Sayfa 4/26 İlkİlk ... 23456 ... SonSon
255 sonuçtan 31 ile 40 arası

Konu: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

  1. #31
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

    BABANIN ERKEK ÇOCUĞUNA BAKMA YÜKÜMLÜLÜĞÜNÜN ŞARTLARI

    </B>a) Erkek çocuk büluğ çağına gelmemiş olmalıdır Ancak çocuk büluğ çağına geldiği halde sakat, kötürüm, felçli ve müzmin şekilde hasta olur ve kazanmaktan aciz bulunursa yine babanın nafaka yükümlülüğü devam eder
    b) Fakir olmalıdır Çocuğun kendine ait malı varsa, masraflar ondan yapılabilir
    c) Baba, çocuklarına bakmaya muktedir olmalıdır Bu, babanın ya zengin ya da çalışabilecek durumda olmasıyla gerçekleşir
    d) Babanın ve çocuğun hür olmaları gerekir

    Babanın kız çocuğuna bakma yükümlülüğünün şartları

    a) Kızda büluğ ve yaş aranmaz Evleninceye kadar kız çocuklarının geçimi babaya aittir Evlendikten sonra bu yükümlülük kocasına geçer Kocası ölür veya boşanırlarsa kadın yine babasının evine döner Kadın çalışıp kazanmaya zorlanamaz Fakat Islâmî ölçüler içinde bir iş veya meslekte çalışıp kazanmak isterse bu da câizdir

    b) Fakir olmalıdır Eğer kızın malı varsa, geçimi ondan sağlanır
    c) Baba, çalışıp kazanmaya muktedir veya zengin olmalıdır
    d) Babanın ve kızın hür olmaları gerekir

    Bir kimsenin yakınlarının geçimini sağlarken öncelik vereceği kimseler hadis-i şerifte şöyle belirlenmiştir: Ebû Hûreyre (ra) nakleder: "Bir adam Resûlullah (sas)'a gelerek şöyle dedi: Ey Allah'ın elçisi! Benim yanımda bir dinar para var, nereye sarfedeyim? Hz Peygamber; "Kendi ihtiyacın için sarfet" buyurdu Adam: "Yanımda başka bir dinar daha var" dedi Hz Peygamber; Eşine sarfet" buyurdu Adam dedi: "Başka bir dinar daha var" Hz Peygamber; "Çocuklarına sarfet" buyurdu Adam:
    "Bir dinar daha var" dedi Hz Peygamber, onu da hizmetçisine harcamasını söyledi Son bir dinar daha olduğunu söyleyince de; "Sen onu nereye harcayacağını daha iyi bilirsin" buyurarak, bu konuda onu serbest bıraktı" (Ahmed b Hanbel, II, 251, 471; Nesâî, Zekât, 54)










    BAĞKUR EMEKLİLİĞİ
    Bakkalım Bagkur'a kaydolmamız zorunlu Kaydoldum ve pirim ödüyorum Devam edersem bir gün emekli olup emekli maaşı alacağım Bu maaşı almam caiz midir? Değilse nasıl bir yol takip etmeliyim, alacağım parayı ne yapmalıyım?
    Devletin kontrolünde bir sosyal güvenlik müessesesi olması bakımından Bagkur ile Sosyal Sigortalar ya da Emekli sandığı arasında bir fark yoktur Bunlar kapıtalist ekonomik sistemlerin zorunlu kıldığı ve bu sistemlerin doğurduğu aksaklıklardan sadece birini gidermeye yönelik müesseselerdir Bunları zorunlu kılan arızalar olmasaydı bunlara da gerek duyulmayacaktı Her neyse, bu sistemin günahı olan bu arızalar bulunduğuna göre bu müesseselerde zararı hafitletmek üzere var olacaktır Önce bir müslüman olarak konumuza dikkat çekmiş oldukMüslümanın müslüman olarak iradesine itibar edilmeyen bir düzende yaşayabilmesi için ona, imanına mal olmamak üzere, zorla yaptırılan uygulamalardan sadece yaptıranlar sorumludur Öyleyse; iş yeri açmak, ya da helâl bir işte çalışmak için Bağkur'a (sosyal Sigortalara, Emekli Sandığına) kaydolma zorunlulugu getiriyorlarsa kaydolunur Kaydolanın iradesine rağmen kesilen pirimler verilir Verildikleri zamanlardaki değerleri (en az yanıltan altına göre) hesaplanır Emekli olunca, verdiklerinin tamamını, değer olarak tahsil edinceye kadar emekli maaşı almaya devam eder Çünkü bu onun kendi parasıdır Böylece kendinden pirimler olarak kesileni ‚bitirdikten sonra durumuna bakar Fakir ise, çalışma gücü ve işi de yoksa almaya devam eder Çünkü bu durumda devlet zaten ona bakmakla görevlidir Fakir değilse veya geçinecek kadar para alabileceği bir işte çalışma imkânı varsa ondan sonra alacağı aylıklar şüphelidir Takvaya uygun olanın onu alıp; hayır kurumları vasıtasıyla tekrar millete iade etmek olduğu söylenmektedir Hiç almamak ise uygun değildir Çünkü devlete geri dönenin kötü yerlerde kullanılması kuvvetle muhtemeldir(Bunun Islâm tarihindeki örneği için bk Fetavây-i Hindiyye V/342)
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  2. #32
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

    BÂÎN TALAK

    Yeniden bir mehir tesbit ederek nikâh kıymadıkça karı ile koca arasındaki evlilik bağını kesip onları biribirinden ayıran ve nikâhtan doğan karşılıklı hak ve görevlere derhal son veren boşama türü
    Bâin talâkın üç şekilde meydana geldiğinde İslâm hukukçuları ittifak etmişlerdir (İbn Rüşd, Bidâyetü'l Müctehid, II, 61):
    1- Nikâhtan sonra fakat cinsi münasebette bulunmadan ve sahih halvet olmadan yapılan boşama
    2- Üç talak ile yapılan boşama,
    3- Kadının isteği ile bir bedel karşılığında anlaşarak yapılan boşama,
    Hanefiler, kinayeli veya mübalâğa ve şiddet ifade eden sözlerle yapılan boşamayı da bâin talak sayarak, maddeyi dörde çıkarmışlardır (Hayreddin Karaman, M İslâm Hukuku, I, 303)
    Bâin talak, beynûnet-i* suğrâ (küçük ayrılık) ve beynûnet-i kübrâ (büyük ayrılık) olmak üzere iki kısma ayrılır Buna hürmet-i hafife ve hürmeti galiza da denir Bir veya iki talak ile meydana gelen bâin talaka beynûnet-i suğrâ; üç talak ile meydana gelen bâin talaka da beynûnet-i kübrâ adı verilir
    Eşini ric'î (dönülebilen) talak ile boşamış olan bir kimse, iddet müddeti (üç ay) içerisinde kararından vazgeçip evine dönmezse, bu boşama bâin talaka dönüşür ki, tekrar evlenmek isteseler, mehir ve nikâh gerekir
    Beynûnet-i suğrâ ile boşanan eşler, derhal boşanmış olduklarından birbirine mirasçı olamazlar Koca, karının hakkı olan mehirini henüz vermemiş ise hemen ödemesi gerekir
    Bâin (bir veya iki) talakla karısını boşamış olan kimse, karısı başka biriyle evlenmeden, yeni bir mehir ve yeni bir akidle onunla tekrar evlenebilir Beynûnet-i kübrâ (üç talak) ile boşayan kimse ise, kadın başka biriyle evlenmeden, onunla tekrar evlenme hakkına sahip değildir (Seyyid Sâbık, Fıkhü's-Sünne, II, 277) Bu konuda Kur'an-ı Kerîm'de: "Boşama iki defadır Ondan sonrası ya iyilikle tutmak veya güzellikle salmak vardır Bundan sonra kadını tekrar boşarsa, kadın başka biriyle evlenmedikçe kendisine helâl olmaz" (el-Bakara, 2/229-230), buyurulmaktadır
    İki veya üç defa yapılan boşanmaların aynı anda veya ayrı ayrı zamanlarda yapılması önemlidir Normal olarak boşanmaların ayrı ayrı zamanlarda yapılması gerekir Başka bir deyimle bir iddet müddetinde yani üç ayda bir defa boşama yapılır Üç ay geçtikten sonra ikinci defa boşar Bir üç ay geçtikten sonra tekrar üçüncü defa da boşarsa, beynûnet-i kübrâ meydana gelmiş olur İslâm hukukçuları bu konuda görüş birliğine varmışlardır Fakat, bir anda iki veya üç talak ile boşama yapılırsa, iki ve üç talak meydana gelir mi yoksa bu, bir talak mı sayılır hususunda görüş ayrılıkları vardır Bazıları yukarıda geçen ayetin zâhirini delil göstererek, bir anda iki defa boşarsa iki, üç defa boşarsa üç sayılır derken; diğerleri de bir anda iki veya üç defa yapılan boşamalar bir talak hükmündedir demişlerdir Çünkü Hz Peygamber (sas) ve Hz Ebû Bekir devrinde ve Hz Ömer'in ikinci yılına kadar, aynı anda yapılmış olan iki üç veya daha fazla boşamalar, bir talak kabul edilmiştir (İbn Rüşd, age, II, 61) Dinde kolaylık esas olduğuna göre, toplumun temelini oluşturan aile yuvasının dağılmasını önlemek için, aynı anda yapılan iki, üç veya daha fazla boşamaların bir talak sayılmasında fayda vardır Bununla kadının mağduriyeti önleneceği gibi pişmanlık kapısı da kapatılmamış olur












    BALDIZIYLA VEYA KARDEŞİNİN HANIMI İLE YOLCULUK YAPAR VEYA YALNIZ KALABİLİR Mİ? Mahremi olmayan bir kadınla baldızı veya kardeşinin hanımı veya kayın biraderin hanımıyla yalnız kalmaları veya yolculuk yapmaları caiz değildirPeygamber (sav)buyuruyor ki:''Kadınların yanlarına –yalnız iken-girmekten sakının Bunun üzerine birisi: Kadının kayın biraderi de böyle midir? Dedi Peygamberimiz(sav) o, ölümdür(yani onunla bir arada bulunmak daha tehlikelidir)'' buyurdu(Buhari ,Müslim)
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  3. #33
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

    BALKONDA TESETTÜR
    Balkonda çamaşır asmaya mecburen çıkıyoruz Nasıl çıkmalıyız? Bol ve uzun bir elbise giyerek çıkabilir miyiz? Ille de çarsaf, abaye, pardesü giymek mi gerekir?
    Tesettürün sınırları, sokakta görecek erkekler için ayrı; balkonda iken görecek erkekler için ayrı değildir Her iki durumda da avret olan yerler aynı ölçüde kapatılmalıdır Bir defa balkonun alt kısmı özellikle kapalı olmalıdır Kollar kaldırılınca açılmayacak şekilde dügmeli bulunmalıdır Çarsafin en hoş olmayan yönü bu tür işlere gelmemesi ve böyle bir is için kollar kaldırıldiginda siyrilip açılmasıdır Çarsaf giyenlerin bu noktada çok dikkatli olmadıklarını görüyoruz Göğüslere kadar başı ve omuzlan örten geniş bir başörtü de bazı tefsirlere göre "cilbâb" dışlık sayıldığından, çamaşır asmaya böyle bir başörtü ile de çıkılabilir Yeter ki, gecelik, sabahlık gibi dikkat çeken süslü elbiselerle çıkılıp fetisistlere malzeme oluşturulmasın, kollar bileklerde ilikli olsun









    BANKA REKLAMI VE MASON DANIŞMAN Müslümanlar çıkarıyor diye bildiğimiz ve hergün para verip aldığımız bazı gazetelerde çeşitli bankaların reklamları çıkıyor, ya da mason isçi ve danışmanlar çalıştırdıklarını duyuyoruz Onların bunu yapmaları bizim de böyle gazeteleri almamız caiz midir?
    Bir Müslümanın, her ne suretle olursa olsun, faizi ve faiz müesseselerini reklâm ve tervic etmesi caiz olamaz Bankalar, her çesidiyle alkollü içkiler, sosyal sigortalar gibi yardımlaşma esprisi üzerine değil de kazanç esası üzerine kurulan ve bir çok yönden haram unsur ihtiva eden özel sigorta şirketleri, İslam'ın haram saydığı muamele ve eşya alım-satımı yapan tüm ticarethaneler ve şirketler buna dahildirler Hatta alım satımını yaptıkları eşya haram eşya olmamakla beraber, kazançlarıyla kendi milletine kasteden gayrı müslimlerin firmalarını bile müslümanların reklâm etmesi caiz görülmez Rasûlüllah Efendimiz (sav): "Kim kimin karartışına katılıyorsa (yani onlarla oturuyor, onlarla muaseret ediyor, onlarla yardımlaşiyorsa)( Münavî, Feyz, VI/156) o da onlardandır" buyurmuştur(agy, (Hatib Bagdâdî'den)) Vücuduyla sırf onların kalabalığıni, yani karartışıni fazla gösteren müslümana bu denirse, dili ile, dili olan yayın organı ile onları teşvik ve reklâm eden, müslümana ne denir? Diğer yönden faizi Allah (cc) zûlüm ve Allah (cc)'a ve Rasûlü'ne harp açma olarak nitelerken, Rasûlüllah Efendimiz (sav) de faizin uygulanmasına yardımcı olan herkesi lânetlerken, zûlmün müesseselesmis biçimi olan bankaları, kendi maddî çıkarı için reklâm etmek müslümanca olmaz
    Mason isçi ve danışman çalıştırmaya gelince; önce isçi olmaya tenezzül edecek, ya da daha doğru ifade ile isçi olarak masonluğu kabul edilmiş bir masonun bulunamayacağını bilmek gerekir Farzı muhal, bulunsa onu, ya da herhangi bir gayrı müslimi, karşılıklı anlaşılan bir ücretle ve müslümanlar için sır özelliği taşımayan bir işte çalıştırmakta beis yoktur Bu tür konularda esas olan espri, Allah (cc)'in mü'mini aziz, kafiri hakîr kılmış olmasıdır Bunun aksini gösterecek bir uygulamayı müslümanlar yapamaz ve Kur'ân'ın ifadesi ile müslümanlara kötülük konusunda en küçük fırsatları dahi kaçırmayan gayrı müslimleri danışmanlıkta, yazışmalarda, müslümanların çalıştıkları birimlerin amirliklerinde istihdam edemezler Özellikle danışmanlık Kur'ân-ı Kerim'de açıkca zikredildiği için, müslümanların yine Kur'ân'ın ifadesi ile "kendilerinden olmayanları"(K Ali-Imrân 3/117 ve bu âyetle ilgili ahkâm tefsirleri) danışman tutamayacaklarında ittifak vardır Masonun müslümanı olur mu, olmaz mi? diye tartışan müslüman çıkabilir ama Islâm'ı, bir şeriat düzeni olarak bütünüyle kabul eden bir masonun olmadığı açıktır Buna Abdülhamid'in "Masonluk kıpkızıl gâvurluktur" sözünü de eklersek masonların, müslümanların "kendilerinden" olup olmadıkları anlaşılmış olur Artık buna rağmen biz yapıyoruz da oluyor, diyenler çıkarsa onların "abdestsiz namaz kılınmazmış, ben kıldım da oldu" diyenden farklarının olmadığı anlaşılmış olur
    Faiz müesseselerinin reklâmını "darül-harp" telakkisi ile yapmak da -eğer varsa- caiz olmaz
    Bu tür gazeteleri almak ise ayrı bir olaydır ve alanın niyyetine göre değişir Sözü edilen konular ve benzerlerinde, çocuklara Islâm'a zıt giyinen ve zıt düşünen dansözleri, aktristleri, artistleri sevdirmeye çalışmalarında hikmet ve keramet aramadan, bunları yanlış bilerek ve yanlışlarına müslümanca dikkat çekmek için alınmasında -Allah'u a'lem- beis olmaz
    "Kalb", her yöne dönmeye, inkilâb etmeye müsait olduğu için ona kalb denmiştir ve Rasulüllah Efendimiz (sav) bize: "Allah'ım, facirin bana bir nimetini nasîb etme ki, kalbim onu sevmesin" duasını öğretmiştir Şimdi birilerinin kalpleri birilerine niçin meylediyor, anlaşılmış olmalı
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  4. #34
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

    BAŞ AÇIK OLARAK GEZMEK CAİZ MİDİR? Kadının evinde oturup mahrem olmayan kimse bulunmazsa başını açmasında beis yoktur(el Fetava'i Hindiyye)Çünkü kadının avreti yabancı olmayan kimselerin huzurunda diz ile göbek arasındadırEvde yabancı varsa veya evde değil dışarda ise başı avret olduğu için onu açması caiz değil, haramdır
    Erkeğin başı ise avret değildir Kendi evinde,bağ ve tarlada başının açık olarak kalmasında beis yoktur Fakat sokak ve çarşıda baş açık olarak gezmesi memleketin örf ve adetine göre değişirBulunduğu yerde baş açık olarak gezmek ayıp sayılırsa baş açık olarak gezmemek lazımdırAyıp sayılmıyorsa bu şekilde gezmekte beis yoktur(el Muhezzeb,c2s325)











    BAŞLIK PARASI Bir kızı evlendirmek ya da nikâhdan sonra teslim etmek için, onun anne-Babasından, ya da akrabasından birinin: "ağırlık", "başlık", "kaftanlık", "abilik", "dayılık" gibi adlarla para, ya da başka birşey alması, rüşvet türünden olduğu için haramdır: Bu aynı zamanda şerefli yaratılan bir insanı, meta' gibi parayla satmak anlamına da geldiğinden, çok çirkin bir şeydir Bir babanın kızına, onu parayla satmasından daha büyük hakareti düşünülebilir mi?
    Işin garibi, Anadolumuzun birçok yöresinde bu uygulama vardır ve adına da açıktan açıga "satmak" tâbir olunur Imam-Hatip Okulu'nun iki yılını okuduğum Yozgat'ta, sınıf arkadaşımın; "ablamı bu sene sattık" sözünü çok ilginç bulmuştum ve hâlâ unutamıyorum
    Işin bir diğer kötü yönü daha vardır: Islâm'ı her fırsatta lekelemek isteyen egemen güçler, Anadolu'daki bu uygulamayı, ustaca ifadelerle Islâm'danmış gibi gösterir ve İslâm'dan çok kendilerine yakın olan bu cahillerin suçunu İslâm'a malederler Bu uyguIamayı yapanlar, bir de buna sebep oldukları için sorumludurlar
    Ancak dügün hazırlıkları ve işlerinin yürümesi için, anlaşma ile, hizmet bedeli olarak verilen şey başlık değildir, damat onu geri alamaz Halbuki başlıkparası olarak verdiği eşya ve parayı geri almak hakkıdır Peşin değil de, sonradan vereceğini söylemişse, hiç vermemek de hakkıdır Vermezse hiçbir şey gerekmez
    Başlıkparasını, yerinde anlatacağımız mihirle de karıştırmamak gerekir









    BAŞLIK PARASI ALMAK YA DA BUNUN YERİNE EŞYA VERMENİN HÜKMÜ NEDİR? Bu, İslâm'da rüşvet sayılmış, bir anlamıyla "mukerrem" olan insanı mal gibi satmak olarak görülmüş ve haram olduğu söylenmiştir Ancak bunun nikâhın gereği olan "mehir"le karıştırmamak gerekir "Mehir" bir garanti ve değer belgesi olarak evlenecek kadına verilen ya da bu maksatla velileri tarafından alınıp yine ona harcanan para ya da eşyadır "Başlık" ise kadının Babası, ağabeyisi vs tarafından alınıp kendine harcadığı para ya da eşyadır Haram olan bu ikincisidir Bazı kaynaklarda kız tarafına verilen para, gönül rızasıyla da olsa haramdır, denilmektedir








    BAŞÖRTÜSÜ ÜZERİNE SECDE Secdeye giderken başörtümüzün ucu secde yerimize düşüyor Onun üzerine secde etmiş oluyoruz Bu şekilde kıldığımız namazımız, sahih midir?
    Bu konunun Rasulüllah (sas) zamanında da sözü edilmişti "Enes, b Malik diyor ki: Rasulüllah'la beraber namaz kılarken sıcağın siddetinden ötürü yüzümüzü yere koyamayınca giysimizi yere serer ve onun üzerine secde ederdik" ( Menbecî, el-Lübâb 1/263 (Buhari, salat 1/107; Müslim, mesâcid1/433) Elbisenin artık kısmına secde etmek caiz olursa sarığın dolamına (ve başörtüsünün kenarına) secde etmek de caiz olur Çünkü aralârında fark yoktur Buhari Hasen'den naklederek der ki, halk sarığın ve takkenin üzerine secde ederdi ve elleri de yenlerinde olurdu( Buhari, salat 23; Menbeci; agk) Bizzat Rasûlüllah Efendimizin (sas) de sarığının dolamı üzerine secde ettiği rivayetleri vardır (bk Ibn Hümam, Fethu-Kadir 1/305-6
    Bunlardan hareketle Ibn Hümam, bir engel üzerine ‚secde etmenin secdeyi engellemediğinde ittifak vardır, der Ancak mazeret yokken böyle secde yapıp, yere secde etmemek mekruhtur( Meydânî, el-Lübâb I/73) Ama başörtüsünün secde yerine düşmüş olması ve atmak için "ameli kesire" ihtiyaç duyurmuş olması da bir mazeret olmamalıdır
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  5. #35
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

    BAŞÖRTÜSÜNÜN KEYFİYETİ Başörtüsü nasıl olmalıdır? Çene altının da mahremi olmayan erkeklere gösterilmemesi mi gerekir?
    Başörtüsünün niteliği (keyfiyeti) meselesi çok önemlidir Müslüman kadınlar, hattâ erkekler bunu çok iyi bilmeli ve bilinçli (şuurlu) bir şekilde uygulamalı ve uygulatmalıdırlar
    Kur'ân-ı Kerim, lüzumsuz tekrarların bulunmadığı mûcize bir kitaptır Bir âyet-i kerîmede : "Mü'min kadınlara söyle başörtülerini yakaları üzerine sarkıtsınlar" (Nûr 24/31) buyururlar Daha sonra gelen bir âyet-i kerimede ise: " Müslümanların kadınlarına söyle, cilbâblarını üzerine sarkıtıversinler" (Ahzâb 33/59) denir Müfessirlere göre sonra gelen "cilbâb âyeti" başını örtme konusunda kadına ilave bir görev daha getirmiştir: Kadın dışarı çıktığında, yani namahremlerinin göreceği yerde, birinci başörtüsünün üzerine bir de "cilbâb" atacaktır "Cilbâb" genellikle vücudu baştan ayağa örten ve giyilmekten ziyade bürünülen dış örtü olarak anlaşılmış ve uygulanmıştır Ama vücudun üst kısmı, omuzları ve göğüsleri örten geniş başörtü de cilbâb sayılabilir, diyenler de vardır (106"Cilbâb" hakkında geniş bilgi için bk Faruk Beşer, Islâmda Kılık Kıyafet ve Örtünme 93-123) Bir diğer âyette de kadınların "Önceki cahilliyyede olduğu gibi süslenip çıkmamaları" (Ahzâb 33/33) istenir Buna göre kadın, kaynı gibi yakınları dahil, namahremlerinin yanına, belki de süslü olabilecek birinci küçük başörtüsünün üzerinden, en az göğüslerini örtecek kadar geniş, sade ve tercihen koyu renkli bir başörtüsü ile çıkacaktır Rengin koyu olması, süsü azaltması içindir Yoksa renkte bir sınırlama yoktur: Ama cazip bir şekilde süslü olması mahzurludur
    Çenenin altının mahremliğine gelince, en müsamahalı Hanefi görüşüne göre kadın, fitnenin de (cinsel duygular) bulunmaması halinde yabancı erkeklere, sadece elini ve yüzünü gösterebilir Yüz ise fıkıh kitaplarımızda alındaki tüy bitiminden çene altına ve bir kulaktan diğerine kadar olan bir yer diye tarif edilir (107 Ibn Âbidîn I/b5-66 (MA)) Buna göre alt çene aşağı yukarı sallandığında sallanan kısmı yüzden olmuş olur Ya da dışardan parmağımızla nefes borunuzu bulabileceğiniz yere kadar yüz sayılır Ve kadın onun dışında kalan boğaz kısmını yabancı erkeklere gösteremez











    BÂTIL DİNLER Cenâb-ı Hak'ın peygamberlerine indirdiği vahiyle ilgisi olmayan ve insanlar tarafından uydurulan yanlış inançlardan ibaret olan dinler
    Bâtıl, Hakk'ın zıddıdır Sabit olmayan şey anlamına gelir "Bunun sebebi şudur, muhakkak ki Allah hakkın kendisidir, bundan başka taptığınız şeyler ise bâtıldır" (Lokman, 31/30) Söylenen söz ve icra edilen iş için de bâtıl kelimesi kullanılır Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Yapmakta oldukları şeyler de bâtıl olmuştur" (el-A'raf, 7/139), "Niçin hakkıbâtıl ile karıştırıyorsunuz?" (Âli Imrân, 3/71), "De ki: Hak geldi, bâtıl ortadan kalktı Zaten bâtıl ortadan kalkmaya mahkûmdur " (Isra, 17/81), "De ki: Hak geldi; artık bâtıl ne yeniden başlar, ne de geri gelir " (Sebe, 34/49) Ibtal, bir şeyi bozmak -ister hak olsun ister bâtıl- onu ortadan kaldırmaktır Kur'an-ı Kerîm'de bu anlamda şöyle buyurulur: Allah hakkıhak kılmak ve bâtılı ibtal etmek için " (el-Enfâl, 8/8) Gerçek olmayan söze de bâtıl denilir (Râğıb el-Isfahânî, el-Müfredât fi Garîbi'l-Kur'an, Mısır, 1970, s 66)
    Tarihi seyir içerisinde dinlerin çeşitli tasnifleri yapılmıştır Bazı din tarihçileri dinleri; iptidâî dinler, millî dinler ve dünya (evrensel) dinleri olmak üzere üç grupta ele almışlardır (Annemarıe Schımmel, Dinler Tarihine Giriş, Ankara 1955, s 3) Bir kısım batılı bilginler de dinleri: "Kurucusu bulunan dinler" ve "geleneksel dinler" diye bölümlere ayırırken, diğer bazıları da "milli dinler" ve "evrensel dinler" şeklinde iki grupta ele almışlardır (M Şemseddin, Târîh-i Edyân, Dersaâdet 1338, s 26-34) Islâm bilginleri ise dinleri; Ilâhi vahye dayanan dinler ya da kısaca "hak dinler" ve "bâtıl dinler" yani ilâhi vahye dayanmayan dinler diye; iki kısma ayırmışlardır Şehristâni gibi bazı Islâm bilginleri de dinleri; "el-Milel ve'n-Nihal" tarzında sınıflamaya tabi tutmuşlar; "hak dinler" karşılığında "el-milel", "bâtıl dinler" karşılığında da "en-nihal" ifadesini kullanmışlardır (M Şemseddin, age, s 34-36; Ahmet Hamdi Akseki, Islâm Dini, s 14; Ekrem Sarıkçıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, Istanbul, 1983, s 13; Günay Tümer, Çeşitli Yönleriyle Din, AÜIF Dergisi, Cilt: XVIII, sh 213-267)
    Islâm bilginlerinin din tasnifi Kur'an-ı Kerîm'e dayanmaktadır, çünkü Kur'an-ı Kerîm'de, Islâm dini için: "Allah katındaki din" (Âli Imrân, 3/19), "dosdoğru din" (er-Rum, 30/30), "hak din" (et-Tevbe, 9/33), (el-Fetih, 48/28; es-Saff 61/19) gibi ifadeler kullanılır Islâm, "bütün dinler üzerine üstün kılınmak" üzere gönderilmiştir (et-Tevbe, 9/33; el-Fetih, 48/28; es-Saff 61/19) Dolayısıyla "Kim Islâmiyet'ten başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir O ahirette de kaybedenlerden olacaktır " (Âli Imrân, 3/85) Bu son iki ayetten de anlaşılacağı gibi, İslam'ın dışındaki dinlere de "din" denilmektedir Fakat Islâm, hak din olduğuna göre, diğer dinlerden ilâhi vahye dayanmayanlar "bâtıl" dır Yahudilik ve hristiyanlık gibi ilâhi vahye dayanmakla beraber, aslî şeklini kaybetmiş ve böylece dini esasları bozulmuş olanlar da "muharref" dinlerdir
    Bu sınıflamalara göre, ahlâkî fazilet üzerine kurulmuş, kudret ve iradesi bütün kâinata hakim, ilmi her şeyi kuşatmış bir tek "Allah'a ve O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine imanı" esas alan (el-Bakara, 2/285) ve "Yalnız Allah'a ibadeti emreden" (ez-Zâriyât, 51/56) dinler hak; bu özellikleri taşımayan dinler de bâtıl dinler grubuna dâhildir
    Islâm'a göre insanlığın ilk dini, tevhîd dinidir Dinin kurucusu yüce Allah'tır Allah kâinatı, insanı yaratmış, kitaplar ve peygamberler göndermiştir Insanlar bir erkek ve bir dişiden yaratılmıştır Hz Âdem'e her şeyin ismi öğretilmiş ve kendisi ilk peygamber olarak görevlendirilmiştir Hz Âdem de, Allah'dan aldığı vahiy ve ilham ile kendi devrindekileri irşat etmiştir Sonra insanlar tevhîd esaslarını unutup, Allah'tan başka şeylere, tabiat kuvvetlerine, kendi elleriyle yaptıkları putlara tapınmaya ve bunları Allah'a ortak koşmaya yöneldikçe, Allah da elçiler gönderip insanları "hak dine", "hak yola" davet etmiştir Böylece hak din, Allah'ın gönderdiği elçiler ve kitaplar yoluyla akıl ve irade sahibi insanlara bildirilmiştir Bunun için sapmalar sonradan olmuş, çok tanrıcılık sonradan gelişmiş ve dolayısıyla bâtıl dinler de sonradan ortaya çıkmıştır Bu gerçek, Kur'an-ı Kerîm'de şöyle dile getirilmiştir:
    "Insanlar bir tek ümmetti Allah peygamberleri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi; insanların ayrılığa düşecekleri hususlarda aralarında hüküm vermek için onlarla birlikte hak kitaplar indirdi Ancak kitap verilenler, kendilerine belgeler geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden onda ayrılığa düştüler Allah, insanları, ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izni ile eriştirdi " (el-Bakara, 2/213)
    "Habibim! Hakk'a yönelerek kendini, Allah'ın insanlara yaratılışta bahşettiği dine ver Zira Allah'ın yaratışında değişme yoktur Işte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler " (er-Rûm, 30/30)
    Buna göre bâtıl dinler tevhîd esasına dayanmaz Ilâhi vahye dayalı bir kitabı yoktur Peygamber anlayışına fazlaca yer verilmez Cennet, Cehennem, melek ve ahiret telâkkişi belirgin bir şekilde gelişmemiştir Devamlı değişmeye ve tahrife elverişlıdır Çoğu zaman bazı seçkin şahıslar tarafından uydurulmuş veya herhangi bir toplumda zaman içerisinde kendiliğinden ortaya çıkmıştır
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  6. #36
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

    BAYRAM, BAYRAM NAMAZLARI

    İslâm ümmetinin iki bayramı vardır Bunlar bütün İslâm âleminde kutlanan bayramlardır Biri Kurban Bayramı, diğeri de Ramazan Bayramı'dır Ramazan Bayramı Ramazan ayının bitiminde, Şevvâl'in birinde; Kurban Bayramı da Zilhicce ayının onuncu gününde olur Ramazan bayramı üç gün, Kurban Bayramı dört gündür
    İslâmî kardeşliğin perçinlendiği bu mübarek günler, müslümanların sevinç ve mutluluk günleridir Nitekim Hz Peygamber Mekke'den Medine'ye hicret ettiği zaman, Medinelilerin iki bayramı olduğunu öğrendi Medineliler bu bayramlarında oyun oynar ve eğlenirlerdi Bu durumu gören Hz Peygamber Allah Teâlâ size kutladığınız bu iki bayrama bedel olarak daha hayırlısını, Ramazan Bayramı ile Kurban bayramını lûtuf olarak vermiştir " (Ebû Davûd, Salat 239, Neseî, I'deyn, 1; Ahmed b Hanbel, Müsned, III, 103, 178)
    Bu bayramların neşe ve sevinç günleri olduğunu yine bizzat Hz Peygamber ifade buyurmuşlardır Buhârî'nin Hz Âişe'den rivayet ettiği bir hadîs-i şerîfte Hz Âişe (ra) şöyle anlatmıştır: "Bir defasında, Kurban Bayramı'nın ilk günlerinde Hz Peygamber yanıma girdi Yanımda, "Buâs" ezgilerini (def çalarak) okuyan iki kız vardı Yatağına uzanıp, yüzünü çevirdi Derken babam Ebû Bekr (ra) içeri girdi "Bu ne! Resulullah'ın (sas) yanında şeytan çalgıları mı?" diyerek beni azarladı Bunun üzerine Hz Peygamber (sas) ona dönerek, "Onlara dokunma" buyurdu Ben de babam bir şeyle meşgul olunca kızlara işaret ettim, onlar da çıktılar (Müslim, Salatu'l- îdeyn,16) Yine bir bayram günü Habeşîler kalkan ve mızrak oyunu oynuyorlardı Bunlara bakmak için ya ben Hz Peygamber'den izin İstedim veya O "Bakmak istiyor musun?" diye bana sordu (iyice hatırlamıyorum) Ben "Evet" dedim Bunun üzerine beni arkasında yanağım yanağına değecek şekilde ayak üstü durdurup, oyun oynayanlara "Haydi devam edin Erfideoğulları!" buyurdu Nihayet ben usanınca Artık yeter mi?" diye sordu "Evet" dedim "Öyleyse git!" buyurdular" (Buhârî, îdeyn, 2)
    Buhârî'nin diğer bir rivayetinde, söz konusu hâdisede, Hz Peygamber, Hz Ebû Bekr (ra)'e "Ebu Bekr! her ümmetin bir bayramı vardır, bu da bizim bayramımızdır" buyurmakla, bu günlerde yapılacak meşru eğlence ve sevinç izhar etme keyfiyetine cevaz vermişlerdir Düğünlerde olduğu gibi, bayramlarda da sevinçli olduğunu açıkça göstermek için, İslâm'a aykırı olmayacak şekilde eğlenmeler tertiplemek caizdir Hatta bayramlarda sevinçli olduğunu açıkça ortaya koymak İslâm'ın prensiplerindendir (Tecrîdi Sarîh Tercümesi, III, 157)
    Bayramlarda yapılması mendup (dinimizin güzel gördüğü) hususlar vardır, şöyle ki: Bayram sabahında erken kalkmak, yıkanmak, gusletmek; misvak kullanmak, ağızı temizlemek; güzel koku sürünmek; en güzel elbisesini giyinmek; Allah'ın verdiği nimetlere şükretmek için sevinçli ve neşeli görünmek menduptur Ayrıca: Ramazan Bayramı'nda sabahleyin camiye gitmeden önce tatlı bir şey yemek Varsa bunun hurma olması ve bir, üç, beş gibi tek adetli olması; Kurban Bayramı'nda kurban kesecek kimsenin onun etinden yemesi için namazdan önce bir şey yememesi güzel bir davranıştır Sonra namaza erken davranıp sabah namazını mahalle mescidinde kılarak bayram namazı için, varsa namazgâha ve büyük camiye gitmek; namaza giderken Ramazan Bayramı'nda içinden ve Kurban Bayramı'nda açıktan tekbir getirmek; dönüşte mümkün ise başka yoldan gelmek; müminlere rast geldikçe güler yüzlü olmak ve tatlı söz söylemek; gücü yettiğince çok sadaka vermek menduptur (Meraku'f-Felah, İstanbul 1327, 158)
    Bütün bunların dışında çocuklar, bilhassa öksüz ve fakir çocuklar sevindirilir; akraba, eş ve dost ziyaretleri yapılarak, hâl hatır sorulur En önemlisi, aralarında dargınlık olanlar barıştırılır Yüce Allah'ın ihsan ve rahmetinin tecellisine de sebep olan bu bayramların diğer yönden sosyal hayatta bu tür faydaları gayet açık görülmektedir Biteviye akıp giden sosyal hayatın monotonluğu bayram gibi önemli günlerle kesilerek fakirler hatırlanmakta, yetimler sevindirilmektedir Bu şekilde İslâm'ın emrettiği gerçek kardeşlik sözden fiile geçirilmektedir
    Müslümanlar birbirlerinin bayramlarını, ya karşı karşıya gelerek ya da mektup, tebrik veya telefon gibi haberleşme vasıtalarıyla tebrik ederler Uzun zaman hatırlanmayan dostlar bu vesile ile hatırlanırlar
    Bayramlar yine, yenilip yedirildiği, içilip içirildiği ikram günleridir Akraba ve eş-dost ile beraberce bu günün mutluluğu paylaşılır Bunun için de bayramlarda oruç tutmak Hz Peygamber tarafından yasaklanmıştır (Buhârî, Savm, 66; Ahmed b Hanbel III, 34, 35) Fakat bayramlar yukarıda belirtilen hedeflerinden de saptırılmamalıdır Zira bayramlar sadece yemek, içmek ve tatil yapmaktan ibaret değildir Bu gerçeği göz ardı edip cemiyet hayatını düzenleyen ve aradaki uçurumları kaldıran böyle bayramlarda, tatil bahanesiyle toplumdan kaçarak bir deniz kenarında vakit öldürmek, her şeyden önce bu bayramların fazîlet ve sevabından mahrum kalmaktır
    Diğer taraftan bu bayramlar İslâm'ın vakar ve şahsiyetini, olgunluk ve yüceliğini gösteren müesseselerdir Bu hakikati görmek için, Güney Amerika karnavalları ile Avrupa'nın faşinglerini ve yılbaşı (Noel) bayramlarını, İslâm'ın bayramları ile karşılaştırmak yeterlidir İslâmî bayramlar, arkasında tatlı hatıralar, yetim ve kimsesizlerle, fakirlerin mutluluk gözyaşlarını bırakırken; yukarıda saydığımız diğer milletlerin bayramları, arkalarında sadece, sefalet, içki kokusu, yollarda metrelerle ölçülen pislik ve çöp, hepsinden de vahşisi içki ve alkolün sebep olduğu nice ölüler bırakmaktadır Ramazan Bayramı, Kamerî aylardan Şevval'in ilk üç gününde; kurban bayramı ise Zilhicce'nin 10,11,12,13 günlerinde kutlanır
    Bayram namazlarına gelince: Kime cuma namazı farz ise; o kimseye bayram namazı kılmak vaciptir Bayram namazlarından sonra okunan hutbeler sünnettir, cuma hutbesi gibi farz değildir, cuma hutbesi namazdan önce, bayram hutbesi ise namazdan sonra okunur Bayram namazları hicretin birinci yılında meşru kılınmıştır
    Bayram namazının vakti, güneşin doğup, ufukta bir veya iki mızrak boyu yükselmesinden itibaren başlar ve zevâl vakti denilen güneşin tam tepeye dikilme zamanına kadar devam eder
    Bayram namazları ikişer rekattır Cemaat şartı vardır İmam okuduğu sureleri dışından =cehren okur Ezan ve kamet getirilmeksizin, imam iki rekat Ramazan veya Kurban Bayramı namazına diye; cemaat de aynen imam gibi, hangi bayram namazını kılıyorsa o bayram namazına niyet eder ve imama uyduğunu söyler Şöyle ki: Niyet ettim Allah rızası için iki rekat Ramazan Bayramı namazını kılmaya, uydum imama der İmam ve arkasından cemaat "Allâhü ekber" diyerek iftitah tekbiri*ni alır Arkasından hep birlikte eller bağlanır ve gizlice "Sübhaneke" okunur Sonra imam açıktan, cemaat sessizce arka arkaya üç tekbir alır Her tekbirde eller kulak hizasına kadar kaldırılır ve arkasından aşağıya indirilir her iki tekbir arasında da üç defa "sübhanallah" diyecek kadar durulur Üçüncü tekbirin ardından eller bağlanır ve imam gizlice "eûzü besmele" çeker Arkasından açıktan Fatiha ile bir sure okur veya en az Kur'an'dan üç ayet veya üç ayet miktarı bir ayet okur Bunları okuduktan sonra hep beraber "Allahü ekber" diyerek rukûa gidilir Normal namazdaki gibi rukû ve secdeler yapıldıktan sonra ayağa kalkılır ve eller bağlanır Yine imam içinden gizlice besmele çeker Açıktan Fatiha ve bir zammı sûre okuduktan sonra, tekrar "Allahü ekber" diyerek üç defa tekbir alınır Her tekbirde, birinci rekatta olduğu gibi eller kaldırılır ve tekbir aralarında yine üç defa 'sübhanallah' diyecek kadar durulur Tekbir aralarında eller bağlanmayıp aşağıya salıverilir Dördüncü tekbiri de imam açıktan; cemaat gizli alarak, rukûa giderler Normal bir namazdaki gibi, rukû' ve secdelerden sonra oturulur "Ettehıyyatü" "Allahümme salli ve Bârik" duaları ile "Rabbenâ âtina" duaları okunduktan sonra iki tarafa selâm verilir
    Namaz bu şekilde tamamlandıktan sonra, hatib hutbeye çıkar ve oturmadan, hutbesine başlar Bayram hutbelerine tekbir ile başlanır Hatib Ramazan Bayramı hutbesinde, fıtır sadakasına dair; Kurban Bayramı hutbesinde ise kurban kesmenin adabına ve teşrik tekbirlerine dair bilgiler verir
    Kurban Bayramı namazını vaktinde kılmak için biraz acele etmek; Ramazan Bayramı'nda ise biraz tehir etmek sünnettir
    Bayram namazından evvel gerek evde ve gerek camide; bayram namazından sonra da camide nafile namazı kılmak mekruhtur Eve gelirse kılınabilir
    Bayram namazına yetişemeyen kimse, artık onu kaza edemez ve tek başına kılamaz Dilerse döner gider, dilerse dört rekat nafile namazı kılar










    BEDDUA VE LÂNET "Allah belânı versin", "tepe tepe üstüne gidesin" "gidişin olur, dönüşün olmaz" gibi kötü sözler söyleniyor Bunların hükmü nedir? Böyle şeylere alışık birisi bundan nasıl vazgeçirilir?
    Söylenen için fısk ve günah sözlerdir Söylenene, hak etmemişse herhangi bir zarar yoktur
    Rasûlüllah Efendimiz: "Ben lânetçi olarak gönderilmedim" (Müslim, birr 87) Buyurur Bir mü'mine lânet (Beddua) etmenin, onu öldürmek gibi olduğunu bildirir (Buhârî, edep 44) Yapılan bir lânetin (bedduanın) yerine vardığında haksız yere yapıldıgını görünce sahibine döneceğini haber verir (Tirmizî, birr 48; Ebû Dâvûd, edep 45) Sözünü ettiğiniz kişiye bunların hatırlatılması, yapılacakların en önemli olanıdır sanırız
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  7. #37
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

    BEDEL HAC

    Kendisine hac farz olmuş ancak edâ etmesine vücut sağlığı elverişli olmayan bir kimsenin, yerine başkasını göndermekle edâ edilen hac Nafile hac için hiç bir şarta bağlı olmaksızın; farz olan hac için ise, sağlığının elverişli olmaması şartıyla, bir kimse kendi yerine bir başkasını gönderir ve haccın sevabını alır Çünkü böyle bir durumda insan malını Allah yolunda hac için harcamış demektir Böyle bir harcamayı kendisi yapabileceği gibi, başkasına da kendi adına yaptırabilir

    İslâmî kaynaklarda hac için bedel (nâib) tutmaya "ihcac", bedel tutan kimseye "âmir", menûb veya "mahcûcun anh" denir: Ayrıca bedel gönderilen kimseye "me'mûr", yol masrafı olarak verilen mal veya paraya "nafaka" ve haccı ifsad etmesi halinde nafakayı geri ödemesine "tazmin" adı verilmektedir
    İslâm'da ibadet; mal, beden ve hem beden hem de malın birleştirilmesiyle yapılan ibadet olmak üzere üçe ayrılır Bunlardan mal ile yapılan zekât, kurban, sadaka, keffaret vb ibadetlerde vekâlet kayıtsız şartsız caizdir Abdest, namaz, oruç gibi beden ile yapılan ibadetlerde ise hiç bir halde mümkün değildir Hem beden hem de mal ile yapılan hac veya umre gibi ibadetlerde ise acizlik (sağlığın yeterli olmaması) halinde caiz, yapmaya Kadir olması halinde ise farz olan hac için caiz değil, nafile hac için caizdir Burada söz konusu edilen acizlik, ölüm veya ölüme kadar süren daimî bir acizliktir
    Aslında bir kimse bütün ibadetlerinde, işlediği amelin sevabını başkasına bağışlayabilir İbadeti yaparken, görünüşte kendisi için niyet etmiş olsa bile sevabını başkasına hibe edebilir Allah'u Teâlâ'nın "İnsan için ancak kendi emeğiyle kazandığı vardır" (en-Necm, 53/39) buyurduğu ayet, "ancak sevabını kendine bağışladığı ameli vardır" diye tefsir edilmektedir (İbn Âbidîn, Haşiyetü Reddi'l-Muhtar, Mısır 1966, II, 596, 597)
    Dolayısıyla müslümanların birbirlerinin yerine sadaka vermeleri Allah için kurban kesmeleri hacca gitmeleri veya bedel göndermeleri ve sevabını bağışlamaları caizdir Mükâfatı görülür ve onların hayırla anılmalarına vesîle olur
    Bedel haccın sahîh olması bazı şartlara bağlıdır Bu şartlar şöyle sıralanabilir:
    1- Hac, âmir üzerine farz olmuş bulunmalıdır Farz olmadan haccettirecek olursa nafile olarak kabul olur Daha sonra farz olursa tekrar edâ etmesi gerekir
    2- Âmir, haccını edâdan önce sağlık açısından aciz olmalıdır Sağlam bir kimse, önce hacca bedel gönderip sonradan âciz duruma düşse haccı makbul sayılmaz
    3- Âmir, bedel gönderdiği adamı, isteyerek ve bunu ona bildirerek göndermelidir İzinsiz ve gıyabıda yapılan bedel hac caiz olmaz
    4- Bedel giden me'mûr müslüman, akıllı ve hac menasikini gereğince yapabilecek temyiz kudretine sahip olmalıdır Daha önce hacca gitmemiş kişiyi veya kadını hac için bedel göndermek caiz ise de, daha önce haccetmiş hür bir erkeği göndermek daha iyidir
    5- Âmir normal olarak yol masrafını (nafaka) vermelidir Yetmemesi halinde, bedel kendi parasından harcar ve dönüşünde âmirden isteyebilir, artmışsa iade eder
    6- Âmir ile me'mûr arasında nafakadan başka bir ücret belirlenemez Çünkü ibadete -bedel olarak da olsa sadece ibadet maksadıyla gidilecektir
    7- Âmir, hac türlerinden (ifrad,* temettu'* ve kıran*) hangisini emrederse, me'mûr onu edâ eder Âmirin emrettiği hac veya umreyi edâ ettikten sonra, kendi namına da hac veya umreden birini yapsa caiz olur
    8- Âmirin verdiği nafaka hangi bineğe (vasıtaya) uygunsa me'mûr onunla gider Binek için nafaka alır da, ucuz olur diye yaya veya daha ucuz vasıta ile giderse caiz olmaz
    9- Âmirin verdiği nafaka yeterli ise kendi ikamet ettiği yerden; değilse yeterli görülen bir yerden yola çıkılır
    10- Bedel hac için niyet edilirken,
    "vekâleten haccedileceğine" niyet edilmesi şarttır Âmirin adını unutursa, kalbî niyet yeterli olur Fakat kendi adına da veya iki kişinin birden bedel haccına niyet ederse hiçbiri kabul edilmez
    11- Âmir "Benim yerime filân kimse haccetsin, başkası değil" derse belirttiği kimseden başkası bedel gidemez; "başkası değil" kaydını koymazsa üçüncü bir kimsenin bedel gitmesi caiz olur
    12- Temettu ve kıran hac türlerinden gereken kurban, vekile vacip olur Cinayet kurbanı da vekîle vacip olur Hac veya umre erkânından, bir hatasından dolayı vekil "muhsar: manen engellenmiş" olursa ve âmir sağ ise kurban âmire aittir İmam Ebû Yusuf'a göre bunu da vekil üstlenir
    13- Müteveffa bir âmirin vasiyyeti üzere gönderilen bedel yolda ölürse, ikinci bir vekîl tayin edildiğinde, İmam-ı Âzam'a göre, ölü olan âmirin malının üçte birinden geri kalan ile ve âmirin ikamet ettiği yerden başlayarak hacceder İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre ise önceki vekilin öldüğü yerden haccı tamamlar
    14- Me'mur eğer, Arafat'ta vakfeden önce cinsî yakınlıkta bulunursa haccı fâsit olur, üzerine kurban gerekir ve nafakayı âmire veya mirasçılarına geri öder
    I5- Bedel hac, âmirin belirlediği senede yapılmalıdır Hastalık vb elde olmayan bir sebeple vekil tarafından tehir edilirse nafakayı iade etmez, imkân bulduğu bir senede edâ edebilir











    BEDELLERİ AÇISINDAN ALIŞ-VERİŞ ŞEKİLLERİ

    1-Bey': Malı para karşılığında satmaya bey' denir Alış-verişlerin büyük bir kısmı bu şekilde yapılmaktadır
    2-Sarf : Paranın para ile değiştirilmesi olayına sarf denir
    3-Mubâdele: Malı mal ile değiştirme işlemine denir Halk arasında buna trampa ve takas* gibi isimler verilmektedir
    4-Selem : Para peşin, mal veresiye yapılan ticarete selem denir Bu tür satışlara halk arasında ‚alevra satış' da denir Bilhassa çiftçi ve sanayıcilerin başvurduğu bir satış şekli olan selemin caiz olması için bâzı şartların bulunması gerekir Paraya muhtaç olan kimse, malını-elde etmeden önce satmak ister Islâm dini, satıcının darlığından istifade ederek alıcının, malı ucuza kapatmasını önlemek, üreticinin malınıdeğerlendirmesine fırsat vermek için bazı şartlarla bu tip satışları caiz görmüştür Peygamberimiz, Medine'ye geldiğinde, Medinelilerin mahsûllerini bir iki sene önceden Yahudilere sattıklarını görür Bunun üzerine şöyle der: "Kim hurmasını önceden satacaksa; belirli ölçüde, belirli tartıda ve belirli bir vakte kadar olmak şartıyla satsın " (Müslim, Müsakat, 25)
    Selem, var olmayan (mâdûm) bir malın satışı olduğundan, caiz olmaması gerekirken, ihtiyaç ve zarûret sebebiyle caiz görülmüştür Bunda her iki tarafın da kârı vardır; müşteri biraz daha ucuza mal alır, satıcı da peşin para ile ihtiyacını giderir Meselâ bir sanayici nakit sıkıntısına düşerse, belirli bir süre sonra teslim edilmek şartıyla, üreteceği -vasıfları belli olan malları satar; alacağı para ile üretimini yapar Böylece sanayicinin tezgâhı çalışır, üretim devam eder, alıcı da normal zamana nisbetle biraz daha ucuz mal almış olur
    Bu imkân üreticiyi, tefecilerin eline düşmekten de korur Çünkü üretimin devamı için paraya kaçınılmaz bir ihtiyaç vardır
    Fiyatlarda aşırı bir düşüklük olursa böyle alış-verişler caiz değildir Selemin sahîh olması için şu şartların bulunması gerekir:
    a-Malın vasıflarının belli olması cinsi, nev'i, niteliğinin önceden belirlenmesi
    b-Miktarının belirlenmiş olması Kaç kilo, kaç metre, kaç ölçek vs olacağının bilinmesi
    c-Vadenin belirlenmesi Selem yoluyla satılan malın ne zaman teslim edileceği belirtilmelidir Belirtilen vakitte malın teslim imkânı olmayacaksa veya olmazsa selem bâtıl olur Meselâ: Nisan ayında buğday teslimi imkânsızdır Nisan ayında buğday teslim etmek üzere bir çiftçinin önceden selem tarzında satış yapması caiz değildir
    d-Mal karşılığında alınan paranın miktarını belirlemek ve parayı peşinen almak Fiyatta aşırı derecede ucuzluk olmamalıdır
    5-Veresiye satışlar : Satılan malın bedeli peşin alınabileceği gibi, belirli bir süre sonra da alınabilir Bu tür alış-verişlerde malın karşılığının (bedel) para gibi başka bir cinsten olması gerekir Aynı cins malların (meselâ altınla altının) veresiye satışı caiz değildir
    Alış-veriş çeşitlerinden bir diğeri de Bey' bi'l-vefa'dır Vefâ yoluyla satım akdi yapmak demektir Bir terim olarak ise, bir malı, satış bedelini iade edince geri almak üzere bir kimseye bir para veya borç karşılığında geçici olarak satmak anlamına gelir Satıcı semeni geri verince veya borcunu ödeyince, alıcı satın almış olduğu şeyi geri verir Böyle bir akit, alıcının maldan yararlanabilmesi dikkate alınırsa sahih satım akdi; tarafların akdi fesh edebilme yetkilerine bakınca da fâsid satım akdi niteliğindedir Alıcı, vefâ yoluyla satın aldığı malı başkasına satamayacağı cihetle de bu, rehin* hükmündedir ve bu rehin olma özelliği üstündür Fâkîhlerin çoğu, bey' bi'l-vefâ şeklindeki satım akdini caiz görmüşlerdir (Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu VI, 126-127)
    Bu muâmele faizden kaçınmak ve borcu teminata bağlamak amacıyla örfleşen bir satış şeklidir Burada, satıcı ileriki bir tarihte satış bedelini geri vermeyi veya daha önceden kalma borcunu ödemeyi, alıcı da buna karşılık malı iade etmeyi taahhüt ettiği için akit bu adı almıştır Buna "bey'u'l-muâmele" denildiği gibi, Mısır'da "bey'u'l-emâne" adı da verilmiştir
    Mîlâdî XV yüzyıl başlarında yaşayan Şeyh Bedruddin Mahmûd (ö 823/1420) bey' bi'l-vefâ tarzındaki satışın başlangıcı hakkında şöyle der: "Zamanımızda ribâdan korunmak için, bey'bi-l-vefâ şeklindeki satış örf haline gelmiştir Bu, gerçekte bir rehin muâmelesi olup alıcı mebia mâlik olamaz ve mâlikin izni olmadıkça gelirinden de yararlanamaz (Ali Efendi, Fetâvâ, c I s 300)
    Vefa yoluyla satışta, taraflar tek yanlı irade beyanıyle dilediği zaman akdi feshedebilir Alıcı, akit süresince mala mâlik olamaz Satıcı her an satış bedelini iade edip malı geri isteyebilir Alıcı da malı geri verip, parayı talep edebilir, tarafların sözleşmede belirlenen süreye uymaları da gerekmez Satışa konu olan mal, rehin hükmünde olduğu için, ne satıcı ve ne de alıcı diğerinin izni olmadıkça malı başkasına satamaz Bu hak tarafların mirasçılarına da intikal eder Ancak taraflardan birisi, diğerinin izniyle satış yapabilir
    Rehin edenin izni bulununca, rehin bırakılan şeyden, rehin alanın yararlanması mümkün ve caizdir Vefâ yoluyla satış da rehin niteliğinde olduğu için alıcının bundan yararlanması mümkündür Mecelleyi şerh eden Ali Haydar Efendi bu konuda şöyle der: "Mebî'in, yani vefâen satılan bir gayrı menkûlün menfaatlerinden bir bölümü alıcıya ait olmak üzere şart kılınsa, bu şarta riayet olunur Çünkü Mecelle'nin seksenüçüncü maddesinde: "Imkân ölçüsünde, şer'-i şerife uygun bulunan şarta uymak gerekir" hükmü yer alır Meselâ, vefâen satılan bir bağın üzümü, satıcı ile alıcı arasında yarı yarıya paylaşılmak üzere, karşılıklı rıza ile mukâvele olunsa, bu mukâveleye göre amel edilmesi gerekir Ancak zikredilen menfaatlerin alıcıya ait olması şart kılınmadığı halde, alıcı o menfaatleri izinsiz olarak istihlâk etse tazmin etmesi gerekir Çünkü vefâen satılan maldan meydana gelen mahsûle alıcı mâlik olamaz Ancak satıcının mübah ve helâl kılmasıyla istihlâk etmişse, satıcı bunu alıcıya tazmin ettiremez Mahsûl, alıcının haddi aşması veya kusûru bulunmaksızın telef olsa, tazmin gerekmez Ancak telef olan miktar kadar borçtan düşülür (Ali Haydar, Mecelle Şerhi, I, 664-667)
    Borç para bulmaya veya bir borcu ertelemeye yönelik bu gibi çareler, Ebû Hanîfe ve Imam Şâfiî'ye göre, yararlanma akit sırasında şart koşulmaması kaydıyla caizdir
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  8. #38
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

    BEDEL HAC

    Kendisine hac farz olmuş ancak edâ etmesine vücut sağlığı elverişli olmayan bir kimsenin, yerine başkasını göndermekle edâ edilen hac Nafile hac için hiç bir şarta bağlı olmaksızın; farz olan hac için ise, sağlığının elverişli olmaması şartıyla, bir kimse kendi yerine bir başkasını gönderir ve haccın sevabını alır Çünkü böyle bir durumda insan malını Allah yolunda hac için harcamış demektir Böyle bir harcamayı kendisi yapabileceği gibi, başkasına da kendi adına yaptırabilir

    İslâmî kaynaklarda hac için bedel (nâib) tutmaya "ihcac", bedel tutan kimseye "âmir", menûb veya "mahcûcun anh" denir: Ayrıca bedel gönderilen kimseye "me'mûr", yol masrafı olarak verilen mal veya paraya "nafaka" ve haccı ifsad etmesi halinde nafakayı geri ödemesine "tazmin" adı verilmektedir
    İslâm'da ibadet; mal, beden ve hem beden hem de malın birleştirilmesiyle yapılan ibadet olmak üzere üçe ayrılır Bunlardan mal ile yapılan zekât, kurban, sadaka, keffaret vb ibadetlerde vekâlet kayıtsız şartsız caizdir Abdest, namaz, oruç gibi beden ile yapılan ibadetlerde ise hiç bir halde mümkün değildir Hem beden hem de mal ile yapılan hac veya umre gibi ibadetlerde ise acizlik (sağlığın yeterli olmaması) halinde caiz, yapmaya Kadir olması halinde ise farz olan hac için caiz değil, nafile hac için caizdir Burada söz konusu edilen acizlik, ölüm veya ölüme kadar süren daimî bir acizliktir
    Aslında bir kimse bütün ibadetlerinde, işlediği amelin sevabını başkasına bağışlayabilir İbadeti yaparken, görünüşte kendisi için niyet etmiş olsa bile sevabını başkasına hibe edebilir Allah'u Teâlâ'nın "İnsan için ancak kendi emeğiyle kazandığı vardır" (en-Necm, 53/39) buyurduğu ayet, "ancak sevabını kendine bağışladığı ameli vardır" diye tefsir edilmektedir (İbn Âbidîn, Haşiyetü Reddi'l-Muhtar, Mısır 1966, II, 596, 597)
    Dolayısıyla müslümanların birbirlerinin yerine sadaka vermeleri Allah için kurban kesmeleri hacca gitmeleri veya bedel göndermeleri ve sevabını bağışlamaları caizdir Mükâfatı görülür ve onların hayırla anılmalarına vesîle olur
    Bedel haccın sahîh olması bazı şartlara bağlıdır Bu şartlar şöyle sıralanabilir:
    1- Hac, âmir üzerine farz olmuş bulunmalıdır Farz olmadan haccettirecek olursa nafile olarak kabul olur Daha sonra farz olursa tekrar edâ etmesi gerekir
    2- Âmir, haccını edâdan önce sağlık açısından aciz olmalıdır Sağlam bir kimse, önce hacca bedel gönderip sonradan âciz duruma düşse haccı makbul sayılmaz
    3- Âmir, bedel gönderdiği adamı, isteyerek ve bunu ona bildirerek göndermelidir İzinsiz ve gıyabıda yapılan bedel hac caiz olmaz
    4- Bedel giden me'mûr müslüman, akıllı ve hac menasikini gereğince yapabilecek temyiz kudretine sahip olmalıdır Daha önce hacca gitmemiş kişiyi veya kadını hac için bedel göndermek caiz ise de, daha önce haccetmiş hür bir erkeği göndermek daha iyidir
    5- Âmir normal olarak yol masrafını (nafaka) vermelidir Yetmemesi halinde, bedel kendi parasından harcar ve dönüşünde âmirden isteyebilir, artmışsa iade eder
    6- Âmir ile me'mûr arasında nafakadan başka bir ücret belirlenemez Çünkü ibadete -bedel olarak da olsa sadece ibadet maksadıyla gidilecektir
    7- Âmir, hac türlerinden (ifrad,* temettu'* ve kıran*) hangisini emrederse, me'mûr onu edâ eder Âmirin emrettiği hac veya umreyi edâ ettikten sonra, kendi namına da hac veya umreden birini yapsa caiz olur
    8- Âmirin verdiği nafaka hangi bineğe (vasıtaya) uygunsa me'mûr onunla gider Binek için nafaka alır da, ucuz olur diye yaya veya daha ucuz vasıta ile giderse caiz olmaz
    9- Âmirin verdiği nafaka yeterli ise kendi ikamet ettiği yerden; değilse yeterli görülen bir yerden yola çıkılır
    10- Bedel hac için niyet edilirken,
    "vekâleten haccedileceğine" niyet edilmesi şarttır Âmirin adını unutursa, kalbî niyet yeterli olur Fakat kendi adına da veya iki kişinin birden bedel haccına niyet ederse hiçbiri kabul edilmez
    11- Âmir "Benim yerime filân kimse haccetsin, başkası değil" derse belirttiği kimseden başkası bedel gidemez; "başkası değil" kaydını koymazsa üçüncü bir kimsenin bedel gitmesi caiz olur
    12- Temettu ve kıran hac türlerinden gereken kurban, vekile vacip olur Cinayet kurbanı da vekîle vacip olur Hac veya umre erkânından, bir hatasından dolayı vekil "muhsar: manen engellenmiş" olursa ve âmir sağ ise kurban âmire aittir İmam Ebû Yusuf'a göre bunu da vekil üstlenir
    13- Müteveffa bir âmirin vasiyyeti üzere gönderilen bedel yolda ölürse, ikinci bir vekîl tayin edildiğinde, İmam-ı Âzam'a göre, ölü olan âmirin malının üçte birinden geri kalan ile ve âmirin ikamet ettiği yerden başlayarak hacceder İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre ise önceki vekilin öldüğü yerden haccı tamamlar
    14- Me'mur eğer, Arafat'ta vakfeden önce cinsî yakınlıkta bulunursa haccı fâsit olur, üzerine kurban gerekir ve nafakayı âmire veya mirasçılarına geri öder
    I5- Bedel hac, âmirin belirlediği senede yapılmalıdır Hastalık vb elde olmayan bir sebeple vekil tarafından tehir edilirse nafakayı iade etmez, imkân bulduğu bir senede edâ edebilir










    BEDELLERİ AÇISINDAN ALIŞ-VERİŞ ŞEKİLLERİ

    1-Bey': Malı para karşılığında satmaya bey' denir Alış-verişlerin büyük bir kısmı bu şekilde yapılmaktadır
    2-Sarf : Paranın para ile değiştirilmesi olayına sarf denir
    3-Mubâdele: Malı mal ile değiştirme işlemine denir Halk arasında buna trampa ve takas* gibi isimler verilmektedir
    4-Selem : Para peşin, mal veresiye yapılan ticarete selem denir Bu tür satışlara halk arasında ‚alevra satış' da denir Bilhassa çiftçi ve sanayıcilerin başvurduğu bir satış şekli olan selemin caiz olması için bâzı şartların bulunması gerekir Paraya muhtaç olan kimse, malını-elde etmeden önce satmak ister Islâm dini, satıcının darlığından istifade ederek alıcının, malı ucuza kapatmasını önlemek, üreticinin malınıdeğerlendirmesine fırsat vermek için bazı şartlarla bu tip satışları caiz görmüştür Peygamberimiz, Medine'ye geldiğinde, Medinelilerin mahsûllerini bir iki sene önceden Yahudilere sattıklarını görür Bunun üzerine şöyle der: "Kim hurmasını önceden satacaksa; belirli ölçüde, belirli tartıda ve belirli bir vakte kadar olmak şartıyla satsın " (Müslim, Müsakat, 25)
    Selem, var olmayan (mâdûm) bir malın satışı olduğundan, caiz olmaması gerekirken, ihtiyaç ve zarûret sebebiyle caiz görülmüştür Bunda her iki tarafın da kârı vardır; müşteri biraz daha ucuza mal alır, satıcı da peşin para ile ihtiyacını giderir Meselâ bir sanayici nakit sıkıntısına düşerse, belirli bir süre sonra teslim edilmek şartıyla, üreteceği -vasıfları belli olan malları satar; alacağı para ile üretimini yapar Böylece sanayicinin tezgâhı çalışır, üretim devam eder, alıcı da normal zamana nisbetle biraz daha ucuz mal almış olur
    Bu imkân üreticiyi, tefecilerin eline düşmekten de korur Çünkü üretimin devamı için paraya kaçınılmaz bir ihtiyaç vardır
    Fiyatlarda aşırı bir düşüklük olursa böyle alış-verişler caiz değildir Selemin sahîh olması için şu şartların bulunması gerekir:
    a-Malın vasıflarının belli olması cinsi, nev'i, niteliğinin önceden belirlenmesi
    b-Miktarının belirlenmiş olması Kaç kilo, kaç metre, kaç ölçek vs olacağının bilinmesi
    c-Vadenin belirlenmesi Selem yoluyla satılan malın ne zaman teslim edileceği belirtilmelidir Belirtilen vakitte malın teslim imkânı olmayacaksa veya olmazsa selem bâtıl olur Meselâ: Nisan ayında buğday teslimi imkânsızdır Nisan ayında buğday teslim etmek üzere bir çiftçinin önceden selem tarzında satış yapması caiz değildir
    d-Mal karşılığında alınan paranın miktarını belirlemek ve parayı peşinen almak Fiyatta aşırı derecede ucuzluk olmamalıdır
    5-Veresiye satışlar : Satılan malın bedeli peşin alınabileceği gibi, belirli bir süre sonra da alınabilir Bu tür alış-verişlerde malın karşılığının (bedel) para gibi başka bir cinsten olması gerekir Aynı cins malların (meselâ altınla altının) veresiye satışı caiz değildir
    Alış-veriş çeşitlerinden bir diğeri de Bey' bi'l-vefa'dır Vefâ yoluyla satım akdi yapmak demektir Bir terim olarak ise, bir malı, satış bedelini iade edince geri almak üzere bir kimseye bir para veya borç karşılığında geçici olarak satmak anlamına gelir Satıcı semeni geri verince veya borcunu ödeyince, alıcı satın almış olduğu şeyi geri verir Böyle bir akit, alıcının maldan yararlanabilmesi dikkate alınırsa sahih satım akdi; tarafların akdi fesh edebilme yetkilerine bakınca da fâsid satım akdi niteliğindedir Alıcı, vefâ yoluyla satın aldığı malı başkasına satamayacağı cihetle de bu, rehin* hükmündedir ve bu rehin olma özelliği üstündür Fâkîhlerin çoğu, bey' bi'l-vefâ şeklindeki satım akdini caiz görmüşlerdir (Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu VI, 126-127)
    Bu muâmele faizden kaçınmak ve borcu teminata bağlamak amacıyla örfleşen bir satış şeklidir Burada, satıcı ileriki bir tarihte satış bedelini geri vermeyi veya daha önceden kalma borcunu ödemeyi, alıcı da buna karşılık malı iade etmeyi taahhüt ettiği için akit bu adı almıştır Buna "bey'u'l-muâmele" denildiği gibi, Mısır'da "bey'u'l-emâne" adı da verilmiştir
    Mîlâdî XV yüzyıl başlarında yaşayan Şeyh Bedruddin Mahmûd (ö 823/1420) bey' bi'l-vefâ tarzındaki satışın başlangıcı hakkında şöyle der: "Zamanımızda ribâdan korunmak için, bey'bi-l-vefâ şeklindeki satış örf haline gelmiştir Bu, gerçekte bir rehin muâmelesi olup alıcı mebia mâlik olamaz ve mâlikin izni olmadıkça gelirinden de yararlanamaz (Ali Efendi, Fetâvâ, c I s 300)
    Vefa yoluyla satışta, taraflar tek yanlı irade beyanıyle dilediği zaman akdi feshedebilir Alıcı, akit süresince mala mâlik olamaz Satıcı her an satış bedelini iade edip malı geri isteyebilir Alıcı da malı geri verip, parayı talep edebilir, tarafların sözleşmede belirlenen süreye uymaları da gerekmez Satışa konu olan mal, rehin hükmünde olduğu için, ne satıcı ve ne de alıcı diğerinin izni olmadıkça malı başkasına satamaz Bu hak tarafların mirasçılarına da intikal eder Ancak taraflardan birisi, diğerinin izniyle satış yapabilir
    Rehin edenin izni bulununca, rehin bırakılan şeyden, rehin alanın yararlanması mümkün ve caizdir Vefâ yoluyla satış da rehin niteliğinde olduğu için alıcının bundan yararlanması mümkündür Mecelleyi şerh eden Ali Haydar Efendi bu konuda şöyle der: "Mebî'in, yani vefâen satılan bir gayrı menkûlün menfaatlerinden bir bölümü alıcıya ait olmak üzere şart kılınsa, bu şarta riayet olunur Çünkü Mecelle'nin seksenüçüncü maddesinde: "Imkân ölçüsünde, şer'-i şerife uygun bulunan şarta uymak gerekir" hükmü yer alır Meselâ, vefâen satılan bir bağın üzümü, satıcı ile alıcı arasında yarı yarıya paylaşılmak üzere, karşılıklı rıza ile mukâvele olunsa, bu mukâveleye göre amel edilmesi gerekir Ancak zikredilen menfaatlerin alıcıya ait olması şart kılınmadığı halde, alıcı o menfaatleri izinsiz olarak istihlâk etse tazmin etmesi gerekir Çünkü vefâen satılan maldan meydana gelen mahsûle alıcı mâlik olamaz Ancak satıcının mübah ve helâl kılmasıyla istihlâk etmişse, satıcı bunu alıcıya tazmin ettiremez Mahsûl, alıcının haddi aşması veya kusûru bulunmaksızın telef olsa, tazmin gerekmez Ancak telef olan miktar kadar borçtan düşülür (Ali Haydar, Mecelle Şerhi, I, 664-667)
    Borç para bulmaya veya bir borcu ertelemeye yönelik bu gibi çareler, Ebû Hanîfe ve Imam Şâfiî'ye göre, yararlanma akit sırasında şart koşulmaması kaydıyla caizdir
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  9. #39
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

    BELEDİYE MEMURU TARAFINDAN KIYILAN NİKAH DİNEN MU'TEBER MİDİR? Şafii mezhebine göre nikahın sahih olabilmesi için akidde kadının velisi bulunması gerekir Yani icab'ın veli veya vekili tarafından olması lazımdır
    Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: "Veli ve iki şahidi bulunan nikahtan başka nikah yoktur" (Yani muteber değildir) Belediye nikahında ise veliye yer verilmiyor Çünkü belediye memuru önce geline, sonra damada hitaben der ki: Filan adamı veya hanımı eş olarak kabul ediyor musun? Onların da "evet" şeklindeki cevaplarını aldıktan sonra nikahı ilan ediyor Görüldüğü gibi Belediye nikahında velinin hiç rolü yoktur Bunun için Şafii olan kimsenin Belediye tarafından nikahı kıyıldıktan sonra İslam'a uygun bir şekilde yeni bir nikah kıydırması tavsiye edilir Yoksa dinen nikahı vardır, denilmez Hanefi mezhebine gelince nikahın sahih olabilmesi için velinin bulunması şart değildir Fakat akit, siğanın her iki tarafı –icab ve kabul- maziyi (geçmişi) ifade veya birisi mazi, diğer hali –şimdiki zamanı- veya istikbali ifade etmesi gerekir Yani nikah memuru; sen falan adamı veya hanımı eş olarak kabul ediyormusun şeklinde değil; sen falan adamı veya hanımı eş olarak kabul ettinmi? Dediği, onların da cevabı "evet" olduğu takdirde nikah sahih olur, yoksa sahih değildir Dinen naikahın kıyılması hususunda ne imamın, ne Belediye memurunun rolü yoktur Hanefi mezhebine göre kadın, iki şahid huzurunda koca olacak kimseye: ben seninle evlendim Koca da: ben de seninle evlenmeyi kabul ettim deseler nikah kıyılmış olur Şafii mezhebine ise zevce yerine veli, nikahı kıyacaktır Yalnız her önemli iş için başında besmele, hamdele ve salvele getirmek sünnettir Yoksa o iş bereketsiz olur












    BELEDİYE NIKÂHI, YA DA RESMÎ NİKÂH: Belediyenin evlendirme dairelerinde kıyılan nikâh Islâmî açıdan da nikâh sayılır mı? Bu sorunun cevabını verebilmek için Islâmî nikâhın nasıl olduğunu bilmemiz gerekir
    Fıkıh usulünde insanın fiilleri hissî ve şer'î olmak üzere ikiye ayrılır: Şer'î fiiller, şeriat gelmeden önce bulunsa dahi, şeriatin müdahale ettiği ve yeni bir şekle soktugu fiillerdir Islâmî nikâh da; niteliklerini şeriat belirlediği için şer'î, yani dinî bir fiildir Dinî bir fiilin nasıl olacağı, dîni kabul etmeyen bir sistem tarafından değil bizzat din tarafından belirlenir
    Islâmî nikâh, tarafların müslüman olması halinde; "îcâb" ve "kabul" ün bulunmasıyla gerçekleşmiş olur "Icâb"; birinin diğeriyle evlenme isteğini bildirmesi, "kabul" de; diğerinin bu teklifi kabul etmesi demektir Bu karşılıklı sözleşmenin hiçbir şüpheye yer bırakmaması gerekir Çünkü nikâh önemli bir müessesedir Taraflar bütün varlıklarıyla birbirinin olmakta ve ömür boyu sürmesi gereken bir müessese bu temel üzerine oturmaktadır Onun için nikâhtaki anlaşma kelimeleri, ya açıkça nikâhı ve evlenmeyi anlatan kelimeler olmalıdır, ya da o anda başka anlama gelme ihtimalı olmayan ve kendileriyle evlenme kastedildiği kesin olan kelimeler olmalıdır Meselâ:
    Kadın: - "Beni eşliğe (ya da zevceliğe) kabul ettin mi?"
    Erkek: - "Ettim (Ya da seni zevce olarak aldım, eşliğe kabul ettim)" gibi
    Veya:
    Erkek: - "Seninle evlenmek istiyorum, bana zevceliği kabul eder misin?"
    Kadın: - "Ettim"
    Görüldüğü gibi birinci örnekte "îcâb" kadından, "kabûl" erkekten, ikinci örnekte de "îcâb" erkekten, "kabûl" kadındandır Bu birşey değiştirmez, önemli olan:
    1 Icâb ve kabulün başka anlama ihtimal olmayan sözlerle olması,
    2 En azından birinin geçmiş zaman kipiyle bulunmasıdır Ancak bu Arapça'nın özelliğinden dolayı böyledir Türkçe'de ise nikâh yapılan mecliste taraflar "ediyorum" deseler dahi bu, istikbalde kabul edebileceği ihtimalı taşımadığından bununla da nikâh gerçekleşmiş olur
    Ama "ettim" yerine, "ederim" demesi, şüpheye yer vermiş olabilir Çünkü bu ifade o anda kabul ettiğini kesinkes göstermez, "mümkündür edebilirim" ve "ileride ederim" anlamlarına da gelebilir Nikâhta bunları üçüncü bir kimsenin, meselâ nikâh memurunun sorması şart değildir Hattâ bu, nikâhı papazın nikâh kıymasına benzettiği için bid'at ve mekruhtur diyenler de vardır Ancak karıkoca adayları onun sormasıyla cevap vermiş olsalar da nikâh yine gerçekleşmiş olur Ikinci olarak; karıkoca adaylarının "îcâb" ve "kabûl"lerini duyarak şahitlik eden hür ve müslüman iki erkek, ya da bir erkek iki kadın şahit gerekir Onların hiçbir şey söylemelerine gerek yoktur
    Islâmî nikâhta ayrıca "mehir" vardır Mehir nikâhın geçerli olmasının şartı değildir ama, nikâhın gereğidir Yani mehir söz konusu edilmeden de nikâh geçerlidir Nikâhın bulunması, kocanın karıya mehir vermesini şart kılar
    Şimdi tekrar başa dönersek; eğer belediyede kıyılan nikâhta bu şartlar varsa, Islâmî yönden o da geçerli bir nikâhtır, yoksa değildir diyebiliriz
    Fakat itiraf etmeliyiz ki, belediye nikâhının Islâmî nikâhtan ayrıldığı birçok yönü vardır:
    l Her şeyden önce nikâh Islâm'da bir ibadettir, dinî kabul etmeyen, lâik sistemlerde ise sosyal bir mukaveledir
    2 Islâm'da kendisiyle evlenilebilen, ya da evlenilemeyen kimseler, lâik sistemler tarafından, olduğu gibi kabul edilmemektedir Meselâ bu sistemde süt kardeşler birbirleriyle evlenebilirler Evlenenlerin müslim, gayrı müslim, ehli kitap olması ya da olmaması hiçbir şey değiştirmez Halbuki Islâm'da süt kardeşler birbirleriyle evlenemeyeceği gibi, müslüman bir kadın gayrı müslim bir erkekle, müslüman bir erkek dinsiz ya da putperest bir kadınla evlenemez
    3 Lâik sistemde sahitlerde aranan nitelik meselâ, TC vatandaşı olmaktan ibarettir Halbuki Islâmî nikâhta sahidin müslüman olma şartı vardır ve iki sahitten en az birinin erkek olması gerekir
    4 Islâmî nikâhta "îcâb" ve "kabul" ifadelerinden en az birinin geçmiş zaman kipi olması ya da o anda kabul ettiğini gösteren bir ifade bulunması gerekir, halbuki, lâik sistemin nikâhında "ederim" gibi ifadelerle de nikâh kıyılmaktadır
    Aslında nikâhın dinî bir iş olmaktan çıkarılamayacağını Batılılar anlamışlar ve nikâh işini, kiliseye ve papazlara bırakmışlardır Çünkü kudsîlik vermeden bu müessesenin yürümesi zordur Kudsîlik de ancak dînî olmakla olur
    Öyleyse Islâmî yönden de nikâhlı olmak isteyenler resmî nikâh behemehal yapılacağına göre resmî nikâhtan önce ya da sonra (Günümüz şartlarında, resmî nikâhtan önce dini nikahın yapılmaması tavsiye olunur Çünkü Islâmî hükümlerin yaptırımı (müeyyidesi)- yaşadığımız ortam itibariyle- bulunmadığından, bazı insanlar mâdur edilebiliyorlar ve resmî nikâhtan önceki ayrılmalarda erkek ve genellikle de kız zarar görebiliyor) dinî nikâh da yaptırmak zorundadırlar denmektedir








    BELEDİYE OTOBÜSLERİNE PARASIZ BİNME: Içinde yaşadığımız bozuk düzenin hakkını yemek caiz olur mu? Meselâ otobüse 200 liralık yerine 100 liralık bilet atmak gibi Caiz değilse şimdiye kadar yaptığımız haksızlıkları kime helâl ettirecegiz?
    Düzen ne kadar bozuk olursa olsun devlet, hakiki değil hükmî bir şahsiyettir ve yaptığı harcamaları ve hizmetleri kendi parasından değil yine halkın parasından yapmaktadır Dolayısı ile devletindir denilip aşırılan paralar, ya da elektrik, su, ulaşım vasıtaları vb şeylerden yararlanıldığı halde verilmeyen bedelleri aslında milletin fertlerinden aşırılmış olur Onun için buna caizdir diyebilmek, millet fertlerinin fırsat bulabilenleri, bulamayanlarını soyabilir demek olur Öyleyse bunu inananların yapmaması gerekir En zayıf düşünenlere göre bile, bu şüpheli bir konudur Halbuki, Rasûlüllah Efendimiz (sav), "Şüpheli şeylerden kaçınan dinini ve ırzını korumuş olur"(Buhari, Iman 39, Buyû' 2; Müslim, Musakât 107,108; Ebu Davûd, Buyû' 3) buyurmuştur Kendileri de, somut bir küfür düzeni olan Mekke toplumunda bulunmuş olmasına rağmen her konudaki güvenirliği ile "Muhammedü'1-Emîn=Güvenilir Muhammed" ünvanını almışlardı Bu noktayı inananların çok iyi düşünüp değerlendirmesi gerekir Çünkü öyle bir yönteme iki düşünceden biriyle başvurulmuş olabilir: l Mevcut sistemlerin ekonomik tercihleri "vahşi kapitalizm" olduğu, zengin fakir demeden halktan topladıkları paraların çok büyük bir yekününü ya mutlu azınlığın israf harcamalarına, ya da kazandıklarının çoğunu Isviçre'de, Amerika'da, Israil'de bloke eden oralarda harcayan, milletini düşünmeyen zenginlere, gerçek anlamda karşılıksız denebilecek kredilerle verdiği için devletten aşırmak, aslında bu tür israflara engel olmak, dolayısı ile "Hakça Düzen"in kurulmasını kolaylaştırmak demektir diye düşünülmüş olabilir 2 Biz de devletin vatandaşlarıyız Devlet, vatandaşlarına bakmak zorundadır Öyleyse bu hizmetlerden bedava yararlanmalıyız, denebilir Bu mülâhazaları şöyle cevaplandırabiliriz:1 Islâm, sadece gayenin değil, gayeye götüren vasıtanın da meşru olmasını emreder Eğer gaye, "Hakça" denen düzene kavuşmaksa en kestirme yolun haklara riayet etme olduğu bilinmelidir 2 Devlet (bizim anlayışımızda) herkese değil, muhtaç olan vatandaşına bakmak zorundadır Malı olana, malı olmasa dahi iş bulup çalışabilene, o da yoksa yakınlarından nafaka alma durumunda olana bakmak zorunda değildir Bunların hiçbirine sahip olmayana bakmak zorundadır Eğer siz de öyle iseniz, ihtiyacınız kadarını verilmese dahi alabilirsiniz, değilseniz alamazsınız Şimdiye kadar aldıklarınızı ise millete (hayır kurumlarına) iade edeceksiniz
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  10. #40
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

    BERÂET GECESİ Şaban ayının ondördüncü gününü onbeşinci gününe bağlayan gece
    Bu gece, değişik adlarla da anılmaktadır:
    Bu geceye, bereketli ve feyizli bir gece olması sebebiyle ‚Mübârek'; kulların günahlarının affolunması ve temize çıkmaları sebebiyle ‚Beraet'; kulların ihsana kavuşmaları nedeniyle ‚Rahmet', geceyi iyi değerlendiren kulların seçilerek salih kullar arasına alınması sebebiyle ‚Berae veya Sakk' adı da verilir
    Bu gecenin beş özelliği vardır:

    1) Bu gecede önemli işlerin seçimi ve ayırımı yapılır

    2) Bu geceyi ibadetle geçirenlere yardımcı olması amacıyla Allah tarafından melekler gönderilir
    3) Bu gece bağışlanma ve af gecesidir
    4) Bu gecede yapılan ibadetlerin fazileti çok büyüktür
    5) Bu gecede Peygamberimize şefaat yetkisinin tamamı verilmiştir Bu yetkinin üçte biri Şaban'ın onüçüncü günü, üçte biri Şaban'ın ondördüncü günü, geri kalan üçte biri de Şaban'ın onbeşinci günü verilmiştir

    Anne ve babasını incitenler, büyücüler, başkalarına kin besleyenler içki düşkünleri bu gecenin faziletinden yararlanamazlar
    Bu konuyla ilgili olarak şu hadisler rivayet edilmektedir:
    Peygamber Efendimiz (sas) bu geceyi Hz Âişe validemize tanıtırken şöyle buyurmuştur:
    "Bu gece Şaban'ın onbeşinci gecesidir Allah Teâlâ bu gecede Benü Kelb kabilesinin koyunlarının tüyleri sayısınca insanları Cehennem'den kurtarır Ancak kendisine şirk koşanların, müslümanlara karşı kin ve düşmanlık besleyenlerin, akrabaları ile münasebeti kesenlerin, gururlu ve kibirlilerin, ana-babasına asî olanların ve içki içmeye devam edenlerin yüzüne bakmaz " (Buhârî, et-Tergîb ve't-Terhib, II, 118)
    Insanların bir sene içerisindeki rızıkları, zengin veya fakir olacakları ve ecelleri gibi mühim hususlar o gece içerisinde meleklere bildirilir O geceyi ibâdet ve tâatla geçirmek ve nafile namaz kılmak sevaptır Fakat o geceye mahsus belirli bir namaz şekli yoktur Nitekim Peygamber Efendimiz bu geceyi ibadetle geçirmiş ve Allah'a şöyle dua etmiştir: "Azabından affına, gazabından rızana sığınır, senden yine sana iltica ederim Sana gereği gibi hamdetmekten âcizim Sen seni senâ ettiğin gibi yticesin " (et-Tergib, II, 119, 120)
    Peygamber Efendimiz (sas) bizlere de şöyle buyurmuştur:
    "Şaban ayının yarısı (Berâet gecesi) gelince: gecesini namazla, gündüzünü oruçla geçiriniz Cenâb-ı Allah o gece güneşin batmasıyla dünya göğüne iner ve şöyle der: Benden af dileyen yok mu; onu affedeyim Rızık isteyen yok mu; rızık vereyim Şifaâ dileyen yok mu; şifâ vereyim "
    "Allah Teâlâ Şaban'ın onbeşinci geresi (Berâet gecesi) tecelli eder ve ana-babaya asi olanlarla Allah'a ortak koşanlar dışında bütün kullarını bağışlar " (Ibn Mace, Ikametü's-Salât, 191; Tirmizî, Savm, 38)










    BEY'AT Kabul etmek, razı olmak ve tasdik etmek anlamında kullanılan bir ıstılah Bey'at "Bir mükellefin, ehil olan bir cemaat (Ehlu'l-hall ve'l-akd) tarafından tesbit edilen Halîfe'ye (Imam'a, Ulû'l-emr'e) itaat edeceğine ve sadık kalacağına dair söz vermesidir" Bu bir anlamda mükellefin Islâmî olan (meşrû) her emirde hoşuna gitse de, gitmese de itaat edeceğine dair yaptığı bir sadakat yeminidir Zira Resul-u Ekrem (sas)'in: "Müslümanlar gerek hoşlarına giden, gerek hoşlarına gitmeyen her hususta, kendilerinden olan emir sahiplerine itaat ederler Bununla yükümlüdürler Ancak günah işlemeleri emredilirse itaat etmezler" (Buhârî, Ahkâm, 4) buyurduğu bilinmektedir Yine diğer bir hadîs-i şerif'te: "Âllahu Teâlâ'ya isyan olan yer ve konuda mahlûka itaat yoktur Itaat ancak ma'ruftadır" (Müslim, Imâre, 39; Ebû Davûd, Cihad, 87; Nesâî, Bey'at, 34; Ibn Mâce, Cihad, 40) buyurulmuştur Dolayısıyla bey'at sonucunda ortaya çıkan itaat Islâmî hükümlerle sınırlıdır Allahû Teâlâ (cc)'nın indirdiği hükümlerin hakkıile edâ edilmesi ve insanlar arasındaki ilişkileri düzenlemesi için, bey'at zaruridir Islâm ûleması "bey'at ile ilgili ilimlerin, mükellef olan her erkek ve kadın üzerine farz-ı ayn olduğu" hususunda müttefiktir Nitekim Ibn Hümâm: "Mü'minlerin kendi içlerinden bir imam seçmelerinin lüzumunun sebebi, Islâmî emirleri hakkıile edâ etmek içindir" (Ibn Hûmam, Kitâbu'l-Musâyere, Istanbul 1979, s 265) diyerek, meselenin hassasiyetine işaret eder
    Dolayısıyla bey'at, müslüman kadın ve erkeğin, müslüman lidere karşı görev ve sorumluluğu, Kur'an'da belirtilip sünnet ile açıklanarak uygulandığı şekilde, kabul etmek için yaptıkları sözleşmedir
    Bey'at, cemaatın selâmeti ve muhafazası, hudûdullah'ın tatbiki için müminlerin kendilerine bir emir tayını ile bu emire itaat etmek üzere ahidleşmeleridir
    Hududullah'ın tatbiki, mutlaka organıze edilmiş kurumları ve yetkileri belirtilmiş bir sosyal olgu gerektirdiğine göre; inanan müslümanların böyle bir sosyal olguyu gerçekleştirmek için bir lider ve başkana meşrû hududlar içinde bey'at etmeleri şart olmaktadır
    Kur'an merkezî bir itaatı gündeme getirmiştir Toplumun selâmeti; emrine itaat edilen bir imamın varlığı ile mümkündür Herkes o imamın işareti ile hareket eder
    Imama itaat edilmesi için; onun kendisine itaat edilecek derecede doğru ve bilgi sahibi, cesur ve dirayetli olması, hür olması, kendisine bey'at edenler arasında bir ayırım yapmadan onlardan herhangi birine bir zarar geldiği zaman bunun bütün topluma geldiği ve toplum için bir tehdit oluşturduğu görüşünde bulunması, düşmanın her türlü hile ve metodunu anlayacak kapasitede olması ve tâğûtî metotlardan uzak olarak işlerini şûrâ ile yapması gerekmektedir
    Kendisine bey'at edilen, müminlerden bey'at alırken bu göreve ehil olup olmadığını düşünmeli, Kur'an ve sünnete bağlı kalıp kalamayacağını, Râşid hâlifelerin yollarını takip edip edemeyeceğini düşünmelidir Eğer Islâmî hükümler ve selef-i salihini izleyebileceğini düşünebiliyorsa bey'at almalıdır Çünkü bey'at alması, inananların düşmandan kaçmayacaklarına, kendisini destekleyeceklerine, hakkın ikamesine çalışacaklarına, yalan söylemeyeceklerine, zalimlerden intikam alacaklarına kısaca hududullahı muhafaza edeceklerine dair söz ve and vermeleriyle yapılmaktadır Onların bu andını kabul ettikten sonra bu prensipler dahilinde musafahalaşırlar
    Bey'at; kitap, sünnet ve sahabe-i kirâm'ın icmaı ile sabit olan sâlih bir ameldir
    Kur'an-ı Kerîm'de, Resul-u Ekrem (sas)'e hitâben: "Sana bey'at edenler, ancak Allah'a bey'at etmiş olur Allah'ın eşi onların (Bey'at edenlerin elleri üstündedir Şu halde kim (bu bey'at bağını, ahdini) çözerse, kendi aleyhine çözmüş olur Kim de Allah ile sözleştiği şeye vefa ederse (Allah) ona büyük bir ecir verecektir" (el-Feth, 48/10) hükmû beyan buyurulmuştur Bey'at, insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde ve siyasî otorite ile olan münasebetlerinde, İslam'ın hükümlerine razı olduklarını ihlâsla ortaya koyan bir akiddir Bilindiği gibi müminlerin kendi aralarından seçtikleri bir Ulû'l-emr'e (siyasî otoriteye) itaat etmeleri kat'î nasslarla farz kılınmıştır Nitekim Kur'an-ı Kerîm' de: " Ey iman edenler! Allah'a itaat edin Peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine (Ulû'l-emr'e) de (itaat edin) " (en-Nisa, 4/59) emri verilmiştir İslam'ın temel hedeflerini gerçekleştirebilecek ve bu uğurda her türlü engeli aşabilecek vasıf taki insanın tesbiti önemli bir hâdisedir Bu sebeple fukahâ bey'at edilecek kimsede aranan vasıf lar hususunda titizlik göstermiştir Şurası muhakkak ki, halîfe (ulû'l-emr), müminlerin irade beyanı ve rızaları sonucu ortaya çıkabılir Zorbalıkla ve kılıç zoruyla (ikrahla) alınan bey'at geçerli değildir Zira Hz Ömer (ra): "Bir kimse müslümanlara danışmadan ister kendisi başkan olmak, isterse de başkasını başkanlığa geçirmeğe kalkışırsa (vazgeçmediği tadırde) onu öldürmelisiniz"demiştir (Muhammed Ravvas Ka'l-acı, Mevsûatu fıkh Ömer b el-Hattâb, 1401/1981, 103) Öldürülmeye müstehak olan tiplerin "meşru bir ûlû'lemr" olarak değerlendirilebilmesi imkânsızdır Fûkahâ'dan bazıları "Zarûret" halinde, zorbalıkla (kuvvet kullanarak) başa geçen, fakat Islâmî hükümleri tatbik eden kimselere itaat edilebileceğini zikretmişlerdir Nitekim Ibn Âbidin "Reddü'l Muhtar" da: "Zaruretten dolayı zorbanın sultanlığı sahihtir" demektedir Ancak Imam'da bulunması gereken vasıf lar kendisinde mevcut olmalıdır Hilâfete tayınde asıl olan, müminlerin seçmesidir Imamlık akdi ya halîfenin kendi yerine birini seçmeşiyle olur -nitekim Hz Ebû Bekir (ra) böyle yapmıştır- yahut ûlemâdan ve söz sahiplerinden bir cemaatin bey'atiyle olur Imam Eş'arî'ye göre şahitler huzurunda olmak şartı ile söz sahiplerinden meşhur bir âlimin bey'atı yeterlidir Şâhidler huzurunda olması, şayet inkâr vâki olursa, onu defetmek içindir Mûtezile ise, beş kişinin bey'atını, hanefilerden bazıları da, bir cemaatın bey'atını şart koşmuş, belli bir sayıya itibar etmemişlerdir Zarûretten maksad fitneyi önlemektir Bir de Peygamber (sas): "Size burnu kesik Habeşli bir köle bile hükümdar olsa dinleyin ve itaat edin! " buyurmuştur (Buhârî, Ahkam, 4) diyerek konunun mahiyetini izah eder Ileriyi görebilen Islâm âlimleri, "Zarûret" mefhumunun sınırlarının bir hayli nazık olduğunu bilir Zalimlerin, fâsıkların, delilerin ve çocukların halîfeliğine; "fitne çıkmasın" gerekçesiyle razı olmanın faturasını ümmet çok ağır ödemiştir Islâm topraklarındaki tağutî iktidarların oluşmasında, farz olan "emaneti ehline verme" fiilının terkedilmesinin büyük payı vardır Resul-u Ekrem (sas)'in:
    "Iş, ehil olmayanın eline geçti mi, kıyameti gözetleyiniz" (Buhârî, Ilim, 2) mealindeki tesbiti üzerinde iyi düşünülmelidir Kaldı ki sadece müminlerin emirının (Halife'nin) muttakî olması kâfi değildir Bu muttakî olan halîfe'nin her sahada, müminlerin en ehliyetli olanına görev vermesi zarûrîdir Nitekim bir hadîs-i şerifte:
    "Idaresi altında bulunan müslümanlardan daha ehliyetlisi bulunduğu halde, bir başkasına vazife veren hakikaten Allah'a, O'nun Resulüne ve Islâm milletine ihanet (hâinlik) etmiş olur" (Ibn Humâm, Fethü'l-Kadîr, V, 457) hükmü beyan buyurulmuştur Bey'at ile ilgili ilimler mükellef olan her mümin erkek ve kadın üzerine farz-ı ayn'dır
    Günümüzde "bir kimseye, bey'atın farz olabilmesi için Islâmî bir yönetimin (devletin) bulunması şarttır" tezini ileri süren anlayışlar vardır Halbuki Resul-u Ekrem (sas) ile müminlerin yaptığı ilk bey'at, Akabe'de gerçekleşmiştir Bu tevâtür derecesindeki haber bütün sahîh kaynaklarda mevcuttur Aksini iddia eden hiç kimsenin varlığından söz edilemez Bu bey'at'ın Mekke tebliğ döneminin sonlarına rastladığı da bilinmektedir Mekke dönemi*yle ilgili olarak Imam Serahsî: "O dönemde Mekke Islâm ahkâmının tatbik olunmadığı bir darû'ş-şirkti" (Imam Serahsî, el-Mebsüt, XIV, 57) tesbitini gündeme getirmektedir Ibn Abbâs (ra)'dan rivayet edilen bir hadîs-i şerîf'te, Medine'nin de aynı dönemde "darû'ş-şirk" özelliği taşıdığı kaydedilmektedir (Nesâî, el-Bey'a, 13) Dolayısıyla ilk bey'atın gerçekleştiği dönemde, Islâmî bir devlet mevcut değildi O şartlar altında, Resul-u Ekrem (sas)'in bey'at alması, müminlerin her halûkârda, kendi içlerinden bir emir seçmelerinin zaruretini ortaya koymaktadır Günümüzde emperyalist kâfirlerin istilâsı altında yaşayan milyonlarca müslüman vardır Bu müslümanlardan bazıları kendi içlerinden bir cihat emirine bey'at ederek istilâyı ortadan kaldırma hususunda gayret sarfederken, bazıları kâfirlerin kültürlerine boyun eğmiş ve tağûtî iktidarları kabullenerek zilleti seçmiştir Halbuki müminlerin kime ve hangi şartlarda itaat edecekleri kat'i naslarla sabittir Kâfirlerin kültürlerine boyun eğerek ve tâğûtî iktidarları kabullenerek yaşamayı esas alanların, "Cahiliye ölümüyle ölmeleri" kaçınılmalıdır Resul-uEkrem (sas)'in:
    "Her kim ûlû'l-emr'e itaatten bir karış kadar ayrılırsa kıyamet gününde Allah'a ameli hususunda, lehinde hiç bir hücceti olmaksızın kavuşacaktır Her kim de (Ulû'l-emr'e) bey'at sorumluluğu olmadan ölürse, cahiliye ölümüyle ölür" (Buhârî, Ahkâm, 4; Müslim, el-Imâre, 58,1851) buyurduğu sabittir Müminler için iki yol vardır: Eğer meşrû bir ûlû'l-emr mevcut ise, O'na bey'at etmeleri ve meşrû emirlerine itaat hususunda gayretli olmaları esastır Yok eğer tağûtî bir yönetimin istilâsı altında iseler; kendi içlerinden bir ûlû'l-emr seçmek ve istilâyı ortadan kaldırmak için, dilleriyle, mallarıyla ve canlarıyla cihat etmek zorundadırlar
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

Sayfa 4/26 İlkİlk ... 23456 ... SonSon

Benzer Konular

  1. Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.....İNDİR
    By BuRaK in forum E-kitap bölümü
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 12.06.09, 08:23

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •