiğinden de anlaşılacağı üzere, birbirlerine girme, birbirlerinin adeta boğazlarına sarılma şeklinde bir ihtilâf. Bir takım önü alınmaz suçlar işliyorlar ve peygamberler, bunları önleyip, hakkı, hakikatı hâkim kılmak için geliyor. Onlar, vahye dayanarak, insanların yaptıkları kötülükleri, dînî bir tabirle “günah” olarak tavsif ediyorlar; yoksa günah, onların gelmesiyle ortaya çıkmıyor. Aksine onlar, işlenen günahları önleyecek reçetelerle geliyorlar.

    İnsanın, yeryüzündeki hayatı zaten bir imtihan hayatıdır. Peygamberler, insanlar bu imtihanda muvaffak olsun, dünya hayatlarını da cennetasâ bir hayata çevirsin diye gönderiliyor ve bunun kaidelerini getirip, tebliğ ediyorlar. Onların gelmesiyle, pek çok kötülüğün önü alınıyor, pek çok kötü insan melek-nümun hale geliyor. Ayrıca, bir insan olarak nötr durumda bulunsalar bile, hani meşhur misalle, bu nötr hallerinde birer tavus yumurtası gibi olsalar, peygamberlerin gelmesiyle bu yumurtalar kuluçkaya bırakılmış oluyor. Yumurta olarak kalsalar, değerleri o kadar olacak. Fakat, bunlardan pek çoğu, hattâ milyonlarcası birer tavus oluyor ve semâlarda pervaz ediyorlar. İçlerinden peygamberler çıkıyor, asfiyâ çıkıyor, evliyâ çıkıyor, hakkı bulan ve müdafaa eden, kâinatın sırlarını çözen ilim adamları çıkıyor; haktan, adaletten ayrılmayan büyük devlet adamları, gerçek san’atkârlar ve kahramanlar çıkıyor. Ne var ki, bu arada bazıları da çürüyor. Allah, bu şekilde onlara nasıl çürük bir ruha sahip olduklarını bizzat göstermiş oluyor ki, Âhiret’te karşısına geldikleri zaman mazeretleri olmasın. Din terazisinde tartılan herkes, ne kıymette olduğunu bizzat müşahede ediyor. Bu bakımdan da, peygamberlerin gelişi, insanlar için mahza rahmettir. Onlar olmasaydı, belki insanların hepsi çürüyecek, yeryüzü yaşanmaz hale gelecekti.


  9. #49
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay

    4. GÜN



    Günlerin kısalığı ve Hocaefendi’nin rahatsızlığı, maalesef sohbete konu olacak çok ciddi soruların da çıkmaması, sohbetlerin kısa sürmesine sebep oluyor. Dolayısıyla, bu iki günlük sohbetleri birleştirerek kaydetmek daha iyi olacak gibi.

    Cuma günü, günlük vakit cetvelinde küçük bir değişiklik oldu ve kahvaltıya 7.30’da oturuldu. Cumartesi sabahı da aynı oldu. Bu arada yemeklerden sonra sorulan sorular çerçevesinde cereyan eden sohbetlerde, şu hususlar konuşuldu:



    KUR’AN VE SÜNNET’TE GEÇMEYEN TASAVVUFÎ TABİRLER

    – Tasavvuf’ta rastladığımız pek çok terimin, meselâ, Sızıntı’nın son sayısında anlatılan velâyet mertebelerinin, “Nükebâ, Nücebâ, Evtâd, Ğavs, Kutub” gibi tabirlerin Kur’an ve Sünnet’te sarahaten geçmemesini nasıl izah edebiliriz?

    Nasıl fıkıh sahasında Cenab-ı Allah Ümmet’in âlimlerine bir saha bırakmış, onlar bu sahayı içtihadlarıyla dolduruyorlar; aynen bunun gibi, maneviyat âleminin âlimlerine de benzer bir sahayı bırakmış ve o âlemin âlimleri de bu sahayı içtihadları denebilecek keşif, müşahede ve mükâşefeleriyle dolduruyorlar. Bu tabirlerin ve onların keşif ve müşahedelerinin aslı Kur’an’da ve Sünnet’te yok demek değildir. Meselâ, “velî” kelimesi Allah’ın dostu manâsında, iman eden ve İslâm’ın ahkâmını yerine getiren herkes için umûmi manâda kullanılabilir; fakat onun bir de has manâsı vardır. “Dikkat edin, Allah’ın velileri var ya, onlar için hiçbir korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de” (Yunus/10:62) âyetinde, bu husûsi velâyeti aramak daha doğru olur. Bunun gibi, Kur’an-ı Kerim’de mü’minleri senâ eden pek çok âyette; takva, ihsan gibi tabirlerin iç veya ileri tabakalarında, hattâ müşahede veya şehâdet kelimesinde, Tasavvuf’un dayandığı temelleri görmek mümkündür.



    Tasavvufla alâkalı iki önemli hata

    Bu mevzuda önemli hatalar yapılıyor. Bir grup, Şeriat’ı ihmal ve onu sanki gereksiz bir seremoni gibi görmekle hata ediyor. Yine Tasavvuf grupları içinde, bugün yapılan en büyük hatalardan biri de, menkıbe kahramanı olmak varken, geçmiş büyüklerin menkıbeleriyle avunmaktır. O menkıbeler, insanları aynı ufka şahlandırabildikleri ölçüde faydalıdır; yoksa birer avunma, birer teselli, birer anlatma vasıtası olarak nakledildikleri sürece, fayda değil, zarar getirir. Hata yapan diğer grup ise – bunu bilhassa Vehhabilik’te görüyoruz – Tasavvuf adına her şeyi ya şirk telâkki ediyor, ya da Hind’den, İran’dan, başka dinlerden ve geleneklerden alınmış görüyor. Halbuki, bu dinlerin hepsinde, hak dinden kalmış unsurlar vardır. İkinci olarak, ‘dîk-ı elfaz’ dediğimiz kelime kıtlığı, uygun tabir bulamamadan dolayı, farklı din veya geleneklerde bazı manâlar için aynı kelimeler kullanılmış olabilir. Ancak, ehl-i tasavvufun o lâfızlara yüklediği manâya ve onların hayatına bakmak lâzım. Böyle yapılmayıp da, lâfızlara takılarak, Tasavvuf’u Hind’e, Çin’e, İran’a bağlamak, bu mevzuda yapılan bir diğer büyük hatadır.. ve bu hatalar küçümsenmemelidir.



    DİĞER PEYGAMBERLERİN VE HZ. MUSA’NIN HİCRETİ

    – Diğer peygamberlerin hemen hepsinin misyonlarının bir noktasında hicret olmasına mukabil, Hz. Musa (a.s.)’da risaleti öncesi bir hicret var. Bunun hikmeti nedir?

    Hicret’in temel esprisi, temel manâsı, bir misyon sahibinin, doğup büyüdüğü, çocukluğunu geçirip tanındığı yerden, tanınıp bilinmediği bir başka yere göç etmesi ise, bütün hicretleri bu manâ zaviyesinden ele alabiliriz. Bir insana, doğup büyüdüğü yerde fazla itibar edilmez. Çocukluğundaki bir kusuru, gençliğindeki bir hatası göze batar; ayrıca, o orada, “bizim falanca”dır. Fakat bir misyon ve o sahada hizmet aşk ve şevkiyle bir başka diyara giden insan, orada yepyeni biri olarak karşılanır. Hz. İbrahim, (a.s.) doğup büyüdüğü Irak’tan Kenan diyarına gelmiş; Hz. Lût (a.s.), Sodom ve Gomore’ye gitmiş, Efendimiz (s.a.s.) ise, Medine’ye hicret buyurmuşlardır. Hz. Musa ise, kendisine risalet verilmeden önce Medyen’de 10 yıl kadar kalmıştır ki, bu, onun için sanki bir eğitim ve risalete hazırlık dönemi olmuştur. Daha önce de bahsi geçtiği gibi, Firavun’dan firarla, Cenab-ı Hakk’a mülâkî olma dönemi geçirmiş ve 10 yıl önce geldiği yerden, hüküm sahibi bir rasûl olarak dönmüştür.

  10. #50
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay

    HİCRET VE DİL BİLME

    – Sahabe olsun, öncekiler olsun, gittikleri yerlerin dilini biliyorlar mıydı?

    Dil, o zaman çok problem değildi. Sahabe içinde başka dilleri öğrenenler olmuştu. Efendimiz (s.a.s.), Zeyd ibn Sabit’e, “Süryanice’yi öğren” deyince, hem de o dilde diplomatik mektup yazacak ölçüde onu 15 günde öğrenebiliyordu. Übeyy ibn Ka’b için de aynı şey söz konusudur. Yani dil öğrenmek, şimdi olduğu gibi o zaman problem değildi. Bununla birlikte, dini tebliğde dilin ikinci derecede bir önem taşıdığını defalarca arz etmeğe çalıştım. Önemli olan, hal dilidir ki, bu dil, evrenseldir. Her yerde geçer ve anlaşılır. İnsanlar, size, davranışlarınıza, ahlâkınıza, ilim ve irfanınıza, ortaya koyduğunuz işe baktıkları zaman, “İşte bunların tâbî olduğu din, hak din olabilir” diyorlarsa, o zaman dil, aradaki boşlukları doldurmada bir hizmet görebilir. Biz, cihan çapında geriler ve yıkılırken, bütün İslâm âlemi, hâlâ belini doğrultamadığı bir hezimeti yaşarken, belki her evde Kur’an-ı Kerim vardı; çok güzel daha başka kitaplar da vardı… Fakat, Kur’an-ı Kerim mehcur olmuş, arkaya atılmışsa, Kur’an’la insanlar arasına mesafeler girmişse; bir hadis-i şerifte buyurulduğu gibi, Kur’an bir vadide, insanlar bir başka vadide ise, dil bilseniz dahi ne işe yarar ki?



    HİZMET MODELLERİNDEKİ FARKLILIKLAR

    – Hz. Musa, Hz. Yusuf ve Ashab-ı Kehf, bir saray ortamında büyüyorlar, fakat her birinin ortaya koyduğu hizmet modeli farklı gibi görünüyor. Bu farklılık, zaman ve şartlardan kaynaklanan bir farklılık mıdır?

    Ashab-ı Kehf’in bizzat sarayda doğup büyüyen gençler olduğu anlaşılıyor. Mü’min-i Âl-i Firavun da, bir saray mensubu. En kritik bir noktada Hz. Musa’yı koruma adına ortaya atılıyor. Ya-Sin Sûresi’nde geçen ve “aksa’l-medine”, yani şehrin öte ucundan geldiği beyan buyurulan, bazı rivayetlerde isminin Habibü’n-Neccar olduğu anlatılan zat da, herhalde ona benzer bir saray mensubuydu. Hz. Musa’ya, sarayda hakkında yapılan öldürme planlarını da, ona “aksa’l-medine”den gelen bir kişi haber vermişti. Anlaşıldığı kadarıyla, “aksa’l-medine”den kasıt, şehrin en yüksek yeri, yani idare konağı, saray demek oluyor. Mü’min-i Âl-i Firavun’la Habibü’n-Neccar’ın fonksiyonu aynı gibidir. İkisi de, Allah’ın peygamberlerini korumak için kritik bir noktada ortaya çıkmışlardır; bir farkla ki, Habibü’n-Neccar şehid edilirken, Mü’min-i Âl-i Firavun’un kurtulduğu, hattâ muvaffak olduğu anlaşılıyor. Mü’min-i Âl-i Firavun’un, Firavun’un ordularının başkumandanı, Hz. Âsiye’nin ağabeyi olduğu da söyleniyor.

    Hz. Musa (a.s.), sarayda büyümüşse de, gençliğinde orayı terk etmek zorunda kalmış, 10 yıl sonra risalet vazifesiyle geri dönmüştür. İsrail Oğulları’na gönderilmiş bir peygamber olması hasebiyle, misyonu Hz. Yusuf’ukinden farklı bir keyfiyet arz etmektedir. İsrail Oğulları’na, unuttukları Hak Din’i hatırlatacak, onları Mısır’dan alıp, Firavun’un zulmünden kurtaracak ve bir başka diyara götürecektir. Hz. Yusuf (a.s.) ise, bilindiği gibi, Mısır’da saraya bir köle olarak girmiştir. Sarayda önemli bir kadın kendisine tutulunca, bu musibetten korunmaya çalışmış; o kadar ki, “belki onların ısrarlı davetleri ve tahrikleri karşısında bir kapılma emaresi gösterebilirim” korkusuyla zindanı tercih etmiştir. Diğer tarafın onu baştan zindana atma niyeti yoktur; ancak iş ortaya çıkınca, eğer Hz. Yusuf zindana atılmazsa, Hz. Yusuf’un masumiyeti bütün bütün tebarüz eder ve töhmet tamamen üzerlerinde kalır endişesiyle, onu zindana atmaya karar verirler, Hz. Yusuf da, günahtan korunma adına zindanı tercih eder. Tebliğine de burada başlar. İlmi, irfanı, basiret ve firaseti ve değeri burada, zindan arkadaşları arasında anlaşılır ve Allah, daha sonra bütün kapıları ona ardına kadar açar.

    Ashab-ı Kehf, sarayda doğup büyümüş gençlerdi. Ülkede putlara tapılmasının karşısında gürül gürül bir sesle ortaya çıktılar, kıyam ettiler; Nureddin Topçu’nun egzistansiyalistlerden alarak çok işlediği ‘isyan ahlâkı’ diyebileceğimiz bir tavırla baş kaldırırlar: “Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz O’ndan başkasına asla ilâh demeyiz; aksi halde, gerçek dışı, pek saçma bir şey söylemiş oluruz.” İdarenin üzerlerine gelmesiyle de, saraydan uzaklaşıp, bir mağaraya sığınırlar. Onların, böyle yapması gerekiyordu. Sarayda büyümüş gençler; suçları sadece “Rabbimiz Allah” demek; bu suçla sarayı terk etmek zorunda bırakılınca, sarayda ve aileleri arasında, mazlumiyetlerinden gelen bir duygu hareketlenmesi, kalb hareketlenmesi ortaya çıkar. Onların, esasen sarayda duramamalarına sebep olacak hiçbir kötü davranışları, suçları olmamıştı. Tamamen inançlarından dolayı bir sürgüne maruz bırakılıyorlardı. Bir süre sonra o sarayın da, onun bulunduğu memleketin de Hak Din’e teslim olması, onların mebde’deki bu hareketlerinin, başkaldırmalarının ardından gelen mazlumiyetlerinin neticesidir.


Sayfa 5/8 İlkİlk ... 34567 ... SonSon

Benzer Konular

  1. fethullah gülen şiirleri
    By SiLa in forum Bediüzzaman, Çalışmaları
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 21.06.09, 20:31
  2. İnsanların Amerika’ya geçmesi nasıl olmuştur?
    By BaRLa in forum Risale-i Nur'u Yeni Tanıyanlara
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 21.06.09, 11:23
  3. Fethullah Gülen Turnalara Tutun da Gel
    By SiLa in forum Bediüzzaman'ın Hayatı
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 16.06.09, 19:31
  4. Said Nursi’den Fethullah Gülen’e Gözyaşı Medeniyeti
    By SiLa in forum Bediüzzaman Talebeleri
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 17.03.09, 07:06

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •