بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
Ondokuzuncu Mektub
بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
Bu risale, üçyüzden fazla mu'cizati beyan eder. Risâlet-i Ahmediye'nin (A.S.M.) mu'cizesini beyan ettigi gibi, kendisi de o mu'cizenin bir kerâmetidir. Üç-dört nev' ile hârika olmustur:
Birincisi: Nakil ve rivayet olmakla beraber, yüz sahifeden fazla oldugu halde, kitablara müracaat edilmeden, ezber olarak, dag, bag köselerinde, üç-dört gün zarfinda hergünde iki-üç saat çalismak sartiyla mecmuu oniki saatte te'lif edilmesi, hârika bir vakiadir.
Ikincisi: Bu risale, uzunlugu ile beraber ne yazmasi usanç verir ve ne de okumasi halâvetini kaybeder. Tenbel ehl-i kalemi öyle bir sevk ve gayrete getirdi ki; bu sikintili ve usançli bir zamanda, bu civarda bir sene zarfinda yetmis adede yakin nüshalar yazildigi, o mu'cize-i Risâletin bir kerâmeti oldugunu, muttali olanlara kanaat verdi.
Üçüncüsü: Acemi ve tevafuktan haberi yok ve bize de daha tevafuk tezahür etmeden evvel onun ve baska sekiz müstensihin birbirini görmeden yazdiklari nüshalarda; Lafz-i Resul-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm) kelimesi bütün risalede ve Lafz-i Kur'an besinci parçasinda öyle bir tarzda tevafuk etmeleri göründü ki, zerre mikdar insafi olan tesadüfe vermez. Kim görmüsse kat'î hükmediyor ki; bu bir sirr-i gaybîdir, Mu'cize-i Ahmediye'nin (A.S.M.) bir kerâmetidir.
Su risalenin basindaki esaslar çok mühimdirler. Hem su risaledeki ehadîs, hemen umumen Eimme-i Hadîsçe makbul ve sahih olmakla beraber, en kat'î hâdisat-i risaleti beyan ediyorlar. O risalenin mezayasini söylemek lâzim gelse; o risale kadar bir eser yazmak lâzim geldiginden, müstak olanlari onu bir kere okumasina havale ediyoruz...
Said Nursî
IHTAR: Su risalede çok ehadîs-i serife nakletmisim. Yanimda kütüb-ü hadîsiye bulunmuyor. Yazdigim hadîslerin lafzinda yanlisim varsa; ya tashih edilsin veyahud "hadîs-i bilmâna"dir denilsin. Çünki kavl-i racih odur ki: "Nakl-i hadîs-i bilmâna caizdir." Yani: Hadîsin yalniz mânasini alip, lafzini kendi zikreder. Mâdem öyledir; lafzinda yanlisim varsa, hadîs-i bilmâna nazariyla bakilsin.
sh: » (M: 94)
Mu'cizat-i Ahmediye (A.S.M.)
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
هُوَ الَّذِى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ اْلحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَ كَفَى بِاللّهِ شَهِيدًا مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّهِ
ilâ âhir...
(Risâlet-i Ahmediye'ye (A.S.M.) dair Ondokuzuncu Söz'le Otuzbirinci Söz, Nübüvvet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) delail-i kat'iye ile isbat ettiklerinden, isbat cihetini onlara havale edip, yalniz onlara bir tetimme olarak ''Ondokuz Nükteli Isaretler''le, o büyük hakikatin bazi lem'alarini gösterecegiz
BIRINCI NÜKTELI ISARET: Su kâinatin sahib ve mutasarrifi elbette bilerek yapiyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafi görerek tedvir ediyor ve her sey'i bilerek, görerek terbiye ediyor ve herseyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor. Mâdem yapan bilir; elbette bilen konusur. Mâdem konusacak, elbette zîsuur ve zîfikir ve konusmasini bilenlerle konusacak. Mâdem zîfikirle konusacak, elbette zîsuurun içinde en cem'iyetli ve suuru küllî olan insan nev'i ile konusacaktir. Mâdem insan nev'i ile konusacak, elbette insanlar içinde kabil-i hitab ve mükemmel insan olanlarla konusacak. Mâdem en mükemmel ve istidadi en yüksek ve ahlâki ulvî ve nev'-i besere mukteda olacak olanlarla konusacaktir; elbette dost ve düsmanin ittifakiyla, en yüksek istidadda ve en âlî ahlâkta ve nev'-i beserin humsu ona iktida etmis ve nisf-i Arz onun hükm-ü manevîsi altina girmis ve istikbal onun getirdigi nurun ziyasiyla bin üçyüz sene isiklanmis ve beserin nuranî kismi ve ehl-i imani, mütemadiyen günde bes defa onunla tecdid-i biat edip,
sh: » (M: 95)
ona dua-yi rahmet ve saadet edip, ona medh ve muhabbet etmis olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile konusacak ve konusmus ve Resul yapacak ve yapmis ve sair nev'-i besere rehber yapacak ve yapmistir.
IKINCI NÜKTELI ISARET: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm iddia-yi nübüvvet etmis; Kur'an-i Azîmüssan gibi bir fermani göstermis ve ehl-i tahkikin yaninda bine kadar mu'cizat-i bâhireyi göstermistir. O mu'cizat, heyet-i mecmuasiyla, dava-yi nübüvvetin vukuu kadar vücudlari kat'îdir. Kur'an-i Hakîm'in çok yerlerinde en muannid kâfirlerden naklettigi sihir isnad etmeleri gösteriyor ki; o muannid kâfirler dahi mu'cizatin vücudlarini ve vukularini inkâr edemiyorlar. Yalniz, kendilerini aldatmak veya etba'larini kandirmak için, -hâsâ- sihir demisler.
Evet, mu'cizat-i Ahmediye'nin (A.S.M.) yüz tevatür kuvvetinde bir kat'iyeti vardir. Mu'cize ise; Hâlik-i Kâinat tarafindan onun davasina bir tasdiktir, "Sadakte" hükmüne geçer. Nasilki sen bir padisahin meclisinde ve daire-i nazarinda desen ki: "Padisah beni filân ise memur etmis." Senden o davaya bir delil istenilse; padisah "Evet" dese, nasil seni tasdik eder. Öyle de, âdetini ve vaziyetini senin iltimasinla degistirirse; "Evet" sözünden daha kat'î daha saglam, senin davani tasdik eder. Öyle de, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dava etmis ki: "Ben, su kâinat Hâlikinin meb'usuyum. Delilim de sudur ki: Müstemir âdetini, benim dua ve iltimasimla degistirecek. Iste parmaklarima bakiniz, bes musluklu bir çesme gibi akittiriyor. Kamer'e bakiniz, bir parmagimin isaretiyle iki parça ediyor. Su agaca bakiniz; beni tasdik için yanima geliyor, sehadet ediyor. Su bir parça taama bakiniz; iki-üç adama ancak kâfi geldigi halde, iste ikiyüz-üçyüz adami tok ediyor." Ve hakeza.. yüzer mu'cizati böyle göstermistir.
Simdi, su zâtin delail-i sidki ve berahin-i nübüvveti yalniz mu'cizatina münhasir degildir. Belki ehl-i dikkat için, hemen umum harekâti ve ef'ali, ahval ve akvali, ahlâk ve etvari, sîret ve sureti, sidkini ve ciddiyetini isbat eder. Hattâ meshur Ulema-i Benî Israiliyeden Abdullah Ibn-i Selâm gibi pek çok zâtlar, yalniz o Zât-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in sîmasini görmekle, "Su sîmada yalan yok, su yüzde hile olamaz!" diyerek îmana
sh: » (M: 96)
gelmisler.
Çendan muhakkikîn-i ülema, delail-i nübüvveti ve mu'cizati bin kadar demisler; fakat binler, belki yüzbinler delail-i nübüvvet vardir. Ve yüzbinler yol ile yüzbinler muhtelif fikirli adamlar, o zâtin nübüvvetini tasdik etmisler. Yalniz Kur'an-i Hakîm'de kirk vech-i i'cazdan baska, nübüvvet-i Ahmediyenin (A.S.M.) bin bürhanini gösteriyor.
Hem mâdem nev'-i beserde nübüvvet vardir. Ve yüzbinler zât, nübüvvet dava edip mu'cize gösterenler, gelip geçmisler. Elbette umumun fevkinde bir kat'iyet ile, nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) sabittir. Çünki Îsâ Aleyhisselâm ve Mûsâ Aleyhisselâm gibi umum resullere nebi dedirten ve risaletlerine medar olan delail ve evsaf ve vaziyetler ve ümmetlerine karsi muameleler; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'da daha ekmel, daha câmi' bir surette mevcuddur. Mâdem hükm-ü nübüvvetin illeti ve sebebi, Zât-i Ahmedî'de (A.S.M.) daha mükemmel mevcuddur. Elbette hükm-ü nübüvvet, umum enbiyadan daha vâzih bir kat'iyet ile ona sabittir.
ÜÇÜNCÜ NÜKTELI ISARET: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in mu'cizati çok mütenevvidir. Risaleti umumî oldugu için, hemen ekser enva'-i kâinattan birer mu'cizeye mazhardir. Güya nasilki bir padisah-i zîsanin bir yaver-i ekremi mütenevvi hediyelerle muhtelif akvamin mecmai olan bir sehre geldigi vakit, her taife onun istikbaline bir mümessil gönderir; kendi taifesi lisaniyla ona "hos-âmedî" eder, onu
lar. Öyle de: Sultan-i Ezel ve Ebed'in en büyük yaveri olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, âleme tesrif edip ve küre-i arzin ahalisi olan nev'-i besere meb'us olarak geldigi ve umum kâinatin Hâliki tarafindan umum kâinatin hakaikina karsi alâkadar olan envar-i hakikat ve hedâyâ-yi maneviyeyi getirdigi zaman; tastan, sudan, agaçtan, hayvandan, insandan tut tâ Ay'dan, Günes'ten, yildizlara kadar her taife, kendi lisan-i mahsusuyla ve ellerinde birer mu'cizesini tasimasiyla, onun nübüvvetini
lamis ve hos-âmedî demis.
Simdi o mu'cizatin umumunu bahsetmek için, cildlerle yazi
sh: » (M: 97)
yazmak lâzim gelir. Muhakkikîn-i Asfiya, delail-i nübüvvetin tafsilâtina dair çok cildler yazmislar. Biz yalniz icmalî isaretler nev'inden, o mu'cizatin kat'î ve manevî mütevatir olan küllî enva'ina isaret ederiz.
Iste nübüvvet-i Ahmediyenin (A.S.M.) delaili, evvelâ iki kisimdir:
Birisi: "Irhasat" denilen nübüvvetten evvel ve veladeti vaktinde zuhur eden hârikulâde hallerdir.
Ikinci kisim: Sair delail-i nübüvvettir. Ikinci kisim da iki kisimdir. Biri: Nübüvvetinden sonra, fakat nübüvvetini tasdikan zuhura gelen hârikalardir. Ikincisi: Asr-i Saadetinde mazhar oldugu hârikalardir. Su ikinci kisim dahi iki kisimdir: Biri: Zâtinda, sîretinde, suretinde, ahlâkinda, kemalinde zâhir olan delail-i nübüvvettir. Ikincisi âfâkî, haricî seylerde mazhar oldugu mu'cizattir. Su ikinci kisim dahi iki kisimdir: Biri: Manevî ve Kur'anîdir. Digeri: Maddî ve ekvanîdir. Su ikinci kisim dahi iki kisimdir. Biri: Dava-yi nübüvvet vaktinde, ehl-i küfrün inadini kirmak veyahut ehl-i îmanin kuvvet-i îmanini ziyadelestirmek için zuhura gelen hârikulâde mu'cizattir. Sakk-i Kamer ve parmagindan suyun akmasi ve az taamla çoklari doyurmasi ve hayvan ve agaç ve tasin konusmasi gibi yirmi nev' ve herbir nev'i manevî tevatür derecesinde ve herbir nev'in de çok mükerrer efradi vardir. Ikinci kisim: Istikbalde ihbar ettigi hâdiselerdir ki; Cenâb-i Hakk'in talimiyle o da haber vermis, haber verdigi gibi dogru çikmistir. Iste biz de su âhirki kisimdan baslayip icmalî bir fihriste gösterecegiz. (Hâsiye)
(Hâsiye): Maatteessüf niyet ettigim gibi yazamadim. Ihtiyarsiz olarak nasil kalbe geldi; öyle yazildi. Su taksimattaki tertibi tamamiyla müraat edemedim.
DÖRDÜNCÜ NÜKTELI ISARET: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in, Allâmülguyûbun talimiyle haber verdigi umûr-u gaybiye, hadd ü hesaba gelmez. I'caz-i Kur'ana dair olan Yirmibesinci Söz'de enva'ina isaret ve bir derece izah ve isbat ettigimizden, geçmis zamana dair ve enbiya-yi sâbikaya dair ve hakaik-i Ilâhiyeye ve hakaik-i kevniyeye ve hakaik-i uhreviyeye dair ihbarat-i gaybiyelerini Yirmibesinci Söz'e havale edip, simdilik bahsetmeyecegiz. Yalniz, kendinden sonra Sahabe ve
sh: » (M: 98)
Âl-i Beyt'in basina gelen ve ümmetin ileride mazhar olacagi hâdisata dair pek çok ihbarat-i sadika-i gaybiyesi kismindan cüz'î birkaç misaline isaret edecegiz. Ve su hakikat tamamiyla anlasilmak için, alti esas mukaddime olarak beyan edecegiz:
Birinci Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in çendan her hali ve her tavri, sidkina ve nübüvvetine sahid olabilir; fakat her hali, her tavri hârikulâde olmak lâzim degildir. Çünki Cenâb-i Hak onu beser suretinde göndermis, tâ insanin ahval-i içtimaiyelerinde ve dünyevî, uhrevî saadetlerini kazandiracak a'mal ve harekâtlarinda rehber olsun ve imam olsun ve herbiri birer mu'cizat-i kudret-i Ilahiye olan âdiyat içindeki hârikulâde olan san'at-i Rabbaniyeyi ve tasarruf-u kudret-i Ilâhiyeyi göstersin. Eger ef'alinde beseriyetten çikip hârikulâde olsaydi, bizzât imam olamazdi; ef'aliyle, ahvaliyle, etvâriyla ders veremezdi. Fakat yalniz nübüvvetini muannidlere karsi isbat etmek için hârikulâde islere mazhar olur ve indelhace arasira mu'cizati gösterirdi. Fakat sirr-i teklif olan imtihan ve tecrübe muktezasiyla, elbette bedahet derecesinde ve ister istemez tasdike mecbur kalacak derecede mu'cize olmazdi. Çünki sirr-i imtihan ve hikmet-i teklif iktiza eder ki, akla kapi açilsin ve aklin ihtiyari elinden alinmasin. Eger gayet bedihî bir surette olsa, o vakit aklin ihtiyari kalmaz. Ebu Cehil de, Ebu Bekir gibi tasdik eder. Imtihan ve teklifin faidesi kalmaz. Kömür ile elmas bir seviyede kalirdi.
Cây-i hayrettir ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in mübalagasiz binler vecihte binler çesit insan, herbiri birtek mu'cizesiyle veya bir delil-i nübüvvet ile veya bir kelâmi ile veya yüzünü görmesiyle ve hakeza birer alâmetiyle îman getirdikleri halde, bütün bu binler ayri ayri insanlari ve müdakkik mütefekkirleri îmana getiren bütün o binler delail-i nübüvveti, nakl-i sahih ile ve âsâr-i kat'iye ile simdiki bedbaht bir kisim insanlara kâfi gelmiyor gibi, dalâlete sapiyorlar.
Ikinci Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hem beserdir, beseriyet itibariyle beser gibi muamele eder; hem Resuldür, risalet itibariyle Cenâb-i Hakk'in tercümanidir, elçisidir. Risaleti, vahye istinad eder. Vahiy iki kisimdir:
Biri: "Vahy-i sarihî"dir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onda sirf bir tercümandir, mübelligdir, müdahalesi yoktur. Kur'an ve bazi ehadîs-i kudsiye gibi...
sh: » (M: 99)
Ikinci Kisim: "Vahy-i zimnî"dir. Su kismin mücmel ve hülâsasi, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâti ve tasvirati, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvirde, Zât-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm bazan yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadiyla yaptigi tafsilât ve tasvirati, ya vazife-i risalet noktasinda ulvî kuvve-i kudsiye ile beyan eder veyahut örf ve âdet ve efkâr-i âmme seviyesine göre, beseriyeti noktasinda beyan eder.
Iste her hadîste bütün tafsilâtina, vahy-i mahz noktasiyla bakilmaz. Beseriyetin muktezasi olan efkâr ve muamelâtinda, risaletin ulvî âsâri aranilmaz. Mâdem bazi hâdiseler mücmel olarak mutlak bir surette ona vahyen gelir, o da kendi ferasetiyle ve tearüf-ü umumî cihetiyle tasvir eder. Su tasvirdeki mütesabihata ve müskilâta bazan tefsir lâzim geliyor, hattâ tabir lâzim geliyor. Çünki bazi hakikatlar var ki, temsil ile fehme takrib edilir. Nasilki bir vakit huzur-u Nebevîde derince bir gürültü isitildi. Ferman etti ki: "Su gürültü, yetmis senedir yuvarlanip, simdi Cehennem'in dibine düsmüs bir tasin gürültüsüdür." Bir saat sonra cevab geldi ki: "Yetmis yasina giren meshur bir münafik ölüp, Cehennem'e gitti." Zât-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'in belîg bir temsil ile beyan ettigi hâdisenin tevilini gösterdi.
Üçüncü Esas: Naklolunan haberler eger tevatür suretinde olsa, kat'îdir. Tevatür iki kisimdir.(Hâsiye) Biri "sarih tevatür", biri "manevî tevatür"dür. Manevî tevatür de iki kisimdir: Biri sükûtîdir. Yani, sükût ile kabul gösterilmis. Meselâ: Bir cemaat içinde bir adam, o cemaatin nazari altinda bir hâdiseyi haber verse, cemaat onu tekzib etmezse, sükût ile mukabele etse, kabul etmis gibi olur. Hususan haber verdigi hâdisede cemaat onunla alâkadar olsa, hem tenkide müheyya ve hatayi kabul etmez ve yalani çok çirkin görür bir cemaat olsa, elbette onun sükûtu o hâdisenin vukuuna kuvvetli delalet eder. Ikinci kisim tevatür-ü manevî sudur ki: Bir hâdisenin vukuuna, meselâ "Bir kiyye taam, ikiyüz adami tok etmis" denilse; fakat onu haber verenler, ayri ayri surette haber veriyor. Biri bir çesit, biri baska bir surette, digeri baska bir sekilde beyan eder.. fakat umumen, ayni hâdisenin vukuuna müttefiktirler. Iste mutlak hâdisenin vukuu;
____________________
(Hâsiye): Su risalede "tevatür" lafzi, Türkçe "sâyia" manasindaki tevatür degil, belki yakîni ifade eden, yalan ihtimali olmayan kuvvetli ihbardir.
sh: » (M: 100)
mütevatir-i bil-mânadir, kat'îdir. Ihtilaf-i suret ise, zarar vermez. Hem bazan olur ki; haber-i vâhid, bazi serait dâhilinde tevatür gibi kat'iyeti ifade eder. Hem bazan olur ki; haber-i vâhid haricî emarelerle kat'iyeti ifade eder.
Iste Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dan bize naklolunan mu'cizati ve delail-i nübüvveti, kism-i azami tevatür iledir; ya sarihî, ya manevî, ya sükûtî. Ve bir kismi çendan haber-i vâhid iledir. Fakat öyle serait dâhilinde, nekkad-i muhaddisîn nazarinda kabule sayan olduktan sonra, tevatür gibi kat'iyeti ifade etmek lâzim gelir. Evet muhaddisînin muhakkikîninden "El-Hâfiz" tabir ettikleri zâtlar, lâakal yüzbin hadîsi hifzina almis binler muhakkik muhaddisler, hem elli sene sabah namazini isa abdestiyle kilan müttaki muhaddisler ve basta Buharî ve Müslim olarak Kütüb-ü Sitte-i Hadîsiye sahibleri olan ilm-i hadîs dâhîleri, allâmeleri tashih ve kabul ettikleri haber-i vâhid, tevatür kat'iyetinden geri kalmaz. Evet fenn-i hadîsin muhakkikleri, nekkadlari o derece hadîs ile hususiyet peyda etmisler ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in tarz-i ifadesine ve üslûb-u âlîsine ve suret-i ifadesine ünsiyet edip meleke kesbetmisler ki; yüz hadîs içinde bir mevzu'u görse, "Mevzu'dur" der. "Bu, hadîs olmaz ve Peygamber'in sözü degildir" der, reddeder. Sarraf gibi hadîsin cevherini tanir, baska sözü ona iltibas edemez. Yalniz Ibn-i Cevzî gibi bazi muhakkikler tenkidde ifrat edip, bazi ehadîs-i sahihaya da mevzu' demisler. Fakat her mevzu' sey'in manasi yanlistir demek degildir; belki "Bu söz hadîs degildir" demektir.
Sual: An'aneli senedin faidesi nedir ki; lüzumsuz yerde, malûm bir vakiada "an filân, an filân, an filân" derler?
Elcevap: Faideleri çoktur. Ezcümle, bir faidesi sudur: An'ane ile gösteriliyor ki, an'anede dâhil olan mevsuk ve hüccetli ve sadik ehl-i hadîsin bir nevi icmaini irae eder ve o senedde dâhil olan ehl-i tahkikin bir nevi ittifakini gösterir. Güya o senedde, o an'anede dâhil olan herbir imam, herbir allâme; hadîsin hükmünü imza ediyor, sihhatine dair mührünü basiyor.
Sual: Neden hâdisat-i i'caziye sair zarurî ahkâm-i ser'iye gibi tevatür suretinde, pek çok tarîklerle, çok ehemmiyetli nakledilmemis?
Elcevap: Çünki ekser ahkâm-i ser'iyeye, ekser nâs, ekser evkatta
sh: » (M: 101)
muhtaçtir. Farz-i ayn gibi, o ahkâmin her sahsa alâkasi var. Amma mu'cizat ise; herkesin herbir mu'cizeye ihtiyaci yok. Eger ihtiyaç olsa da, bir defa isitmek kâfi gelir. Âdeta farz-i kifaye gibi, bir kisim insanlar onlari bilse, yeter.
Iste bunun içindir ki; bazi olur, bir mu'cizenin vücudu ve tahakkuku, bir hükmün vücudundan on derece daha kat'î oldugu halde, onun râvisi bir-iki olur; hükmün râvisi on-yirmi olur.
Dördüncü Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in istikbalden haber verdigi bazi hâdiseler, cüz'î birer hâdise degil; belki tekerrür eden birer hâdise-i külliyeyi, cüz'î bir surette haber verir. Halbuki o hâdisenin müteaddid vecihleri var. Her defa bir vechini beyan eder. Sonra râvi-i hadîs o vecihleri birlestirir, hilaf-i vaki gibi görünür. Meselâ: Hazret-i Mehdi'ye dair muhtelif rivayetler var. Tafsilât ve tasvirat, baska baskadir. Halbuki Yirmidördüncü Söz'ün bir dalinda isbat edildigi gibi; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vahye istinaden, her bir asirda kuvve-i maneviye-i ehl-i îmani muhafaza etmek için, hem dehsetli hâdiselerde ye'se düsmemek için, hem âlem-i Islâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i îmani manevî rabtetmek için, Mehdi'yi haber vermis. Âhirzamanda gelen Mehdi gibi, herbir asir Âl-i Beytten bir nevi Mehdi, belki Mehdiler bulmus. Hattâ Âl-i Beytten ma'dud olan Abbasiye Hulefasindan, Büyük Mehdi'nin çok evsafina câmi' bir Mehdi bulmus.
Iste Büyük Mehdi'den evvel gelen emsalleri, nümuneleri olan Hulefa-yi Mehdiyyîn ve Aktab-i Mehdiyyîn evsaflari, asil Mehdi'nin evsafina karismis ve ondan rivayetler ihtilafa düsmüs.
Besinci Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُsirrinca kendi kendine gaybi bilmezdi; belki Cenâb-i Hak ona bildirirdi, o da bildirirdi. Cenâb-Hak hem Hakîm'dir, hem Rahîm'dir. Hikmet ve rahmeti ise, umûr-u gaybiyeden çogunun setrini iktiza ediyor, mübhem kalmasini istiyor. Çünki su dünyada insanin hosuna gitmeyen seyler daha çoktur. Vukuundan evvel onlari bilmek elîmdir.
Iste bu sir içindir ki: Ölüm ve ecel mübhem birakilmis ve insanin basina gelecek musibetler dahi, perde-i gaybda kalmis. Iste
sh: » (M: 102)
hikmet-i Rabbaniye ve rahmet-i Ilâhiye böyle iktiza ettigi için Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in ümmetine karsi ziyade hassas merhametini ziyade rencide etmemek ve âl ve ashabina karsi sedid sefkatini fazla incitmemek için, vefat-i Nebevî'den sonra, âl ve ashabinin ve ümmetinin baslarina gelen müdhis hâdisati, umumiyetle ve tafsilatiyla göstermemek (Hâsiye) mukteza-yi hikmet ve rahmettir. Fakat yine bazi hikmetler için mühim hâdisati, -fakat dehsetli bir surette degil- ona talim etmis. O da ihbar etmis. Hem güzel hâdiseleri kismen mücmel, kismen tafsil ile bildirmis. O da haber vermis. Onun haberlerini de en yüksek bir derece-i takvada ve adlde ve sidkta çalisan ve وَمَنْ كَذَبَ عَلَىَّ مُتَعَمِّدًا فَلْيَتَبَوَّاْ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِhadîsindeki tehdidden siddetle korkan ve فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ كَذَبَ عَلَى اللّهِ âyetindeki siddetli tehdidden siddetle kaçan muhaddisîn-i kâmilîn, bize sahih bir surette o haberleri nakletmisler.
Altinci Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in ahvâl ve evsafi, Siyer ve Tarih suretiyle beyan edilmis. Fakat o evsaf ve ahvâl-i galibi, beseriyetine bakar. Halbuki o Zât-i Mübarek'in sahs-i manevîsi ve mahiyet-i kudsiyesi o derece yüksek ve nuranîdir ki; Siyer ve Tarihte beyan olunan evsaf, o bâlâ kamete uygun gelmiyor, o yüksek kiymete muvafik düsmüyor. Çünki اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sirrinca: Her gün, hattâ simdi de, bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir azîm ibadet sahife-i kemalâtina ilâve oluyor. Nihayetsiz rahmet-i Ilahiyeye, nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir istidad ile mazhar oldugu gibi, her gün hadsiz ümmetinin hadsiz duasina mazhar oluyor. Ve su kâinatin neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlik-i Kâinat'in tercümani ve sevgilisi olan o Zât-i Mübarek'in tamam-i mahiyeti ve hakikat-i kemalâti, Siyer ve Tarihe geçen beserî ahval ve etvara sigismaz.
_______________________
(Hâsiye): Zât-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'a, Âise-i Siddika'ya karsi ziyade muhabbet ve sefkatini rencide etmemek için, Vak'a-i Cemel hâdisesinde o bulunacagi kat'î gösterilmedigine delil ise, Ezvâc-i Tâhirâta ferman etmis ki: "Keski bilseydim hanginiz o vak'ada bulunacak?" Fakat sonra, hafif bir surette bildirilmis ki, Hazret-i Ali'ye (R.A.) ferman etmis: "Senin ile Âise beyninde bir hâdise olsa, فَارْفَقْ وَ بَلِّغْهَا مَاْمَنَهَا"
sh: » (M: 103)
Meselâ: Hazret-i Cebrail ve Mikâil, iki muhafiz yaver hükmünde Gazve-i Bedir'de yaninda bulunan bir Zât-i Mübarek; çarsi içinde, bedevi bir arabla at mübâyaasinda münâzaa etmek, bir tek sahid olan Huzeyfe'yi sahid göstermekle görünen etvari içinde sigismaz.
Iste yanlis gitmemek için; her vakit mahiyet-i beseriyeti itibariyle isitilen evsaf-i âdiye içinde basini kaldirip, hakikî mahiyetine ve mertebe-i risalette durmus nuranî sahsiyet-i maneviyesine bakmak lâzimdir. Yoksa, ya hürmetsizlik eder veya süpheye düser. Su sirri izah için su temsili dinle:
Meselâ bir hurma çekirdegi var. O hurma çekirdegi toprak altina konup, açilarak koca meyvedar bir agaç oldu. Hem gittikçe tevessü' eder, büyür. Veya tavus kusunun bir yumurtasi vardi. O yumurtaya hararet verildi, bir tavus civcivi çikti. Sonra tam mükemmel, her tarafi kudretten yazili ve yaldizli bir tavus kusu oldu. Hem gittikçe daha büyür ve güzellesir. Simdi o çekirdek ve o yumurtaya ait sifatlar, haller var. Içinde incecik maddeler var. Hem ondan hasil olan agaç ve kusun da, o çekirdek ve yumurtanin âdi küçük keyfiyet ve vaziyetlerine nisbeten, büyük âlî sifatlari ve keyfiyetleri var. Simdi o çekirdek ve o yumurtanin evsafini, agaç ve kusun evsafiyla rabtedip bahsetmekte lâzim gelir ki; her vakit akl-i beser, basini çekirdekten agaca kaldirip baksin ve yumurtadan kusa gözünü tevcih edip dikkat etsin. Tâ isittigi evsafi onun akli kabul edebilsin. Yoksa "Bir dirhem çekirdekten bin batman hurma aldim." ve "Su yumurta, cevv-i âsumanda kuslarin sultanidir." dese, tekzib ve inkâra sapacak.
Iste bunun gibi Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in beseriyeti; o çekirdege, o yumurtaya benzer. Ve vazife-i risaletle parlayan mahiyeti ise, Secere-i Tuba gibi ve Cennet'in Tayr-i Hümâyûnu gibidir. Hem daima tekemmüldedir. Onun için çarsi içinde bir bedevi ile niza eden o zâti düsündügü vakit; Refref'e binip, Cebrâil'i arkada birakip, Kâb-i Kavseyn'e kosup giden Zât-i Nuranîsine, hayal gözünü kaldirip bakmak lâzim gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmaresi inanmayacak.
BESINCI NÜKTELI ISARET: Umûr-u gaybiyeye dair hadîslerin birkaç misalini zikrederiz:
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nakl-i sahih ile ve
sh: » (M: 104)
mütevatir bir derecede bize vâsil olmus ki; minber üstünde, cemaat-i Sahabe içinde ferman etmis ki:
اِبْنِى حَسَنٌ هذَا سَيِّدٌ سَيُصْلِحُ اللّهُ بِهِ بَيْنَ فِئَتَيْنِ عَظِيمَتَيْنِ
Iste kirk sene sonra Islâmin en büyük iki ordusu karsi karsiya geldigi vakit, Hazret-i Hasan Radiyallahü Anhü, Hazret-i Muaviye (R.A.) ile musalaha edip, cedd-i emcedinin mu'cize-i gaybiyesini tasdik etmistir.
Ikincisi: Nakl-i sahih ile Hazret-i Ali'ye demis:
سَتُقَاتِلُ النَّاكِثِينَ وَالْقَاسِطِينَ وَالْمَارِقِينَ
Hem Vak'a-i Cemel, hem Vak'a-i Siffin, hem Vak'a-i Havâriç hâdiselerini haber vermis.
Hem Hazret-i Ali (R.A.) Hazret-i Zübeyr ile sevistigi bir zaman dedi: "Bu sana karsi muharebe edecek, fakat haksizdir."
Hem Ezvâc-i Tâhiratina demis: "Içinizde birisi, mühim bir fitnenin basina geçecek ve etrafinda çoklar katledilecek." وَتَنْبَحُ عَلَيْهَا كِلاَبُ الْحَوْئَبِ
Iste su sahih, kat'î hadîsler; otuz sene sonra Hazret-i Ali'nin Hazret-i Âise ve Zübeyr ve Talha'ya karsi Vak'a-i Cemel'de.. ve Muaviye'ye karsi Siffin'de.. ve Havâric'e karsi Harevra'da ve Nehrüvan'da muharebesi, o ihbar-i gaybiyenin bir tasdik-i fiilîsidir.
Hem Hazret-i Ali'ye: "Senin sakalini senin basinin kaniyla islattiracak bir adami" ihbar etmis. Hazret-i Ali o adami tanirmis; o da Abdurrahman Ibn-i Mülcem-ül Haricî'dir.
Hem Haricîlerin içinde Züssedye denilen bir adami, garib bir nisanla alâmet olarak haber vermistir ki; Havâriçlerin maktulleri içinde o adam bulunmus; Hazret-i Ali, onu hakkaniyetine hüccet göstermis. Hem mu'cize-i Nebeviyeyi ilân etmis.
Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm; Ümm-ü Seleme'nin, daha digerlerin rivayet-i sahihi ile haber vermis ki: Hazret-i Hüseyin, Taff yani Kerbelâ'da katledilecektir." Elli sene sonra, ayni vak'a-i cigersûz vukua gelip, o ihbar-i gaybîyi tasdik etmis.
Hem mükerreren ihbar etmis ki: "Benim Âl-i Beytim, benden sonra
يَلْقَوْنَ قَتْلاً وَتَشْرِيدًاyani; katle ve belaya ve nefye maruz
sh: » (M: 105)