KASET HÂDİSESİ VE İFK HADİSESİ
– Geçen yılki, kaset hadisesiyle, İfk hadisesi arasında bir münasebet görüyor musunuz?
Böyle değerlendirmeler, benim çok üstümde; ben, o büyüklerin kıtmiri olmaktan öte bir şey görmedim kendimi. Ama, sorduğunuz için, cevap olarak şöyle bir teşbihte bulunabiliriz: “Hani büyük bir insan vardır; arkasında da, boynuna tasma takıp, yederek götürdüğü bir köpeği. İnsanlar gelir, sopalarla o zata hücum ederler; 5-10 sopa ona vururlarsa, 1 sopa da köpeğine indirirler. İşte, benim halimi ve maruz kaldığım musibetleri böyle değerlendirebilirsiniz.
HZ. ÂDEM’İN İKAZ EDİLDİĞİ ŞEKAVET VE
KUR’AN’I TEBLİĞDE KARŞILAŞILAN ŞEKAVET
– Tâ-Hâ Sûresi’nin sonunda Hz. Âdem (a.s.)’a, kendisi ve Hz. Havva validemiz için yasaklanan ağaca yaklaşmaması için ikazda bulunulurken, “Aksi halde, şekavete düşersin” deniyor. Buradaki şekavetle, sûrenin hemen başında, “Sana Kur’an’ı, şekavete düşesin diye indirmiyoruz” buyuruluyor. Bu iki şekâvet arasında bir münasebet olabilir mi?
Hz. Âdem’e bir nehiyde bulunulmuştu. Böyle bir nehyi işlemenin akabinde gelecek şekavet, daha çok manevî bir sürçme ve düşme olabilir. Gerçi o ikazın devamında, “bu ağaçtan tatmadığın sürece, açlık çekmeyecek, çıplak olmayacak, susamayacak ve güneşe maruz kalmayacaksın” deniyor. Hz. Âdem (a.s.), ağaca yaklaşmakla acıkacağı, susayacağı, yorulacağı, pek çok zorluklara maruz kalacağı bir hayata mahkûm oldu. İşte, onunla alâkalı olarak sözü edilen şekavet, bir nehyi işlemek neticesinde husule gelen bir şekavetti. Efendimiz’inki ise, “Bu söze inanmıyorlar diye, nerdeyse kendini onların peşinde helâk edeceksin” âyetinde ifade olunan, kendi kendini mahvetme, yorma, üzüntü ve ızdıraptan perişan olma manâsına bir lâzım-ı şekavetti.
CENNET’TE İMTİHANA TÂBÎ TUTULAN
HZ. ÂDEM’İN MAHİYETİ
– Cennet’te imtihana tâbî tutulan, şahs-ı Âdem miydi, yoksa insanlığın manevî şahsiyetini temsil eden Âdem miydi?
Bu hususta kesin söz söylemekten hep kaçındım. Çünkü bu, bizim âlemimizi alâkadar eden bir hâdise değildir. Bir defa, Hz. Âdem’in konduğu cennet neredeydi? Gerçi Ehl-i Sünnet, el’an Cennet’in varlığında müttefiktir. Fakat bu Cennet, mü’minlerin Âhiret’te gideceği Cennet’in her bakımdan kendisi midir? Mü’minlerin Âhiret’te gideceği Cennet, tam manâsıyla inşâ edilmiş midir? Önce şu hususu arz edeyim ki, o, Allah’ın İlminde, İlm-i Ezelîsinde son haliyle de, sâbit bir ayn olarak vardır. Fakat, Âhiret’te alacağı şekil, daha çok mü’minlerin amellerine göre inşâ olunmaktadır.
Mü’minlerin buradaki salih âmelleri, tesbihleri, hamdleri, tekbirleri, dîn-i mübîn-i İslâm yolundaki hizmetleri, o Cennet’in yapı malzemesini teşkil edecektir. Üstad’ın namazın çekirdeği olarak tavsif buyurduğu, Sübhanellah, el-hamdü li’llâh, Allahü ekber, söylenmesinde çok büyük sevap olan ve hadiste mizanı dolduracağı ifade buyurulan, bilhassa sübhanellahi ve-bihamdihî sübhanellahi’l-azîm, mü’minlerin cennetini inşâ için Allah’ın kullandığı malzemelerdir. Üstad, “burada bir el-hamdü li’llâh dersiniz, orada bir meyve-i Cennet yersiniz” buyuruyor. Demek ki, burada bir el-hamdü li’llâh demek, Cennet’te bir elma ağacının dikilmesine vesile olmaktadır. Fakat, bir âyet-i kerimede ifade buyurulduğu gibi, bu tür kelimât-ı tayyibeyi yükselten amel-i salihtir. Amel-i salih olmazsa onlar yükselmez; ağızdan çıkan birer söz olarak kalır.
Demek ki, Cennet çekirdek olarak varsa da, onun açılması, genişlemesi mü’minlerin dünyadaki salih amelleriyle olmaktadır. O bakımdan, Hz. Âdem’in başından geçen o hadise, berzahî bir hadise miydi; imtihana tâbî tutulan, Âdem’in berzahî vücudu ve mahiyeti miydi; bu konuda kesin bir söz söylemek zor...
“Kalû belâ” vak’ası
– Bu açıklamanız, “Rabbin, Âdem oğullarının sırtından zürriyetlerini aldı ve kendilerini kendilerine şahit tutarak, ‘Ben Sizin Rabbiniz değil miyim?’ dedi, ‘Evet’ dediler âyetine de tam açıklık getiriyor.
O hadise de, berzahî bir hadise olmak ihtimali büyüktür. Bazı, ruhları çok gelişmiş, maneviyata ve başka âlemlere tam manâsıyla açılmış olan insanlar, o hâdiseyi ve Allah’ın Rubûbiyetini tasdiklerini hatırlayabilirler.
– Mahiyeti her ne olursa olsun, Cennet’te henüz acıkma, yorulma, yanma nedir bilmeyen bir insanın bu türden şeylerle ikaz buyurulmasını nasıl anlamak lâzım?
Hz. Âdem’e isimlerin öğretilmiş olması, buna açıklık getirebilir. İsimlerden kasıt herhalde onların müsemmalarıydı; eğer isimlerin ona öğretilmiş olması, onun, kendisine meleklerin üzerinde bir rüçhaniyet kazandıran mucizesi ise, bu takdirde onun, bizim gibi, hayat şartlarını öğrenmesi için doğduktan sonra üzerinden pek çok seneler geçmesi gerekmez. Biz, Üstad’ın da işaret buyurduğu hayat şartlarını doğumdan itibaren 10-15 yılda ancak öğreniriz. Ama Hz. Âdem, bir mucize olarak bunu hemen almıştır. Bir isim olarak açlığı, yorgunluğu, susuzluğu öğrenince, onların müsemmalarını, yani açlık nedir, yorgunluk nedir, susuzluk nedir, üşüme yanma nedir, bunları da öğrenmiştir.