sh: » (M: 248)
صَنْعَتُهُ فِى ذَاكَ تَظَاهَرَتْ كِتَابًا
صِبْغَتُهُ فِى هذَا تَزَاهَرَتْ خِطَابًا
{
قُدْرَتُهُ فِى ذَاكَ تُظْهِرُ حِشْمَتَهُ {
رَحْمَتُهُ فِى هذَا تُنَظِّمُ نِعْمَتَهُ { حِشْمَتَهُ فِى ذَاكَ تَشْهَدُ هُوَ الْوَاحِدُ
نِعْمَتُهُ فِى هذَا تُعْلِنُ هُوَ اْلاَحَدُ { سِكَّتُهُ فِى ذَاكَ فِى الْكُلِّ وَاْلأَجْزَاءِ
{
خَاتَمُهُ فِى هذَا فِى الْجِسْمِ وَ اْلاَعْضَاءِ {
Birinci Fikra: ذَاكَ الْعَالَمَ الْكَبِيرَ...الخ Yani: Su kâinat denilen âlem-i ekber ve insan denilen onun misal-i musaggari olan âlem-i asgar, kudret ve kader kalemiyle yazilan âfâkî ve enfüsî vahdaniyet delailini gösteriyorlar. Evet kâinattaki san'at-i muntazamanin küçük bir mikyasta, nümunesi insanda vardir. O daire-i kübradaki san'at, Sâni'-i Vâhid'e sehadet ettigi gibi, su insanda olan küçük mikyastaki hurdebinî san'at dahi, yine o Sani'a isaret eder, vahdetini gösterir. Hem nasilki su insan gayet manidar bir mektub-u Rabbânîdir, muntazam bir kaside-i kaderdir.. öyle de su kâinat dahi, ayni o kalem-i kaderle, fakat büyük bir mikyasta yazilmis muntazam bir kaside-i kaderdir. Hiç mümkün müdür ki; hadsiz alâmet-i farika ile bütün insanlara bakan su insan yüzündeki sikke-i vahdete ve bütün mevcudati omuz omuza, el ele, bas basa veren kâinat üstündeki hâtem-i vahdaniyete, Vâhid-i Ehad'den baska bir sey'in müdahalesi bulunsun?
Ikinci Fikra: اِبْدَاعُهُ لِذَاكَ...الخ Meali sudur: Sani-i Hakîm, âlem-i ekberi öyle bedi' bir surette halk edip âyât-i kibriyâsini üstünde naksetmis ki; kâinati bir mescid-i kebir sekline döndürmüs ve insani dahi öyle bir tarzda îcad edip, ona akil vererek, onunla o mu'cizat-i san'atina ve o bedi' kudretine karsi secde-i hayret ettirerek, ona âyât-i kibriyâyi okutturup, kemerbeste-i ubûdiyet ettirerek, o mescid-i kebirde bir abd-i sâcid fitratinda yaratmistir. Hiç mümkün müdür ki: Su mescid-i kebirin içindeki sâcidlerin, âbidlerin mabud-u hakikîleri; o Sâni'-i Vâhid-i Ehad'den baskasi olabilsin?.
sh: » (M: 249)
Üçüncü Fikra: اِنْشَائُهُ لِذَاكَ...الخ Meali sudur ki: O Mâlik-ül Mülk-i Zülcelâl, âlem-i ekberi, bahusus Küre-i Arz yüzünü öyle bir surette insa ederek yapmistir ki; birbiri içinde hadsiz daireler olup, herbir daire bir tarla hükmünde olup, vakit-bevakit, mevsim-bemevsim, asir-beasir; eker, biçer, mahsulat alir. Mütemadiyen mülkünü çalistirir, tasarruf eder. En büyük daire olan zerrat âlemini bir tarla yapip, her zaman kâinat kadar mahsulati; kudretiyle, hikmetiyle onda eker, biçer, kaldirir. Âlem-i sehadetten âlem-i gayba, daire-i kudretten daire-i ilme gönderir. Sonra mutavassit bir daire olan zemin yüzünü, aynen öyle bir mezraa yapmis ki; mevsim-bemevsim âlemleri, enva'lari içinde eker, biçer, kaldirir. Manevî mahsulatini dahi gaybî, uhrevî, misalî ve manevî âlemlerine gönderir. Daha küçük bir daire olan bir bahçeyi yine yüz defa, bin defa kudretle doldurup, hikmetle bosalttiriyor. Daha küçük bir daire olan bir zîhayati, meselâ bir agaci, bir insani, yüz defa onun kadar, ondan mahsulat alir. Demek o Mâlik-ül Mülk-i Zülcelâl; küçük-büyük, cüz'î-küllî hersey'i birer model hükmünde insa ederek, yüzler tarzda, taze taze nakislarla münakkas mensucat-i san'atini onlara giydirir; cilve-i esmâsini, mu'cizat-i kudretini izhar eder. Kendi mülkünde herbir sey'i, birer sahife hükmünde insa etmis; her sahifede, yüzer tarzda manidar mektubatini yazar; hikmetinin âyâtini izhar eder, zîsuurlara okutturur. Su âlem-i ekberi, mülk seklinde insa etmekle beraber; su insani dahi öyle bir surette halketmistir ve ona öyle cihazat ve âletler ve havas ve hissiyatlar ve bilhassa nefs, heva ve ihtiyaç ve istiha ve hirs ve dava vermistir ki; o genis mülkünde, bütün mülke muhtaç bir memlûk hükmüne getirmistir.
Iste hiç mümkün müdür ki: Pek büyük olan âlem-i zerrattan tâ bir sinege kadar bütününü mülk ve tarla yapan ve küçük insani, o büyük mülke nâzir ve müfettis ve çiftçi ve tüccar ve dellâl ve âbid ve memlûk yaptiran ve kendine, muhterem bir misafir ve sevgili bir muhatab ittihaz eden o Mâlik-ül Mülk-i Zülcelâl'den baska, o mülke tasarruf edip, o memlûke seyyid olabilsin?
Dördüncü Fikra: صَنْعَتُهُ فِى ذَاكَ...الخ ibaresidir. Meali sudur ki: Sâni'-i Zülcelâl'in âlem-i ekberdeki san'ati o derece manidardir ki; o san'at, bir kitab suretinde tezahür edip, kâinati bir kitab-i
sh: » (M: 250)
kebir hükmüne getirdiginden, akl-i beser, hakikî fenn-i hikmet kütübhanesini ondan aldi ve ona göre yazdi. Ve o kitab-i hikmet, o derece hakikatla bagli ve hakikattan meded aliyor ki, büyük Kitab-i Mübin'in bir nüshasi olan Kur'an-i Hakîm seklinde ilân edildi. Hem nasilki kâinattaki san'ati, kemal-i intizamindan kitab sekline girdi; insandaki sibgati ve naks-i hikmeti dahi, hitab çiçegini açti. Yani o san'at, o derece manidar ve hassas ve güzeldir ki; o makine-i zîhayattaki cihazati, fonograf gibi nutka geldi, söylettirdi. Ve öyle bir ahsen-i takvim içinde bir sibga-i Rabbaniye vermis ki; o maddî, cismanî, camid kafada; manevî, gaybî, hayatdar olan beyan ve hitab çiçegi açildi. Ve o insan kafasindaki kabiliyet-i nutk beyana, o derece ulvî cihazat ve istidad verdi ki; Sultan-i Ezelî'ye muhatab olacak bir makamda inkisaf ettirdi, terakki verdi. Yani fitrat-i insaniyedeki sibgat-i Rabbaniye, hitab-i Ilâhî çiçegini açti. Hiç mümkün müdür ki: Kitab derecesine gelen bütün mevcudattaki san'ata ve hitab makamina gelen insandaki o sibgata, Vâhid-i Ehad'den baskasi karisabilsin? Hâsâ!..
Besinci Fikra: قُدْرَتُهُ فِى ذَاكَ...الخ ibaresidir. Meâli sudur ki: Kudret-i Ilâhiye âlem-i ekberde, hasmet-i Rububiyetini gösteriyor. Rahmet-i Rabbaniye ise âlem-i asgar olan insanda, nimetleri tanzim ediyor. Yani Sani'in kudreti, kibriyâ ve celâl noktasinda, kâinati öyle muhtesem bir saray seklinde icad ediyor ki; Günes'i büyük bir elektrik lâmbasi, Kamer'i kandil ve yildizlari mumlar meyveleriyle yaldizlar, elektrikler. Ve zemin yüzünü bir sofra, bir tarla, bir bahçe, bir haliçe ve daglari birer mahzen, birer direk, birer kal'a ve hakeza bütün esyayi büyük bir mikyasta o büyük sarayin levazimati sekline getirerek, sasaali bir surette hasmet-i rububiyetini gösterdigi gibi; cemal noktasinda rahmeti dahi en küçük zîhayata kadar her zîruha enva'-i nimetini verir, onun ile tanzim eder.. bastan asagiya kadar nimetlerle süsleyip, lütf u keremle tezyin eder ve o hasmet-i celaliyeye karsi cemal-i rahmetini o küçücük lisanlarla o büyük lisana karsi çikarir. Yani: Günes ve Ars gibi büyük cirmler, hasmet lisaniyla "ya Celil, ya Kebîr, ya Azîm" dedikleri vakit; sinek ve semek gibi o küçücük zîhayatlar dahi rahmet lisaniyla "ya Cemil, ya Rahîm, ya Kerim" diyerek o musika-i kübraya latif nagamatlarini katiyorlar, tatlilastiriyorlar. Hiç mümkün müdür ki: O Celil-i Zülcemâl'den ve o Cemil-i Zülcelâl'den baska birsey,
sh: » (M: 251)