Sayfa 3/3 İlkİlk 123
27 sonuçtan 21 ile 27 arası

Konu: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP

  1. #21
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP

    ÜÇÜNCÜ KISIM: Irhâsâttan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Ves-

    sh: » (M: 188)

    selâm'in veladeti hengâminda vücuda gelen hârikalardir ve hâdiselerdir. O hâdiseler, onun veladetiyle alâkadar bir surette vücuda gelmis.
    Hem bi'setten evvel bazi hâdiseler var ki, dogrudan dogruya birer mu'cizesidir. Bunlar çoktur. Nümune olarak, meshur olmus ve eimme-i hadîs kabul etmis ve sihhatleri tahakkuk etmis birkaç nümuneyi zikredecegiz:
    Birincisi: Veladet-i Nebevî gecesinde hem annesi, hem annesinin yaninda bulunan Osman Ibn-il Âs'in annesi, hem Abdurrahman Ibn-i Avf'in annesinin gördükleri azîm bir nurdur ki; üçü de demisler: "Veladeti âninda biz öyle bir nur gördük ki; o nur, masrik ve magribi bize aydinlattirdi."
    Ikincisi: O gece Kâ'be'deki sanemlerin çogu basi asagi düsmüs.
    Üçüncüsü: Meshur Kisra'nin eyvâni (yani saray-i meshûresi) o gece sallanip insikak etmesi ve ondört serefesinin düsmesidir.
    Dördüncüsü: Sava'nin takdis edilen küçük denizinin o gecede yere batmasi ve Istahr-Âbad'da bin senedir daima is'al edilen, yanan ve sönmeyen, Mecusîlerin Mâbud ittihaz ettikleri atesin, veladet gecesinde sönmesi. Iste su üç-dört hâdise isarettir ki: O yeni dünyaya gelen zât; atesperestligi kaldiracak, Fars saltanatinin sarayini parçalayacak, izn-i Ilâhî ile olmayan seylerin takdisini men'edecektir.
    Besincisi: Çendan veladet gecesinde degil, fakat veladete pek yakin oldugu cihetle, o hâdiseler de irhasat-i Ahmediyedir ki (A.S.M.), Sure-i
    اَلَمْ تَرَ كَيْفَ de nass-i kat'î ile beyan edilen "Vak'a-i Fil"dir ki; Kâ'be'yi tahrib etmek için, Ebrehe naminda Habes Meliki gelip, Fil-i Mahmudî naminda cesîm bir fili öne sürüp gelmis. Mekke'ye yakin oldugu vakit fil yürümemis. Çare bulamamis, dönmüsler. Ebabil kuslari onlari maglub etmis ve perisan etmis, kaçmislar. Bu kissa-i acîbe, tarih kitablarinda tafsilen meshurdur. Iste su hâdise, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in delâil-i nübüvvetindendir. Çünki veladete pek yakin bir zamanda, kiblesi ve mevlidi ve sevgili vatani olan Kâ'be-i Mükerreme, gaybî ve hârika bir surette Ebrehe'nin tahribinden kurtulmustur.
    sh: » (M: 189)
    Altincisi: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm küçüklügünde Halime-i Sa'diye'nin yaninda iken, Halime ve Halime'nin zevcinin sehadetleriyle; günesten rahatsiz olmamak için, çok defa üstünde bir bulut parçasinin ona gölge ettigini görmüsler ve halka söylemisler ve o vakia sihhatle söhret bulmus.
    Hem Sam tarafina oniki yasinda iken gittigi vakit, Buheyra-yi Râhib'in sehadetiyle, bir parça bulut, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in basina gölge ettigini görmüs ve göstermis.
    Hem yine bi'setten evvel Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, bir defa Hatice-i Kübra'nin Meysere ismindeki hizmetkâriyla ticaretten geldigi zaman, Hatice-i Kübra, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in basinda iki melegin bulut tarzinda gölge ettiklerini görmüs. Kendi hizmetkâri olan Meysere'ye demis. Meysere dahi Hatice-i Kübra'ya demis: "Bütün seferimizde ben öyle görüyordum."
    Yedincisi: Nakl-i sahih ile sabittir ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, bi'setten evvel bir agacin altinda oturdu; o yer kuru idi, birden yesillendi. Agacin dallari, onun basi üzerine egilip kivrilarak gölge yapmistir.
    Sekizincisi: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ufak iken, Ebu Tâlib'in evinde kaliyordu. Ebu Tâlib, çoluk ve çocugu ile onunla beraber yerlerse, karinlari doyardi. Ne vakit o zât yemekte bulunmazsa, tok olmuyorlardi. Su hâdise hem meshurdur, hem kat'îdir.
    Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in küçüklügünde ona bakan ve hizmet eden Ümm-ü Eymen demis: "Hiçbir vakit Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm açlik ve susuzluktan sikayet etmedi, ne küçüklügünde ve ne de büyüklügünde."
    Dokuzuncusu: Murdiasi olan Halîme-i Sa'diye'nin malinda ve keçilerinin sütünde, kabilesinin hilafina olarak çok bereketi ve ziyade olmasidir. Bu vakia hem meshurdur, hem kat'îdir.
    Hem sinek onu taciz etmezdi, onun cesed-i mübarekine ve libasina konmazdi. Nasilki evlâdindan olan Seyyid Abdülkadir-i Geylanî (K.S.) dahi, ceddinden o hali irsiyet almisti; sinek ona da konmazdi.
    sh: » (M: 190)
    Onuncusu: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dünyaya geldikten sonra, bahusus veladet gecesinde, yildizlarin düsmesinin çogalmasidir ki; su hâdise Onbesinci Söz'de kat'iyen bürhanlariyla isbat ettigimiz üzere; su yildizlarin sukutu, seyatîn ve cinlerin gaybî haberlerden kesilmesine alâmet ve isarettir. Iste mâdem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm vahiy ile dünyaya çikti; elbette yarim yamalak ve yalanlar ile karisik, kâhinlerin ve gaibden haber verenlerin ve cinlerin ihbaratina sed çekmek lâzimdir ki, vahye bir süphe îras etmesinler ve vahye benzemesin. Evet bi'setten evvel kâhinlik çoktu. Kur'an nâzil olduktan sonra onlara hâtime çekti. Hattâ çok kâhinler îmana geldiler. Çünki daha cinler taifesinden olan muhbirlerini bulamadilar. Demek Kur'an hâtime çekmisti. Iste eski zaman kâhinleri gibi, simdi de medyumlar suretinde yine bir nevi kâhinlik Avrupa'da ispirtizmacilarin içlerinde bas göstermis. Her ne ise...
    Elhâsil: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in nübüvvetinden evvel nübüvvetini tasdik ettiren ve tasdik eden pek çok vakialar, pek çok zâtlar zâhir olmuslar. Evet dünyaya manen reis olacak (Hâsiye) ve dünyanin manevî seklini degistirecek ve dünyayi âhirete mezraa yapacak ve dünyanin mahlukatinin kiymetlerini ilân edecek ve cin ve inse saadet-i ebediyeye yol gösterecek ve fâni cin ve insi idam-i ebedîden kurtaracak ve dünyanin hikmet-i hilkatini ve tilsim-i muglakini ve muammasini açacak ve Hâlik-i Kâinat'in makasidini bilecek ve bildirecek ve o Hâlik'i taniyip umuma tanittiracak bir Zât; elbette o daha gelmeden hersey, her nev', her taife onun gelecegini sevecek ve bekleyecek ve hüsn-ü istikbal edecek ve layacak ve Hâliki tarafindan bildirilirse, o da bildirecek. Nasilki sâbik isaretlerde ve misâllerde gördük ki; her bir nev-i mahlukat, onu hüsn-ü istikbal ediyor gibi mu'cizatini gösteriyorlar, mu'cize lisaniyla nübüvvetini tasdik ediyorlar.
    ONYEDINCI ISARET: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in Kur'andan sonra en büyük mu'cizesi, kendi zâtidir. Yani onda içtima' etmis ahlâk-i âliyedir ki; herbir haslette en yüksek tabaka-
    ______________________________ __
    (Hâsiye): Evet Sultan-i LEVLÂKE LEVLÂK, öyle bir reistir ki: Bin üçyüz elli senedir saltanati devam ediyor. Birinci asirdan sonra herbir asirda lâakal üçyüz elli milyon tebaasi ve raiyeti vardir. Küre-i Arz'in yarisini bayragi altina almis ve tebaasi, kemal-i teslimiyetle ona hergün salât ü selâm ile tecdid-i biat ederek emirlerine itaat ederler.
    sh: » (M: 191)
    da olduguna, dost ve düsman ittifak ediyorlar. Hattâ secaat kahramani Hazret-i Ali, mükerreren diyordu: "Harbin dehsetlendigi vakit, biz Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in arkasina iltica edip tahassun ediyorduk." Ve hâkeza... Bütün ahlâk-i hamîdede en yüksek ve yetisilmeyecek bir dereceye mâlik idi. Su mu'cize-i ekberi, Allâme-i Magrib Kadi Iyaz'in Sifa-i Serif'ine havale ediyoruz. Elhak o zât, o mu'cize-i ahlâk-i hamîdeyi pek güzel beyan edip isbat etmistir. Hem pek büyük ve dost ve düsmanla musaddak bir mu'cize-i Ahmediye (A.S.M) seriat-i kübrasidir ki, ne misli gelmis ve ne de gelecek. Su mu'cize-i âzamin bir derece beyanini, bütün yazdigimiz otuzüç Söz ve otuzüç Mektub'a ve otuzbir Lem'aya ve onüç Sua'ya havale ediyoruz.
    Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in mütevatir ve kat'î bir mu'cize-i kübrasi, sakk-i Kamer'dir. Evet su insikak-i Kamer; çok tarîklerle mütevatir bir surette, Ibn-i Mes'ud, Ibn-i Abbas, Ibn-i Ömer, Imam-i Ali, Enes, Huzeyfe gibi pek çok Eâzim-i Sahâbeden müteaddid tarîklerle haber verilmekle beraber, nass-i Kur'anla:
    اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ âyeti, o mu'cize-i kübrayi âleme ilân etmistir. O zamanin inadci Kureys müsrikleri, su âyetin verdigi habere karsi inkâr ile mukabele etmemisler, belki yalniz "sihirdir" demisler. Demek kâfirlerce dahi Kamer'in insikaki kat'îdir. Su mu'cize-i kübrayi, sakk-i Kamer'e dair yazdigimiz Otuzbirinci Söz'e zeyl olan Sakk-i Kamer Risalesi'ne havale ederiz.
    Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nasilki Arz ahalisine insikak-i Kamer mu'cizesini göstermis; öyle de Semavat ahalisine Mi'rac mu'cize-i ekberini göstermistir. Iste Mi'rac denilen su mu'cize-i azami, Otuzbirinci Söz olan Mi'rac Risalesi'ne havale ederiz. Çünki o risale, o mu'cize-i kübrayi, ne kadar nuranî ve âlî ve dogru oldugunu kat'î bürhanlarla, hattâ mülhidlere karsi da isbat etmistir. Yalniz mu'cize-i Mi'racin mukaddimesi olan Beyt-ül Makdis seyahati ve sabahleyin Kureys kavmi, ondan Beyt-ül Makdis'in tarifatini istemesi üzerine hasil olan bir mu'cizeyi bahsedecegiz. Söyle ki:
    Mi'rac gecesinin sabahinda, Mi'racini Kureys'e haber verdi. Kureys tekzib etti. Dediler: "Eger Beyt-ül Makdis'e gitmis isen, Beyt-ül Makdis'in kapilarini ve duvarlarini ve ahvalini bize târif
    sh: » (M: 192)
    et!" Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman ediyor ki:

    فَكَرَبْتُ كَرْبًا لَمْ اَكْرُبْ مِثْلَهُ قَطُّ فَجَلّىَ اللّهُ لِى بَيْتَ الْمَقْدِسِ وَكَشَفَ الْحُجُبَ بَيْنِى وَبَيْنَهُ حَتّىَ رَاَيْتُهُ فَنَعَتُّهُ وَ اَنَا اَنْظُرُ اِلَيْهِ
    Yani: "Onlarin tekziblerinden ve suâllerinden pek çok sikildim. Hattâ öyle bir sikinti hiç çekmemistim. Birden Cenab-i Hak, Beyt-ül Makdis'i bana gösterdi; ben de Beyt-ül Makdis'e bakiyorum, birer birer hersey'i tarif ediyordum." Iste o vakit Kureys baktilar ki, Beyt-ül Makdis'ten dogru ve tam haber veriyor.
    Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Kureys'e demis ki: "Yolda giderken sizin bir kafilenizi gördüm, kafileniz yarin filân vakitte gelecek. Sonra o vakit, kafileye muntazir kaldilar. Kafile bir saat teehhür etmis. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in ihbari dogru çikmak için, ehl-i tahkikin tasdikiyle, Günes bir saat tevakkuf etmis. Yani Arz, onun sözünü dogru çikarmak için vazifesini, seyahatini bir saat ta'til etmistir ve o ta'tili, Günes'in sükûnetiyle göstermistir. Iste Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'in birtek sözünün tasdiki için koca Arz vazifesini terkeder, koca Günes sahid olur. Böyle bir zâti tasdik etmeyen ve emrini tutmayan, ne derece bedbaht oldugunu ve onu tasdik edip emrine
    سَمِعْنَا وَ اَطَعْنَا diyenlerin ne kadar bahtiyar olduklarini anla, "Elhamdülillahi ale-l îman ve-l Islâm" de.
    ONSEKIZINCI ISARET: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in en büyük ve ebedî ve yüzer delâil-i nübüvveti câmi' ve kirk vecihle i'cazi isbat edilmis bir mu'cizesi dahi, Kur'an-i Hakîm'dir. Iste su mu'cize-i ekberin beyanina dair Yirmibesinci Söz takriben yüzelli sahifede, kirk vech-i i'cazini icmalen beyan ve isbat etmistir. Öyle ise, su mahzen-i mu'cizat olan mu'cize-i azami o Söz'e havale ederek, yalniz iki-üç nükteyi beyan edecegiz:
    BIRINCI NÜKTE: Eger denilse: I'caz-i Kur'an belâgattadir. Halbuki umum tabakatin haklari var ki, i'cazinda hisseleri bulunsun. Halbuki belâgattaki i'cazi, binde ancak bir muhakkik âlim anlayabilir?
    sh: » (M: 193)


    Seni çok Özledim Annem

  2. #22
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP

    sh: » (M: 193)
    Elcevap: Kur'an-i Hakîm'in her tabakaya karsi bir nevi i'cazi vardir. Ve bir tarzda, i'cazinin vücudunu ihsas eder. Meselâ: Ehl-i belâgat ve fesahat tabakasina karsi, hârikulâde belâgattaki i'cazini gösterir. Ve ehl-i siir ve hitabet tabakasina karsi; garib, güzel, yüksek üslûb-u bediin i'cazini gösterir. O üslûb herkesin hosuna gittigi halde, kimse taklid edemiyor. Mürur-u zaman o üslûbu ihtiyarlatmiyor, daima genç ve tazedir. Öyle muntazam bir nesir ve mensur bir nazimdir ki; hem âlî, hem tatlidir. Hem kâhinler ve gaibden haber verenler tabakasina karsi, hârikulâde ihbarat-i gaybiyedeki i'cazini gösterir. Ve ehl-i tarih ve hâdisat-i âlem ulemasi tabakasina karsi, Kur'andaki ihbarat ve hâdisat-i ümem-i sâlife ve ahval ve vakiat-i istikbaliye ve berzahiye ve uhreviyedeki i'cazini gösterir. Ve içtimaiyat-i beseriye ulemasi ve ehl-i siyaset tabakasina karsi, Kur'anin desatir-i kudsiyesindeki i'cazini gösterir. Evet o Kur'andan çikan Serîat-i Kübrâ, o sirr-i i'cazi gösterir. Hem maarif-i Ilâhiye ve hakaik-i kevniyede tevaggul eden tabakaya karsi, Kur'andaki hakaik-i kudsiye-i Ilâhiyedeki i'cazi gösterir veya i'cazin vücudunu ihsas eder. Ve ehl-i tarîkat ve velayete karsi, Kur'an bir deniz gibi daima temevvücde olan âyâtinin esrarindaki i'cazini gösterir ve hâkeza... Kirk tabakadan her tabakaya karsi bir pencere açar, i'cazini gösterir. Hattâ yalniz kulagi bulunan ve bir derece mâna fehmeden avam tabakasina karsi, Kur'anin okunmasiyla baska kitablara benzemedigini, kulak sahibi tasdik eder. Ve o âmi der ki: "Ya bu Kur'an bütün dinledigimiz kitablarin asagisindadir. Bu ise, hiçbir düsman dahi diyemez ve hem yüz derece muhaldir. Öyle ise, bütün isitilen kitablarin fevkindedir. Öyle ise, mu'cizedir." Iste bu kulakli âminin fehmettigi i'cazi, ona yardim için bir derece îzah edecegiz. Söyle ki:

    Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyan meydana çiktigi vakit bütün âleme meydan okudu ve insanlarda iki siddetli his uyandirdi:
    Birisi: Dostlarinda hiss-i taklidi; yani sevgili Kur'anin üslûbuna karsi benzemeklik arzusu ve onun gibi konusmak hissi...
    Ikincisi: Düsmanlarda bir hiss-i tenkid ve muaraza; yani Kur'an üslûbuna mukabele etmekle dava-yi i'cazi kirmak hissi...
    Iste bu iki hiss-i sedid ile milyonlar Arabî kitablar yazilmislar, meydandadir. Simdi bütün bu kitablarin en belîgleri, en fasihleri
    sh: » (M: 194)
    Kur'anla beraber okundugu vakit, her kim dinlese, kat'iyen diyecek ki; Kur'an bunlarin hiç birisine benzemiyor. Demek Kur'an, umum bu kitablarin derecesinde degildir. Öyle ise herhalde, ya Kur'an umumunun altinda olacak; o ise yüz derece muhal olmakla beraber, hiç kimse, hattâ seytan bile olsa diyemez. (Hâsiye)
    Öyle ise Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyan, yazilan umum kitablarin fevkindedir. Hattâ mânayi da fehmetmeyen cahil âmi tabakaya karsi da Kur'an-i Hakîm, usandirmamak suretiyle i'cazini gösterir. Evet o âmi, cahil adam der ki: "En güzel, en meshur bir beyti iki-üç defa isitsem, bana usanç veriyor. Su Kur'an ise hiç usandirmiyor, gittikçe daha ziyade dinlemesi hosuma gidiyor. Öyle ise bu insan sözü degildir."
    Hem hifza çalisan çocuklarin tabakasina karsi dahi, Kur'an-i Hakîm o nazik, zaîf, basit ve bir sahife kitabi hifzinda tutamayan o çocuklarin küçük kafalarinda, o büyük Kur'an ve çok yerlerinde iltibas ve müsevvesiyete sebebiyet veren birbirine benzeyen âyetlerin ve cümlelerin tesabühüyle beraber; kemal-i sühuletle, kolaylikla o çocuklarin hâfizalarinda yerlesmesi suretinde, i'cazini onlara dahi gösterir.
    Hattâ az sözden ve gürültüden müteessir olan hastalara ve sekeratta olanlara karsi Kur'anin zemzemesi ve sadasi; zemzem suyu gibi onlara hos ve tatli geldigi cihetle, bir nevi i'cazini onlara da ihsas eder.
    Elhasil: Kirk muhtelif tabakata ve ayri ayri insanlara, kirk vecihle Kur'an-i Hakîm i'cazini gösterir veya i'cazinin vücudunu ihsas eder. Kimseyi mahrum birakmaz. Hattâ yalniz gözü bulunan (Hâsiye-1) kulaksiz, kalbsiz, ilimsiz tabakasina karsi da, Kur'anin bir nevi alâmet-i i'cazi vardir. Söyle ki:
    ______________________
    (Hâsiye): Yirmialtinci Mektub'un ehemmiyetli Birinci Mebhasi, su cümlenin Hâsiyesi ve izahidir.
    (Hâsiye-1): Yalniz gözü bulunan; kulaksiz, kalbsiz tabakasina karsi vech-i i'cazi, burada gayet mücmel ve muhtasar ve nâkis kalmistir. Fakat bu vech-i i'cazi Yirmidokuzuncu ve Otuzuncu Mektublarda (Hâsiyecik) gayet parlak ve nuranî ve zâhir ve bâhir gösterilmistir, hattâ körler de görebilir. O vech-i i'câzi gösterecek bir Kur'an yazdirdik. INSÂALLAH tab' edilecek, herkes de o güzel vechi görecektir.
    (Hâsiyecik): Otuzuncu Mektub pek parlak tasavvur ve niyet edilmisti; fakat yerini baskasina, Isârat-ül-i'câza verdi. Kendisi meydana çikmadi.
    sh: » (M: 195)
    Hâfiz Osman hattiyla ve basmasiyla olan Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyan'in yazilan kelimeleri birbirine bakiyor. Meselâ: Sure-i Kehf'de وَثَامِنُهُمْ كَلْبُهُمْ kelimesi altinda yapraklar delinse; Sure-i Fâtir'daki قِطْمِيرٍ kelimesi, az bir inhirafla görünecek ve o kelbin ismi de anlasilacak. Ve Sure-i Yâsin'de iki defa مُحْضَرُونَ birbiri üstüne; Vessâffat'taki مُحْضَرِينَ ve مُحْضَرُونَ hem birbirine, hem onlara bakiyor; biri delinse, ötekiler az bir inhirafla görünecek. Meselâ: Sure-i Sebe'in âhirinde, Sure-i Fâtir'in evvelindeki iki مَثْنَى birbirine bakar. Bütün Kur'anda yalniz üç مَثْنَى dan ikisi birbirine bakmalari tesadüfî olamaz. Ve bunlarin emsâli pek çoktur. Hattâ bir kelime, bes-alti yerde yapraklar arkasinda, az bir inhirafla birbirine bakiyorlar. Ve Kur'anin birbirine bakan iki sahifesinde, birbirine bakan cümleleri kirmizi kalemle yazilan bir Kur'ani ben gördüm. "Su vaziyet dahi, bir nevi mu'cizenin emaresidir", o vakit dedim. Daha sonra baktim ki: Kur'anin, müteaddid yapraklar arkasinda birbirine bakar çok cümleleri var ki, manidar bir surette birbirine bakar. Iste tertib-i Kur'an irsad-i Nebevî ile, müntesir ve matbu' Kur'anlar da ilham-i Ilahî ile oldugundan; Kur'an-i Hakîm'in naksinda ve o hattinda, bir nevi alâmet-i i'caz isareti var. Çünki o vaziyet, ne tesadüfün isi ve ne de fikr-i beserin düsünüsüdür. Fakat bazi inhiraf var ki, o da tab'in noksanidir ki; tam muntazam olsaydi, kelimeler tam birbiri üzerine düsecekti.
    Hem Kur'anin Medine'de nâzil olan mutavassit ve uzun surelerinin herbir sahifesinde "Lafzullah" pek bedi' bir tarzda tekrar edilmis. Agleben ya bes, ya alti, ya yedi, ya sekiz, ya dokuz, ya onbir aded tekrar ile beraber bir yapragin iki yüzünde ve karsi karsiya gelen sahifede güzel ve manidar bir münasebet-i adediye gösterir. (Hâsiye: 1, 2, 3, 4)
    _________________________
    (Hâsiye-1): Hem ehl-i zikir ve münacata karsi, Kur'anin zînetli ve kafiyeli lâfzi ve fesâhatli, san'atli üslûbu ve nazari kendine çevirecek belâgatin mezâyâsi çok olmakla beraber; ulvî ciddiyeti ve Ilâhî huzuru ve cem'iyet-i hatiri veriyor, ihlâl etmiyor. Halbuki o çesit mezâyâ-yi fesâhat ve san'at-i lâfziye ve nazm ve kafiye; ciddiyeti ihlâl eder, zarafeti ismam ediyor, huzuru

    sh: » (M: 196)
    IKINCI NÜKTE: Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm'in zamaninda sihrin revaci oldugundan, mühim mu'cizati ona benzer bir tarzda geldigi; ve Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm'in zamaninda ilm-i tib revaçta oldugundan, mu'cizatinin galibi o cinsten geldigi gibi, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in dahi zamaninda Cezîret-ül Arab'da en ziyade revaçda dört sey idi:
    ______________________________ ____
    bozar, nazari dagitir. Hattâ münacatin en latifi ve en ciddîsi ve en ulvî nazimli ve Misir'in kaht u galasinin sebeb-i ref'i olan Imam-i Safiî'nin meshur bir münacatini çok defa okuyordum; gördüm ki: Nazimli, kafiyeli oldugu için münacatin ulvî ciddiyetini ihlâl eder. Sekiz-dokuz senedir virdimdir. Hakikî ciddiyeti, ondaki kafiye ve nazimla birlestiremedim. Ondan anladim ki: Kur'anin has, fitrî, mümtaz olan kafiyelerinde nazm ve mezayasinda bir nevi i'cazi var ki; hakikî ciddiyeti ve tam huzuru muhafaza eder, ihlâl etmez. Iste ehl-i münacat ve zikr, bu nevi i'cazi aklen fehmetmezse de kalben hisseder.
    (Hâsiye-2): Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyan'in manevî bir sirr-i i'cazi sudur ki: Kur'an, Ism-i A'zam'a mazhar olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in pek büyük ve pek parlak derece-i îmanini ifade ediyor.
    Hem mukaddes bir harita gibi âlem-i âhiretin ve âlem-i rububiyetin yüksek hakikatlarini beyan eden, gayet büyük ve genis ve âlî olan hak dinin mertebe-i ulviyesini fitrî bir tarzda ifade ediyor, ders veriyor.
    Hem Hâlik-i Kâinat'in umum mevcudatin Rabbi cihetinde, hadsiz izzet ve hasmetiyle hitabini ifade ediyor. Elbette bu suretteki ifade-i Furkan'a ve bu tarzdaki beyan-i Kur'ana karsi,
    قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَاْلجِنُّ عَلَى اَنْ يَاْتُوا ِبمِثْلِ هذَا اْلقُرْآنِ لاَ يَاْتُونَ ِبمِثْلِهِ sirriyla bütün ukûl-ü beseriye ittihad etse, bir tek akil olsa dahi karsisina çikamaz, muaraza edemez. اَيْنَ الثَّرَا مِنَ الثُّرَيَّا Çünki su üç esas nokta-i nazarinda, kat'iyen kabil-i taklid degildir ve tanzir edilmez!..
    (Hâsiye-3): Kur'an-i Hakîm'in umum sahifeleri âhirinde âyet tamam oluyor. Güzel bir kafiye ile nihayeti hitam buluyor. Bunun sirri sudur ki: En büyük âyet olan Müdayene âyeti sahifeler için, Sure-i Ihlas ve Kevser satirlar için bir vâhid-i kiyasî ittihaz edildiginden, Kur'an-i Hakîm'in bu güzel meziyeti ve i'caz alâmeti görülüyor.
    (Hâsiye-4): Bu makamin bu mebhasinda gayet ehemmiyetli ve hasmetli ve büyük ve Risale-i Nur'un muvaffakiyeti noktasinda gayet zînetli ve sevimli ve müsevvik kerâmetin, pek az ve cüz'î vaziyet ve kisacik nümunelerine ve küçücük emarelerine, acelelik belasiyla iktifa edilmis. Halbuki o büyük hakikat ve o sevimli kerâmet ise, tevafuk namiyla bes-alti nevileri ile Risale-i Nur'un bir silsile-i kerâmetini ve Kur'anin göze görünen bir nevi i'cazinin lemaatini ve rumuzat-i gaybiyenin bir menba-i isaratini teskil ediyor. Sonradan, Kur'anda "Lafzullah"in tevafukundan çikan bir lem'a-i i'cazi gösteren yaldiz ile bir Kur'an yazdirildi. Hem Rumuzât-i Semâniye namindaki sekiz küçük risaleler, hurufat-i Kur'aniyenin tevafukatindan çikan münasebet-i latife ve isarat-i gaybiyelerinin beyaninda te'lif edildi. Hem Risale-i Nur'u tevafuk sirriyla tasdik ve takdir ve tahsin eden Keramet-i Gavsiye ve üç Keramet-i Aleviye ve Isarat-i Kur'aniye namindaki bes adet risaleler yazildi. Demek Mu'cizat-i Ahmediye'nin te'lifinde o büyük hakikat icmalen hissedilmis; fakat maatteessüf müellif yalniz bir tirnagini görüp göstermis, daha arkasina bakmayarak kosup gitmis.
    sh: » (M: 197)
    Birincisi: Belâgat ve fesâhat.
    Ikincisi: Siir ve hitabet.
    Üçüncüsü: Kâhinlik ve gaibden haber vermek.
    Dördüncüsü: Hâdisat-i maziyeyi ve vakiat-i kevniyeyi bilmek idi.
    Iste Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyan geldigi zaman, bu dört nevi malûmat sahiblerine karsi meydan okudu:
    Basta ehl-i belâgata birden diz çöktürdü. Hayretle Kur'ani dinlediler.
    Ikincisi ehl-i siir ve hitabet, yani muntazam nutuk okuyan ve güzel siir söyleyenlere karsi öyle bir hayret verdi ki, parmaklarini isirtti. Altun ile yazilan en güzel siirlerini ve Kâ'be duvarlarina medar-i iftihar için asilan meshur "Muallakat-i Seb'a"larini indirtti, kiymetten düsürdü.
    Hem gaibden haber veren kâhinleri ve sâhirleri susturdu. Onlarin gaybî haberlerini onlara unutturdu. Cinnîlerini tardettirdi. Kâhinlige hâtime çektirdi.
    Hem ümem-i salifenin vekayiine ve hâdisat-i âlemin ahvaline vâkif olanlari hurafattan ve yalandan kurtarip, hakikî hâdisat-i maziyeyi ve nurlu olan vekayi-i âlemi onlara ders verdi.
    Iste bu dört tabaka, Kur'ana karsi kemal-i hayret ve hürmetle onun önüne diz çökerek sakird oldular. Hiçbirisi, hiçbir vakit birtek sureyle muarazaya kamadilar.
    Eger denilse: Nasil biliyoruz ki, kimse muaraza edemedi ve muaraza kabil degil?
    Elcevap: Eger muaraza mümkün olsaydi, herhalde tesebbüs edilecekti. Çünki muarazaya ihtiyaç sedid idi. Zira dinleri, mallari,
    sh: » (M: 198)
    canlari, iyalleri tehlikeye düsüyor. Muaraza edilseydi kurtulurlardi. Eger muaraza mümkün olsaydi, herhalde muaraza edecektiler. Eger muaraza edilseydi, muaraza taraftarlari kâfirler, münafiklar çok, hem pek çok oldugundan herhalde muarazaya taraftar çikip iltizam ederek, herkese nesredeceklerdi. -Nasil ki Islâmiyetin aleyhinde hersey'i nesretmisler.- Eger nesretseydiler ve muaraza olsaydi; her halde tarihlere, kitablara sasaali bir surette geçecekti. Iste meydanda bütün tarihler, kitablar; hiçbirisinde Müseylime-i Kezzab'in birkaç fikrasindan baska yoktur. Halbuki Kur'an-i Hakîm, yirmiüç sene mütemadiyen damarlara dokunduracak ve inadi tahrik edecek bir tarzda meydan okudu. Ve der idi ki:
    "Su Kur'anin, Muhammed-ül Emin gibi bir ümmîden nazîrini yapiniz ve gösteriniz. Haydi bunu yapamiyorsunuz; o zât ümmi olmasin, gayet âlim ve kâtib olsun. Haydi bunu da getiremiyorsunuz; birtek zât olmasin, bütün âlimleriniz, belîgleriniz toplansin, birbirine yardim etsin.. hattâ güvendiginiz âliheleriniz size yardim etsin. Haydi bununla da yapamayacaksiniz; eskiden yazilmis belîg eserlerden de istifade edip, hattâ gelecekleri de yardima çagirip, Kur'anin nazîrini gösteriniz, yapiniz. Haydi bunu da yapamiyorsunuz; Kur'anin mecmuuna olmasin da, yalniz on suresinin nazîrini getiriniz. Haydi on suresine mukabil hakikî dogru olarak bir nazîre getiremiyorsunuz; haydi hikâyelerden, asilsiz kissalardan terkib ediniz. Yalniz nazmina ve belâgatina nazîre olsun getiriniz. Haydi bunu da yapamiyorsunuz; birtek suresinin nazîrini getiriniz. Haydi sure uzun olmasin, kisa bir sure olsun nazîrini getiriniz. Yoksa din, can, mal, iyalleriniz; dünyada da âhirette de tehlikeye düsecektir!"
    Iste sekiz tabakada, ilzam suretinde, Kur'an-i Hakîm yirmiüç senede degil, belki bin üçyüz senede bütün ins ü cinne karsi bu meydani okumus ve okuyor. Halbuki evvelki zamanda o kâfirler can, mal ve iyalini tehlikeye atip en dehsetli yol olan harb yolunu ihtiyar ederek, en kolay ve en kisa olan muaraza yolunu terkettiler. Demek muaraza yolu mümkün degildi.
    Iste hiçbir akil, hususan o zamanda Ceziret-ül Arabdaki adamlar, hususan Kureysîler gibi zeki adamlar; birtek edibleri, Kur'anin birtek suresine nazîre yapip Kur'anin hücumundan kurtulmasini temin ederek, kisa ve kolay yolu terkedip can, mal,
    sh: » (M: 199)
    iyalini tehlikeye atip en müskilâtli yola sülûk eder mi?
    Elhasil: Meshur Câhiz'in dedigi gibi: "Muaraza-i bilhuruf mümkün olmadi, muharebe-i bissüyufa mecbur oldular..."
    Eger denilse: Bazi muhakkik ulema demisler ki: "Kur'anin bir suresine degil; birtek âyetine, hattâ birtek cümlesine, hattâ birtek kelimesine muaraza edilmez ve edilmemis." Bu sözler mübalaga görünüyor ve akil kabul etmiyor. Çünki beserin sözlerinde Kur'an cümlelerine benzeyen çok cümleler var. Bu sözün sirr-i hikmeti nedir?
    Elcevap: I'caz-i Kur'anda iki mezheb var. Mezheb-i ekser ve racih odur ki, Kur'andaki letaif-i belâgat ve mezaya-yi maânî, kudret-i beserin fevkindedir.
    Ikinci mercuh mezheb odur ki: Kur'anin bir suresine muaraza, kudret-i beser dâhilindedir. Fakat Cenâb-i Hak, mu'cize-i Ahmediye (A.S.M.) olarak men'etmis. Nasilki bir adam ayaga kalkabilir, fakat eser-i mu'cize olarak bir Nebi dese ki: "Sen kalkamayacaksin!" O da kalkamazsa, mu'cize olur. Su mezheb-i mercuha, Sarfe Mezhebi denilir. Yani Cenâb-i Hak cinn ü insi men'etmis ki, Kur'anin bir suresine mukabele edemesinler. Eger men'etmeseydi, cinn ü ins bir suresine mukabele ederdi. Iste su mezhebe göre, "Bir kelimesine de muaraza edilmez" diyen ulemanin sözleri hakikattir. Çünki mâdem Cenâb-i Hak, i'caz için onlari men'etmis; muarazaya agizlarini açamazlar. Agizlarini açsalar da; izn-i Ilâhî olmazsa, kelimeyi çikaramazlar. Amma mezheb-i racih ve ekser olan mezheb-i evvele göre dahi, o ulemanin beyan ettigi fikrin söyle bir ince vechi vardir ki: Kur'an-i Hakîm'in cümleleri, kelimeleri birbirine bakar. Bazi olur bir kelime, on yere bakar; onda, on nükte-i belâgat, on münasebet bulunuyor. Nasilki Isarat-ül I'caz namindaki tefsirde, Fatiha'nin bazi cümleleri içinde ve
    الم { ذلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ cümleleri içinde, su nüktelerden bazi nümuneleri göstermisiz. Meselâ: Nasilki münakkas bir sarayda, müteaddid, muhtelif nakislarin dügümü hükmünde bir tasi, bütün nakislara bakacak bir yerde yerlestirmek; bütün o duvari nukusuyla bilmeye mütevakkiftir. Hem nasilki insanin basindaki gözbebegini yerinde yerlestirmek, bütün cesedin münasebatini ve vezaif-i acibesini ve gözün
    sh: » (M: 200)
    o vezaife karsi vaziyetini bilmekle oluyor. Öyle de: Ehl-i hakikatin çok ileri giden bir kismi, Kur'anin kelimatinda pek çok münasebati ve sair âyetlerdeki cümlelere bakan vücuhlari, alâkalari göstermisler. Hususan ulema-i ilm-i huruf daha ileri gidip, bir harf-i Kur'anda, bir sahife kadar esrari, ehline beyan ederek isbat etmisler. Hem mâdem Hâlik-i Külli Sey'in kelâmidir; herbir kelimesi, kalb ve çekirdek hükmüne geçebilir. (Etrafinda, esrardan mütesekkil bir cesed-i manevîye kalb ve bir secere-i maneviyeye çekirdek hükmüne geçebilir.) Iste insanin sözlerinde, Kur'anin kelimeleri gibi kelimeler, belki cümleler, âyetler bulunabilir. Fakat Kur'anda, çok münasebat gözetilerek bir tarz ile yerlestirildigi yerde; bir ilm-i muhit lâzim ki, öyle yerli yerine yerlessin.
    ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyan'in hülâsat-ül hülâsa bir icmal-i mahiyeti için bir vakit Arabî ibare ile bir tefekkür-ü hakikîyi, Cenâb-i Hak benim kalbime ihsan etmisti. Simdi aynen o tefekkürü, Arabî olarak yazacagiz, sonra manasini beyan edecegiz. Iste:

    سُبْحَانَ مَنْ شَهِدَ عَلَى وَحْدَانِيَّتِهِ وَصَرَّحَ بِاَوْصَافِ جَمَالِهِ وَجَلاَلِهِ وَكَمَالِهِ اَلْقُرْانُ الْحَكِيمُ الْمُنَوَّرُ جِهَاتُهُ السِّتُّ اَلْحَاوِى لِسِرِّ اِجْمَاعِ كُلِّ كُتُبِ اْلاَنْبِيَاءِ وَاْلاَوْلِيَاءِ وَالْمُوَحِّدِينَ الْمُخْتَلِفِينَ فِى اْلاَعْصَارِ وَالْمَشَارِبِ وَالْمَسَالِكِ الْمُتَّفِقِينَ بِقُلُوبِهِمْ وَعُقُولِهِمْ عَلَى تَصْدِيقِ اَسَاسَاتِ الْقُرْانِ وَكُلِّيَّاتِ اَحْكَامِهِ عَلَى وَجْهِ اْلاِجْمَالِ وَهُوَ مَحْضُ الْوَحْىِ بِاِجْمَاعِ الْمُنْزِلِ وَالْمُنْزَلِ وَالْمُنْزَلِ عَلَيْهِ وَعَيْنُ الْهِدَايَةِ بِالْبَدَاهَةِ وَمَعْدَنُ اَنْوَارِ اْلاِيمَانِ بِالضَّرُورَةِ وَمَجْمَعُ الْحَقَائِقِ بِالْيَقِينِ وَمُوصِلٌ اِلَى السَّعَادَةِ بِالْعَيَانِ وَذُو اْلاَثْمَارِ الْكَامِلِينَ بِالْمُشَاهَدَةِ وَمَقْبُولُ الْمَلَكِ وَاْلاِنْسِ وَالْجَانِّ بِالْحَدْسِ الصَّادِقِ مِنْ تَفَارِيقِ اْلاَمَارَاتِ
    sh: » (M: 201)

    وَالْمُؤَيَّدُ بِالدَّلاَئِلِ الْعَقْلِيَّةِ بِاِتِّفَاقِ الْعُقَلاَءِ الْكَامِلِينَ وَالْمُصَدَّقُ مِنْ جِهَةِ الْفِطْرَةِ السَّلِيمَةِ بِشَهَادَةِ اِطْمِئْنَانِ الْوِجْدَانِ وَالْمُعْجِزَةُ اْلاَبَدِيَّةُ الْبَاقِى وَجْهُ اِعْجَازِهِ عَلَى مَرِّ الزَّمَانِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَالْمُنْبَسِطُ دَائِرَةُ اِرْشَادِهِ مِنَ اْلَمَلاِ اْلاَعْلَى اِلَى مَكْتَبِ الصِّبْيَانِ يَسْتَفِيدُ مِنْ عَيْنِ دَرْسٍ اَلْمَلئِكَةُ مَعَ الصَّبِيِّنَ وَ كَذَا هُوَ ذُو الْبَصَرِ الْمُطْلَقِ يَرَى اْلاَشْيَاءَ بِكَمَالِ الْوُضُوحِ وَالظُّهُورِ وَيُحِيطُ بِهَا وَيُقَلِّبُ الْعَالَمَ فِى يَدِهِ وَيُعَرِّفُهُ لَنَا كَمَا يُقَلِّبُ صَانِعُ السَّاعَةِ السَّاعَةَ فِى كَفِّهِ وَيُعَرِّفُهَا لِلنَّاسِ فَهذَا الْقُرْآنُ الْعَظِيمُ الشَّانِ هُوَ الَّذِى يَقُولُ مُكَرَّرًا اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ: فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ
    Iste su tefekkür-ü Arabînin tercümesi ve meali sudur ki, yani: Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyan'in alti ciheti parlaktir ve nurludur. Evham ve sübehat içine giremez. Çünki arkasi Ars'a dayaniyor; o cihette nur-u vahiy var. Önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn var. Ebede, âhirete el atmis; Cennet ve saadet nuru var. Üstünde sikke-i i'caz parliyor. Altinda bürhan ve delil direkleri var. Içi hâlis hidayet. Sagi اَفَلاَ يَعْقِلُونَ ler ile ukûlü istintakla "Sadakte" dedirtiyor. Solunda; kalblere ezvak-i ruhanî vermekle, vicdanlari istishad ederek "Bârekâllah" dediren Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyan'a hangi köseden, hangi cihetten evham ve sübehatin hirsizlari girebilir?
    Evet Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyan asirlari, mesrebleri, meslekleri muhtelif olan enbiyanin, evliyanin, muvahhidînin kitablarinin sirr-i icma'ini câmi'dir. Yani bütün o ehl-i kalb ve akil, Kur'an-i Hakîm'in mücmel ahkâmini ve esasatini tasdik eder bir surette, o esasati kitablarinda zikredip kabul etmisler. Demek onlar, Kur'an
    sh: » (M: 202)
    secere-i semavîsinin kökleri hükmündedirler. Hem Kur'an-i Hakîm, vahye istinad ediyor ve vahiydir. Çünki Kur'ani nâzil eden Zât-i Zülcelal, mu'cizat-i Ahmediye (A.S.M.) ile, Kur'an vahiy oldugunu gösterir, isbat eder. Ve nâzil olan Kur'an dahi, üstündeki i'caz ile gösterir ki, Ars'tan geliyor. Ve münzel-i aleyh olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in bidayet-i vahiydeki telasi ve nüzul-i vahiy vaktindeki vaziyet-i bîhusu ve herkesten ziyade Kur'ana karsi ihlas ve hürmeti gösteriyor ki: Vahiy olup ezelden geliyor, ona misafir oluyor.
    Hem o Kur'an bilbedahe mahz-i hidayettir. Çünki onun muhalifi, bilmüsahede küfrün dalaletidir. Hem bizzarure Kur'an envar-i imaniyenin madenidir. Elbette envar-i imaniyenin aksi, zulümattir. Çok Sözlerde bunu kat'î olarak isbat etmisiz.
    Hem Kur'an bilyakîn hakaikin mecma'idir. Hayalât ve hurafat, içine giremez. Teskil ettigi hakikatli âlem-i Islâmiyet, izhar ettigi esasli seriat ve gösterdigi âlî kemalâtin sehadetiyle, âlem-i gayba ait olan bahislerinde dahi, âlem-i sehadetteki bahisleri gibi, ayn-i hakaik oldugunu ve içinde hilaf bulunmadigini isbat eder.
    Hem Kur'an bil'ayan ve süphesiz, saadet-i dâreyne îsal eder, beseri ona sevkeder. Kimin süphesi varsa, bir defa Kur'ani okusun ve dinlesin ne diyor? Hem Kur'anin verdigi meyveler; hem mükemmeldir, hem hayatdardir. Öyle ise, Kur'an agacinin kökü hakikattadir, hayatdardir. Çünki meyvenin hayati, agacin hayatina delalet eder. Iste bak; her asirda ne kadar asfiya ve evliya gibi mükemmel ve kâmil zîhayat ve zînur meyveler vermis.
    Hem hadsiz müteferrik emarelerden nes'et eden bir hads ve kanaatla, Kur'an hem ins, hem cinn, hem melegin makbulü ve mergubudur ki; okundugu vakit onlar istiyakla pervane gibi etrafina toplaniyorlar.
    Hem Kur'an vahiy olmakla beraber, delail-i akliye ile teyid ve tahkim edilmis. Evet kâmil ukalânin ittifaki buna sahiddir. Basta ulema-i ilm-i Kelâmin allâmeleri ve Ibn-i Sina, Ibn-i Rüsd gibi felsefenin dâhîleri müttefikan esasat-i Kur'aniyeyi usûlleriyle, delilleriyle isbat etmisler. Hem Kur'an, fitrat-i selime cihetiyle musaddaktir. Eger bir âriza ve bir maraz olmazsa; herbir fitrat-i selime onu tasdik eder. Çünki itminan-i vicdan ve istirahat-i kalb, onun envariyla olur. Demek fitrat-i selime, vicdanin itminani sehadetiyle, onu tasdik ediyor. Evet fitrat, lisan-i

    sh: » (M: 203)
    haliyle Kur'ana der: "Fitratimizin kemali sensiz olamaz!" Su hakikati çok yerlerde isbat etmisiz.
    Hem Kur'an bilmüsahede ve bilbedahe, ebedî ve daimî bir mu'cizedir. Her vakit i'cazini gösterir. Sair mu'cizat gibi sönmez, vakti bitmez, ebedîdir.
    Hem Kur'anin mertebe-i irsadinda öyle bir genislik var ki; birtek dersinde, Hazret-i Cibril (A.S.), bir tifl-i nevresîde ile omuz omuza o dersi dinler, hisselerini alirlar. Ve Ibn-i Sina gibi en dâhî feylesof, en âmi bir ehl-i kiraatla diz dize ayni dersi okurlar, derslerini alirlar. Hattâ bazan olur ki; o âmi adam, kuvvet ve safvet-i iman cihetiyle, Ibn-i Sina'dan daha ziyade istifade eder.
    Hem Kur'anin içinde öyle bir göz var ki; bütün kâinati görür, ihata eder ve bir kitabin sahifeleri gibi kâinati göz önünde tutar, tabakatini ve âlemlerini beyan eder. Bir saatin sanatkâri nasil saatini çevirir, açar, gösterir, tarif eder; Kur'an dahi, elinde kâinati tutmus öyle yapiyor. Iste söyle bir Kur'an-i Azîmüssan'dir ki
    فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ der, vahdaniyeti ilân eder.

    اَللّهُمَّ اجْعَلِ الْقُرْآنَ لَنَا فِى الدُّنْيَا قَرِينَا وَ فِى الْقَبْرِ مُونِسًا وَ فِى الْقِيَامَةِ شَفِيعًا وَ عَلَى الصِّرَاطِ نُورًا وَ مِنَ النَّارِ سِتْرًا وَ حِجَابًا وَ فِى الْجَنَّةِ رَفِيقًا وَ اِلَى الْخَيْرَاتِ كُلِّهَا دَلِيلاً وَ اِمَامًا
    اَللّهُمَّ نَوِّرْ قُلُوبَنَا وَ قُبُورَنَا بِنُورِ اْلاِيمَانِ وَ الْقُرْآنِ وَ نَوِّرْ بُرْهَانَ الْقُرْآنِ بِحَقِّ وَ بِحُرْمَةِ مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْقُرْآنُ عَلَيْهِ وَ عَلَى آلِهِ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ مِنَ الرَّحْمنِ الْحَنَّانِ آمِينَ


    Seni çok Özledim Annem

  3. #23
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP

    ONDOKUZUNCU NÜKTELI ISARET: Sâbik isaretlerde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Cenab-i Hakk'in resulü oldugu gayet kat'î ve sübhesiz bir surette isbat edildi. Iste risaleti binler delail-i kat'iye ile sabit olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, vahdaniyet-i Ilâhiyenin ve saadet-i ebediyenin en parlak bir delili ve en kat'î bir bürhanidir. Biz su isarette; o müsrik, parlak delile ve nâtik-i sadik bürhana, hülâsat-ül hülâsa bir icmal ile küçük bir tarif yapacagiz. Çünki mâdem o delildir ve
    sh: » (M: 204)
    neticesi marifet-i Ilâhiyedir; elbette delili tanimak ve vech-i delaletini bilmek lâzimdir. Öyle ise, biz de gayet muhtasar bir hülâsa ile, vech-i delaletini ve sihhatini beyan edecegiz. Söyle ki:
    Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, su kâinatin mevcudati gibi, Hâlik-i Kâinat'in vücuduna ve vahdetine kendi zâti delalet ettigi gibi; o kendi delalet-i zâtiyesini, bütün mevcudatin delaletiyle beraber, lisaniyla ilân etmistir. Mâdem delildir; biz o delilin hüccet ve istikametine ve sidk ve hakkaniyetine, onbes esasta isaret ederiz:
    Birinci Esas: Hem zâtiyla, hem lisaniyla, hem delalet-i haliyle, hem kaliyle kâinatin Sâniine delalet eden su delil; hem hakikat-i kâinatça musaddak, hem sadiktir. Çünki bütün mevcudatin vahdaniyete delaletleri, elbette vahdaniyeti söyleyen zâti tasdik hükmündedir. Demek söyledigi dava da, umum kâinatça musaddaktir. Hem beyan ettigi kemal-i mutlak olan vahdaniyet-i Ilâhiye ve hayr-i mutlak olan saadet-i ebediye, bütün hakaik-i âlemin hüsün ve kemaline muvafik ve mutabik oldugundan; o, davasinda elbette sâdiktir. Demek Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vahdaniyet-i Ilâhiyeye ve saadet-i ebediyeye bir bürhan-i nâtik-i sâdik ve musaddaktir.
    Ikinci Esas: Hem o delil-i sâdik ve musaddak, mâdem umum enbiyanin fevkinde binler mu'cizat ve neshedilmeyen bir seriat ve umum cin ve inse samil bir davet sahibi oldugundan, elbette umum enbiyanin reisidir. Öyle ise, umum enbiyanin mu'cizatlarinin sirrini ve ittifaklarini câmi'dir. Demek bütün enbiyanin kuvvet-i icma'i ve mu'cizatlarinin sehadeti, onun sidk u hakkaniyetine bir nokta-i istinad teskil eder. Hem onun terbiyesi ve irsadi ve nur-u seriatiyla kemal bulan bütün evliya ve asfiyanin sultani ve üstadidir. Öyle ise, onlarin sirr-i kerametlerini ve icma'kârane tasdiklerini ve tahkiklerinin kuvvetini câmi'dir. Çünki onlar üstadlarinin açtigi ve kapiyi açik biraktigi yolda gitmisler, hakikati bulmuslar. Öyle ise, onlarin bütün kerametleri ve tahkikatlari ve icma'lari, o mukaddes üstadlarinin sidk u hakkaniyeti için bir nokta-i istinad temin eder. Hem o bürhan-i vahdaniyet, sâbik isaretlerde görüldügü gibi; o kadar kat'î, yakînî ve bâhir mu'cizeleri ve hârika irhasatlari ve süphesiz delail-i nübüvveti var ve o zâti öyle bir tasdik ediyor ki, kâinat toplansa onlarin tasdikini ibtal edemez!
    Üçüncü Esas: Hem o mu'cizat-i bâhire sahibi olan
    sh: » (M: 205)
    vahdaniyet dellâli ve saadet-i ebediye müjdecisi, kendi zât-i mübarekinde öyle ahlâk-i âliye ve vazife-i risâletinde öyle secaya-yi samiye ve teblig ettigi seriat ve dininde öyle hasail-i galiye vardir ki; en sedid düsman dahi onu tasdik ediyor, inkâra mecal bulamiyor. Mâdem zâtinda ve vazifesinde ve dininde, en yüksek ve güzel ahlâklari ve en ulvî ve mükemmel seciyeleri ve en kiymetdar ve makbul hasletleri bulunuyor; elbette o zât, mevcudattaki kemalâtin ve ahlâk-i âliyenin misâli ve mümessili ve timsâli ve üstadidir. Öyle ise, zâtinda ve vazifesinde ve dininde su kemalât ise; hakkaniyetine ve sidkina o kadar kuvvetli bir nokta-i istinaddir ki, hiçbir cihette sarsilmaz.
    Dördüncü Esas: Hem maden-i kemalât ve muallim-i ahlâk-i âliye olan o dellâl-i vahdaniyet ve saadet, kendi kendine söylemiyor; belki söylettiriliyor. Evet Hâlik-i Kâinat tarafindan söylettiriliyor. Üstad-i Ezelîsinden ders alir, sonra ders verir. Çünki sâbik isaretlerde kismen beyan edilen binler delail-i nübüvvetle; Hâlik-i Kâinat bütün o mu'cizati onun elinde halketmekle gösterdi ki; o, onun hesabina konusuyor, onun kelâmini teblig ediyor. Hem ona gelen Kur'an ise içinde, disinda kirk vech-i i'caz ile gösterir ki, o Cenâb-i Hakk'in tercümanidir. Hem o kendi zâtinda bütün ihlâsiyla ve takvasiyla ve ciddiyetiyle ve emanetiyle ve sair bütün ahval ve etvariyla gösterir ki; o kendi namina, kendi fikriyle demiyor.. belki Hâliki namina konusuyor. Hem onu dinleyen bütün ehl-i hakikat, kesif ve tahkik ile tasdik etmisler ve ilmelyakîn iman etmisler ki; o kendi kendine konusmuyor, belki Hâlik-i Kâinat onu konusturuyor, ders veriyor, onunla ders verdiriyor. Öyle ise onun sidk u hakkaniyeti, bu dört gayet kuvvetli esaslarin icmaina istinad eder.


    Seni çok Özledim Annem

  4. #24
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP

    Besinci Esas: Hem o Tercüman-i Kelâm-i Ezelî ervahlari görüyor, melaikelerle sohbet ediyor, cin ve insi de irsad ediyor. Degil ins ve cin âlemi, belki âlem-i ervah ve âlem-i melaike fevkinde ders aliyor. Ve mâverasinda münasebeti var ve ittilai vardir. Sâbik mu'cizati ve tevatürle kat'î macera-yi hayati su hakikati isbat etmistir. Öyle ise kâhinler ve sair gaibden haber verenler gibi, onun haberlerine degil cin, degil ervah, degil melâike, belki Cibril'den baska Melâike-i Mukarrebîn dahi karisamiyor. Hattâ ekser evkatta onun arkadasi olan Hazret-i Cebrail'i dahi bazi geri birakiyor.
    sh: » (M: 206)

    Altinci Esas: Hem O (melek, cin ve beserin seyyidi olan) zât, su kâinat agacinin en münevver ve mükemmel meyvesi ve rahmet-i Ilâhiyenin timsâli ve muhabbet-i Rabbaniyenin misâli ve Hakk'in en münevver bürhani ve hakikatin en parlak siraci ve tilsim-i kâinatin miftahi ve muamma-yi hilkatin kessafi ve hikmet-i âlemin sârihi ve saltanat-i Ilâhiyenin dellâli ve mehasin-i san'at-i Rabbaniyenin vassafi ve câmiiyet-i istidad cihetiyle o zât, mevcudattaki kemalâtin en mükemmel enmuzecidir. Öyle ise o zâtin su evsafi ve sahsiyet-i maneviyesi isaret eder, belki gösterir ki; o zât, kâinatin illet-i gaiyesidir. Yani o zâta su kâinatin Hâliki bakmis, kâinati halketmistir. Eger onu icad etmeseydi, kâinati dahi icad etmezdi denilebilir. Evet cin ve inse getirdigi hakaik-i Kur'aniye ve envar-i îmaniye ve zâtinda görünen ahlâk-i âliye ve kemalât-i samiye, su hakikata sahid-i kati'dir.
    Yedinci Esas: Hem o bürhan-i Hak ve sirac-i hakikat, öyle bir din ve seriat göstermistir ki; iki cihanin saadetini temin edecek desatiri câmi'dir. Ve câmi' olmakla beraber, kâinatin hakaikini ve vezaifini ve Hâlik-i Kâinat'in esmâsini ve sifâtini, kemal-i hakkaniyetle beyan etmistir. Iste o Islâmiyet ve seriat, öyle bir tarzda muhit ve mükemmeldir ve öyle bir surette kâinati kendiyle beraber tarif eder ki, onun mahiyetine dikkat eden elbette anlar ki; o din, bu güzel kâinati yapan zâtin, o kâinati kendiyle beraber tarif edecek bir beyannamesidir ve bir tarifesidir. Nasilki bir sarayin ustasi, o saraya münasib bir tarife yapar. Kendini vasiflariyla göstermek için, bir tarife kaleme alir; öyle de: Din ve seriat-i Muhammediye'de (A.S.M.) öyle bir ihata, bir ulviyet, bir hakkaniyet görünüyor ki; kâinati halk ve tedbir edenin kaleminden çiktigini gösterir. Ve o kâinati güzelce tanzim eden kim ise, su dini güzelce tanzim eden yine odur. Evet o nizam-i ekmel, elbette bu nazm-i ecmeli ister.
    Sekizinci Esas: Iste mezkûr sifatlarla muttasif ve her cihet ile sarsilmaz kuvvetli istinad noktalarina dayanan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, âlem-i sehadete müteveccih olarak, âlem-i gayb namina, cin ve insin baslari üzerine ilân ederek; istikbalde gelecek asirlar arkasinda duran akvama ve milletlere hitab edip öyle bir nida eder ki; umum cin ve inse, umum yerlere, umum asirlara isittiriyor. Evet, isitiyoruz!..
    Dokuzuncu Esas: Hem öyle yüksek, kuvvetli hitab ediyor ki; bütün asirlar onu dinler. Evet aks-i sadâsini herbir asir isitiyor...
    sh: » (M: 207)
    Onuncu Esas: Hem o zâtin gidisatinda görünüyor ki; görüyor, öyle haber veriyor. Çünki en tehlikeli vakitlerde, kemal-i metanetle tereddüdsüz, telassiz söylüyor. Bazi olur tek basiyla dünyaya meydan okuyor...
    Onbirinci Esas: Hem bütün kuvvetiyle öyle kuvvetli davet edip çagirir ki: Yari yeri ve nev'-i beserin beste birini sesine karsi "Lebbeyk" dedirtti, سَمِعْنَا وَ اَطَعْنَا söylettirdi.
    Onikinci Esas: Hem öyle bir ciddiyetle davet ve öyle esasli bir surette terbiye eder ki; düsturlarini asirlarin cephesinde ve aktarin taslarinda naksediyor ve dehirlerin yüzlerinde pâyidar ediyor...
    Onüçüncü Esas: Hem teblig ettigi ahkâmin saglamligina öyle bir vüsuk ve güvenmekle söylüyor ve davet ediyor ki; dünya toplansa, onu bir hükmünden geri çevirip pisman edemez. Buna sahid, bütün tarih-i hayati ve siyer-i seniyesidir.
    Ondördüncü Esas: Hem öyle bir itminan ile, bir itimad ile davet eder, teblig eder ki; kimseden minnet almaz, hiçbir müskilâta karsi telas etmez, tereddüdsüz, kemal-i samimiyetle ve safvetle ve herkesten evvel kendisi amel edip kabul ederek, getirdigi ahkâmi ilân eder. Buna sahid ise; herkesçe, dost ve düsmanca malûm olan meshur zühdü ve istignasi ve dünyanin fâni müzeyyenatina adem-i tenezzülüdür.
    Onbesinci Esas: Hem getirdigi dine herkesten ziyade itaati ve Hâlikina karsi herkesten ziyade ubudiyeti ve menhiyata karsi herkesten ziyade takvasi, kat'iyen gösterir ki: O, Sultan-i Ezel ve Ebed'in mübelligidir, elçisidir ve O, Mabud-u Bilhakk'in en hâlis abdidir ve Kelâm-i Ezelî'nin tercümanidir.
    Su onbes aded esaslarin neticesi sudur ki: Mezkûr evsaf ile muttasif su zât; bütün kuvvetiyle, bütün hayatinda mükerreren ve mütemadiyen
    فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ der, vahdaniyeti ilân eder.

    اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَيْهِ وَ عَلَى آلِهِ عَدَدَ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ

    سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
    sh: » (M: 208)

    Bir Ikram-i Ilâhî ve Bir Eser-i Inayet-i Rabbaniye
    وَ اَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ mazmununa mâsadak olmak emeliyle deriz: Su risalenin te'lifinde, Cenab-i Hakk'in bir eser-i inayetini ve rahmetini zikredecegim. Tâ, su risaleyi okuyanlar, ehemmiyetle baksinlar.
    Iste su risalenin te'lifi hiç kalbimde yoktu. Çünki Risalet-i Ahmediyeye (A.S.M.) dair Otuzbirinci ve Ondokuzuncu Sözler yazilmisti. Birdenbire, su risaleyi yazmak için mücbir bir hatira kalbe geldi. Hem kuvve-i hâfizam, musibetler neticesi olarak sönmüstü. Hem mesrebimde, yazdigim eserlerde, nakil suretiyle ("Kale-Kiyle" suretiyle) gitmemistim. Hem yanimda kütüb-ü hadîsiye ve siyer kitablari yoktur. Bununla beraber, "Tevekkeltü Alallah" diyerek basladim. Öyle bir muvaffakiyet oldu ki, Eski Said'in kuvve-i hâfizasindan ziyade hâfizam yardim etti. Her iki-üç saatte, sür'atle otuz-kirk sahife yazildi. Birtek saatte, onbes sahife yaziliyordu. Ekser Buharî, Müslim, Beyhakî, Tirmizî, Sifa-i Serif, Ebu Nuaym, Taberî gibi kitablardan naklediliyor. Halbuki bu nakilde hata olsa -hadîs oldugu için- günah olmasi lâzim geldiginden, kalbim titriyordu. Fakat anlasildi ki inayet var ve su risaleye ihtiyaç var. Insâallah sahih bir surette yazilmistir. Sayet bazi elfaz-i hadîsiyede veya râvilerin isminde bir yanlis bulunsa, tashih edilerek müsamaha ile bakmalarini ihvanlarimdan rica ediyorum.


    Seni çok Özledim Annem

  5. #25
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP

    Evet biz müsveddeyi yaziyorduk, Üstadimiz da söylüyordu. Yaninda hiç kitab yoktu; hiç müracaat da etmiyordu. Birdenbire gayet sür'atli söylüyordu, biz de yaziyorduk. Iki-üç saatte, otuz-kirk, daha fazla sahife yaziyorduk. Bizim de kanaatimiz geldi ki: Bu muvaffakiyet, mu'cizat-i Nebeviyenin bir kerametidir.
    Daimî hizmetkâri: Abdullah Çavus

    Hizmetkâri ve müsvedde kâtibi: Süleyman Sâmi
    Müsvedde kâtibi ve âhiret kardesi: Hâfiz Hâlid
    Müsvedde ve tebyiz kâtibi: Hâfiz Tevfik
    sh: » (M: 209)

    Mu'cizat-i Ahmediye'nin Birinci Zeyli
    (Ondokuzuncu Söz, Risâlet-i Ahmediyyeye (A.S.M.) ve zeyli Sakk-i Kamer Mu'cizesine dair oldugundan; makam münâsebetiyle buraya alinmistir.)
    بسم اللّه الرَّحمن الرَّحيم
    "Ondört Resehat"i tazammun eden Ondördüncü Lem'anin:
    BIRINCI RESHASI: Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var.
    Birisi: Su kitab-i kâinattir ki, bir nebze sehadetini onüç lem'a ile arabî Nur Risalesinden Onüçüncü dersten isittik.
    Birisi: Su kitab-i kebirin âyet-i kübrasi olan Hâtem-ül Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm'dir.
    Birisi de: Kur'an-i Azîmüssan'dir.
    Simdi su ikinci bürhan-i nâtikî olan Hâtem-ül Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm'i tanimaliyiz, dinlemeliyiz.
    Evet, o bürhanin sahs-i manevîsine bak: Sath-i Arz bir mescid, Mekke bir mihrab; Medine bir minber; O bürhan-i bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatib, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzâkiri.. Bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya taravettar semereleri bir secere-i nuraniyedir ki; herbir davasini, mu'cizatlarina istinad eden bütün enbiya ve kerametlerine itimad eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar. Zira O
    لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ der, dava eder. Bütün sag ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarinda saf tutan o
    sh: » (M: 210)
    nuranî zâkirler, ayni kelimeyi tekrar ederek, icma' ile manen "Sadakte ve bil-hakki natakte" derler. Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesabsiz imzalarla te'yid edilen bir müddeaya parmak karistirsin.
    IKINCI RESHA: O nurani bürhan-i tevhid, nasilki iki cenahin icma' ve tevatürüyle teyid ediliyor. Öyle de, Tevrat ve Incil gibi Kütüb-ü Semaviyenin (Hâsiye) yüzler isarati ve irhasatin binler rumuzati ve hatiflerin meshur besarati ve kâhinlerin mütevatir sehadati ve sakk-i Kamer gibi binler mu'cizatinin delalati ve seriatin hakkaniyeti ile te'yid ve tasdik ettikleri gibi, zâtinda gayet kemaldeki ahlâk-i hamîdesini ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secaya-yi galiyesini ve kemal-i emniyetini ve kuvvet-i imanini ve gayet itminanini ve nihayet vüsukunu gösteren fevkalâde takvasi, fevkalâde ubudiyeti, fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metaneti; davasinda nihayet derecede sadik oldugunu günes gibi asikâre gösteriyor.
    ÜÇÜNCÜ RESHA: Eger istersen gel Asr-i Saadet'e, Ceziret-ül Arab'a gideriz. Hayalen olsun onu vazife basinda görüp ziyaret ederiz. Iste bak: Hüsn-ü sîret ve cemal-i suret ile mümtaz bir zâti görüyoruz ki; elinde mu'ciznüma bir kitab, lisaninda hakaik-asina bir hitab, bütün benî-Âdeme, belki cin ve inse ve melege, belki bütün mevcudata karsi bir hutbe-i ezeliyeyi teblig ediyor. Sirr-i hilkat-i âlem olan muamma-i acîbanesini hal ve serh edip ve sirr-i kâinat olan tilsim-i muglakini fetih ve kesfederek, bütün mevcudattan sorulan, bütün ukûlü hayret içinde mesgul eden üç müskil ve müdhis sual-i azîm olan "Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?" suallerine mukni, makbul cevab verir.
    DÖRDÜNCÜ RESHA: Bak! Öyle bir ziya-yi hakikat nesreder ki: Eger onun o nurani daire-i hakikat-i irsadindan hariç bir surette kâinata baksan; elbette kâinatin seklini bir matemhane-i umumî hükmünde ve mevcudati birbirine ecnebi, belki düsman ve camidati dehsetli cenazeler ve bütün zevil-hayati zeval ve firakin sillesiyle aglayan yetimler hükmünde görürsün. Simdi bak: Onun nesrettigi nur ile o matemhane-i umumî, sevk u cezbe içinde bir zikirhaneye inkilab etti. O ecnebi, düsman mevcudat, birer dost ve
    __________________________
    (Hâsiye): Hüseyin-i Cisrî, Risale-i Hamîdiyesinde, yüz ondört isârâti, o kitablardan çikarmistir. Tahriften sonra bu kadar bulunsa, elbette daha evvel çok tasrihat varmis.

    sh: » (M: 211)
    kardes sekline girdi. O camidat-i meyyite-i samite; birer munis memur, birer müsahhar hizmetkâr vaziyetini aldi ve o aglayici ve sekva edici kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zâkir veya vazife paydosundan sâkir suretine girdi.
    BESINCI RESHA: Hem o nur ile; kâinattaki harekât, tenevvüat, tebeddülat, tegayyürat manasizliktan ve abesiyetten ve tesadüf oyuncakligindan çikip birer mektubat-i Rabbaniye, birer sahife-i âyât-i tekviniye, birer meraya-yi esma-i Ilahiye ve âlem dahi bir kitab-i hikmet-i Samedaniye mertebesine çiktilar. Hem insani bütün hayvanatin madûnuna düsüren hadsiz za'f ve aczi, fakr ve ihtiyacati ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vasita-i nakl-i hüzün ve elem ve gam olan akli, o nur ile nurlandigi vakit, insan bütün hayvanat, bütün mahlukat üstüne çikar. O nurlanmis acz, fakr, akil ile niyaz ile nazenin bir sultan ve fizar ile nazdar bir halife-i zemin olur. Demek o nur olmazsa kâinat da, insan da, hattâ hersey dahi hiçe iner. Evet elbette böyle bedi' bir kâinatta, böyle bir zât lâzimdir. Yoksa kâinat ve eflâk olmamalidir.
    ALTINCI RESHA: Iste o zât, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihayenin kâsifi ve ilâncisi ve saltanat-i rububiyetin mehâsininin dellâli, seyircisi ve künuz-u esma-i Ilahiyenin kessafi, göstericisi oldugundan; böyle baksan -yani ubudiyeti cihetiyle- onu bir misâl-i muhabbet, bir timsâl-i rahmet, bir seref-i insaniyet, en nurani bir semere-i secere-i hilkat göreceksin. Söyle baksan, -yani risaleti cihetiyle- bir bürhan-i Hak, bir sirac-i hakikat, bir sems-i hidayet, bir vesile-i saadet görürsün. Iste bak nasil berk-i hâtif gibi onun nuru, sarktan garbi tuttu ve nisf-i arz ve hums-u beser, onun hediye-i hidayetini kabul edip hirz-i can etti. Bizim nefis ve seytanimiza ne oluyor ki; böyle bir zâtin bütün davalarinin esasi olan "Lâ ilahe illallah"i, bütün meratibiyle beraber kabul etmesin?
    YEDINCI RESHA: Iste bak: Su cezire-i vasiada vahsi ve âdetlerine mutaassib ve inadçi muhtelif akvami, ne çabuk âdât ve ahlâk-i seyyie-i vahsiyanelerini def'aten kal' ve ref' ederek bütün ahlâk-i hasene ile techiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak; Degil zâhirî bir tasallut, belki akillari, ruhlari, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbub-u kulûb,
    sh: » (M: 212)
    muallim-i ukûl, mürebbi-i nüfus, sultan-i ervah oldu.
    SEKIZINCI RESHA: Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak daimî kaldirabilir. Halbuki bak bu zât, büyük ve çok âdetleri; hem inadçi, mutaassib büyük kavimlerden, zâhirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref'edip yerlerine öyle secaya-yi âliyeyi ki, dem ve damarlarina karismis derecede sabit olarak vaz' ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok hârika icraati yapiyor. Iste su Asr-i Saadeti görmeyenlere, Ceziret-ül Arab'i gözlerine sokuyoruz. Haydi yüzer feylesofu alsinlar, oraya gitsinler. Yüz sene çalissinlar. O zâtin, o zamana nisbeten bir senede yaptiginin yüzden birisini acaba yapabilirler mi?
    DOKUZUNCU RESHA: Hem bilirsin: Küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir cemaatte, küçük bir mes'elede, münazarali bir davada hicabsiz, pervasiz; küçük, fakat hacaletâver bir yalani, düsmanlari yaninda hilesini hissettirmeyecek derecede teessür ve telas göstermeden söyleyemez. Simdi bak bu zâta; pek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedar, pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir cemaatte, pek büyük husumet karsisinda, pek büyük mes'elelerde, pek büyük davada, pek büyük bir serbestiyetle, bilâ-perva, bilâ-tereddüd, bilâ-hicab, telassiz, samimî bir safvetle, büyük bir ciddiyetle, hasimlarinin damarlarina dokunduracak sedid, ulvî bir surette söyledigi sözlerinde hiç hilaf bulunabilir mi? Hiç hile karismasi mümkün müdür? Kellâ!
    اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحَى Evet, hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz. Hak olan meslegi hileden müstagnidir; hakikatbînin gözüne hayalin ne haddi var ki, hakikat görünsün aldatsin?


    Seni çok Özledim Annem

  6. #26
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP

    ONUNCU RESHA: Iste bak: Ne kadar merak-âver, ne kadar cazibedar, ne kadar lüzumlu, ne kadar dehsetli hakaiki gösterir ve mesaili isbat eder.
    Bilirsin ki: En ziyade insani tahrik eden meraktir. Hattâ eger sana denilse: "Yari ömrünü, yari malini versen; Kamer'den ve Müsteri'den biri gelir, Kamer'de ve Müsteri'de ne var ne yok, ahvalini sana haber verecek. Hem dogru olarak senin istikbalini ve basina ne gelecegini dogru olarak haber verecek." Merakin varsa vereceksin. Halbuki:


    sh: » (M: 213)
    Su zât, öyle bir Sultan'in ahbarini söylüyor ki: Memleketinde Kamer bir sinek gibi bir pervane etrafinda döner. O Arz olan o pervane ise, bir lâmba etrafinda pervaz eder ve o Günes olan lâmba ise, o Sultan'in binler menzillerinden bir misafirhanesinde binler misbahlar içinde bir lâmbasidir. Hem öyle acaib bir âlemden hakikî olarak bahsediyor ve öyle bir inkilabdan haber veriyor ki: Binler Küre-i Arz bomba olsa patlasalar, o kadar acib olmaz. Bak! Onun lisaninda
    اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ * اِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ * اَلْقَارِعَةُ gibi sureleri isit... Hem öyle bir istikbalden dogru olarak haber veriyor ki: Su dünyevî istikbal, ona nisbeten bir katre serab hükmündedir. Hem öyle bir saadetten pek ciddî olarak haber veriyor ki; bütün saadet-i dünyeviye ona nisbeten bir berk-i zâilin, bir sems-i sermede nisbeti gibidir.
    ONBIRINCI RESHA: Böyle acib ve muamma-âlûd su kâinatin perde-i zâhiriyesi altinda elbette ve elbette böyle acaib bizi bekliyor. Böyle acaibi haber verecek, böyle hârika ve fevkalâde mu'ciznüma bir Zât lâzimdir. Hem bu Zâtin gidisatindan görünüyor ki; o görmüs ve görüyor ve gördügünü söylüyor. Hem bizi nimetleriyle perverde eden su Semavat ve Arzin Ilahi bizden ne istiyor? Marziyati nedir? Pek saglam olarak bize ders veriyor. Hem bunlar gibi daha pekçok merak-âver, lüzumlu hakaiki ders veren bu Zâta karsi herseyi birakip ona kosmak, onu dinlemek lâzim gelirken; ekser insanlara ne olmus ki sagir olup, kör olmuslar.. belki divane olmuslar ki, bu hakki görmüyorlar, bu hakikati isitmiyorlar, anlamiyorlar?
    ONIKINCI RESHA: Iste su Zât, su mevcudat Hâlikinin vahdaniyetinin hakkaniyeti derecesinde hak bir bürhan-i nâtik, bir delil-i sadik oldugu gibi; hasrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir bürhan-i katii, bir delil-i satiidir. Belki nasilki o Zât; hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür. Öyle de; duâsiyla, niyaziyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesile-i icadidir. Hasir mes'elesinde geçen su sirri, makam münasebetiyle tekrar ederiz:
    Iste bak: O zât öyle bir salât-i kübrada dua ediyor ki: Güya su cezire, belki Arz, onun azametli namaziyla namaz kilar, niyaz eder. Bak, hem öyle bir cemaat-i uzmada niyaz ediyor ki: Güya benî-
    sh: » (M: 214)
    Âdemin zaman-i Âdem'den asrimiza, kiyamete kadar bütün nuranî kâmil insanlar, ona ittiba ile iktida edip duasina âmîn diyorlar. Hem bak, öyle bir hacet-i âmme için dua ediyor ki: Degil ehl-i arz, belki ehl-i semavat, belki bütün mevcudat, niyazina "Evet yâ Rabbena ver, biz dahi istiyoruz" deyip istirak ediyorlar. Hem öyle fakirane, öyle hazînane, öyle mahbubane, öyle müstakane, öyle tazarrukârane niyaz ediyor ki; bütün kâinati aglattiriyor, duasina istirak ettiriyor. Bak: Hem öyle bir maksad, öyle bir gaye için duâ ediyor ki: Insani ve âlemi, belki bütün mahlukati esfel-i sâfilînden, sukuttan, kiymetsizlikten, faydasizliktan a'lâ-yi illiyyîne, yani kiymete, bekaya, ulvî vazifeye çikariyor. Bak: Hem öyle yüksek bir fizar-i istimdadkârane ve öyle tatli bir niyaz-i istirhamkârane ile istiyor, yalvariyor ki: Güya bütün mevcudata ve semavata ve arsa isittirip, vecde getirip duasina "Âmîn Allahümme âmîn" dedirtiyor. Bak! Hem öyle Semi', Kerim bir Kadîr'den, öyle Basîr, Rahîm bir Alîm'den hacetini istiyor ki: Bilmüsahede en hafî bir zîhayatin en hafî bir hacetini, bir niyazini görür, isitir, kabul eder, merhamet eder. Çünki istedigini, -velev lisan-i hal ile olsun- verir ve öyle bir suret-i hakîmane, basîrane, rahîmanede verir ki, sübhe birakmaz bu terbiye ve tedbir öyle bir Semi' ve Basîr ve öyle bir Kerim ve Rahîm'e hastir.
    ONÜÇÜNCÜ RESHA: Acaba bütün efâzil-i beni-Âdemi arkasina alip, Arz üstünde durup, Ars-i Azama müteveccihen el kaldirip duâ eden su seref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman ve bihakkin fahr-i kâinat ne istiyor? Bak dinle: Saadet-i Ebediye istiyor, beka istiyor, lika istiyor, Cennet istiyor. Hem meraya-yi mevcudatta ahkâmini ve cemallerini gösteren bütün esma-i kudsiye-i Ilahiye ile beraber istiyor. Hattâ eger rahmet, inayet, hikmet, adalet gibi hesabsiz o matlubun esbab-i mûcibesi olmasaydi; su Zâtin tek duasi, baharimizin icadi kadar kudretine hafif gelen su Cennet'in binasina sebebiyet verecekti. Evet nasilki onun risaleti su dâr-i imtihanin açilmasina sebebiyet verdi. Öyle de, onun ubudiyeti dahi öteki dârin açilmasina sebebdir. Acaba ehl-i akil ve tahkika
    لَيْسَ فِى اْلاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا كَانَ dediren su meshud intizam-i faik, su rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san'at ve misilsiz cemal-i rububiyet; hiç böyle bir çirkinligi, böyle bir merhametsizligi, böyle bir intizamsizligi kabul eder mi ki: En cüz'î, en
    sh: » (M: 215)
    ehemmiyetsiz arzulari, sesleri ehemmiyetle isitip îfa etsin; en ehemmiyetli, en lüzumlu arzulari ehemmiyetsiz görüp isitmesin, anlamasin, yapmasin? Hâsâ ve kellâ!. Yüzbin defa hâsâ! Böyle bir cemal, böyle bir çirkinligi kabul etmez, çirkin olmaz.
    Yahu ey hayalî arkadasim! Simdilik kâfidir, geri gitmeliyiz. Yoksa yüz sene su zamanda, su cezirede kalsak, yine o Zâtin garaib-i icraatini ve acaib-i vezaifini, yüzden birisine tamamen ihata edip temasasinda doyamayiz.
    Simdi gel, üstünde dönecegimiz her asra birer birer bakacagiz. Bak nasil her asir, o Sems-i Hidayet'ten aldiklari feyz ile çiçek açmislar! Ebu Hanife, Safiî, Bayezid-i Bistamî, Sah-i Geylanî, Sah-i Naksibend, Imam-i Gazalî, Imam-i Rabbanî gibi milyonlar münevver meyveler veriyor.
    Meshudatimizin tafsilâtini baska vakte ta'lik edip, o mu'ciznüma ve hidayet-eda'ya bir kisim kat'î mu'cizatina isaret eden bir salavat getirmeliyiz:

    عَلَى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْفُرْقَانُ الْحَكِيمُ مِنَ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ * مِنَ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ عَلَى مَنْ بَشَّرَ بِرِسَالَتِهِ التَّوْرَيةُ وَ اْلاِنْجِيلُ وَ الزَّبُورُ * وَ بَشَّرَ بِنُبُوَّتِهِ اْلاِرْهَاصَاتُ وَ هَوَاتِفُ الْجِنِّ وَ اَوْلِيَاءُ اْلاِنْسِ وَ كَوَاهِنُ الْبَشَرِ * وَ انْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ الْقَمَرُ * سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ سَلاَمٍ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ اُمَّتِهِ * عَلَى مَنْ جَائَتْ لِدَعْوَتِهِ الشَّجَرُ وَ نَزَلَ سُرْعَةً بِدُعَائِهِ الْمَطَرُ وَ اَظَلَّتْهُ الْغمَامَةُ مِنَ الْحَرِّ * وَ شَبَعَ مِنْ صَاعٍ مِنْ طَعَامِهِ مِاءَةٌ مِنَ الْبَشَرِ وَ نَبَعَ الْمَاءُ مِنْ بَيْنِ اَصَابِعِهِ ثَلاَثَ مَرَّاتٍ كَالْكَوْثَرِ وَ اَنْطَقَ اللّهُ لَهُ الضَّبَّ وَ الظَّبْىَ وَ الْجِذْعَ وَ الذِّرَاعَ وَ الْجَمَلَ وَ الْجَبَلَ وَ الْحَجَرَ وَ الْمَدَرَ صَاحِبِ الْمِعْرَاجِ وَ مَازَاغَ الْبَصَرُ *


    Seni çok Özledim Annem

  7. #27
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP

    sh: » (M: 216)

    سَيِّدِنَا وَ شَفِيعِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ سَلاَمٍ بِعَدَدِ كُلِّ الْحُرُوفِ الْمُتَشَكِلَةِ فِى الْكَلِمَاتِ الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِ الرَّحْمنِ فِى مَرَايَا تَمَوُّجَاتِ الْهَوَاءِ عِنْدَ قِرَائَةِ كُلِّ كَلِمَةٍ مِنَ الْقُرْآنِ مِنْ كُلِّ قَارِءٍ مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلَى آخِرِ الزَّمَانِ وَاغْفِرْلَنَا وَارْحَمْنَا يَا اِلَهَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا آمِينَ
    [Suaat-i Marifet-ün Nebi namindaki Türkçe bir risalede ve Ondokuzuncu Mektub'da ve su sözde icmalen isaret ettigimiz delail-i nübüvvet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) beyan etmisim. Hem onda Kur'an-i Hakîm'in vücuh-u i'cazi icmalen zikredilmis. Yine "Lemaat" naminda Türkçe bir risalede ve Yirmibesinci Söz'de Kur'anin kirk vecihle mu'cize oldugunu icmalen beyan ve kirk vücuh-u i'cazina isaret etmisim. O kirk vecihte, yalniz nazimda olan belâgati, "Isarat-ül I'caz" namindaki bir tefsir-i arabîde kirk sahife içinde yazmisim. Eger ihtiyacin varsa su üç kitaba müracaat edebilirsin.]
    ONDÖRDÜNCÜ RESHA: Mahzen-i mu'cizat ve mu'cize-i kübra olan Kur'an-i Hakîm; nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) ile vahdaniyet-i Ilahiyeyi, o derece kat'î isbat ediyor ki, baska bürhana hacet birakmiyor. Biz de onun tarifine ve medar-i tenkid olmus bir-iki lem'a-i i'cazina isaret ederiz.
    Iste Rabbimizi bize tarif eden Kur'an-i Hakîm; su kitab-i kebir-i kâinatin bir tercüme-i ezeliyesi.. su sahaif-i Arz ve Semada müstetir künuz-u esma-i Ilahiyenin kessafi.. su sutur-u hâdisatin altinda muzmer hakaikin miftahi.. su âlem-i sehadet perdesi arkasindaki âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-i Rahmaniye ve hitabat-i ezeliyenin hazinesi.. su âlem-i maneviye-i Islâmiyenin günesi, temeli, hendesesi.. âlem-i uhreviyenin haritasi.. zât ve sifât ve suun-u Ilahiyenin kavl-i sârihi, tefsir-i vâzihi, bürhan-i nâtiki, tercüman-i sâtii.. su âlem-i insaniyetin mürebbisi, hikmet-i hakikîsi, mürsid ve hâdîsi.. hem
    sh: » (M: 217)
    bir kitab-i hikmet ve seriat, hem bir kitab-i dua ve ubudiyet, hem bir kitab-i emir ve davet, hem bir kitab-i zikir ve marifet gibi; bütün hacat-i maneviyesine karsi birer kitab ve bütün muhtelif ehl-i mesalik ve mesarib olan evliya ve siddikînin, asfiya ve muhakkikînin her birinin mesreblerine lâyik birer risale ibraz eden bir kütübhâne-i mukaddesedir.»
    Sebeb-i kusur tevehhüm edilen tekraratindaki lem'a-i i'caza bak ki: Kur'an hem bir kitab-i zikir, hem bir kitab-i dua, hem bir kitab-i davet oldugundan içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir ve eblagdir. Ehl-i kusurun zanni gibi degil... Zira zikrin se'ni; tekrar ile tenvirdir. Duanin se'ni; terdad ile takrirdir. Emir ve davetin se'ni; tekrar ile te'kiddir. Hem herkes her vakit bütün Kur'ani okumaga muktedir olamaz. Fakat bir sureye galiben muktedir olur. Onun için en mühim makasid-i Kur'aniye ekser uzun surelerde derc edilerek her bir sure bir küçük Kur'an hükmüne geçmis. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için Tevhid ve Hasir ve Kissa-i Musa gibi bazi maksadlar tekrar edilmis. Hem cismanî ihtiyaç gibi, manevî hacat dahi muhteliftir. Bazisina insan her nefes muhtaç olur; cisme hava, ruha hû gibi. Bazisina her saat
    بِسْمِ اللَّه gibi ve hâkeza... Demek tekrar-i âyet, tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmis ve o ihtiyaca isaret ederek uyandirip tesvik etmek, hem istiyaki ve istihayi tahrik etmek için tekrar eder. Hem Kur'an müessistir. Bir Din-i Mübin'in esasidir ve su âlem-i Islâmiyet'in temelleridir ve hayat-i içtimaiye-i beseriyeyi degistirip, muhtelif tabakata, mükerrer suallerine cevabdir. Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzimdir. Te'kid için terdad lâzimdir. Teyid için takrir, tahkik, tekrir lâzimdir. Hem, öyle mesail-i azîme ve hakaik-i dakikadan bahsediyor ki: Umumun kalblerinde yerlestirmek için çok defa muhtelif suretlerde tekrar lâzimdir. Bununla beraber sureten tekrardir, fakat manen herbir âyetin çok manalari, çok faideleri, çok vücuh ve tabakati vardir. Herbir makamda ayri bir mana ve faide ve maksadlar için zikrediliyor. Hem Kur'anin, mesail-i kevniyenin bazisinda ibham ve icmali ise; irsadî bir lem'a-i i'cazdir. Ehl-i ilhadin tevehhüm ettikleri gibi medar-i tenkid olamaz ve sebeb-i kusur degildir.
    Eger desen: "Acaba neden Kur'an-i Hakîm felsefenin mevcudattan bahsettigi gibi etmiyor? Bazi mesaili mücmel birakir,
    sh: » (M: 218)

    Bazisini nazar-i umumîyi oksayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avami taciz edip yormayacak bir suret-i basitane-i zâhiranede söylüyor?
    Cevaben deriz ki: Felsefe, hakikatin yolunu sasirmis onun için... Hem, geçmis derslerden ve Sözlerden elbette anlamissin ki: Kur'an-i Hakîm, su kâinattan bahsediyor; tâ, zât ve sifât ve esma-i Ilâhiyeyi bildirsin. Yani bu kitab-i kâinatin maânîsini anlattirip, tâ Hâlikini tanittirsin. Demek mevcudata kendileri için degil, belki mûcidleri için bakiyor. Hem umuma hitab ediyor. Ilm-i hikmet ise, mevcudata mevcudat için bakiyor. Hem hususan ehl-i fenne hitab ediyor. Öyle ise mâdemki Kur'an-i Hakîm, mevcudati delil yapiyor, bürhan yapiyor. Delil zâhirî olmak, nazar-i umuma çabuk anlasilmak gerektir. Hem mâdemki Kur'an-i Mürsid, bütün tabakat-i besere hitab eder. Kesretli tabaka ise, tabaka-i avamdir. Elbette irsad ister ki; lüzumsuz seyleri ibham ile icmal etsin ve dakik seyleri temsil ile takrib etsin ve mugalatalara düsürmemek için zâhirî nazarlarinda bedihî olan seyleri, lüzumsuz belki zararli bir surette tagyir etmemektir.
    Meselâ Günese der: "Döner bir siracdir, bir lâmbadir." Zira Günesten, Günes için, mahiyeti için bahsetmiyor. Belki bir nevi intizamin zenberegi ve nizamin merkezi oldugundan, intizam ve nizam ise Sâniin âyine-i marifeti oldugundan bahsediyor. Evet der:
    وَاَلشَّمْسُ َتجْرِى "Günes döner." Bu döner tabiriyle; kis yaz, gece gündüzün deveranindaki muntazam tasarrufat-i kudreti ihtar ile azamet-i Sânii ifham eder.
    Iste bu dönmek hakikati ne olursa olsun, maksud olan ve hem mensuc, hem meshud olan intizama tesir etmez.
    Hem der:
    وَجَعَلْنَا الشَّمْسَ سِرَاجًا Su sirac tabiriyle; âlemi bir kasir suretinde, içinde olan esya ise, insana ve zîhayata ihzar edilmis müzeyyenat ve mat'umat ve levazimat oldugunu ve Günes dahi müsahhar bir mumdar oldugunu ihtar ile rahmet ve ihsan-i Hâliki ifham eder.
    Simdi bak su sersem ve geveze felsefe ne der? Bak diyor ki: "Günes, bir kitle-i azîme-i mayia-yi nariyedir. Ondan firlamis olan seyyarati etrafinda döndürüp, cesameti bu kadar, mahiyeti
    sh: » (M: 219)
    böyledir söyledir." Muvahhis bir dehsetten, müdhis bir hayretten baska, ruha bir kemal-i ilmî vermiyor. Bahs-i Kur'an gibi etmiyor. Buna kiyasen bâtinen kof, zâhiren mutantan felsefî mes'elelerin ne kiymette oldugunu anlarsin. Onun sasaa-i suriyesine aldanip, Kur'anin gayet mu'ciznüma beyanina karsi hürmetsizlik etme!..
    IHTAR: Arabî Risale-i Nur'da Ondördüncü Resha'nin Alti Katresi, bahusus Dördüncü Katre'nin Alti Nüktesi; Kur'an-i Hakîm'in kirk kadar enva'-i i'cazindan onbesini beyan eder. Ona iktifaen burada ihtisar ettik. Istersen ona müracaat et, bir hazine-i mu'cizat bulursun.
    اَللّهُمَّ اجْعَلِ الْقُرْآنَ شِفَاءً لَنَا مِنْ كُلِّ دَاءٍ وَ مُونِسًا لَنَا فِى حَيَاتِنَا وَ بَعْدَ مَوْتِنَا وَ فِى الدُّنْيَا قَرِينَا وَ فِى الْقَبْرِ مُونِسًا وَ فِى االْقِيَامَةِ شَفِيعًا وَ عَلَى الصِّرَاطِنُورًا وَ مِنَ النَّارِ سِتْرًا وَ حِجَابًا وَ فِى الْجَنَّةِ رَفِيقًا وَ اِلَى الْخَيْرَاتِ كُلِّهَا دَلِيلاً وَ اِمَامًا وَ بِفَضْلِكَ وَ جُودِكَ وَ كَرَمِكَ وَ رَحْمَتِكَ يَا اَكْرَمَ اْلاَكْرَمِينَ وَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَاَللَّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْفُرْقَانُ الْحَكِيمُ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ آمِينَ *

    اَلْبَاقِى هُوَ الْباَقِى
    Said Nursi
    sh: » (M: 220)

    SAKK-I KAMER
    MU'CIZESINE DAIRDIR
    (Ondokuzuncu ve Otuzbirinci Sözlerin Zeyli)

    بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

    اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ وَاِنْ يَرَوْ آيَةً يُعْرِضُوا وَ يَقُولُوا سِحْرٌ مُسْتَمِرٌّ
    Kamer gibi parlak bir Mu'cize-i Ahmediye (A.S.M.) olan insikak-i Kamer'i, evham-i faside ile inhisafa ugratmak isteyen feylesoflar ve onlarin muhakemesiz mukallidleri diyorlar ki: "Eger insikak-i Kamer vuku bulsa idi umum âleme malûm olurdu. Bütün tarih-i beserin nakletmesi lâzim gelirdi?"
    Elcevap: Insikak-i Kamer dava-yi nübüvvete delil olmak için o davayi isiten ve inkâr eden hazir bir cemaate, gecede, vakt-i gaflette âni olarak gösterildiginden; hem ihtilaf-i metali' ve sis ve bulutlar gibi rü'yete mani esbabin vücudu ile beraber, o zamanda medeniyet taammüm etmediginden ve hususî kaldigindan ve tarassudat-i semaviye pek az oldugundan; bütün etraf-i âlemde görülmek, umum tarihlere geçmek, elbette lâzim degildir. Sakk-i Kamer yüzünden bu evham bulutlarini dagitacak çok noktalardan simdilik "Bes Nokta"yi dinle...
    BIRINCI NOKTA: O zaman, o zemindeki küffarin gayet sedid derecede inadlari, tarihen malûm ve meshur oldugu halde; Kur'an-i Hakîm'in
    وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ demesiyle su vak'ayi umum âleme ihbar ettigi halde; Kur'ani inkâr eden o küffardan hiçbir kimse, su âyetin tekzibine, yani ihbar ettigi su vakianin inkârina agiz açmamislar. Eger o zamanda o hâdise, o küffarca kat'î ve vaki bir hâdise olmasa idi; su sözü serriste ederek, gayet dehsetli bir tekzibe ve Peygamberin ibtal-i davasina hücum göstereceklerdi. Halbuki su vak'aya dair siyer ve tarih, o vak'a ile münasebetdar küffarin adem-i vukuuna dair hiçbir seyini nakletmemislerdir.
    sh: » (M: 221)
    Yalniz
    وَ يَقُولُوا سِحْرٌ مُسْتَمِرّ ٌ âyetinin beyan ettigi gibi, tarihçe menkul olan sudur ki: O hâdiseyi gören küffar, "sihirdir" demisler ve "Bize sihir gösterdi. Eger sair taraflardaki kervan ve kafileler görmüslerse hakikattir. Yoksa bize sihir etmis." demisler. Sonra sabahleyin Yemen ve baska taraflardan gelen kafileler ihbar ettiler ki: "Böyle bir hâdiseyi gördük." Sonra küffar, Fahr-i Âlem (A.S.M.) hakkinda (Hâsâ) "Yetim-i Ebu Talib'in sihri semâya da tesir etti" dediler.
    IKINCI NOKTA: Sa'd-i Taftazanî gibi eâzim-i muhakkikînin ekseri demisler ki: «Insikak-i Kamer; parmaklarindan su akmasi umum bir orduya su içirmesi, câmide hutbe okurken dayandigi kuru diregin müfarakat-i Ahmediye'den (A.S.M.) aglamasi umum cemaatin isitmesi gibi mütevatirdir. Yani öyle tabakadan tabakaya bir cemaat-i kesîre nakletmistir ki, kizbe ittifaklari muhaldir. Hâle gibi meshur bir kuyruklu yildizin bin sene evvel çikmasi gibi mütevatirdir. Görmedigimiz Serendib Adasi'nin vücudu gibi tevatürle vücudu kat'îdir.» demisler. Iste böyle gayet kat'î ve suhudî mesailde teskikat-i vehmiye yapmak, akilsizliktir. Yalniz muhal olmamak kâfidir. Halbuki sakk-i Kamer, bir volkanla insikak eden bir dag gibi mümkündür.
    ÜÇÜNCÜ NOKTA: Mu'cize; dava-yi nübüvvetin isbati için, münkirleri ikna' etmek içindir, icbar için degildir. Öyle ise dava-yi nübüvveti isitenler için, ikna' edecek bir derecede mu'cize göstermek lâzimdir. Sair taraflara göstermek veyahut icbar derecesinde bir bedahetle izhar etmek, Hakîm-i Zülcelal'in hikmetine münafî oldugu gibi, sirr-i teklife dahi muhaliftir. Çünki "Akla kapi açmak, ihtiyari elinden almamak" sirr-i teklif iktiza ediyor. Eger Fâtir-i Hakîm insikak-i Kamer'i, feylesoflarin hevesatina göre bütün âleme göstermek için bir-iki saat öyle biraksa idi ve beserin umum tarihlerine geçse idi, o vakit sair hâdisat-i semaviye gibi; ya dava-yi nübüvvete delil olmazdi, risalet-i Ahmediyeye (A.S.M.) hususiyeti kalmazdi veyahut bedahet derecesinde öyle bir mu'cize olacakti ki; akli icbar edecek, aklin ihtiyarini elinden alacak, ister istemez nübüvveti tasdik edecek. Ebucehil gibi kömür ruhlu, Ebubekir-i Siddik gibi elmas ruhlu adamlar bir seviyede kalip, sirr-i teklif zayi' olacakti. Iste bu sir içindir ki; hem âni, hem gece, hem vakt-i gaflet, hem ihtilaf-i metali', sis ve bulut gibi sair mevanii perde ederek umum âleme gösterilmedi
    sh: » (M: 222)
    veyahut tarihlere geçirilmedi.
    DÖRDÜNCÜ NOKTA: Su hâdise, gece vakti herkes gaflette iken âni bir surette vuku buldugundan etraf-i âlemde elbette görülmeyecek. Bazi efrada görünse de, gözüne inanmayacak. Inandirsa da, elbette böyle mühim bir hâdise, haber-i vâhid ile tarihlere bâki bir sermaye olmayacak.
    Bazi kitablarda: "Kamer, iki parça olduktan sonra yere inmis" ilâvesi ise; ehl-i tahkik reddetmisler. "Su mu'cize-i bâhireyi kiymetten düsürmek niyetiyle, belki bir münafik ilhak etmis" demisler.
    Hem meselâ o vakit, cehalet sisiyle muhat Ingiltere, Ispanya'da yeni gurub; Amerika'da gündüz; Çin'de, Japonya'da sabah oldugu gibi, baska yerlerde baska esbab-i maniaya binaen elbette görülmeyecek. Simdi bu akilsiz muterize bak, diyor ki: "Ingiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvamin tarihleri bundan bahsetmiyor. Öyle ise vuku bulmamis." Bin nefrin onun gibi Avrupa kâselislerinin basina!.
    BESINCI NOKTA: Insikak-i Kamer, kendi kendine bazi esbaba binaen vuku bulmus, tesadüfî, tabiî bir hâdise degil ki; âdi ve tabiî kanunlarina tatbik edilsin. Belki Sems ve Kamer'in Hâlik-i Hakîm'i, Resulünün risaletini tasdik ve davasini tenvir için hârikulâde olarak o hâdiseyi îka etmistir. Sirr-i irsad ve sirr-i teklif ve hikmet-i risaletin iktizasiyla, hikmet-i rububiyetin istedigi insanlara ilzam-i hüccet için gösterilmistir. O sirr-i hikmetin iktiza etmedikleri, istemedikleri ve dava-yi nübüvveti henüz isitmedikleri aktar-i zemindeki insanlara göstermemek için, sis ve bulut ve ihtilaf-i metali' haysiyetiyle; bazi memleketin kameri daha çikmamasi ve bazilarin günesleri çikmasi ve bir kisminin sabahi olmasi ve bir kisminin günesi yeni gurub etmesi gibi, o hâdiseyi görmeye mani pekçok esbaba binaen gösterilmemis. Eger umum onlara dahi gösterilse idi, o halde ya isaret-i Ahmediye'nin (A.S.M.) neticesi ve mu'cize-i nübüvvet olarak gösterilecekti; o vakit risaleti, bedahet derecesine çikacakti. Herkes tasdike mecbur olurdu, aklin ihtiyari kalmazdi. Iman ise, aklin ihtiyariyladir. Sirr-i teklif zayi' olurdu. Eger sirf bir hâdise-i semaviye olarak gösterilse idi; risalet-i Ahmediye (A.S.M.) ile münasebeti kesilirdi ve onunla hususiyeti kalmazdi.
    sh: » (M: 223)
    Elhasil: Sakk-i Kamer'in imkâninda sübhe kalmadi. Kat'î isbat edildi. Simdi, vukuuna delalet eden çok bürhanlarindan altisina (Hâsiye) isaret ederiz. Söyle ki:
    Ehl-i adalet olan sahabelerin, vukuuna icmai.. ve ehl-i tahkik umum müfessirlerin,
    وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ tefsirinde onun vukuuna ittifaki.. ve ehl-i rivayet-i sadika bütün muhaddisînin, pek çok senedlerle ve muhtelif tarîklerle vukuunu nakletmesi.. ve ehl-i kesif ve ilham bütün evliya ve siddikînin sehadeti.. ve ilm-i Kelâm'in meslekçe birbirinden çok uzak olan imamlarin ve mütebahhir ülemanin tasdiki.. ve nass-i kat'î ile dalalet üzerine icma'lari vaki' olmayan ümmet-i Muhammediyenin (A.S.M.) o vak'ayi telakki-i bilkabul etmesi; günes gibi insikak-i Kamer'i isbat eder.
    Elhasil: Buraya kadar tahkik namina ve hasmi ilzam hesabina idi. Bundan sonraki cümleler, hakikat namina ve iman hesabinadir. Evet, tahkik öyle dedi. Hakikat ise diyor ki:
    Semâ-yi Risâletin kamer-i müniri olan Hâtem-i Divan-i Nübüvvet, nasilki mahbubiyet derecesine çikan ubudiyetindeki velayetin keramet-i uzmasi ve mu'cize-i kübrasi olan Mi'rac ile, yani bir cism-i Arzi semavatta gezdirmekle semavatin sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüchaniyeti ve mahbubiyeti gösterildi ve velayetini isbat etti. Öyle de: Arz'a bagli, semaya asili olan Kamer'i, bir Arzlinin isaretiyle iki parça ederek Arz'in sekenesine, o Arzlinin risaletine öyle bir mu'cize gösterildi ki: Zât-i Ahmediye (A.S.M.) Kamer'in açilmis iki nurani kanadi gibi; Risâlet ve velayet gibi iki nurani kanadiyla, iki ziyadar cenah ile, evc-i kemalâta uçmus; tâ Kab-i Kavseyn'e çikmis, hem ehl-i Semavat, hem ehl-i Arz'a medar-i fahr olmustur...
    عَلَيْهِ وَ عَلَى آلِهِ اَلصَّلوةُ وَ التَّسْلِيمَاتُ ِمْلأَ اْلاَرضِ وَ السَّموَاتِ
    سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
    ______________________________ __
    (Hâsiye): Yani, alti defa icma' suretinde, vukuuna dair alti hüccet vardir. Bu makam çok izaha lâyik iken, maatteessüf kisa kalmistir.
    sh: » (M: 224)

    Mu'cizat-i Ahmediyye (A.S.M.) Zeylinin Bir Parçasidir
    (Risâlet-i Ahmediyye (A.S.M.) delâili hakkinda olup, Mi'rac Risâlesinin Üçüncü Esasinin nihayetindeki üç mühim müskilden birinci müskile ait suâle, muhtasar bir fihriste sûretinde verilen cevaptir.)

    Suâl: Su Mi'rac-i azîm, niçin Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'a mahsustur?
    Elcevab: Su birinci müskiliniz, Otuzüç Adet Sözler'de tafsilen halledilmistir. Yalniz surada Zât-i Ahmediye'nin (A.S.M.) kemalâtina ve delail-i nübüvvetine ve o mi'rac-i azama en elyak o olduguna icmalî isaretler nev'inde, bir muhtasar fihriste gösteriyoruz. Söyle ki:
    Evvelâ: Tevrat, Incil, Zebur gibi Kütüb-ü Mukaddeseden, pek çok tahrifata maruz olduklari halde, su zamanda dahi, Hüseyin-i Cisrî gibi bir muhakkik, nübüvvet-i Ahmediyeye (A.S.M.) dair yüzondört isarî besaretleri çikarip "Risale-i Hamîdiye"de göstermistir.
    Sâniyen: Tarihçe sabit, Sik ve Satih gibi meshur iki kâhinin, nübüvvet-i Ahmediyeden (A.S.M.) biraz evvel, nübüvvetine ve âhirzaman peygamberi o olduguna beyanatlari gibi çok besaretler, sahih bir surette tarihen nakledilmistir.
    Sâlisen: Velâdet-i Ahmediye (A.S.M.) gecesinde Kâ'be'deki sanemlerin sukutuyla, Kisra-yi Faris'in saray-i meshuresi olan Eyvan'i insikak etmesi gibi, irhasat denilen yüzer hârika, tarihçe meshurdur.
    Râbian: Bir orduya parmagindan gelen suyu içirmesi ve camide bir cemaat-i azîme huzurunda, kuru diregin, minberin naklinden dolayi müfarakat-i Ahmediyeden (A.S.M.) deve gibi enîn ederek aglamasi;
    وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ nassi ile, Sakk-i Kamer gibi, muhakkiklerin tahkikatiyla bine balig mu'cizatla serfiraz oldugunu tarih ve siyer gösteriyor.
    sh: » (M: 225)
    Hâmisen: Dost ve düsmanin ittifakiyla ahlâk-i hasenenin sahsinda en yüksek derecede ve bütün muamelâtinin sehadetiyle secaya-yi sâmiye, vazifesinde ve tebligatinda en âlî bir derecede ve Din-i Islâmdaki mehasin-i ahlâkin sehadetiyle, seriatinda en âlî hisal-i hamîde, en mükemmel derecede bulunduguna ehl-i insaf ve dikkat tereddüd etmez.
    Sâdisen: Onuncu Söz'ün Ikinci Isaretinde isaret edildigi gibi: Uluhiyet, mukteza-yi hikmet olarak tezahür istemesine mukabil, en azamî bir derecede Zât-i Ahmediye (A.S.M.) dinindeki azamî ubudiyetiyle en parlak bir derecede göstermistir. Hem Hâlik-i Âlem'in nihayet kemaldeki cemalini bir vasita ile göstermek, mukteza-yi hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil; en güzel bir surette gösterici ve tarif edici, bilbedahe o Zâttir.
    Hem Sâni'-i Âlem'in nihayet cemalde olan kemal-i san'ati üzerine enzar-i dikkati celb etmek, teshir etmek istemesine mukabil; en yüksek bir sada ile dellâllik eden, yine bilmüsahede o Zâttir.
    Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret tabakatinda vahdaniyetini ilân etmek istemesine mukabil, -tevhidin en azam î bir derecede- bütün meratib-i tevhidi ilân eden yine bizzarure o Zâttir.
    Hem Sahib-i Âlem'in nihayet derecede âsârindaki cemalin isaretiyle, nihayetsiz hüsn-ü zâtîsini ve cemalinin mehasinini ve hüsnünün letaifini âyinelerde mukteza-yi hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek istemesine mukabil; en sasaali bir surette âyinedarlik eden ve gösteren ve sevip ve baskasina sevdiren yine bilbedahe o Zâttir.
    Hem su saray-i âlemin Sâni'i, gayet hârika mu'cizeleri ile ve gayet kiymetdar cevahirler ile dolu hazine-i gaybiyelerini izhar ve teshir istemesi ve onlarla kemalâtini tarif etmek ve bildirmek istemesine mukabil, en azamî bir surette teshir edici ve tavsif edici ve tarif edici yine bilbedahe o Zâttir.
    Hem su kâinatin Sâni'i, su kâinati enva'-i acaib ve zînetlerle süslendirmek suretinde yapmasi ve zîsuur mahlukatina seyr ü tenezzüh ve ibret ü tefekkür için ona idhal etmesi ve mukteza-yi hikmet olarak onlara o âsâr ve sanayiinin manalarini,
    sh: » (M: 226)
    kiymetlerini, ehl-i temasa ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil; en azamî bir surette cin ve inse, belki ruhanîlere ve melaikelere de Kur'an-i Hakîm vasitasiyla rehberlik eden, yine bilbedahe o Zâttir.
    Hem su kâinatin Hâkim-i Hakîm'i, su kâinatin tahavvülâtindaki maksad ve gayeyi tazammun eden tilsim-i muglakini ve mevcudatin "Nereden? Nereye? Ve ne olduklari?" olan su üç sual-i müskilin muammasini bir elçi vasitasiyla umum zîsuurlara açtirmak istemesine mukabil, en vâzih bir surette ve en azamî bir derecede hakaik-i Kur'aniye vasitasiyla o tilsimi açan ve o muammayi halleden, yine bilbedahe o Zâttir.
    Hem su âlemin Sâni'-i Zülcelal'i, bütün güzel masnuatiyla kendini zîsuur olanlara tanittirmak ve kiymetli nimetlerle kendini onlara sevdirmesi, bizzarure onun mukabilinde zîsuur olanlara marziyati ve arzu-yu Ilahiyelerini bir elçi vasitasiyla bildirmesini istemesine mukabil, en a'lâ ve ekmel bir surette, Kur'an vasitasiyla o marziyat ve arzulari beyan eden ve getiren, yine bilbedahe o Zâttir.
    Hem Rabb-ül Âlemîn, meyve-i âlem olan insana, âlemi içine alacak bir vüs'at-i istidad verdiginden ve bir ubudiyet-i külliyeye müheyya ettiginden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya mübtela oldugundan, bir rehber vasitasiyla, yüzlerini kesretten vahdete, fâniden bâkiye çevirmek istemesine mukabil; en azamî bir derecede, en eblag bir surette, Kur'an vasitasiyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risaletin vazifesini en ekmel bir tarzda îfa eden, yine bilbedahe o Zâttir.
    Iste mevcudatin en esrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en esref olan zîsuur ve zîsuur içinde en esref olan hakikî insan ve hakikî insan içinde geçmis vezaifi en azamî derecede, en ekmel bir surette îfa eden Zât; elbette o mi'rac-i azîm ile Kab-i Kavseyn'e çikacak, saadet-i ebediye kapisini çalacak, hazine-i rahmetini açacak, imanin hakaik-i gaybiyesini görecek, yine o olacaktir.
    Sâbian: Bilmüsahede su masnuatta gayet güzel tahsinat, nihayet derecede süslü tezyinat vardir. Ve bilbedahe söyle tahsinat ve tezyinat, onlarin Sâniinde gayet siddetli bir irade-i tahsin ve kasd-i tezyin var oldugunu gösterir. Ve irade-i tahsin ve tezyin ise, bizzarure o Sâni'de san'atina karsi kuvvetli bir ragbet ve
    sh: » (M: 227)
    kudsî bir muhabbet oldugunu gösterir. Ve masnuat içinde en câmi' ve letaif-i san'ati birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve baska masnuattaki güzellikleri "Mâsâallah" deyip istihsan eden, bilbedahe o san'atperver ve san'atini çok seven Sâniin nazarinda en ziyade mahbub, o olacaktir.
    Iste masnuati yaldizlayan mezaya ve mehasine ve mevcudati isiklandiran letaif ve kemalâta karsi: "Sübhanallah, Mâsâallah, Allahü Ekber" diyerek semavati çinlattiran ve Kur'anin nagamatiyla kâinati velveleye verdiren, istihsan ve takdir ile, tefekkür ve teshir ile, zikir ve tevhid ile, berr ve bahri cezbeye getiren yine bilmüsahede o Zâttir.

    Iste böyle bir zât ki:
    اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sirrinca bütün ümmetin isledigi hasenatin bir misli, onun kefe-i mizaninda bulunan ve umum ümmetinin salavati, onun manevî kemalâtina imdad veren ve Risaletinde gördügü vezaifin netaicini ve manevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbet-i Ilahiyenin nihayetsiz feyzine mazhar olan bir Zât, elbette Mi'rac merdiveniyle Cennet'e, Sidret-ül Münteha'ya, Ars'a ve Kab-i Kavseyn'e kadar gitmek, ayn-i hak, nefs-i hakikat ve mahz-i hikmettir. (Hâsiye)

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
    Said Nursi
    _______________________
    (Hâsiye): En mühim bir ceride-i Islâmiyede, umum âlem-i Islâma taalluk eden ve gayet ehemmiyetli siyasîlerden ve hayat-i içtimaiye ile çok alâkadar olan umum hukukçulardan 1927 senesinde Avrupa'da toplanan bir kongrede mühim ecnebi feylesoflar, seriat-i Muhammediyeye (A.S.M.) dair bu asagida yazilan Arabî fikranin aynini kendi lisanlariyla söylemisler. O Arabî ceridenin naklettigi Arabî ifadeyi aynen yaziyoruz ve tercümesini de Arabî ifadenin altina ilâve ediyoruz. Nur Çesmesi'nin âhirinde yazilan ecnebi feylesoflardan kirküç tanesinin beyanati, bu iki kahraman feylesofun beyanatiyla kirkbes tane sahid-i sadik oluyor.
    اَلْفَضْلُ مَا شَهِدَتْ بِهِ اْلاَعْدَاءُ "Fazilet odur ki; düsmanlar dahi onu tasdik etsin."
    Arabî ceridenin beyanati:

    sh: » (M: 228)

    وَقَدْ اِعْتَرَفَ حَتَّى عُلَمَاءُ الْغَرْبِ بِسُمُوِّ مَبَادِى اْلاِسْلاَمِ وَصَلاَحِهَا لِلْعَالَمِ... قَالَ
    عَمِيدُ كُلِّيَّةِ الْحُقُوقِ بِجَامِعَةِ قَيِيَنَا َاْلاُسْتَاذُ شَبُولْ فِى مُؤْتَمَرِ الْحُقُوقِيِّينَ الْمُنْعَقَدِ فِى سَنَةِ 1927أ
    [اِنَّ الْبَشَرِيَّةَ لَتَفْتَخِرُ بِاِنْتِسَابِ رَجُلٍ كَمُحَمَّدٍ (ع ص م) اِلَيْهَا اِذْ اِنَّهُ رَغْمَ اُمِّيَّتِهِ اِسْتَطَاعَ قَبْلَ بِضْعَةِ عَشَرَ قَرْنًا اَنْ يَاْتِى بِتَشْرِيعٍ سَنَكُونُ نَحْنُ اْلاَوْرُوبَائِيِّينَ اَسْعَدَ مَا نَكُونُ لَوْ وَصَلْنَا اِلَى قِيْمَتِهِ بَعْدَ اَلْفَىْ عَامٍ]
    وَ قَالَ بَرْنَارْد شَوْ :[لَقَدْ كَانَ دِينُ مُحَمَّدٍ (ع ص م) مَوْضِعَ التَّقْدِيرِ السَّامِى دَائِمًا لِمَا يَنْطَوِى عَلَيْهِ مِنْ حَيَوِيَّةٍ مُدْهِشَةٍ ِلاَنَّهُ عَلَى مَا يَلُوحُ لِى هُوَ الدِّينُ الْوَحِيدُ الَّذِى لَهُ مَلَكَةُ الْهَضْمِ ِلاَطْوَارِ الْحَيَاةِ الْمُخْتَلِفَةِ وَالَّذِى يَسْتَطِيعُ لِذلِكَ اَنْ يَجْذِبَ اِلَيْهِ كُلَّ جَيْلٍ مِنَ النَّاسِ وَ اَرَى وَاجِبًا اَنْ يُدْعَى مُحَمَّدٌ (ع ص م) مُنْقِذَ اْلاِنْسَانِيَّةِ وَ اَعْتَقِدُ اَنَّ رَجُلاً مِثْلَهُ اِذَا تَوَلَّى زَعَامَةَ الْعَالَمِ الْحَدِيثِ نَجَحَ فِى حَلِّ مُشْكِلاَتِهِ وَاَحَلَّ فِى الْعَالَمِ السَّلاَمَةَ وَالسَّعَادَةَ (يَعْنِى الْمُسَالَمَةَ وَالصُّلْحَ الْعُمُومِىَّ) وَمَا اَشَدَّ حَاجَةَ الْعَالَمِ اَلْيَوْمَ اِلَيْهَا
    ...

    Tercümesinin bir hülâsasi:
    Evet garb ulemasi ve feylesoflari itiraf ve ikrar etmisler ki: "Islâmiyetin kanunlari, yüksek bir tarzda âlemin islahina kâfidir."
    Hem Külliyet-ül Hukuk Kongresinin cem'iyetinde, bütün hukukiyyunun toplandigi o kongrede 1927 senesinde onun reisi feylesof üstad Shebol demis ki: "Muhammed'in (A.S.M.) beseriyete intisabiyla bütün beseriyet muhakkak iftihar eder. Çünki o zât ümmî olmasiyla beraber, onüç asir evvel öyle bir seriat getirmis ki; biz Avrupalilar iki bin sene sonra onun kiymetine ve hakikatine yetissek, en mes'ud, en saadetli oluruz."
    Ikincisi veyahut Nur Çesmesi'nin âhirine ilâve edilenlerle kirkbesincisi olan
    sh: » (M: 229)
    Bernard ShaW demis:
    "Dîn-i Muhammedî'nin (A.S.M.) en yüksek makam-i takdire çikmasinin sebebi: Gayet acib ve saglam bir hayati temin etmesidir. Bana açilan budur ki: O din tek, yekta, emsalsiz bir din-i ferîd olup, bütün muhtelif ayri ayri hayatin etvarlarini ve çesitlerini hazmettiriyor. Yani, islah ve istihale tarzinda tasfiye ve terakki ettiriyor. Hem Muhammed'in (A.S.M.) dini öyle bir dindir ki, insanin ayri ayri bütün milletlerini kendine celbedebilir. Ben görüyorum ve itikad ediyorum ki: Besere vâcibdir ki desin: "Muhammed (A.S.M.) insaniyetin halaskâridir. Ve halaskârlik nami, ona verilmek lâzimdir."
    Hem diyor: "Ben itikad ediyorum ki: Muhammed'in misli, yani sîretinde, tarzinda bir adam simdiki yeni âleme reis olsa, hükmetse; bu yeni âlemin müskilâtini halledip, bu yeni karmakarisik âlemde müsalemet-i umumiyeye ve saadet-i hayatin husulüne sebeb olacak. Evet, bu yeni âlemin müsalemet ve saadet-i hayatiyeye ne kadar sedid ihtiyaci var oldugunu herkes anlar!"
    sh: » (M: 230)

    AYET-ÜL KÜBRA RISALESININ
    RISALET-I AHMEDIYEDEN BAHSEDEN
    ONALTINCI MERTEBESI
    (Makam Münasebetiyle Buraya Ilhak Edilmistir.)

    Sonra o dünya seyyahi, kendi aklina dedi ki: Mâdem bu kâinatin mevcudatiyla mâlikimi ve hâlikimi ariyorum. Elbette her seyden evvel bu mevcudatin en meshuru ve a'dasinin tasdikiyle dahi en mükemmeli ve en büyük kumandani ve en namdar hâkimi ve sözce en yüksegi ve akilca en parlagi ve ondört asri faziletiyle ve Kur'aniyla isiklandiran Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'i ziyaret etmek ve aradigimi ondan sormak için Asr-i Saadete beraber gitmeliyiz diyerek, akliyla beraber o asra girdi. Gördü ki: O asir, hakikaten o Zât ile, bir saadet-i beseriye asri olmus. Çünki en bedevî ve en ümmî bir kavmi, getirdigi nur vasitasiyla, kisa bir zamanda dünyaya üstad ve hâkim eylemis.
    Hem kendi aklina dedi: Biz, en evvel bu fevkalâde Zâtin (A.S.M.) bir derece kiymetini ve sözlerinin hakkaniyetini ve ihbaratinin dogrulugunu bilmeliyiz, sonra hâlikimizi ondan sormaliyiz diyerek taharriye basladi. Buldugu hadsiz kat'î delillerden, burada, yalniz dokuz külliyetine birer kisa isaret edilecek!
    Birincisi: Bu Zâtta (A.S.M.) -hattâ düsmanlarinin tasdikiyle dahi- bütün güzel huylarin ve hasletlerin bulunmasi ve
    وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ * وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلكِنَّ اللّهَ رَمَى âyetlerinin sarahatiyla, bir parmaginin isaretiyle Kamer iki parça olmasi ve bir avucu ile, a'dasinin ordusuna attigi az bir toprak, umum o ordunun gözlerine girmesiyle kaçmalari ve susuz kalmis kendi ordusuna, bes parmagindan kevser gibi akan suyu kifayet derecesinde içirmesi gibi; nakl-i kat'î ile ve bir kismi tevatür ile, yüzer mu'cizatin onun elinde zâhir olmasidir. Bu mu'cizattan üçyüzden ziyade bir kismi, Ondokuzuncu Mektub olan Mu'cizat-i Ahmediye (A.S.M.) namindaki hârika ve kerametli bir risalede kat'î delilleriyle beraber beyan edildiginden onlari ona havale ederek dedi ki:
    sh: » (M: 231)
    Bu kadar ahlâk-i hasene ve kemalâtla beraber, bu kadar mu'cizat-i bahiresi bulunan bir Zât (A.S.M.) elbette en dogru sözlüdür. Ahlâksizlarin isi olan hileye, yalana, yanlisa tenezzül etmesi kabil degil.
    Ikincisi: Elinde bu kâinat sahibinin bir fermani bulundugu ve o fermani her asirda üçyüz milyondan ziyade insanlarin kabul ve tasdik ettikleri ve o ferman olan Kur'an-i Azîmüssan'in yedi vecihle hârika olmasidir. Ve bu Kur'anin kirk vecihle mu'cize oldugu ve kâinat hâlikinin sözü bulundugu kuvvetli delilleriyle beraber, "Yirmibesinci Söz - Mu'cizat-i Kur'aniye" namlarindaki ve Risale-i Nur'un bir günesi olan meshur bir risalede tafsilen beyan edilmesinden; onu, ona havale ederek dedi: Böyle ayn-i hak ve hakikat bir fermanin tercümani ve teblig edicisi bir Zâtta (A.S.M.) fermana cinayet ve ferman sahibine hiyanet hükmünde olan yalan olamaz ve bulunamaz!..
    Üçüncüsü: O Zât (A.S.M.), öyle bir seriat ve bir Islâmiyet ve bir ubudiyet ve bir dua ve bir davet ve bir iman ile meydana çikmis ki, onlarin ne misli var ve ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel ne bulunmus ve ne de bulunur. Çünki ümmî bir zâtta (A.S.M.) zuhur eden o seriat; ondört asri ve nev'-i beserin humsunu, âdilane, hakkaniyet üzere, müdakkikane, hadsiz kanunlariyla idare etmesi emsal kabul etmez.
    Hem ümmî bir Zâtin (A.S.M.) ef'al ve akval ve ahvalinden çikan Islâmiyet; her asirda üçyüz milyon insanin rehberi ve mercii ve akillarinin muallimi ve mürsidi ve kalblerinin münevviri ve musaffisi ve nefislerinin mürebbisi ve müzekkisi ve ruhlarinin medar-i inkisafati ve maden-i terakkiyati olmasi cihetiyle misli olamaz ve olamamis.
    Hem dininde bulunan bütün ibadatin bütün enva'inda en ileri olmasi ve herkesten ziyade takvada bulunmasi ve Allah'tan korkmasi ve fevkalâde daimî mücahedat ve dagdagalar içinde, tam tamina ubudiyetin en ince esrarina kadar müraat etmesi ve hiç kimseyi taklid etmeyerek ve tam manasiyla ve mübtediyane fakat en mükemmel olarak, hem ibtida ve intihayi birlestirerek yapmasi; elbette misli görülmez ve görülmemis.
    Hem binler dua ve münacatlarindan Cevsen-ül Kebir ile, öyle bir marifet-i Rabbaniye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki; o zamandan beri gelen ehl-i marifet ve ehl-i velayet, telahuk-u efkâr ile beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsife yetisememeleri gösteriyor ki, duada dahi onun misli
    sh: » (M: 232)
    yoktur. Risale-i Münacat'in basinda, Cevsen-ül Kebir'in doksandokuz fikrasindan bir fikrasinin kisacik bir mealinin beyan edildigi yere bakan adam, Cevsen'in dahi misli yoktur diyecek.
    Hem teblig-i risalette ve nâsi hakka davette o derece metanet ve sebat ve cesaret göstermis ki; büyük devletler ve büyük dinler, hattâ kavim ve kabilesi ve amucasi ona siddetli adâvet ettikleri halde, zerre mikdar bir eser-i tereddüd, bir telas, bir korkaklik göstermemesi ve tek basiyla bütün dünyaya meydan okumasi ve basa da çikarmasi ve Islâmiyeti dünyanin basina geçirmesi isbat eder ki; teblig ve davette dahi misli olmamis ve olamaz.
    Hem imanda, öyle fevkalâde bir kuvvet ve hârika bir yakîn ve mu'cizane bir inkisaf ve cihani isiklandiran bir ulvî itikad tasimis ki; o zamanin hükümrani olan bütün efkâri ve akideleri ve hükemanin hikmetleri ve ruhanî reislerin ilimleri ona muariz ve muhalif ve münkir olduklari halde; onun ne yakînine, ne itikadina, ne itimadina, ne itminanina hiçbir sübhe, hiçbir tereddüd, hiçbir za'f, hiçbir vesvese vermemesi ve maneviyatta ve meratib-i imaniyede terakki eden basta Sahabeler ve bütün ehl-i velayet, onun her vakit mertebe-i imanindan feyz almalari ve onu en yüksek derecede bulmalari, bilbedahe gösterir ki; imani dahi emsalsizdir.
    Iste böyle emsalsiz bir seriat ve misilsiz bir Islâmiyet ve hârika bir ubudiyet ve fevkalâde bir dua ve cihanpesendane bir davet ve mu'cizane bir iman sahibinde, elbette hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz diye anladi ve akli dahi tasdik etti.
    Dördüncüsü: Enbiyalarin icma'i, nasilki vücud ve vahdaniyet-i Ilahiyeye gayet kuvvetli bir delildir; öyle de, bu Zâtin dogruluguna ve risaletine gayet saglam bir sehadettir. Çünki Enbiya Aleyhimüsselâm'in dogruluklarina ve peygamber olmalarina medar olan ne kadar kudsî sifatlar ve mu'cizeler ve vazifeler varsa; o Zâtta (A.S.M.) en ileride oldugu tarihçe musaddaktir. Demek onlar, nasilki lisan-i kal ile; Tevrat, Incil ve Zebur ve suhuflarinda bu Zâtin (A.S.M.) gelecegini haber verip insanlara besaret vermisler ki, kütüb-ü mukaddesenin o besaretli isaratindan yirmiden fazla ve pek zâhir bir kismi, Ondokuzuncu Mektub'da güzelce beyan ve isbat edilmis. Öyle de, lisan-i halleriyle, yani nübüvvetleriyle ve mu'cizeleriyle; kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri ve en mükemmel olan bu zâti tasdik edip, davasini imza ediyorlar. Ve lisan-i kal ve icma' ile vahdaniyete
    sh: » (M: 233)
    delalet ettikleri gibi, lisan-i hal ile ve ittifakla bu zâtin sadikiyetine sehadet ediyorlar diye anladi.
    Besincisi: Bu Zâtin düsturlariyla ve terbiyesi ve tebaiyetiyle ve arkasindan gitmeleriyle hakka, hakikata, kemalâta, keramata, kesfiyata, müsahedata yetisen binlerce evliya vahdaniyete delalet ettikleri gibi; üstadlari olan bu zâtin sadikiyetine ve risaletine, icma' ve ittifakla sehadet ediyorlar. Ve âlem-i gaybdan verdigi haberlerin bir kismini nur-u velayetle müsahede etmeleri ve umumunu nur-u imanla ya ilmelyakîn veya aynelyakîn veya hakkalyakîn suretinde itikad ve tasdik etmeleri; üstadlari olan bu Zâtin derece-i hakkaniyet ve sadikiyetini günes gibi gösterdigini gördü.
    Altincisi: Bu zâtin ümmiligiyle beraber getirdigi hakaik-i kudsiye ve ihtira ettigi ulûm-u âliye ve kesfettigi marifet-i Ilahiyenin dersiyle ve talimiyle, mertebe-i ilmiyede en yüksek makama yetisen milyonlar asfiya-i müdakkikîn ve siddikîn-i muhakkikîn ve dâhî-i hükema-i mü'minîn, bu Zâtin üss-ül esas davasi olan vahdaniyeti, kuvvetli bürhanlariyla bil'ittifak isbat ve tasdik ettikleri gibi; bu muallim-i ekberin ve bu üstad-i azamin hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduguna ittifakla sehadetleri, gündüz gibi bir hüccet-i risaleti ve sadikiyetidir. Meselâ: Risale-i Nur, yüz parçasiyla, bu Zâtin sadakatinin bir tek bürhanidir.
    Yedincisi: Âl ve ashab naminda ve nev'-i beserin enbiyadan sonra feraset ve dirayet ve kemalâtla en meshuru ve en muhterem ve en namdari ve en dindar ve en keskin nazarli taife-i azîmesi; kemal-i merak ile ve gayet dikkat ve nihayet ciddiyetle, bu Zâtin bütün gizli ve asikâr hallerini ve fikirlerini ve vaziyetlerini taharri ve teftis ve tedkik etmeleri neticesinde; bu zâtin dünyada en sadik ve en yüksek ve en hakli ve hakikatli olduguna ittifak ile ve icma' ile ve sarsilmaz tasdikleri ve kuvvetli imanlari, günesin ziyasina delalet eden gündüz gibi bir delildir, diye anladi.
    Sekizincisi: Bu kâinat, nasilki kendini icad ve idare ve tertib eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray gibi, bir kitab gibi, bir sergi gibi, bir temasagâh gibi tasarruf eden sâniine ve kâtibine ve nakkasina delalet eder. Öyle de; kâinatin hilkatindeki makasid-i Ilahiyeyi bilecek ve bildirecek ve tahavvülâtindaki Rabbanî hikmetlerini talim edecek ve vazifedarane harekâtindaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kiymetini ve içindeki
    sh: » (M: 234)
    mevcudatin kemalâtini ilân edecek ve o kitab-i kebirin manalarini ifade edecek bir yüksek dellâl, bir dogru kessaf, bir muhakkik üstad, bir sadik muallim istedigi ve iktiza ettigi ve herhalde bulunmasina delalet ettigi cihetiyle, elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan bu Zâtin hakkaniyetine ve bu kâinat Hâlikinin en yüksek ve sadik bir memuru olduguna sehadet ettigini bildi.
    Dokuzuncusu: Mâdem bu san'atli ve hikmetli masnuatiyla kendi hünerlerini ve san'atkârliginin kemalâtini teshir etmek ve bu süslü, zînetli nihayetsiz mahlukatiyla kendini tanittirmak ve sevdirmek ve bu lezzetli ve kiymetli hesabsiz nimetleriyle kendine tesekkür ve hamd ettirmek ve bu sefkatli ve himayetli umumî terbiye ve iase ile, hattâ agizlarin en ince zevklerini ve istihalarin her nev'ini tatmin edecek bir surette ihzar edilen Rabbanî it'amlar ve ziyafetlerle, kendi rububiyetine karsi minnetdarane, mütesekkirane ve perestiskârane ibadet ettirmek ve mevsimlerin tebdili ve gece ve gündüzün tahvili ve ihtilafi gibi, azametli ve hasmetli tasarrufat ve icraat ve dehsetli ve hikmetli faaliyet ve hallakiyet ile, kendi uluhiyetini izhar ederek, o uluhiyetine karsi iman ve teslim ve inkiyad ve itaat ettirmek ve her vakit iyiligi ve iyileri himaye, fenaligi ve fenalari izale ve semavî tokatlar ile zalimleri ve yalancilari imha etmek cihetiyle, hakkaniyet ve adaletini göstermek isteyen perde arkasinda birisi var. Elbette ve herhalde, o gaybî zâtin yaninda en sevgili mahluku ve en dogru abdi ve onun mezkûr maksadlarina tam hizmet ederek, hilkat-i kâinatin tilsimini ve muammasini hall ve kesfeden ve daima o Hâlikinin namina hareket eden ve ondan istimdad eden ve muvaffakiyet isteyen ve onun tarafindan imdada ve tevfike mazhar olan ve Muhammed-i Kureysî (A.S.M.) denilen bu Zât olacak!..
    Hem aklina dedi: Mâdem bu mezkûr dokuz hakikatlar bu zâtin sidkina sehadet ederler; elbette bu âdem, benî-âdem'in medar-i serefi ve bu âlemin medar-i iftiharidir. Ve ona "Fahr-i Âlem" ve "Seref-i Benî-Âdem" denilmesi pek lâyiktir ve onun elinde bulunan ferman-i Rahman olan Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyan'in hasmet-i saltanat-i maneviyesinin nisf-i arzi istilasi ve sahsî kemalâti ve yüksek hasletleri gösteriyor ki; bu âlemde en mühim zât budur, Hâlikimiz hakkinda en mühim söz onundur.
    Iste gel bak! Bu hârika zâtin yüzer zâhir ve bâhir kat'î
    sh: » (M: 235)
    mu'cizelerinin kuvvetine.. ve dinindeki binler âlî ve esasli hakikatlarina istinaden, bütün davalarinin esasi ve bütün hayatinin gayesi, Vâcib-ül Vücud'un vücuduna ve vahdetine ve sifâtina ve esmasina delalet ve sehadet ve o Vâcib-ül Vücud'u isbat ve ilân ve i'lam etmektir.
    Demek bu kâinatin manevî günesi ve Hâlikimizin en parlak bir bürhani bu Habibullah denilen zâttir ki; onun sehadetini teyid ve tasdik ve imza eden aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icma' var:
    Birincisi: "Eger perde-i gayb açilsa yakînim ziyadelesmeyecek" diyen Imam-i Ali (Radiyallahü Anh) ve yerde iken ars-i azami ve Israfil'in azamet-i heykelini temasa eden Gavs-i Azam (K.S.) gibi keskin nazar ve gaybbîn gözleri bulunan binler aktab ve evliya-i azîmeyi câmi' ve Âl-i Muhammed namiyla söhretsiar-i âlem olan cemaat-i nuraniyenin icma' ile tasdikleridir.
    Ikincisi: Bedevî bir kavim ve ümmî bir muhitte, hayat-i içtimaiyeden ve efkâr-i siyasiyeden hâlî ve kitabsiz ve fetret asrinin karanliklarinda bulunan ve pek az bir zamanda en medenî ve malûmatli ve hayat-i içtimaiyede ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve hükûmetlere üstad ve rehber ve diplomat ve hâkim-i âdil olarak, sarktan garba kadar cihanpesendane idare eden ve "Sahabe" namiyla dünyada namdar olan cemaat-i meshurenin ittifakla can ve mallarini, peder ve asiretlerini feda ettiren bir kuvvetli imanla tasdikleridir.
    Üçüncüsü: Her asirda binlerle efradi bulunan ve her fende dâhiyane ileri giden ve muhtelif mesleklerde çalisan, ümmetinde yetisen hadsiz muhakkik ve mütebahhir ülemasinin cemaat-i uzmasinin tevafukla ve ilmelyakîn derecesinde tasdikleridir.
    Demek bu Zâtin vahdaniyete sehadeti sahsî ve cüz'î degil, belki umumî ve küllî ve sarsilmaz ve bütün seytanlar toplansa karsisina hiçbir cihetle çikamaz bir sehadettir diye hükmetti. Iste Asr-i Saadette akliyla beraber seyahat eden dünya misafiri ve hayat yolcusunun, o medrese-i nuraniyeden aldigi derse bir kisa isaret olarak, Birinci Makam'in onaltinci mertebesinde böyle:

    لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودهِ فِى وَحْدَتِهِ فَخْرُ الْعَالَمِ وَ شَرَفُ نَوْعِ بَنِى آدَمَ بِعَظَمَةِ سَلْطَنَةِ قُرْآنِهِ
    sh: » (M: 236)

    وَ حِشْمَةِ وُسْعَةِ دِينِهِ وَ كَثْرَةِ كَمَالاَتِهِ وَ عُلْوِيَّةِ اَخْلاَقِهِ حَتَّى بِتَصْدِيقِ اَعْدَائِهِ وَ كَذَا شَهِدَ وَ بَرْهَنَ بِقُوَّةِ مِأَتِ مُعْجِزَاتِهِ الظَّاهِرَةِ الْبَاهِرَةِ الْمُصَدِّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ وَ بِقُوَّةِ آلاَفِ حَقَائِقِ دِينِهِ السَّاطِعَةِ الْقَاطِعَةِ بِاِجْمَاعِ آلِهِ ذَوِى اْلاَنْوَارِ وَ بِاِتِّفَاقِ اَصْحَابِهِ ذَوِى اْلاَبْصَارِ وَ بِتَوَافُقِ مُحَقِّقِى اُمَّتِهِ ذَوِى الْبَرَاهِينِ وَ الْبَصَائِرِ النَّوَّارَةِ
    denilmistir.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْباَقِى
    Said Nursi


    Seni çok Özledim Annem

Sayfa 3/3 İlkİlk 123

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •