Sayfa 2/26 İlkİlk 1234 ... SonSon
255 sonuçtan 11 ile 20 arası

Konu: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

  1. #11
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

    ALIŞ-VERİŞDeğeri olan bir malı yine değeri olan başka bir mal veya para karşılığında değiştirme Alış-veriş tarafların karşılıklı onayı ile yani icab ve kabûl ile gerçekleşir Iki taraftan biri malı, diğeri karşılığı olan para veya kıymet taşıyan başka bir malı ele geçirmeleri netîcesinde satışın gerçekleştiği söylenebilir
    Insanlar dünya hayatlarında geçimlerini sağlamaları için belirli bir ölçü içinde karşılıklı mal mübâdelesinde bulunmak zorundadırlar, buna da ‚rızık temini' denilir
    Cenâb-ı Hakk, "Yeryüzünü size boyun eğdiren (ondan yararlanmanız için size itâat ettiren) Allah Teâlâ'dır O halde yeryüzünün sırtlarında (dağlarında tepelerinde ve ovalarında) dolaşın da Allah'ın size verdiği rızıklardan yararlanın" (el-Mülk, 67/15) buyurmuştur Yeryüzünde dolaşmaktan maksat insanlara faydalı olan nîmetlerin ortaya çıkarılmasını sağlamak ve bunun için araştırma yapmaktır Cenâb-ı Allah yeryüzünü insanlar için rızık sağlama yeri kılmıştır Abdullah b Mes'ud (ra)'tan rivayet edilen bir hadîste Hz Peygamber (sas) şöyle buyurmuşlardır: "Rızık sağlamak gayesiyle çalışmak her müslüman üzerine farzdır " Buna göre müslümanlar helâl ve haramlara dikkat ederek kendilerinin ve aile ferdlerinin rızıklarını sağlamak zorundadırlar Ancak bu rızkı sağlamak için çalışıldığında mutlaka Allah'ın rızası ve O'nun koyduğu sınırlar gözetilmelidir Hz Ebû Bekr'in: "Haram ile beslenen bir vücûda ancak Cehennem ateşi yakışır" sözü müslümanın rızık temini ve alış-veriş anlayışını en güzel bir şekilde belirtmektedir Ashâbın helâl alışveriş yapmak ve haramlardan uzak durmak için şüpheli olan hususları bile terk ettiklerini biliyoruz Ticaretle uğraşan bir müslümanın, İslam'ın alışverişe dair koyduğu bütün hükümleri ana hatlarıyla bilmesi gerekir Günlük hayatta yapılan alış-verişleri Allah'ın razı olacağı bir usûlde yürütebilmek için de bu hükümleri asgarî ölçüde bilmek her müslüman için farzdır
    Islâm fıkhına göre bir müslümanın kendisinin ve aileşinin nafakasını sağlamaya ve varsa borçlarını ödemeye yetecek kadar para kazanması ‚farz'dır Bunun dışında, fakîr müminlerin ihtiyaçlarını karşılamak ve akrabalarına ikram etmek için kazanmak da ‚müstehap'tır Güzel ve müreffeh bir hayat sürmek için bundan fazlası için çalışmak ‚mübah'tır Başkalarına karşı kibirlenmek, dünyevî hırsa kapılarak başkasının servetiyle yarışmaya kalkışmak ve bu mal ile azgınlık ve taşkınlık yapmak için kazanmak, bu kazanç helâl yolla dahi olsa ‚haram'dır Buna karşılık, küfre karşı verilen mücadelede maddî katkıda bulunmak ve malınıAllah yolunda infak için samimî bir niyetle çok çalışıp para kazanmak da güzel bir ibadettir Bu gaye için çalışıp para kazanan kişi sürekli ibadet hâlinde sayılır
    Aynı şekilde Islâm, çalışıp kazanabilme gücüne sahip olan bir kimsenin dilenmesini yasaklamıştır Hz Peygamber (sas) şöyle buyurmaktadır: "Allah'a yemin ederim ki sizden birinizin, ipini alıp da, dağdan bir bağ odunu taşıyıp getirmesi ve bu odunu satıp onunla aileşinin ve kendisinin geçimini sağlaması, başka birinden istemesinden çok hayırlıdır Kim bilir yardım istediğiniz kimse ya verir minnetine girersin, yahut vermez zilletini çekersin " (Buhârî Musâkât, 13, Zekât, 50, Buyû', 15; Ibn Mâce, Zekat, 25; Ibn Hanbel, I, 167)" Buna göre, çalışmaya gücü yeten kimsenin dilenmesi meşrû değildir
    Islâm'da rızık temin etmenin en faziletli yolu cihad'tan (ganimetten) sonra ticarettir Sonra ziraat ve sonra da zanaattır Bütün bu rızık temin etme yollarında alış-veriş işlemi sözkonusu olmaktadır
    Gerçekte insanın ihtiyacını gideren eşya, tarım veya sanayı ürünüdür Bundan dolayı bazı ekonomik sistemler, insanların, tarım ve sanayı dışındaki yollarla kazanç temîn etmesini kabul etmezler Fakat, bir malın üretilmiş olması, ihtiyaçların giderilmesi için yeterli değildir Ihtiyaç, ancak üretilen eşyanın, muhtaç olanlara ulaştırılmasıyla giderilir Çiftçi veya sanayıcinin ürettiği malı, ihtiyacı olanlara ulaştırabilmesi ise mümkün değildir Türkiye şartlarında düşünecek olursak, bir fabrikanın ürettiği malları tüketicisine ulaştırabilmesi için birçok yerde şube açması ve bunlarla dağıtımını yapması gerekir Diğer taraftan tüketicilerin, ihtiyaç duydukları eşyayı elde edebilmeleri için doğrudan üretici ile ilişki kurmaları da imkânsızdır Öyleyse, eşya ile tüketici arasında köprü olacak, bunları birbirine ulaştırarak, yukarda zikredilen mahzûrları ortadan kaldıracak fakat yaptığı bu hizmet için belirli bir kâr elde edebilecek bir hizmet sektörüne ihtiyaç vardır Işte bu da, ‚Ticaret Sektörü'dür
    Insanlara hizmet anlayışıyla yapılan bu manadaki ticareti Islâm meşru ve makbûl saymıştır Ticaret hakkında Allah'u Teâlâ şöyle buyurur;
    "Allah, ticareti helâl, ribâyı da haram kıldı" (Bakara, 2/275)
    "Güvenilir, doğru ve müslüman tacır, kıyamet günü şehidlerle beraberdir"(Ibn-i Mâce, Ticârât, 1) Hadîs-i Şerîfi de dürüst ticaretin sahibine ne kadar sevap kazandıracağını belirtmektedir
    Islâm'a göre ticaret; değerli olan bir malı, değerli olan bir diğer mal veya para karşılığında değiştirmektir Dinimizin ticarette gözettiği gaye, her ne pahasına olursa olsun kazanmak değil, insanlara, ihtiyaçları olan faydalı eşyayı temin ederek hizmette bulunmak, bu vesîle ile de normal, meşru bir kazanç sağlamaktır





    ALIŞ-VERİŞİN ŞARTLARI
    Ticarette mübadele edilen malın kıymetli olması: Ticareti yapılan mal, kullanılması dînen caiz olan maldır; helâl olan yiyecekler, giyecekler, çeşitli eşyalar gibi Kullanılması haram olan eşyanın ticareti de haramdır Peygamberimiz Mekke fethinde insanlara şöyle demiştir: "Allah ve Resulü şarap (bütün alkollü içkiler), ölü hayvan, domuz ve putların satışını yasakladı" (Müslim, Müsakat, 13)
    Insanlara haram kılınan şeyler, gerçekten onlara zararlı olan şeylerdir Haram olan malları satanlar insanlara kötülük yapmış olurlar Dînimiz böyle malların ticaretini yasaklayarak insanların birbirine kötülük yapmalarını önlemiştir
    Malın özelliklerinin belirli olması, gizli bir kusuru bulunmaması: Peygamberimiz şöyle buyurur: "Birbirinden ayrılmadıkça alan ve satan pazarlığı bozmakta muhayyerdir Alan satan doğru söyler, malın özelliklerini açıklarlarsa alış-verişleri bereketlenir; yalan söyler ve malın ayıplarını gizlerlerse ticaretlerinin bereketi yok olur " (Müslim, Büyû, 11) Çünkü böyle bir alış-veriş, taraflardan birinin aldanması, zarara uğraması demektir Bu ise dinde asla hoş görülmez Satılan malda herhangi bir kusur varsa bu gizlenmemeli; açıkça belirtilmelidir Ancak böyle satılırsa ticaret helâl ve bereketli olur
    Satılan malın mevcut olması: Mevcut olmayan bir malın satışı caiz değildir Mevcut olmayan malın alıcıya teslimi mümkün olmayabilir Bu takdirde alıcı mağdur olacaktır Böyle bir mağduriyeti önlemek için Islâm hukuku, hemen teslim edilecek veya teslim edilebilmesi mümkün olan malların satışını uygun görmüştür Peygamberimiz (sas) meyveler meydana gelmeden, tomurcuk veya çağla halinde iken satışını yasaklamış, ancak dönmeye başladığı bir zamanda satışına izin vermiştir (Müslim, Büyû, 13) Çünkü, olgunlaşmasına kadar meyvelerde pek çok haşar ve hastalık meydana gelebilir Bundan da alıcı büyük zarar görür Diğer taraftan bu safhada meyvelerin miktarlarını tahmin de güçtür Bütün bu sakıncalarından dolayı mevcut olmayan malın satışına izin verilmemiştir
    Mal ve bedelin belirli olması: Alışveriş belirli bir malın belirli bir bedelle değiştirilmesidir Mal veya bedelden biri belli olmazsa bu ticaret meşrû değildir Müşteri satılan malı görmeli, kontrol etmeli gerekli incelemeleri yapabilmelidir Satıcının da malı karşılığında alacağı şeyi; para ise miktarını başka bir mal ise, bunun ne olduğunu bilmesi lâzımdır Meselâ: müşteri, cüzdanımdaki paraya bu malı bana sat dese, satıcı da kabul etse böyle bir alış-veriş caiz değildir Bu tür alışverişlerde taraflardan biri için, mutlaka tehlike ve aldanma vardır Islâm'dan önce geçerli olan bu tür alışverişleri Peygamberimiz (sas) yasaklamıştır Akit unsurlarından birinin meçhul olduğu bu tür alış-verişlerin hepsine "garar" denir
    Malın teslim alınması, (Kabz): Satım akdinde, alıcının herhangi bir engelle karşılaşmaksızın, satın aldığı mal üzerinde tasarruf yetkisine sahip olması demektir Bu işlem, satılan malın teslim alınması ile gerçekleşir Kabz sayılan işlemler, satılanın durumuna göre değişir Meselâ ev veya arsanın teslimi; alıcının içine girmesi veya arsayı görecek şekilde yakınında durması yahut da evin kapı anahtarlarına sahip olması ile tamam olur Menkul mallarda ise, satılanın fiilen teslim alınması veya alıcının tasarruf alanına sokulması ile meydana gelir Ancak ölçü, tartı veya sayı ile satılan şeylerin kabzı; ölçerek, tartarak veya saymak suretiyle tamamının teslimi ile gerçekleşir (el-Kâsânî, Bedâyiu'sSanâyî, V, 244)
    Menkûl malların kabzdan önce satışının caiz olmadığı konusunda görüş birliği vardır Delîl Hz Peygamber'in şu hadîsidir: "Bir gıda maddesini satın alan kimse, onu kabzetmedikçe (teslim almadıkça) satmasın " (Buhârî, Büyû, 54, 55, Müslim, Büyû, 29-34, 34-36, 39, 41), Hadîste zikredilen gıda maddesi örnek kâbilinden olup, diğer menkûl mallar da hadîs kapsamına girer Islâm hukukçularının çoğunluğu bu görüştedir (el-Kâsânî Bedâyîu's-Sanâyi, V, 234) Buradaki endişe; menkûl mallarda çokça karşılaşılan haşar veya bir ayıbın sirâyeti ve bu yüzden sonraki müşterinin aldanma tehlikesidir Diğer bir tehlike de ilk müşterinin malı kabzedememesi ve kendi müşterisine teslim edememesidir Kabzdan önce satışın yüzyılımız ekonomisinde görülen zararlarından birisi de sun'î fiyat artışlarına neden olmasıdır Şöyle ki:
    Günümüzde, arz ve talep dengesi yüzünden, özellikle kontrollü arz sonucu üretici ile tüketici arasına, henüz mal piyasaya sürülmeden aylar önce, pekçok şahıs veya şirket girmektedir Meselâ, ana toptancı, üretici firmanın belki beş-altı ayda üretebileceği tüm malınıdaha üretilmeden kapatmakta; fakat henüz mal eline geçmeden, başka toptancılara, onlar da tüketiciye kâr paylarını ekleyerek satmaktadır Mal son alıcıya, sanki bir kaç elden geçtikten sonra ulaşmaktadır Fakat gerçekte, ilk toplama ile son muşteri arasında yer alan kişiler, kendi aralarındaki işleri hep evrak üzerinde yürütmekte ve satış bedeline her biri ayrı ayrı kâr eklemektedir Mal, üretildiğinde son müşteriye doğrudan intikal etmektedir
    Piyasada akıcılık gibi görünen bu işler, gerçekte fiyatların sun'î olarak artışına, mal arzının kontrol altında tutulmasına, piyasaya kontrollü mal sürülmesine sebep olmaktadır Kabzdan önce satış yasağı uygulanınca; ticaret muâmeleleri biraz ağırlık kazanacak, bunun yanında birtakım aracılar ortadan çıkmak zorunda kalacaktır Çünkü naklıye, depo kirası, personel istihdamı vb harcamalar, aracıları ve parazıt şirketleri aradan çekilmeye zorlayacaktır Böylece, piyasada rayıç fiyatın tabii olarak oluşması imkân dahiline girecektir
    Sonuç olarak, satın alınan bir malın kabz ve teslim alınmadan önce satış yolu açık bırakılırsa; bir ambarda depo edilmiş malın fiyatı, o mal daha yerinden oynamadan elden ele, dilden dile dolaşa dolaşa sebepsiz yere yükseltilmiş olur (Tecrîd-i Sarîh Terc VI, 447, 450-451)
    Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göre kabzdan önce satış yasağı, arsa ve arazı satışlarını kapsamına almaz Çünkü menkûl malların tesliminde ortaya çıkabilecek güçlük ve riskler (garar) gayr-i menkûllerde söz konusu değildir Onun telef olma ihtimâli azdır (Alî Haydar, Mecelle Şerhi, I, 407, mad 253)
    Ticarette kâr sınırı: Ticarette maksat; insanlara hizmetle beraber, o işten bir kâr sağlamaktır Yalnız bu kârın aşırı (ğabn-i fâhiş*) olmaması gerekir Genel olarak Islâm, ticarette belirli bir kâr haddi koymamıştır Kâr oranı satılan malların cinsine, özelliklerine göre değişir; Bazı mallarda düşük bir kâr haddi yeterlidir Toptan satışlarda ve değeri yüksek olan mallarda olduğu gibi Bazı mallarda ise bu oran normal tutulur Bozulma ihtimâli olmayan mallar, perakende satışlar vs gibi Bazı mallarda da kâr oranı yüksek olur Bozulma oranı fazla çeşitli riskleri mevcut olan mallar gibi







    ALIŞ-VERİŞLER HÜKÜM YÖNÜNDEN; SAHİH, FÂSİT VE BATIL NEVİLERİNE AYRILIR

    1-Sahîh alış-verişler: Aslen ve vasfen (maddesi ve niteliği) dine uygun olan şeylerin alış-verişi sahîhtir Meselâ: Kullanılması dînen caiz olan bir malın şartlarına göre satılması gibi
    2-Fâsit alış-verişler: Satılan malın vasfı (niteliği) dîne uygun değilse, bu tür satış fâsittir Meselâ, sürüden bir koyun diyerek, meçhûl bir koyunu satmak gibi Aslında koyunun satışı caizdir Fakat yukarıdaki satışta satılan koyunun nasıl bir koyun olduğu (niteliği) bilinmediğinden alış-veriş fâsit olmaktadır
    3-Batıl alış-verişler: Satılan malın aslında Islâm'a aykırı bir durumu varsa böyle malların satışı batıldır Kullanılması veya yenilip içilmesi haram olan bir şeyin satılması, Meselâ içki, domuz vs gibi mal ve eşyanın satışı Islâm'da yasak bir alış-veriş türüdür






    ALIŞ-VERİŞLERDE DİKKAT EDECEĞİMİZ HUSUSLAR VARDIR: Ticaretle meşgul olan bir müslümanın özen göstermesi gereken ilk önemli konu, haram kılınan malların satışını yapmamaktır Allah bir şeyi haram kılmışsa, onun bedelini de haram kılmıştır Nitekim Hz Peygamber (sas) şarapla ilgili olarak "Içilmesini haram kılan Allah'u Teâlâ satılmasını da haram kıldı " (Ebû Davud, Büyû, 64) buyurarak meseleyi gayet açık bir şekilde belirlemiştir Aynı şekilde mümin bir kasabın, Allah'ın adı anılarak kesilmemiş olan bir hayvanın etini satması da böyledir Çünkü hayvan boğazlarken kasden Allah'ın adı anılmazsa o et haram olur Buna göre, bir müslüman böyle bir eti satamaz Aynı şekilde put ve benzeri şeylerin de satışı Islâm'da yasaktır
    Çalıntı olan bir malın satılması veya piyasaya sürülmesi de caiz değildir Hz Peygamber (sas)'in: "Kim bildiği halde hırsızlıkla elde edilmiş çalıntı bir malı satın alırsa onun günahına ve alçaklığına ortak olmuştur" (Beyhakî, Sünen, V, 336) buyurduğu bilinmektedir Buna göre ticaretle uğraşan bir müslümanın gerek mal alırken ve gerek satarken bu hususlarda titizlik göstermesi gerekir
    Islâm toplumunda malların fiyatlarına sun'î olarak yapılan müdahaleler asla câiz değildir Rasûlullah (sas): "Pahalılığı arttırmak için fiyatlara müdahale eden kimseyi kıyamet gününde büyük bir ateşin üzerinde oturtmayı Allah'u Teâlâ üzerine almıştır" buyurmaktadır (Bu hususta geniş bilgi için bk Narh ve Ihtikâr maddeleri)
    Islam toplumunda karaborsa (ihtikar) haramdır Karaborsa, bir malın fiyatının artması için piyasadan çekilmesi, stok edilmesi, satılmaması ve fiyatı artınca satılmasıdır Ticarette normal kâr helâldir Fakat, ticaretin gayesi her ne pahasına olursa olsun kâr, hele aşırı kâr elde etmek değildir İslam'ın haram kıldığı aşırı kâr yollarından biri de karaborsadır Karaborsanın insanlara pek çok zararı vardır Bunları şöyle sıralayabiliriz:
    Piyasada sun'î darlık meydana getirmek, tüketimi sun'î olarak artırmak, bu vesîleyle enflasyonu yükseltmek, fazla fiyatla tüketicinin mağdur edilmesi, alıcı-satıcı arasındaki itimat, iyi niyet, sevgi ve saygının ortadan kalkması Birkaç kişinin aşırı para kazanması için buna başvurması, günah sayılmıştır Peygamberimiz karaborsacıyı şöyle tehdid eder "Pazara mal getiren rızıklandırılmış; ihtikar (stok ve karaborsa) yapan lânetlenmiştir" (Ibn-i Mâce, Ticaret, 6)





    ALIŞ-VERİŞTE YEMİN ETMEK Pazarlık esnasında yemin etmek caiz değildir Yalan yere yemin etmek ise daha büyük bir haramdır Çünkü bu, basit bir kazanç için Allah'ın adını istismar etmek, müşteriyi kandırmaktır Hz Peygamberimiz (sas) kıyamet günü Allah'ın, yüzlerine bakmayacağı üç gruptan birinin; "malı şu fiyata aldım deyip müşterinin kendisini doğruladığı ve malınısatın aldığı kimse, " olduğunu bildirmektedir (el-Buhârî, Müsakat, 5; Müslim, Iman, 46) Başka bir hadiste de Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır: "Ticarette çok yemin etmekten sakının Çünkü yemin sürümü artırır, fakat bereketi yok eder " (Müslim, Müsakat, 27)
    Ölçü ve tartının doğru olması, alışverişe ailenin karıştırılmaması
    Islâm dini, insanları ahlâka, fazîlete ve muâmelelerinde dürüstlüğe çağırır Müslümanın en dikkate değer özelliği dürüst oluşudur Alış-verişlerde hîleden maksat; bir kimseyi söz, fiil ve davranışlarıyla etkileyerek, satım akdinin onun yararına olduğunu telkîn etmek ve onu piyasa fiyatının dışında bir satış bedeline razı etmektir
    Ayet-i Kerîme'de şöyle buyrulur: "Azap olsun ölçüde tartıda noksanlık edenlere ki, onlar insanlardan ölçüp (haklarını) aldıkları zaman tam olarak alırlar Fakat insanlara (verilmek üzere) ölçtükleri veya onlara tarttıkları zaman eksiltirler" (Mutaffifîn, 83/1-3) (Ayrıca bk el-En'âm, 6/152; el-Isrâ 17/35; eş-Şuarâ, 28/181-183)
    Hz Muhammed (sas) Peygamber olduğu zaman Hicaz'da Araplar ticaretle uğraşıyordu Peygamber (sas) vahiy gereği olarak düzenleyici bazı hükümler getirerek dürüst bir piyaşanın teşekkülünü sağladı





    ALIŞVERİŞİN ŞARTLARI NELERDİR ? Alışverişin sıhhat şartları on kısma Ayrılır:
    1-Satılık şey ile bedelinin bilinmesi
    2-Tesliminin bilinmesi
    3-Aldanmaya yol açacak bir şartın öne sürülmemiş olması
    4-Akd'in gerektirmediği bir şartı koşmamakMesela dikmek şartıyla tüccarından kumaş almak caiz değildir
    5-Tarafeynin rızasıyle olması
    6-Vadeli ise vade zamanının bilinmesiVade zamanı belli olmayan bir alıveriş caiz değildir
    7-Bedelin miktarının bilinmesiBedeli bilinmeyen bir şeyin satışı sahih değildir
    8-Rebeviyatta aynı cinsten birbiriyle satılan iki şeyin eşitliğinin kesin olarak bilinmesi
    9-Her ikisinin kabz edilmesi
    10-Mürabaha,tevliye ve vadıada bedelin bilinmesi


    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  2. #12
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

    ALKIŞ
    Islâm dinine hakaret eden birisini alkışlamanın hükmü nedir?
    Öncelikle alkışın her türlüsünün bid'at olduğu bilinmelidir Alkış yerine Islâm'da "tekbir" vardır Yani Islâm'da heyecanla yapılan bir hareket bile, yüce bir gerçeği vurgular Sonra Islâma hakaret eden birisini, bu hakareti sırasında, hakaret olduğunu bile bile alkışlamak küfürdür, tevbe edilmesi gerekir Başka bir hareketinden dolayı, ya da hakaret olduğunu bilmeksizin hakaretinden dolayı alkışlamak ise gaflettir, bid'attır, uyanmak, dostu dost, düşmanı düşman olarak tanımak ve sünnet olanı yapmak gerekir
    Alkış bir yönüyle de kişiyi yüzüne karşı övmektir Oysa hadîste: "Kişiyi yüzüne karşı öven meddahların suratlarına toprak saçın" buyrulmuşturi Bir keresinde Mescid-i Nebi'de Hz Ebubekir namaz kıldırmış, bilahâre Rasûllüllah (sa) gelince mesciddekiler bunu alkışla karşılamışlar, bunun üzerine de böyle yapmamaları konusunda ikaz edilmişlerdir















    ALKOLLÜ DEODORANTLAR, KOLONYA VE İSPİRTO Içinde alkol bulunan deodorantları abdestli iken kullanarak ibadet yapabilir miyiz?
    Önce hangi türden olursa olsun, vücuda ya da elbiseye alkol sürmüş olmanın abdesti bozmayacağını bilmek gerekir Abdestin bozulması tamamen insanın vücudundan bir şey çıkmasına bağlıdır Ancak insanın üzerinde, ya da elbisesinde pis bir madde varken namaz kılması câiz değildir Çünkü namaz için abdest şart olduğu gibi, üstünün başının temiz olması da şarttır Sözü edilen deodorant ve parfümlerdeki alkol ise, Hanefi mezhebinin bazı imamlarına göre pis olan alkol türünden olmadığından, onlar namaza da mani değildirler: Ancak diğer mezheplere göre onlar da pis sayıldığı için, onların değdiği yeri dahi yıkayarak namazlarını kılanlar daha ihtiyatli davranmış olurlarBu konuda kolonya ve ispirto için de aynı şeyler söylenir
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  3. #13
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

    ALLAH (CC)

    Kâinatın ve kâinatta bulunan tüm varlıkların yaratıcısı, koruyucusu olan tek varlık, ibâdet edilmeye lâyık tek Rab, Mevlâ, Huda'ya ait özel isim En yüce varlık olarak inanılan, bütün kemâl sıfatları şahsında bulunduran ve her türlü noksan sıfatlardan uzak olan gerçek Ma'bud Varlığı zorunlu olan tek yaratıcıya ait yüce bir isim Bu isimle çağrılan bir başka varlık olmamıştır, olmayacaktır da
    İsim, ifade ettiği ilâhî manasıyla yalnız Allah'a aittir ve hiçbir kelime bu ismin manasını ve muhtevasını ifade gücüne sahip değildir Bu isim başkası için de kullanılamaz (Meryem Suresi, 19/65)
    İsmin, ait olduğu yaratıcı bir olduğundan, ikili ve çoğulu da yoktur Ancak cinsleri olan varlıkların isimleri çoğul yapılabilir Cinsleri olmayanın ismi de çoğul yapılamaz Lisanımızda "şehirler" denilir ancak yine bir şehir olan fakat bir ikincisi olmayan İstanbul için "İstanbullar" denilerek çoğul yapılamaz Ancak muhtelif lisanlarda Allah'u Teâlâ'nın ayrı ayrı isimleri olabilir Türkçe'de Tanrı, Farsça'da Hudâ, İngilizce'de God, Fransızca'da Dieu gibi Ne var ki bu isimler "Allah!' gibi özel isim değildir ilâh, rab, ma'bud gibi cins isimdirler Arapça'da ilâhın çoğuluna "âlihe", rabbın çoğuluna "erbâb" denildiği gibi Farsça'da Hudâ'nın çoğulu da "hudâyân" ve lisanımızda da "tanrılar", rablar, ilâhlar, ma'budlar denilir Çünkü bu isimler gerçek ma'bud -Allah- için kullanıldığı gibi, Allah'ın dışında gerçek olmayan bir nice ma'bud kabul edilen şeyler için de kullanıla gelmiştir Eski Türklerde gök tanrısı, yer tanrısı; Yunanlılar'da güzellik tanrıçası, bereket tanrısı, vs olduğu gibi Halbuki "Allahlar" denilmemiş ve denilemez Manasındaki birlik ve özel isim olması nedeniyle Allah ne tanrı kelimesiyle ne de bir başka kelimeyle tercüme edilebilir
    İslâm'ın temel ilkesi olan "Lâ İlâhe İllâllah" tevhid kelimesi, meselâ Fransızca'ya tercüme edildiği zaman "Diyöden başka diyö yok" Türkçe'ye aktarılmasında "İlâhtan başka ilâh yoktur" denir O zaman da Allah kelimesi "ilâh" kelimesiyle tercüme edilmiş olur Bu da yanlış bir tercümedir Çünkü ilâh cins isimdir, Allah ise özel isimdir Kelime-i Tevhid "tanrı" kelimesiyle Türkçe'ye çevrildiğinde aynı çarpıklık ve yanlışlık ortaya çıkar "Allah" kelimesinin kökenini araştıran dil bilimcileri bu konuda birçok beyanlarda bulunmuşlarsa da en kuvvetli görüş; bu kelimenin Arapça olup herhangi bir kelimeden türetilmeden aynen kullanıldığı ve has bir isim olduğudur
    Allah; kendi iradesiyle evreni yoktan var eden, ona belli bir düzen veren, gökleri ve yerleri ve bunlarda en küçüğünden en büyüğüne kadar canlıları yaratan, onlara hayat ve rızık veren, öldüren-dirilten, dilediğini dilediği şekilde idare ve tasarrufu altında bulunduran, varlığı bir başka etkenle değil, kendinden olan, her şeyi bilen, gören, işiten, yarattıklarında en ufak bir çarpıklık ve dengesizlik bulunmayan, herşeye gücü yeten, bütün mülkün gerçek sahibi, emir ve hüküm koymaya tek yetkili; övülmeye, itaat edilmeye, şükredilmeye gerçek lâyık, bir benzeri daha bulunmayan, bütün varlıkların, güneşin, ayın, gök ve yer cisimlerinin itirazsız itaat ettiği, boyun eğdiği, ismini ululadığı, ibadet edilmeye lâyık Hak mabud Allah, mabud olduğu için Allah değil, Allah olduğu için mabudtur Onun İlâh oluşu, ibadete lâyık oluşu, bir başka sebepten değil; kendi 'zat'ının yüceliğindendir insanlar zaman zaman putlara, ateşe, güneşe, yıldızlara, millî kahramanlara veya hakkında korku ve ümit besledikleri herhangi bir şeye tapınmışlar; bu hâlleriyle de onları ilâh ve mabud edinmişler, bilâhare bunlardan cayarak, onları tanımaz ve tapınmaz olmuşlardır O zaman da daha evvel mabudlaştırdıkları varlıkların mabudluk vasıfları yok olur Hülâsa Allah'ın dışındakiler ancak insanların mabudlaştırmalarıyla mabud telâkki edilebildikleri hâlde Allah, bütün beşer ona inansa da, inanmasa da; ibadet etse de etmese de o, zatıyla Allah olduğu için ibadete lâyıktır Beşerin inkârı onu Allah olmaktan uzaklaştıramaz
    İnsanlık tarihi incelendiği zaman görülür ki, ilk devirlerden beri her asırda yaşayan insanlarda Allah fikri ve tapınma meyli; dolayısıyla bir dîni inanca eğilim vardır Batılı dinler tarihi yazarlarının bir çoğuna göre bu duygunun var oluşu çeşitli arizî sebeplere bağlanmış ise de, müslüman âlimlerin genel kanaatlarına göre tamamen fıtrî ve doğuştandır İlk insan olan Hz Âdem'in yaratılışından önce Allah ile melekler arasında cereyan eden konuşmayı (el-Bakara, 2/30) ve bu konuşmada Âdem'in-insanın- Allah'ın halifesi olarak yaratılması hususunu düşündüğümüzde de anlarız ki; insan yaratılmadan evvel, onun mayasına Allah'a halife olacak özellikler verilmiştir Bu da bize Allah'a bağlılığın ve din duygusunun fıtrî olduğunu bildirir Hz Peygamber'in (sas) "Her doğan insan, İslâm fıtratı üzere doğar, onu Mecusi, Hristiyan veya Yahudi yapan ana ve babasıdır" (Müslim, Kader, 25; Buhârî, Cenâiz:, 92; Ebû Dâvud Sünnet, 17) hadisi ve "Sizi karada ve denizde yürüten odur Gemide olduğunuz zaman (ı düşünün): Gemiler içinde bulunanları hoş bir rüzgârla alıp götürdüğü ve (onlar) bununla sevindikleri sırada, birden gemiye, şiddetli bir kasırga gelip de, her yerden gelen dalgalar onları sardığı ve artık kendilerinin tamamen kuşatıldıklarını, (bir daha kurtulamayacaklarını) sandıkları zaman, dini yalnız Allah'a halis kılarak Ona yalvarmağa başlarlar And olsun eğer bizi bu (felâket) den kurtarırsan, şükredenlerden olacağız (derler) (Yûnus, 10/23)" ayeti de keza Allah inancının -her ne suretle ortaya çıkarsa çıksın- insan ruhunun derinliklerinde var olduğunu ispat etmektedir
    Nereye gidilmişse orada basit ve batıl da olsa bir dîne, bir tanrı fikrine rastlanmıştır Geçmiş devirlerde çeşitli şekillerdeki putlara tapanlar, ateşi, güneşi, yıldızları kutsal sayanlar dahi bütün bunların üstünde büyük bir kudretin bulunduğuna, herşeyi yaratan, terbiye eden, esirgeyen bir varlığın mevcudiyetine inanmışlar, dış âlemde taptıkları şeyleri Ona yaklaşmak için birer vesîle edinmişlerdir" "Biz, bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz" (ez-Zümer, 39/3) Cinsleri, devirleri ve ülkeleri ayrı, birbirlerini tanımayan toplumlarda inanç konusundaki birlik, dîn fikrinin umumî, Allah inancının da fıtrî olduğunu ispat etmektedir
    Bunun içindir ki, her şeyi bilen ve yaratmaya Kadir olan bir Allah'a inanmak, ergenlik çağına gelen akıllı her insana farzdır İlâhî dinlerin kesintiye uğradığı dönemlerde yaşayan insanlar bile, akılları ile Allah'ın varlığını idrâk edebilecek durumda olduğundan, Allah'a îmanla mükelleftirler
    Akıl ile Allah'ın bilinebileceğine, birçok ayet delîl olarak gösterilebilir Bunlardan en dikkat çekici olanı, Hz İbrahim'in daha çocukluk dönemlerinde iken parlaklıklarına bakarak yıldızı, ayı, güneşi Rab olarak kabul etmesi ancak daha sonra bütün bunların batmaları, ile zamanla yok olan şeylerin Rabb olmayacaklarını idrâk etmesi ve neticede gerçeği görerek "ben, yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan varedene çevirdim ve artık ben Ona ortak koşanlardan değilim " (el-En'âm, 6/79) ayetidir Maturîdiyye mezhebine göre Allah'a iman, insan fıtratının icabıdır Zira her insan evrendeki bu muazzam varlıklara bakarak bunların büyük bir yaratıcısı olduğuna aklen hükmedebilir "Akıl ve nazar 'marifetullah'da kâfidir" derler "Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah'ın varlığında şüphe mi vardır? " (İbrahim, 14/10) ayetini delil gösterirler Eş'ariye imamları ise "akıl ve nazar 'marifetullah'da kâfi değildir" derler ve "Biz bir kavme peygamber göndermedikçe onlara azap etmeyiz " (el-İsrâ, 17/15) ayetini delîl gösterirler Netice olarak, semavât ve arzın yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde ve kâinatta meydana gelen insan gücünün dışındaki binlerce tabiat hadisesinin belli bir düzen içerisinde cereyan etmesinde her akıllının kabul edebileceği gibi, Allah'ın varlığını ispat eden delîller vardır (el-Bakara, 2/164)
    Allah'ın zatı üzerinde düşünmek haramdır Onun zatını idrak etmek aklen mümkün değildir (Çünkü Allah'ın hiçbir benzeri yoktur Hiçbir şey O'na denk değildir (İhlâs, 112/1-5) Gözler Onu idrak edemez, (el-En'âm, 6/103) Çünkü aklın ulaşabildiği ve kavrayabildiği şeyler ancak madde cinsinden olan şeylerdir Allah ise madde değildir Duyu organlarımızla tespitini yaptığımız ve hâlen yapamadığımız eşyanın tümü noksanlıklardan uzak olan bir yaratıcı tarafından yaratılmıştır Yaratılan ise yaratıcısının ne parçası, ne de benzeridir Allah'ın varlığına inanmak, her müslümanın ilk önce kabul etmesi gereken bir husustur İslâm ıstılâhına göre inanmak ise Allah'ın varlığına, birliğine, yani, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve inanılması gereken diğer hususlara (Allah'a, Allah'ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, kaza ve kadere, öldükten sonra diriltmeye) tereddütsüz iman etmek ve bunu kalp ile tasdik etmektir İnanan insana mümin, inanmayana ise kâfir denir Akıl sahibi olan her insanın, Allah'ın varlığına inanması gerekir Allah'ın varlığına inanmak, insan fıtratının icabıdır Allah'ın varoluşu vaciptir, zarûrîdir Varlıklar vücud bakımından üç türlüdür:
    a) Vâcibu'l-Vücûd: Varlığı mutlak gerekli olan, olmaması mümkün olmayan varlık Bu da sadece Allah Teâlâ'dır
    b) Mümkinu'l-Vücûd: Varlığı mümkün olan, yani, varolması da, olmaması da mümkün olan varlıklardır ki Allah'ın dışında tüm yaratıklar böyledir
    c) Mümteniu'l-Vücûd: Varlığı mümkün olmayan Allah'ın eşi ve benzerinin olması gibi Allah'ın eşi ve benzerinin olması mümkün değildir
    Allah, bizatihi (kendi kendine) ve bizatihi (kendiliğinden) Allah'tır Kur'an'da Allah hakkında varid olan birçok vasıflar onun bir cisim olduğunun delili değil, ancak ona ait mecazi vasıflamalardır (Bk: 5/69; 38/75; 39/67; 54/14; 2/109, 274; 6/52; 18/27 ayetler) Bu sıfatlarla Allah'ı cisimlendirme veya bir başka varlığa benzetme sözkonusu değildir
    Bütün yaratıkların ilâhı bir tek ilâhtır Ondan başka ilâh yoktur O rahman ve rahîmdir (2/163) Üçyüzaltmış putu kendilerine ilâh kabul eden Mekkeli müşrikler, bu muazzam âlemin bir tek ilâhı olduğu gerçeğini duyunca hayret etmişler, "Ey Muhammed! bu kadar insanlara bir ilâh nasıl yetişir" demişlerdi Müşriklerin maddeci görüşlerini reddedip Allah'ın tek yaratıcı olduğuna, varlığının isbatına delil olacak birçok âyetlerden biri de şudur: "Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde ta, sıyıp giden gemilerde, Allah'ın gökten su indirip onunla ölmüş olan yeri dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah'ın varlığına ve birliğine) delîller vardır " (el-Bakara, 2/164)"
    Her insan, kâinattaki bu muazzam ve mükemmel varlıklara bakarak, bunların büyük bir yaratıcısı olduğuna aklen hükmedebilir Bir bilginin kesinlik kazanması için o konuda ispat edici deliller aranır Allah'ın varlığı hakkında da bilgimizin kesinlik kazanması için birçok deliller vardır Bu deliller, aklî ve naklî deliller olmak üzere iki grupta toplanabilir
    A) Aklî deliller
    1-Hudûs (sonradan varolma) delilleriyle Allah'ın varlığını ispat
    Bu âlem, yok iken sonradan var olmuştur O halde, başlangıcı olmayan bir var ediciye muhtaçtır Varlığı ve yokluğu kendinden olmayan bu âlemin, varlığını yokluğuna tercih eden bir mucide ihtiyacı vardır O mucidin de varlığının kendinden olması; Vâcibu'l-vücud olması gerekir Bir başka yaratıcıya muhtaç olmadan varlığı kendinden olan tek varlık ise Allah Teâlâ'dır bu halde bu âlem vâcibu'l vücud olan bir yaratıcıya muhtaçtır Bu delîli de iki maddede inceleyebiliriz:
    a) Cisimlerin sonradan yaratılması esasına dayanan delil Kelâm âlimleri bu delîli şöyle açıklarlar: Bu âlem, suretiyle ve maddesiyle hâdistir (sonradan varolmuştur) Her hâdis (sonradan varolan) mutlaka bir muhdise (mucide) muhtaçtır O halde bu âlem de bir muhdise muhtaçtır O da yüce Allah'tır Bu âlemin sonradan yaratıldığı gözlem ve aklî delillerle ispat edilmiştir Şöyle ki: Âlem; (Evren) cevher ve arazlardan meydana gelmiştir Ârâz, cisimlere ârız olan hareket, sükûn, ictima (birleşme), iftirâk (ayrılma) hâlleridir Bu hâllere "ekvân-ı erbaa (dört oluş) denir Ekvân-ı erbaa, cisimlere değişik hâl ve şekiller veren sıfatlardır Bu sıfatların hepsi sonradan varolmuştur Sükûndan sonra hareket, karanlıktan sonra aydınlık, beyazlıktan sonra siyahlık hâllerinin oluştuğu gibi Bu ârâzlar yok olduktan sonra görülmezler Görülmemeleri hâdis olduklarının, yani sonradan yaratıldıklarının delilidir Hâdis olmasaydılar, vacip (varlığı kendinden) olmaları gerekirdi Vacip olsaydılar bu defa da, zıdlarının gelmesiyle yok olmamaları gerekirdi Halbuki zıdları gelince yok oluyorlar O halde vacip değil, hâdistirler Hâdis oldukları sabit olan ârâzlar, kendileriyle birleştikleri cevherlerin de hâdis olduklarının delilidir Çünkü hâdis, ancak kendisi gibi hâdis olan cisimle birlikte olur Cevherler (cisimler) de mutlaka bu dört durumdan birisiyle birliktedirler O halde cevher ve ârâzlardan ibaret olan bu evren hâdistir sonradan yaratılmıştır Her hadisin de bir muhdise ihtiyacı vardır O muhdis ise; bu âlem cinsinden olmayan varlığı zatının icabı, yani Vâcibu'l-Vücud olan mutlak kemâl sahibi Allah Tebârek ve Teâlâ'dır
    Bu âlemi yaratan varlık; Vâcibu'l Vücud değilse Mümkiniu'l-Vücud'tur Yani vücudu sonradan yaratılmıştır O hâlde o da, varlığında başka bir yaratıcıya muhtaçtır Şayet o yaratıcı da bu mucit gibi başka bir yaratıcıya muhtaç ise; yaratıcılar zincirinin böylece sonsuzluğa doğru silsile hâlinde devam edip gitmesi gerekir Böyle bir teselsül ise batıldır, mümkün değildir Varlığı farzedilen bu yaratıcılar silsileşinin bir noktada durması ve başkasına muhtaç olmayan, her bakımdan mükemmel, varlığı zâtının gereği olan bir yaratıcıya dayanması şarttır Bu varlık, âlemin yaratıcısı olan Allah'tır
    b) İhtirâ (İcat Etme) delîli Gökler ve yer, bitki ve hayvanlar yoktan var edilmiştir Her yoktan var olunana da bir var edici gerekir Bu âlemin de bir var edicisi vardır O da Allah'tır Âlemde gördüğümüz herhangi bir bitki veya hayvan sonradan varolmuştur Her birinin varlığının bir başlangıcı vardır Cisimlerde zamanla hayat idrak, akıl gibi hâller icat olunuyor İlliyet kanununa göre her icat olunan şeye bir icat eden gerekir Çünkü hayat, idrawek ve akıl gibi durumlar kendiliğinden var olmazlar Mutlaka bir yaratıcıya muhtaçtırlar O da, varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, herşeyi bilen ve herşeye güç yetiren Allah 'tır
    c) Terkip delili Bu âlem mürekkep (parçaları bir araya getirilmiş olan) bir varlıktır Terkip olunan her varlık, kendinden önce varolan bir terkip ediciye muhtaçtır Terkip olunan varlık, parçalardan meydana gelir Parçalar, bütününden önce vardır ve ondan ayrı şeylerdir O halde, terkip bulunan varlık yok iken, daha sonra parçalarının birleştirilmesiyle sonradan yaratılmıştır Her sonradan yaratılan gibi o da bir yaratıcıya muhtaçtır Bu yaratıcı, terkip edilen ve kendinden başkasına muhtaç olan bu âlem cinsinden olamaz Aksi halde yaratıcıların teselsülü gerekir Teselsül ise batıldır O hâlde bu yaratıcı, varlığında başkasına muhtaç olmayan ezelî bir varlıktır O da, Vâcibu'l-Vücud olan Allah'tır
    2-İmkân Delîli
    a) Bu âlem, varlığı da, yokluğu da mümkün olan bir varlıktır Her mümkün, varlığını yokluğuna tercih eden bir kuvvete muhtaçtır Bu âlem de, var olabilmek için böyle bir müessir kuvvete muhtaçtır O kuvvet de bu âlemin dışında, vücudu zatından olan bir varlıktır O da Allah'tır
    b) Hakîkatta bir mevcut vardır Bu mevcut, ya varlığı zatındandır ya da varlığı ve yokluğu mümkün olandır Varlığı zatından ise; bu özelliğe sahip olan yalnız Allah'tır Bu mevcut, varlığı mümkün olan ise; mümkün olan varlığın mevcûdiyeti zatının icabı olmadığından, var olabilmesi için, varlığını yokluğuna tercih eden bir müreccihe-yaratıcıya ihtiyaç vardır O yaratıcı-müreccih ise Allah'tır
    c) Âlemde görülen madde daima hareket hâlindedir Maddenin hareket hâlinde olması ilmen ispat edilmiştir Madde ve maddedeki hareketin mucidi kimdir? Maddeciler, madde ve ondaki hareketin ezelî olduğunu söylerler Oysa maddedeki bu hareket, bir evvelki hareketin neticesidir O da bir evvelkinin Bu hareketler silsilesi sonsuzluğa doğru devam edip gidemez Bu hareket silsileşinin bir noktada durması ve ilk hareketin, vücûdu vâcip olan bir illete, bir hareket ettiriciye dayanması zarûrîdir O da herşeyin yaratıcısı olan Allah'tır


    - İbdâ' ve İllet-i Gâiyye Delîli içinde bulunduğumuz âleme dikkatle bakacak olursak, onun çok güzel ve çok mükemmel olarak ve daha önce bir benzeri olmadan vücuda getirildiğini görürüz Gökyüzü, güneş, ay, hülâsa canlı-cansız her varlık bir amaç için yaratılmıştır Âlemde varolan hiçbir eşya faydasız, maksatsız ve boş yere yaratılmamıştır Bu âlem bir güzellik, gaye ve vesîleler toplumudur Âlemde en değerli varlık olan insan, rastgele vücuda gelmiş, sebepsiz ve gayesiz bir varlık değildir Her azasıyla güzel, mükemmel, faydalı ve maksatlıdır İnsanın yaratılışı güzel ve mükemmel olduğu gibi, yaratılış gayesi de Allah'ı bilmek, tanımak ve O'na ibadet etmektir İnsanın olduğu gibi, canlı-cansız her mevcudun da varlığının bir gayesi, hikmet ve faydası vardır İşte âlemde görülen canlı ve cansız varlıklardaki ibdâ ve gayeler manzumesi; bütün bunları icat edip yaratan bir yaratıcının varlığını, aynı zamanda o varlığın ilim ve kudret sahibi bir ilâh olduğunu isbat eder Her şeyi bir maksada göre yaratan bu varlık, Vâcibu'l-Vücud olan Yüce Allah'tır Kur'an-ı Kerîm'de bu delîli dile getiren bir çok ayet vardır (Bakara, 2/22, Nebe', 78/6-16, )
    Netice olarak diyebiliriz ki; inat ve garazdan uzak her sâlim akıl sahibi, Allah'ın kendisine lûtfettiği aklı kullanarak esere bakıp müessiri, binaya bakıp bânîsini, yaratılmışlara bakıp yaratıcısını keşfedebilir Bunun için Allah, Kur'an'ın bir çok yerinde, zatının varlığına delil olabilecek eserlere bakmalarını, onun üzerinde düşünmelerini, akletmelerini istemektedir Aklı delillere ilâveten Allah'ın varlığını isbat eden naklî delillere de kısaca göz atalım
    B) Naklî Deliller:
    Naklî delillerden kastımız, Allah'ın varlığını dile getiren ve üzerinde düşünmemizi isteyen Kur'an ayetleridir Sayıca bir hayli kabarık olan bu ayetlerden sadece birkaç tanesini zikredeceğiz:
    1- "Biz yeryüzünü bir beşik, dağlan da onun için birer kazık kılmadık mı? Sizi çift çift yarattık, uykunuzu dinlenme vakti kıldık, geceyi bir örtü yaptık, gündüzü geçimi sağlama vakti kıldık, üstünüze yedi kat sağlam gök bina ettik, parlak ışık veren güneşi varettik, taneler, bitkiler ve ağaçları sarmaş-dolaş bahçeler yetiştirmek için yoğunlaşmış bulutlardan bol yağmur indirdik" (Nebe', 78/6-16)
    2- "Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasında emre amade duran bulutlan döndürmesinde, düşünen kimseler için deliller vardır" (el-Bakara, 2/164)
    3- "Allah'ın göğü yedi kat üzerine nasıl yarattığını görmez misiniz? Aralarında Ay'a aydınlık vermiş ve güneşin ışık saçmasını sağlamıştır Allah sizi yerden bir bitki olarak bitirdi Sonra yine oraya geri çevirecek ve tekrar çıkaracaktır " (Nûh, 71/15-18)
    4- "Şimdi gördünüz mü attığınız meniyi? "
    "Siz mi onu yaratıyorsunuz yoksa yaratan biz miyiz? Aranızda ölümü takdir eden biziz Ve bizim önümüze geçilmiş değildir (Size böyle ölümü takdir ettik) ki sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir biçimde yaratalım Andolsun, ilk yaratmayı bildiniz, (bunu) düşünüp ibret almanız gerekmez mi? Ektiğinizi gördünüz mü? Siz mi onu bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz? Dileseydik, onu kuru bir çöp yapardık, hayret ederdiniz 'biz borçlandık, doğrusu biz yoksun bırakıldık! (derdiniz) İçtiğiniz suya baktınız mı? Siz mi onu buluttan indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık , Şükretmeniz gerekmez mi? Çaktığınız ateşi gördünüz mü? Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz? Biz onu bir ibret ve çölden gelip geçenlere bir fayda yaptık Öyleyse Ulu Rabb'inin adını yücelt " (el-Vâkıa, 56/58-74)
    5- "Yer ve gökleri yaratan Allah'u Teâlâ'nın varlığında şüphe edilir mi?" (İbrahim, 14/10)
    6- "Andolsun onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, mutlaka "Allah" derler, "Hamd Allah'a lâyıktır" de Hayır, onların çoğu bilmiyorlar " (Lokman, 31/25)
    7- "Sen yüzünü, Allah'ı birleyici olarak doğruca dîne çevir: Allah'ın yaratma kanununa (uygun olan dîne dön) ki, insanları ona göre yaratmıştır Allah'ın yaratması değiştirilemez işte doğru dîn odur Fakat insanların çoğu bilmezler" (Rûm, 30/30)
    Allah'ın sıfatları: İslâm'da iman esaslarının ilk ve en mühim şartı Allah'a imandır Allah'a iman ise; yalnız Allah'ın mücerret zat-ı ilâhisine inanmakla olmayıp, aynı zamanda o yüce varlığın zatı hakkında vacip olan "Kemâl sıfatlarıyla", yüce zatına vasfedilmesi mümkün olmayan "noksan sıfatlara" ve zat-ı ilâhisi hakkında inanılması caiz olan sıfatlara toptan ve tafsilatlı olarak inanmakla olur Zatî ve sübûtî sıfatlar olarak iki bölümde ele alınan bu sıfatlar sırasıyla şunlardır:
    Zatî sıfatlar
    1-Vücut Bu sıfat, Allah'ın var olduğunu ifade eder Allah vardır ve en büyük varlık O'dur O'nun varlığı, herşeyin varlığından daha belirgindir Allah olmasaydı hiç bir şey var olmazdı Kâinatın varlığı O'nun varlığına en büyük şahittir Âlemde hiçbir şey kendi kendine var olmuş değildir Hiçbir şey ne kendi kendine var olabilir, ne de yok olabilir Halbuki çevremizde sayılamayacak kadar varlık vücuda gelmekte ve yok olmaktadır En ufak çarpıklık olmaksızın, en ince hesaplarla var olan ve varlığını çarpıcı özellikleriyle devam ettiren bu âlemin tesadüflerle ortaya çıkması ve varlığını devam ettirmesi mümkün değildir Bütün bunlar, bu âlemi var eden, yok eden, kuvvet ve hikmet sahibi bir yaratıcının varlığının şüphe götürmez delilleridir
    Allah'ın varlığı, başka bir varlık vasıtasıyla olmayıp; ilâhî vücudu, zatının gereğidir Vücudu zatının icabı olduğu içindir ki; Allah'a "Vâcibu'l Vücud" denmiştir Allah'ın zatının ve sıfatlarının hakikatini anlamak; sıfatlarının zatının aynı mı, yoksa ondan ayrı, ona zıt bir şey mi olduğu hususunu kavrayabilmek aklen mümkün değildir Allah'ın ilâhî vücudu ister zatının aynı, ister gayrı olsun, her mükellefe vacip olan husus; Allah'ın var olduğuna inanmaktır O'nun varlığına inanmamızı gerektiren akli ve naklî delilleri yukarıda izah ettik
    Vücudun zıddı olan yokluk, Allah için mümkün değildir Yokluk, Allah için muhâl olan noksan sıfatların birincisidir Allah'ın yokluğu ne geçmişte, ne de gelecekte mümkündür
    2-Kıdem Allah'u Teâlâ, varlığı, zatının icabı olduğu için kadîmdir ezelîdir Geçmişe doğru ne kadar gidilirse gidilsin, Allah'ın var olmadığı bir zaman düşünülemez Eğer Allah kadîm-ezeli olmasaydı, hâdis- (sonradan var olmuş) olurdu Sonradan var olan her şey, kendisini icat eden bir (muhdise)- yaratıcıya muhtaçtır Aksi takdirde yok olan bir şeyin varlığını yokluğuna tercih eden bir yaratıcı olmadan meydana gelmesi gerekirdi ki; bu durum bütün düşünürlere göre batıldır Allah kadîm olmasaydı, var olmak için kendinden başka bir yaratıcıya muhtaç olurdu Halbuki Allah'ın vücudu, zatının icabıdır Yani varlığı kendindendir Bir şeyin bir anda hem var, hem de yok olması ise mümkün değildir Öyleyse Allah hâdis değil, kadîmdir
    Kıdem sıfatının zıddı "Hudûs-sonradan var olma" sıfatıdır Allah kadîm olduğu için O'nun hâdis olması aklen mümkün değildir
    3-Bekâ Allah ebedîdir, varlığının sonu yoktur O daima vardır Varlığı kendinden olduğu için O, hem kadîm ve eze!î; hem de bakî ve ebedîdir "O, evvel ve ahirdir" (el-Hadîd, 57/3), "Kâinattaki her şeytani -yok olucudur Celâl ve İkram sahibi olan Rabb'im -zatı bakî'dir- ebedî'dir- " (er-Rahman, 55/27) Bu ayet-i kerimeler, Allah'ın bakî olduğunun delilleridir Allah'ın vücudunu harici bir kuvvet yok edemez Çünkü kadîm olan Allah'ın dışındaki tüm kuvvetler hâdistir (sonradan yaratılmıştır) Hâdis olan bir kuvvet ise, kadîm olan zatın vücudunu yok edemez Zira vacibü'ı-vücud olan Allah, kudret sahibi olup; bütün eksik sıfatlardan uzaktır Varlığını devam ettirememe acizliktir Acizlik ise noksanlıktır Allah noksanlıktan münezzehtir O'nu yok edecek bir kuvvet tasavvur edilemez, öyleyse Allah bakîdir, varlığının sonu yoktur
    Bekâ'nın zıddı "fena -(bir sonu olmak)"dır Allah'ın fânî olması ise aklen muhaldır
    4-Muhalefetü'n li'l-Havâdis (Sonradan vücut bulan varlıklara benzememe) Allah zat ve sıfatı ile sonradan yaratılmış olan hiçbir şeye benzemez Bu sıfatın zıddı olan benzerlik, Allah hakkında akla aykırıdır, mümkün değildir Sınırlı olan aklımızla Allah'ı nasıl düşünürsek düşünelim, hayâlimizde nasıl canlandırırsak canlandıralım, O, bizim düşündüklerimizden hayal ve tasavvurumuzdan geçirdiklerimizin hepsinden başka ve hiçbirine benzemeyen ilâhî bir varlıktır Hayalimizden geçirdiğimiz bütün varlıklar, yok iken sonradan var olan, varlığı, bir başkasının varlığına muhtaç olan ve sonunda yok olmaya mahkûm, noksan varlıklardır Allah ise her türlü noksanlıklardan uzak mükemmel ve mukaddes bir varlıktır Böyle yüce bir varlık, önce yok iken var olan sonra yine yok olacak hiçbir varlığa benzemez Allah kendi zatını "O 'nun benzeri yoktur O, herşeyi işitici ve görücüdür " (eş-Şûrâ, 42/11)" ayetiyle vasıflandırmıştır Peygamberimiz de (sas), "Allah aklına gelen her şeyden başKadir " buyurmuştur Allah, sonradan olanlara benzeseydi, bu takdirde hâdis yani başkasına muhtaç bir varlık olurdu Kadim ve bakî olan bir varlık ise hâdis olamaz Başkasına benzemeye muhtaç olan bir varlık, benzediği varlığın ve diğer varlıkların yaratıcısı olamaz Allah, tek yaratıcı olduğuna göre, yarattıklarına benzemez ve muhalefetü'n li'l-havâdis sıfatıyla muttasıfdır Bu sıfat aynı zamanda, Allah'ın, diğer varlıklarda bulunan cisimlik, cevherlik, arazlık, parçalardan bir araya gelmek, yemek, içmek, oturmak, uyumak, kederli ve sevinçli olmak gibi sıfatlardan da uzak olduğunu ifade eder" (Fetih, 48/10; er-Rahman, 55/27; Tâhâ, 20/5) ayetlerinde geçen "Allah'ın eli", "Allah'ın yüzü", ''Allah'ın arşı istiva-istilâ etmesi" gibi maddî varlıklara ait sıfatların Allah hakkında kullanılmış olması, Allah'ın başka varlıklara benzediğinin delili değildir Bu kelimelerin hepsi mecazî anlamındadır Allah'ın eli: Allah'ın kudreti; Allah'ın yüzü: Allah'ın zatı manasında kullanılmıştır
    5-Kıyâm Binefsihi Her şey, kendi dışında bir varlığın yaratmasına muhtaç olduğu halde, Allah, başka bir zata ve mekana muhtaç olmadan kendi kendine vardır Bu sıfatın zıddı olan "mutlak ihtiyaç" Allah hakkında muhal olan noksan bir sıfattır Âlemde bulunan her varlık, yar olmasında ve varlığının devamında bir yaratıcıya muhtaçtır Hiç bir şey kendi kendine var olmamıştır, varlığı sonradan vücûda gelmiştir Buna mukabıl Allah'ın varlığı kendi zatı'nın gereğidir, var olmasında, kendinin dışında bir başka varlığa muhtaç değildir Zatı düşünüldüğü zaman, vücudu da zatıyla beraber düşünülür Ne zatı vücudundan, ne de vücudu zâtından ayrı tasavvur edilemez Kâinatın var olması, kendinden evvel var olan, ezeli ve ebedî bir yaratıcı sayesindedir, O'da Allah'tır Allah yaratıcıdır, diğer varlıklar ise yaratılandır Yaratıcı, yaratılana muhtaç olamaz
    "Ey insanlar! Siz, Allah'a muhtaçsınız Allah ise -her şeyden- müstağnîdir (muhtaç değil), öğünmeye lâyık olandır" (Fâtır, 35/15)
    "Şüphe yok ki Allah, bütün âlemlerden müstağnîdir" (el-Ankebut, 29/8)
    6-Vahdâniyet Allah'ın her yönden bir olduğunu bildiren vahdaniyet, bir kemal sıfatı olduğu için, bu sıfatın zıddı olan "birden fazla olmak, bir ortağı bulunmak", Allah hakkında mümkün olmayan bir sıfattır Allah birdir, ortağı ve benzeri yoktur Bütün semayı dinlerdeki inanç esaslarının temelini "Allah'ın birliği" sıfatı oluşturur Bu inanca "Tevhîd Akîdesi" denir Tevhid akidesine dayanmayan hiç bir inanç, güzel is, Allah katında makbûl değildir En son ve en mükemmel din olan İslâmiyet de bu inancı temel kabul etmiş ve bütün insanları öncelikle bu temel inanca çağırmıştır Çünkü Allah, bütün âlemlerin, bütün varlıkların ve bütün insanların Rabb'ıdır Her şeyi yaratan, rızkını vererek besleyen, büyüterek kemâle erdiren yalnız O'dur O'nun ortağı, oğlu veya kızı yoktur Doğurmamıştır, doğurulmamıştır Hiç bir şey O'nun eşi ve benzeri olamamıştır Bu inanç ile İslâmiyet insanları Allah'ın dışındaki varlıklara kul köle olmak zilletinden kurtarmış, onlara mutlak istiklâllerini iade etmiş Allah'ın birliği fikrini zedeleyen her türlü kölelik zihniyetini yasaklamış, tabiat kuvvetlerine ibadeti, insanın insana köle ve esir olma despotluğunu ortadan kaldırmış, Allah'tan başkalarını rab edinmeyi en büyük günah ve şirk kabul etmiştir Böylece İslâmiyet, dünyaya akıl, ruh ve ahlâk sahalarında olduğu kadar, fizikî sahada da tam bir özgürlük müjdelemiş; tevhîd akidesiyle bütün insanların tek bir mabûdu olduğunu, dolayısıyla beşeriyetin de bir ana ve babadan meydana geldiğini ifade ederek "beşer ırkında birlik" fikrini telkin etmiştir Her müslüman Allah'ın bir olduğunu söylemeli ve bu inancını Allah'tan başkasına ibâdet etmemekle, ibadetine dolaylı olarak da olsa hiçbir şeyi veya kimseyi ortak koşmamakla ispat etmelidir Bu noktada, sözü ile ibadetindeki birlik ruhu aynı olmalıdır Allah'ın birliğine delil olan ayetlerden bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:
    a) "De ki: O Allah birdir Allah Sameddir (Her şey varlığını ve varlığının devamını O'na borçludur Her şey O'na muhtaçtır O, hiç bir , şeye muhtaç değildir Her şeyin başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık O'dur) Kendisi doğurmamıştır ve (başkası tarafından)doğurulmamıştır Hiçbirşey O'nun dengi olmamıştır" (İhlâs, 112/1-4)
    b) "De ki: Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam Siz de benim taptığıma tapıcılar değilsiniz Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz Sizin dininiz size, benim dinim banadır" (Kâfirûn, 109/1-6)
    c) "Allah'tan başka bir yaratıcı var mıdır?" (Fâtır, 35/3)
    d) "O'nunla birlikte hiçbir ilâh yoktur (Eğer olsaydı) muhakkak ki her tanrı kendi yarattığını kabullenir (ve korur) ve mutlaka kimisi de diğerine galebe ederdi" (Mü'minun, 23/91)
    e) "Eğer her ikisinde (yer ve gökte) Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, her ikisi de harap olurdu" (el-Enbiyâ, 21/22)
    Allah, zatında, ilâhlığında, mabud ve yaratıcı oluşunda birdir Ondan başka yaratıcı yoktur Kâinatı bizzat yaratmaya, yaşatmaya, yok etmeye gücü yetmeyen bir zat Allah olamaz Bunun içindir ki ikinci bir Allah'ın varlığına imkân yoktur Çünkü iki Allah olduğu farzedilse, bu iki Allah'tan biri kâinatı yalnız başına yaratmaya muktedir ise, diğeri zâid-fazla olmuş olurdu Bunun aksine, yalnız başına kâinatı yaratmaya muktedir değilse, bu durumda da aciz-güçsüz olurdu Aciz ve zâit olan bir zat ise Allah olamaz Bu nedenle Allah vardır ve birdir
    Sübûtî sıfatlar
    7-Hayat " Allah hayat sahibidir " (Âli İmrân, 3/2) Bu sıfat, Allah'ın zatına vacip olan sıfatlardandır Fakat Allah hakkında vacip olan bu sıfat, mahlûkatta görülen ve maddenin ruh ile birleşmesinden doğan geçici ve maddi bir hayat olmayıp ezelî ve ebedîdir Allah hakkındaki vücut sıfatının kamil olması, O'nun diri olmasıyla mümkündür Hayatın zıddı ölümdür Ezelî olan Allah hakkında ölümü düşünmek, akla aykırıdır Bir varlık hem ezelî, hem de ölümlü olamaz İlim, irade, kudret ve diğer kemâl sıfatlarını zatında bulunduran Allah'ın diri olması zaruridir Çünkü ölünün âlim, her şeye güç yetiren, işitici, görücü olması düşünülemez Ölüm, bir noksanlık sıfatıdır Allah ise noksanlıklardan uzaktır O hâlde Allah'ın hayat sahibi olduğu bir gerçektir Bu sıfat, ancak Allah'ta ezelî ve ebedîdir
    "Ölmek şanından olmayan, daima hayat sahibi (olan Allah)'a dayanan " (el-Furkan, 25/58)ayeti ve benzeri ayetler Allah'ın, hayat sahibi olduğunu ifade eder
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  4. #14
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

    ALLAH GÖKLERDEDİR" DEMEK CAİZ MİDİR? Cenab-ı Allah ezeli olduğu ve mücessem olmadığı için, hadis olan gökte olması mümkün değildir Cenab-ı Allah mekan ve yönden münezzehtir Mekan ve yön olmadan O var idi
    Bunun için mekan ve yön şaibesini veren ayet ve hadisleri te'vil etmek gerekir
    Allah'a mekan ve yön ispat eden kimsenin kafir olup olmadığı hususunda ihtilaf vardır Alimlerin çoğu kafir olmadığına hükmediyorlar (el-Fetava'l Hadisiyye) Çünkü, mesela, "er-Rahmanü alel arşi's-teva" gibi ayetlerin zahiri, bu manayı ifade ediyor Hatta Şa'bi, İbnü'l Müeyyeb ve Süfyan gibi zevatlar da "te'vil etmeden bu tip ayet ve hadislere iman etmek gerekir" diyorlar





    ALLAH`IN VARLIĞINA AKLÎ DELİLLER

    1-Hudûs (sonradan varolma) delilleriyle Allah'ın varlığını ispat
    Bu âlem, yok iken sonradan var olmuştur O halde, başlangıcı olmayan bir var ediciye muhtaçtır Varlığı ve yokluğu kendinden olmayan bu âlemin, varlığını yokluğuna tercih eden bir mucide ihtiyacı vardır O mucidin de varlığının kendinden olması; Vâcibu'l-vücud olması gerekir Bir başka yaratıcıya muhtaç olmadan varlığı kendinden olan tek varlık ise Allah Teâlâ'dır bu halde bu âlem vâcibu'l vücud olan bir yaratıcıya muhtaçtır Bu delîli de iki maddede inceleyebiliriz:
    a) Cisimlerin sonradan yaratılması esasına dayanan delil Kelâm âlimleri bu delîli şöyle açıklarlar: Bu âlem, suretiyle ve maddesiyle hâdistir (sonradan varolmuştur) Her hâdis (sonradan varolan) mutlaka bir muhdise (mucide) muhtaçtır O halde bu âlem de bir muhdise muhtaçtır O da yüce Allah'tır Bu âlemin sonradan yaratıldığı gözlem ve aklî delillerle ispat edilmiştir Şöyle ki: Âlem; (Evren) cevher ve arazlardan meydana gelmiştir Ârâz, cisimlere ârız olan hareket, sükûn, ictima (birleşme), iftirâk (ayrılma) hâlleridir Bu hâllere "ekvân-ı erbaa (dört oluş) denir Ekvân-ı erbaa, cisimlere değişik hâl ve şekiller veren sıfatlardır Bu sıfatların hepsi sonradan varolmuştur Sükûndan sonra hareket, karanlıktan sonra aydınlık, beyazlıktan sonra siyahlık hâllerinin oluştuğu gibi Bu ârâzlar yok olduktan sonra görülmezler Görülmemeleri hâdis olduklarının, yani sonradan yaratıldıklarının delilidir Hâdis olmasaydılar, vacip (varlığı kendinden) olmaları gerekirdi Vacip olsaydılar bu defa da, zıdlarının gelmesiyle yok olmamaları gerekirdi Halbuki zıdları gelince yok oluyorlar O halde vacip değil, hâdistirler Hâdis oldukları sabit olan ârâzlar, kendileriyle birleştikleri cevherlerin de hâdis olduklarının delilidir Çünkü hâdis, ancak kendisi gibi hâdis olan cisimle birlikte olur Cevherler (cisimler) de mutlaka bu dört durumdan birisiyle birliktedirler O halde cevher ve ârâzlardan ibaret olan bu evren hâdistir sonradan yaratılmıştır Her hadisin de bir muhdise ihtiyacı vardır O muhdis ise; bu âlem cinsinden olmayan varlığı zatının icabı, yani Vâcibu'l-Vücud olan mutlak kemâl sahibi Allah Tebârek ve Teâlâ'dır
    Bu âlemi yaratan varlık; Vâcibu'l Vücud değilse Mümkiniu'l-Vücud'tur Yani vücudu sonradan yaratılmıştır O hâlde o da, varlığında başka bir yaratıcıya muhtaçtır Şayet o yaratıcı da bu mucit gibi başka bir yaratıcıya muhtaç ise; yaratıcılar zincirinin böylece sonsuzluğa doğru silsile hâlinde devam edip gitmesi gerekir Böyle bir teselsül ise batıldır, mümkün değildir Varlığı farzedilen bu yaratıcılar silsilesinin bir noktada durması ve başkasına muhtaç olmayan, her bakımdan mükemmel, varlığı zâtının gereği olan bir yaratıcıya dayanması şarttır Bu varlık, âlemin yaratıcısı olan Allah'tır
    b) İhtirâ (İcat Etme) delîli Gökler ve yer, bitki ve hayvanlar yoktan var edilmiştir Her yoktan var olunana da bir var edici gerekir Bu âlemin de bir var edicisi vardır O da Allah'tır Âlemde gördüğümüz herhangi bir bitki veya hayvan sonradan varolmuştur Her birinin varlığının bir başlangıcı vardır Cisimlerde zamanla hayat idrak, akıl gibi hâller icat olunuyor İlliyet kanununa göre her icat olunan şeye bir icat eden gerekir Çünkü hayat, idrawek ve akıl gibi durumlar kendiliğinden var olmazlar Mutlaka bir yaratıcıya muhtaçtırlar O da, varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, herşeyi bilen ve herşeye güç yetiren Allah 'tır
    c) Terkip delili Bu âlem mürekkep (parçaları bir araya getirilmiş olan) bir varlıktır Terkip olunan her varlık, kendinden önce varolan bir terkip ediciye muhtaçtır Terkip olunan varlık, parçalardan meydana gelir Parçalar, bütününden önce vardır ve ondan ayrı şeylerdir O halde, terkip bulunan varlık yok iken, daha sonra parçalarının birleştirilmesiyle sonradan yaratılmıştır Her sonradan yaratılan gibi o da bir yaratıcıya muhtaçtır Bu yaratıcı, terkip edilen ve kendinden başkasına muhtaç olan bu âlem cinsinden olamaz Aksi halde yaratıcıların teselsülü gerekir Teselsül ise batıldır O hâlde bu yaratıcı, varlığında başkasına muhtaç olmayan ezelî bir varlıktır O da, Vâcibu'l-Vücud olan Allah'tır

    2-İmkân Delîli

    a) Bu âlem, varlığı da, yokluğu da mümkün olan bir varlıktır Her mümkün, varlığını yokluğuna tercih eden bir kuvvete muhtaçtır Bu âlem de, var olabilmek için böyle bir müessir kuvvete muhtaçtır O kuvvet de bu âlemin dışında, vücudu zatından olan bir varlıktır O da Allah'tır
    b) Hakîkatta bir mevcut vardır Bu mevcut, ya varlığı zatındandır ya da varlığı ve yokluğu mümkün olandır Varlığı zatından ise; bu özelliğe sahip olan yalnız Allah'tır Bu mevcut, varlığı mümkün olan ise; mümkün olan varlığın mevcûdiyeti zatının icabı olmadığından, var olabilmesi için, varlığını yokluğuna tercih eden bir müreccihe-yaratıcıya ihtiyaç vardır O yaratıcı-müreccih ise Allah'tır
    c) Âlemde görülen madde daima hareket hâlindedir Maddenin hareket hâlinde olması ilmen ispat edilmiştir Madde ve maddedeki hareketin mucidi kimdir? Maddeciler, madde ve ondaki hareketin ezelî olduğunu söylerler Oysa maddedeki bu hareket, bir evvelki hareketin neticesidir O da bir evvelkinin Bu hareketler silsilesi sonsuzluğa doğru devam edip gidemez Bu hareket silsileşinin bir noktada durması ve ilk hareketin, vücûdu vâcip olan bir illete, bir hareket ettiriciye dayanması zarûrîdir O da herşeyin yaratıcısı olan Allah'tır
    3- İbdâ' ve İllet-i Gâiyye Delîli içinde bulunduğumuz âleme dikkatle bakacak olursak, onun çok güzel ve çok mükemmel olarak ve daha önce bir benzeri olmadan vücuda getirildiğini görürüz Gökyüzü, güneş, ay, hülâsa canlı-cansız her varlık bir amaç için yaratılmıştır Âlemde varolan hiçbir eşya faydasız, maksatsız ve boş yere yaratılmamıştır Bu âlem bir güzellik, gaye ve vesîleler toplumudur Âlemde en değerli varlık olan insan, rastgele vücuda gelmiş, sebepsiz ve gayesiz bir varlık değildir Her azasıyla güzel, mükemmel, faydalı ve maksatlıdır İnsanın yaratılışı güzel ve mükemmel olduğu gibi, yaratılış gayesi de Allah'ı bilmek, tanımak ve O'na ibadet etmektir İnsanın olduğu gibi, canlı-cansız her mevcudun da varlığının bir gayesi, hikmet ve faydası vardır İşte âlemde görülen canlı ve cansız varlıklardaki ibdâ ve gayeler manzumesi; bütün bunları icat edip yaratan bir yaratıcının varlığını, aynı zamanda o varlığın ilim ve kudret sahibi bir ilâh olduğunu isbat eder Her şeyi bir maksada göre yaratan bu varlık, Vâcibu'l-Vücud olan Yüce Allah'tır Kur'an-ı Kerîm'de bu delîli dile getiren bir çok ayet vardır (Bakara, 2/22, Nebe', 78/6-16, )
    Netice olarak diyebiliriz ki; inat ve garazdan uzak her sâlim akıl sahibi, Allah'ın kendisine lûtfettiği aklı kullanarak esere bakıp müessiri, binaya bakıp bânîsini, yaratılmışlara bakıp yaratıcısını keşfedebilir Bunun için Allah, Kur'an'ın bir çok yerinde, zatının varlığına delil olabilecek eserlere bakmalarını, onun üzerinde düşünmelerini, akletmelerini istemektedir




















    ALLAH'IN (CC) KONUŞMASI Imam Gazalının bir eserinde Allah'ın , konuştuğunu okudum, bu doğru mudur?
    Elbette doğrudur Çünkü Allah'ın (cc} sıfatlarından biri de "Kelâm" yani, konuşmadır Zaten O kendisi Kur'ân-ı Kerimde'de peygamberlerle konuştugunu bildirmektedir Ancak O, yaratıklara ve bu arada insanlara hiçbir konuda benzemediği gibi, konuşmada da benzemez O Kur'ân-ı Kerim'de kendisinin hiçbir şeye benzemediğini bildirdikten sonra, bizim O'nun, meselâ konuşmasını insanın konuşmasına benzetmemiz O'nu yalanlamak olur ki, bu küfürdür O konuşur, ancak konuşmasının niteliğini biz anlayamayız, konuşma özelliğinin (sıfatını) olduğuna inanırız, o kadar Nitekim indirdiği kitaplar ve bu arada Kur'ân-ı Kerîm onun kelamı, yani konuşmasıdır Zaten onun bir adı da "Kelâmullah"dır











    ALLAH'TAN BAŞKALARI ADINA EDİLEN YEMİNLER Allah'tan başkaları adına edilen yeminler iki kısımdır:
    a- Babalar, anneler, melekler vs gibi Allah'tan başka varlıklar adına edilen yeminler: Bu şekilde yemin etmenin caiz olmadığını, Hz Peygamber'in böyle yemin etmeyi men ettiğini yukarıda belirtmiştik Böyle sözlerle yemin etmek caiz olmadığına göre, buna yemin demek de doğru değildir
    b- Bir şarta bağlanarak edilen yeminler: Bu gruptaki yeminleri de iki kısımda ele almak mümkündür:
    ba- Ibadet ve taat cinsinden bir şeye bağlananlar: Meselâ bir kimse "şu işi yaparsam üç gün oruç tutayım" dese, bu bir bakıma yemindir Çünkü o işi yapmaktan nefsini menetmek maksadıyla o sözü söylemiştir Bir başka açıdan da nezir (adak)tır Çünkü bir ibadeti yapmayı, bir şarta bağlamıştır Bu târz bir ifadenin nezir olarak değerlendirilmesi daha isabettir (Kasânî, III, 21)
    bb- Ibadet ve taate bağlanmayıp, talak veya köle azadına bağlanan yeminler: Bir kimse karısının boş olmasını veya kölesinin hür olmasını bir şartın tahukkukuna bağlarsa, talakla veya köle azadı ile yemin etmiş sayılır Böyle yeminlere tâliki talak da denir Böyle sözlerin yemin olarak değerlendirilmesi kişiyi bir fiili yapmaya teşvik veya yapmaktan men etme konusunda kuvvet vermesinden dolayıdır (Ö Nasuhi Bilmen, Hukukî Islâmiyye ve Istıhâhâtı Fıkhıyye Kamusu, II, 232)
    Bu maddede söz konusu edilen şartın tahukkuku halinde şayet adamın maksadı kendisini bir işi yapmaya teşvik veya yapmaktan menetmek değil de karısını boşamak veya kölesini azad etmekse, şartın vukuu halinde karısı boş veya kölesi azad olmuş olur Bu konuda ulema arasında her hangi bir görüş ayrılığı tesbit edilmemiştir Çünkü bu yemin değil, talakı veya itakı şarta bağlamaktır Ama eğer kişinin maksadı, karısını boşamak değil de, kendisini bir işi yapmaya veya yapmamaya zorlamak ise hüküm nedir? Işte bu konuda bazı değişik görüşler vardır Konuyu bir örnekle anlatalım: Içki müptelası olan bir kimse içkiyi bırakmak ve nefsini bu işe mecbur etmek maksadıyla "Bir daha içki içersem karım boş olsun" veya "bir daha içersem şart olsun" dese ve daha sonra yeminini bozsa yani içki içse bu durumda ne uygulanacaktır? Bu konuda üç görüş vardır:
    1- Bu söz tamamen geçersizdir; ne talaktır ne de yemindir Çünkü ne Allah'ın istediği bir şekilde karı boşama, ne de bir yemin etmedir O halde böyle bir söz söyleyen ve sonra bozan kişinin karısı boş olmaz, kendisine yemin keffareti de gerekmez Bu görüş Hz Ali'ye nisbet edilmektedir Zahirîler ve bazı Mâlikîler de bu görüştedir
    2- Böyle bir söz söyleyen kişi yemin etmiş ve yeminini bozmuştur Çünkü adamın maksadı karısını boşamak değil, kendisini içki içmekten men etmektir Dolayısıyla kişi ettiği yemini bozduğu için kendisine yemin keffareti icabeder; karısı boş olmaz Hanbelîlerden Ibn Teymiye ve Ibn Kayyim el-Cevziyye bu görüştedir (Ibn Teymiye el-Fetava'l-Kübra, 1-5, Beyrut, II, 110; Ibn Kayyim el-Cevziyye, Ilâmu'l-Muvakkîn, IV, 17 vd)
    3- Talak veya köle azadının bir şarta bağlanması ve şartın tahakkuku halinde, karı boş veya köle hür olur Yukarıdaki misalımizde, adam içki içtiği zaman karısı boş olmuş olur Dört mezhebin görüşü bu istikamettedir (Kâsânî, age, III, 21 vd; Merginânî, age, II, 250 vd; Mevsılî, age, III,140 vd; Ibn Kudâme, age, VIII, 335, 336; Ö Nasuhî Bilmen, age, II, 232; vd; Zühaylî, age, III, 388 vd)












    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  5. #15
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

    ALT MUDARABE Mudaribin sermayeyi bizzat işletmesi şart değildir Işleri yürütürken başkalarını çalıştırması mümkün olduğu gibi, sermayeyi çalıştıracak başka birisine vermesi de mümkündür Böylece alt mudârebe meydana gelmiş olur Sermaye sahibine karşı ilk mudârib muhatap olacağı için onun menfaatı haleldar olmaz Belki daha iyi işletme yüzünden kâr marjı artabilir (es-Serâhsî, age, XXII, 98; el-Kâsânî, age, VI, 96; Ibnü'l-Hümâm, age, V, 70 vd)
    Mudâribin yaptığı işi daha düzenli ve geniş ölçüde bir girişimci işletme yapabilir Bu işletme birçok kimsenin tasarruflarını mudarabe yönetimiyle işletmek üzere teslim alırsa vadelerine göre ayrı fonlarda toplar Bunları ticaret işlerinde bizzat işletebileceği gibi Mudârabe akitleriyle piyasada dürüst iş yapan yetenekli işletmecilere de aktarabilir Böylece; mevduata daha fazla devir sağlayarak kâr marjını yükseltebilir
    Kısaca, kâr-zarar ortaklığı biçiminde çalışan bir finans kurumuna yatırılan tüm vadeli mevdûat, vadelerine göre kâr-zarar katılma hesaplarında işletilir Bu, ya murâbaha (peşin alıp vadeli, satmak) veya mudârebe (bir taraf emeğini, diğer taraf sermayesini koyduğu ortaklık) yahut muşâreke (sermaye ortaklığı) yönetimleriyle işletme şekillerinde olur
    Mudarabede, mudaribin iyi niyetten ayrılmadığı sürece rizikosu bulunmadığı ve tüm risk, sermaye sahibine ait olduğu için, mudarabe sermayesine "risk sermayesi" denilebilir Risk sermayesi (mudârabe) uygulaması 1970'li yıllardan bu yana özellikle Amerika Birleşik Devletlerinde çok büyük boyutlara ulaşan ve en son teknolojik yeniliklere yönelip bu tip projelerin finansmanını sağlayan bir finansman yöntemi olmuştur Az ihtimalle büyük kâr büyük ihtimalle küçük zararın sentez edildiği bir finansman türü olarak tarif edilir Risk sermayesi ABD, Ingiltere, Japonya, Kanada ve Almanya gibi ülkelerde ileri teknolojiyi gelıştıren itici bir güç olmuştur Büyük kâr marjı olan uzun vadeli projelerin faizli kredilerle desteklenmesi halinde henüz proje sonuçlanmadan kredilerin vadeşinin dolması, girişimcileri çekingenliğe itmiştir Risk sermayesinde ise, girişimci (mudârib)nin rizikosunun bulunmaması, onu uıun vadeli projelerin finansmanı olarak kullanılır hale getirmiştir Proje sahibi bilim adamı girişimci, projesini sermaye sahibine para karşılığında satmak yerine projenin uygulanmasıyla elde edilecek gelirden sürekli olarak kâr payı almakta, başka bir deyimle mudarabede mudarib olarak fonksiyonunu ifa etmektedir
    Sonuç olarak, ileri ekonomilerde geniş uygulama alanı olan risk sermayesi şirketleriyle mudarabe arasında büyük bir benzerlik vardır Risk sermayesi şirketi kamu veya özel sektörden sağladığı sermayeyi titizlikle seçeceği projelere yatırır Buna göre, risk sermayesi şirketi mudârib; proje sahibi girişimci şirket, mudareb; finansman sağlayan kamu kuruluşu veya özel sektör de rabbül-mal (sermayedar) durumundadır Buna göre, Islâmi mudarabenin Avrupa'ya 10 yy dan itibaren "Commenda" adı altında adapte edilmesinin ardından, mudarabenin Avrupa ticaret hukukuna (Lex mercatoria) girdiği, buradan tüm Avrupa'ya yayılıp standardıze edildiği bilinmektedir Bunun sonucunda iş ortaklıkları daha çok girişimci ve tasarrufçuyu bünyesinde toplamıştır















    ALTIN VE GÜMÜŞ KABLAR KULLANMAK CAİZ MİDİR? Altın ve gümüş kablar kullanmak caiz değildir Peygamber (sav): "Altın ve gümüş kabda yemek yiyen veya su içen kimse karnına Cehennem ateşi dökmüş olur” buyurmuştur
    Cumhur ulemaya göre kadının altın ve gümüş ile süslenmesi caiz ise de altın ve gümüş kablar kullanması caiz değildir Kaşık, kalem, bıçak, makas ve benzeri şeyler de kab hükmündedir Hem erkek, hem kadın için haramdır










    ALTIN VE GÜMÜŞ PARALARIN DEĞİŞMESİ

    Eğer zimmette sabit olan borç altın, gümüş cinsinden belirli ve sözleşmede söylenen bir para olup, ödeme zamanı geldiğinde değer kazanmış ya da kaybetmiş ise, borçlunun, zimmetinde sabit olandan başkasını ödemesi gerekmez Çünkü bunlar (altın ve gümüş) -fakihlerin tabiriyle- "yaratılıştan para"dırlar Değerlerindeki bu değişikliğin borca kesinlikle etkisi olamaz Ibni Abidîn "Tenbîhu'r-rukud'alâ-mesâili'n-nukûd" adlı risâlesinde der ki : Zamanımızdaki Frenk Riyali ve eski altın böyledir Binaenaleyh, taraflar bunlardan biriyle alış veriş yapsalar, sonra da değeri artsa, ya da eksilse, meselâ 20 Riyale bir elbise satsa, ya da bu meblaği borç olarak alsa, değeri artsin veya eksilsin, ne kadar almışsa onu ödemesi gerekir" O yine der ki:Sakın ola, Ebu Yusuf'un - Şerifi, Bundukî, Muhammedî, Küleb (?) ve Riyal gibi paralar hakkındaki -farklı görüşü, altında ve gümüşte de geçerlidir sanmayın Çünkü bunlardan herhangi biriyle borçlananın, başkasını vermesi gerekmediği ittifakla kabul edilen bir husustur" Kadri Paşa'nın "Mürsid'ül-hayrân" adlı eserının 805 maddesi de bunu açıklamakta ve şöyle denilmektedir :"Mekîlât (ölçüyle muamele gören), mevzunât (tartıyla muamele gören) ya da altın ve gümüş cinsinden olan meskukât (para olarak basılan)'tan bir şeyi borç alanın, aldığı şeyin değeri artsa da eksilse de buna itibar etmeksizin, aldığını misliyle ödemesi gerekir" Hattâ bu parayı piyasaya süren kaynak, çıkardığı paranın değerini kendisi ararsa veya eksiltse, borçlunun yine sadece üzerinde akit yapılan miktarı vermesi gerekir
    Ibn Abidîn der ki :
    "Bilinmesi gereken bir husus da şudur: Günümüzde devlet otoritesi, zaman zaman, bazı geçerli paraların değerini azaltma yönünde değiştirme emirleri veriyor ve bu konuda fetvalar da farklı oluyor Ama şu anda kesinlik kazanan durum: Üzerinde akit yapılan paranın cinsi belirli ise, onun ödenmesidir Meselâ herhangi bir malı Yüz Frenk Riyali'ne, ya da yüz eski altın'a satınalması gibi"
    Bu parayı piyasaya süren idare, bununla muameleyi iptal etmiş olsa bile, borçlunun, yapılan akde vefa için, başkasını ödemesi gerekmez Çünkü üzerine akid yapılan para, bu paradır, başkası değildir Mâlikîler de kendilerince meşhur tutulan görüş olarak bunu beyan etmişlerdir Şâfiî, el-Ümm adlı kitabında şöyle der : "Birisi Felsler (altın ve gümüş dışındaki madeni paralar) ya da dirhemlerle borç verse veya satış yapsa, sonra da idare onları iptal etse, borç olarak verdiği veya kendileri, karşılığında sattığı felsleri ve dirhemlerin mislinden başkasını alma hakkı yoktur " Ibnu Rüşd'ün Nevâzil'inde şu açıklamaya rastlıyoruz : Kendisinden (ra) sordular: Dinar ve dirhemler halindeki paralar piyasadan kaldınlip, başka sikkelerle değiştirilirse, geçmiş borçlar, muameleler ve benzeri konularda ne yapmak gerekir ? Cevap verdi: Bizim âlimlerimizin ve diğer ilim ehlinin ifadeleri; neyle muamele yapmışsa, ondan başkasını ödeme zorunluluğu olmadığı yolundadır Soru soran şöyle dedi: Fakat bazı fıkıhçılar derler ki, ancak son basılan parayla ödeyebilir Çünkü devlet başkanı öbür parayla muameleyi kesmiş ve onu yürürlükten kaldırmıştır Böylece o, sanki hiç yokmuş hükmünü almıştır O da buna şöyle cevap verdi : Bu söze itibar edilmez, ilim ehlinden birisinin sözü değildir Islâm ahkâmını bozmaktır "Malın batıl yollarla yenmesi" yasağı konusundaki Kur'ân-ı Kerim âyetlerine ve Rasûlüllah'ın sünnetine muhaliftir" Sonra da şöyle dedi:"Bunu söyleyenin şöyle demiş olması gerekir: " Otoritenin, ölçü birimlerini daha küçük, ya da daha büyükleriyle, tartı birimlerini de daha hafif, ya da daha ağırlarıyla değiştirmesi durumunda, taraflar arasındaki muamele, ilk ölçü ve tartı birimleriyle de olmuş olsa, müşteri ancak son kabul edilen birimleriyle teslim eder"Bunun batıl olduğunda ise şüphe yoktur"
    Bir kısım Mâlikîler de şu görüştedir: Bu para iptal edilir, ya da başkasıyla değiştirilirse, kaldırılan paranın altın cinsinden kıymetine dönülür ve alacaklı, bu değeri altın olarak alır" Ama bu para yok olacak ve piyasadan kalkacak, ya da akdi yapanlann ülkesinde bulunmayacak olursa, o takdirde kıymeti gerekir"Muhtaşar'u-Halil" ve Alis'in buna yaptığı şerhte şu ifadeler vardır:"Felsler (altın ve gümüş dışında bir madenden basılan paralar) iptal edilse, misli gerekir Bir satış veya istikraz sebebiyle herhangi bir şahsın zimmetine borç olarak geçtikten sonra felsler, dinarlar (altın paralar) veya dirhemler (gümüş paralar) akdi yapanların memleketinde piyasadan kalkacak olsa, başka ülkede bulunsa bile, zimmetinde borç olanın, yeni piyasaya sürülen parayla değerini ödemesi gerekir ve bunda istihkak ile -ki, ödeme vadesinin geldiği zamandır - paranın bulunmamasının birleştiği ana itibar edilir Bunlar da ancak ikisinden daha sonra olanın zamanında birleşirler Hak doğsa da, piyasada bulunmama ondan sonra ortaya çıksa, o takdirde değerlendirme, bulunmadığı güne göredir Önce bulunmama, sonra istihkak olsa, o zaman da istihkak günündeki değeriyle hesaplanır" "Tamamen ortadan kalkma değil de, azalsa veya insanların elinde nadir bir varlık haline gelse; piyasadan çekilmesi, yok olması ve bulunmamasının aksine, nadirliğine rağmen elde edilmesi mümkün olduğundan, başkasını ödemesi gerekmez" Heysemî'nin Tuhfetü'1-muhtâc'inda şu malümât vardır: "Peşin olan dirhem veya dinarla satsa ve mevcut bir şeyi de (satılan eşya olarak) belirlese, artık nadir bulunur olsa dahi, buna uyulması gerekir" ay Bu arada şu noktaya da işaret yerinde olur: Hanbelîler bu görüşü; alacaklının, borçlu zimmetinde sabit olan nakdin mislini kabul zorunlulugu, borçlunun da devlet tarafından muamelesine müsaade edilmekle, bu nakdin bulunur olması halinde, onu ödemesi zorunlulugu ile kayıtlarlar Ama devlet halka onunla muameleyi yasaklarsa, artık alacaklı onu kabule zorlanamaz; o takdirde borcun sabit olduğu andaki değerini değer kendi cinsinden olması halinde riba'1-fadl cereyan edecekse - kendi cinsi dışındaki nakitlerle alır Halk, ister bu nakitle muameleyi bırakmada ittifak etsin, ister etmesin, değişmez E1-Buhûtî'nin "Müntehe'1-irâdât" adlı eserinde de su satırlar mevcuttur: "Borç, devletin yasakladığı, yani onunla muameleyi menettiği fulûs, ya da kırık dirhemler olmadıkça, halk onunla muameleyi bırakmakta anlaşmasalar bile, bu durumda alacaklı için, borç verdiği anda açıklanan borcun kıymeti vardır Çünkü bu, onun mülkünde kusurlanmıştır Kıymetinin az veya çok eksiltmesi de bir şey değiştirmez Bunda -yani değerini kendi cinsinden almakta- riba'1-fadl cereyan ederse; kıymet, onun -yani karzın- cinsinden başka cinsten olur Meselâ kırık dirhemlerle borç alması ve bunların muameleden kaldırılması oluşumunda, borç aldığı gündeki değerleri, ağırlıklarından eksik ise, bunun değerini altın olarak öder"
    Birinci görüş: Ebû Hanîfenin görüşü:
    Tedavülden kalkan para, herhangi bir alım satımda fiyat (semen) olmuşsa, akd fasid olur ve mümkün olduğu sürece feshi gerekir Çünkü tedavülden kalkmakla, bu para;değer (semen) olmaktan çıkmıştır Zira değer oluşu (semeniyyeti), para tabir etmekle (istilahla) sabit olmuştu Dolayısıyle, insanlar onunla muameleyi bırakınca değer oluş vasfı gider, böylece satılan eşya da değersiz (semensiz) kalmış olacağından, satış fasit hale gelirAncak bu karzdan ötürü borç, ya da müeccel mehir ise tedavülden kalksa bile, misliyle ödenmesi gerekir Çünkü zimmette geçerli felsler ik (tabii) paranın -altın ve gümüş- dışında edinilen ve kullanmada aynen bniki para gibi itibar edilip işlemi gören paralardır Iste sözü edilen kagit banknotlar da bu kabıldendir "Geçerli fels" diye, sadece diğer madenlerden yapılanlara denecegi iddia edenler delil getirmelidirler "Kesat" sözlükte, ragbet görmediğinden revaç bulmamak demektir Kesâdin aslı "Fesad"dir da denmiştir (el Misbâh'ül-Münîr N/644) Faki'hlerin terimi olarak ise "Kesâd", herhangi bir paranın tedavülden kaldırılması ve bütün ülkelerde geçerliliğinin düşmesi demektir (Ali Haydar, Serhu Mecelle I / 108, Zeylaî Tebyinü'l-hakayık IV/143 Ibn Abidin, Tenbihu'r-rukud N/60) Zeyla'î'nin "Tebyinül-hakâyik"tan naklettiğine göre, Ebû Hanife'nin delili sudur : "Karz iaredir Gereğiise (iare verilen) ayn'i, ma'nen iade etmektir Bu da, -tedavülden kalkmis olsa bile- ancak mislini geri vermekle gerçekleşir Çünkü "semeniyyet" (değer oluş), karzın sahih olmasının "semeniyyete" dayanmayıp, bilakis "misl"e dayanması itibariyle, onda ilave bir unsurdur ve tedavülden kalkmakla da misl olmaktan çıkmış değildir Bundandır ki tedavülden kalktıktan sonra bile, istikrazı sahihtir Ceviz, yumurta ve ölçü, tartı ile işlem gören şeyler gibi semen olmayanların da - semen olmasalar bile- istikrazı sahihtir Eğer bu, manen iare olmasaydı sahih olmazdı Çiinkü cinsin cinsiyle, vadeli mübadelesi olurdu ki, bu haramdır Binaenaleyh, iade edilen, alınanın hülanen aynısıdır ve artık bunda tıpkı gasbedilen aynın iadesi gibi revaç şart değildir Karz da gasb gibidir, çünkü misliyletazmin edilir" Bedâyi'u's sanâyi'de şöyle denir "Geçerli felslerle satın alınip ta bu felsler tesellümden önce tedavülden kalkacak olursa, Ebu Hanife'ye göre akd münfesih olur, müşterinin, eğer duruyorsa satın aldığı eşyayı, harcamışsa kıymetini, ya da mislini geri vermesi gerekir" Aynı yerde şunlar da vardır "Geçerli felslerle borç alıp tesellüm etse, arkasından bunlar tedavülden kalksa, Ebû Hanife'nin görüşüne göre, tesellüm ettiği felslerin sayısal olarak mislini geri vemiesi gerekir" Ikinci göiüs: Ebû Yûsufun görüşü, Hanbelîler'de tercih edilen, Malıkîlerde de meşhur olmayan göiüs : Tedavülden kalkmasından sonra mislini iade etmek yeterli değildir: Borçlunun; akde konu olan nakdin değerini, muamelenin yapıldığı gün itibariyle, bir başka para ile ödemesi gerekir Mürsidül hayrân in 805 maddesi bu görüşü almıştır ki, şöyle dir: "Rayıç felslerden veya karışımı galip paralardan belli bir miktar borç alsa, arkasından bu para tedavülden kaldırılsa ve onunla işlem geçersiz sayılsa, ödeme günündeki değil, teslim aldığı gündeki değerini vermesi gerekir " Bu görüşe şunlar delil gösterilir:
    1- Çıkaran merci tarafından bu parayla muamelenin durdurulması, geçerliliğine engel olmak ve maliyetini iptal etmektir Çünkü bunlar, itîbari paradırlar, yaradılış olarak değil Binaenaleyh bu, onun itlafi demekti Böylece de "telâfiler" (el-cevâbir) kaidesine göre bedeli gerekir ki, bu da kıymetidir
    2 - Alacaklı, faydalanılabilen bir karşılık almak için faydalanılabilen bir şey vermiştir Öyleyse kendisine faydalanılamayan birşey verilmekle haksızlığa uğratılmamalıdır

    Ibn Kudame "el-Mugni"de sunlan söyler:
    "Karz, felsler ya da ufaklık paralar olup, otoritenin bunları yasaklaması ve bunlarla muamelenin terkedilmesi halinde, ödünç verenin bunların değerini almak hakkıdır Ister borç alanın elinde bulunuyor olsun, ister harcamış olsun alacaklı onu kabule zorlanamaz Çünkü onlar onun (borçlunun) mülkünde iken kusurlanmıştır Ahmet b Hanbel ufaklık dirhemlerde bunu tasrih etmiş ve şöyle demiştir: Bunlara değer tespiti yapar ve aldığı gün yeni paradan ne kadara eşit olduklarını bulur Sonra onu verir Değerlerindeki düşüşün az ya da çok olması farketmez " Bazı Mâlikîler de satılan malın fiyati konusunda, satılan eşyanın tesellüm edildiği gündeki değerinin rayıç (geçerli) para ile ödeneceği görüşündedirler Üçüncü görüş: Imam Muhammed ve bazı Hanbelilerin görüşü: Akd hangi parayla yapılmışsa borçlunun, onun tedavülden kalktığı; yani son revaçta olduğu gündeki değerini, diğer paradan vermesi gerekir ki, bu da halkın onunla son işlem yaptığı gündür Zira bu onun, o gün yeni kıymete geçis zamanıdır Öyle ya, geçerli olduğu sürece mislının iadesi gerekirdi Tedavülden kaldırılınca, o zaman yeni paradan kıymetine intikal etti
    "Cevâhiru'1-Fetâvâ"da su bilgiler vardır:
    Kâdi ez-Zâhidî demiştir ki: Belli bir nakitle bir şey satsa, sonra fiyatını (semenini) almadan bu nakd tedavülden kalksa, satış fâsid olur Sonra da bakılir: Eğer satılan şey müşterinin elinde ise, onu geri vermesi gerekir Herhangi bir yolla elinden çıkmışsa veya onda müşterinin müdahelesiyle bir artis meydana gelmişse,ya da onda, meselâ elbise olması halinde dikmek gibi, değer biçilebilecek bir sa'nat yapmışsa veya meselâ buğday olup ta öğütülmesi, susam olup ta sıkılması, nil yapragi olup ta nil yapılması gibi, istihlak yerine geçip, cinsi değişmişse (hukuken tagyire uğramışsa) misliyattan olması durumunda -ki, keylî, veznî ve ceviz, yumurta gibi farklılık arzetmeyen adedî mislîdir - mislini iade etmesi, kiyemiyyattan olması durumunda da -elbise ve hayvan gibi - satılan eşyanın kabz günündeki değerini, satış anında mevcut olup tedavülden kalkmayan bir paradan vermesi gerekir Satış değil de kira akdi yapılmışsa, akd batıl olur ve kiralayanın ecr-i misli vermesi gerekir Bütün bunlar Ebû Hanife'nin görüşüdür
    Ebû Yûsuf ise: "Hangi para ile akd yapılmışsa, onun muamele günündeki değerini, başka bir parayla vermesi gerekir" der Imam Muhammed ise: "Halkın elinden son kalktığı günkü değeriyle vermesi" görüşündedir
    Dördüncü görüş: Şâfiîlerin ve kendilerince meşhur olana göre Mâlikîlerin görüşü ara zimmette sabit olduktan sonra, ödemeden önce tedavülden kalkarsa, alacaklının ondan başkasını alma hakkı yoktur Onun tedavülden kalkması, alacaklının başına, elde olmadan gelmiş bir âfet olarak değerlendirilir Bu konuda borcun bir karz, ya da satılan bir şeyin değeri veya başka bir şey olması arasında fark yoktur
    Er-Ramlî'nin "Nihâyetü'l-muhtâc'inda su bilgiler vardır"Şayet devlet kendisiyle satış yaptığı ya da borç verdiği parayı iptal etse, hiçbir surette ondan başkasını almaya hakkı yoktur Aynı yerde şunlar da söylenir : Mislî olan borcun karşılığında misil verilir Çünkü bu, hakkına daha yakındır Bu durumda borç, para (nakd ise, onunla yapılan muamele batıl olur Bu, günümüzde Mısır'da, yeni çıkan paralarla borç vemie, sonra da onları tedavülden kaldırıp, para olmasa bile, başkasını çıkarma şeklindeki kamuyu ilgilendiren problemi de kapsar" Nevevî el-Mecmû'da sunlan söyler: "Belli bir para ile satsa veya mutlak bir para ile satsa da, biz onu o bölgenin parasına hamletsek, sonra da tesellümden önce idare o parayla işlemi durdursa, bu konuda imamlarımız şöyle der: Akid münfesih olmaz, satıcının muhayyerliği yoktur Akdin kendisiyle yapıldığı paradan başkasını alma hakkıda yoktur Tıpkı bir buğday satın alıp ta, tesellümden önce buğdayın ucuzlaması, ya da buğdayda selam akdi yapıp ta, vade gelmeden önce buğdayın ucuzlama durumunda, başkasının alma hakkıolmadığı gibi; Cumhûr burda böylece kesindirBagavî ve Râfiî, satıcının muhayyer olduğu yolunda bir göiüs naklederler: Tesellümden önce malın kusurlanmasında olduğu gibi, dilerse o parayla satışı onaylar, dilerse fesheder Arria mezhebin görüşü birinci görüştürMütevelli ve başkaları da şöyle demiştir: Müşterinin, idarenin çıkardığı parayı getirmesi halinde satıcı, onu kabule zorlanamaz Onda anlaşmaya varırlarsa o (semenin) bedeli olur ve (semenin değil), semenin bedelının hükmünü alırBizim birincisinde ona karşı delilimiz şudur : O, müşterinin kabullendigi (iltizam ettiği)nden başka bir paradır Dolayısı' ile tıpkı dirhemle satın alıp ta dinar getirmesinde olduğu gibi, kabulü şart değildirIkincisinde ona karşı delilimiz sudur : Akde konu olan şey ortadadır ve teslimi mümkündür Öyle ise onun üzerindeki akid de münfesih olmaz Tıpkı bir malı pahalılıkta satın alıp sonra fiyatların düşmesi gibi "
    Alis'in "Minahul-Celil"inde şöyle denir :
    "Bir para (nakd) ile satın alırya da ödünç alırda, sonra o para iptal edilirse, onun bulunması halinde başkasını verme mecburiyeti yoktur Kişi altın ve güinüsten, ya da başka madenlerden belli ölçülerde basılan paralarla (felslerle) ödünç alsa veya bunlarla alım satım yapsa, sonra da devlet bu birimi değiştirip, yerine başka para bassa, bu kişinin borcu ancak, aldığı ve akd günü zimmetine geçen birimdirOrada -yani el-Müdevvene'de- denir ki: Birisine altın ve gümüş dışındaki paralarla ödünç verip, karşılığında bir rehin alsan ve bu paralar da tedavülden kalksa, senin onda, verdiğin paraların mislinden başka hakkın olamaz O bunu verdiği takdirde rehinini alır Böyle bir parayla bir şeyi vadeli olarak satsan, senin hakkın ancak satım günündeki bu paranın mislidir Tedavülden kalkmasına itibar edilmez"
    Ikinci Durum: "Bölgesel Tedavülden Kalkma "
    Paranın bütün bölgelerde değil, bir kısmında tedavülden kalkması duiumudur Devletlerin çıkardığı ve kendi topraklarının dışında tedavülüne engel olduğu paralar, bunun günümüzdeki örneğidirBu durumdaki kişi, rayıç bir parayla alım satım akdi yapsa, sonra alım satımın gerçekleştigi bölgede ve ödeme yapılmadan önce bu para tedavülden kalksa, akd fasid olmaz Satıcı, alım satımın gerçekleştigi parayı istemekle, onun kıymetini rayıç bir para ile istemek arasında muhayyerdir Hanefi mezhebindeki "mutemet" görüş budur "Uyunu'1-mesâil"de şöyle denir: "Paranın tedavülden kalkması" bütün bölgelerde olursa bu, akdin fesadıni gerektirir Çünkü o takdirde para helâk olmuş ve satılan şey bedelsiz (semensiz) kalmıştır Ama sırf o bölgede tedavül edilmez de başka bölgelerde edilirse, satım akdi fasid olmaz Çünkü para helâk olmamış, fakat kusurlanmıştır Binaenaleyh, satıcı muhayyerdir; dilerse, "Bana alım-satımın yapıldığı parayı ver der, dilerse o paranın değerini altın olarak alır" Ibn Abidin diyor ki: "Bazı bölgelerde tedavülde bulunursa akd bâtıl olmaz; ama alımsatım yapanların bölgesinde tedavülden kalkmasıyla para kusurlanır ve satıcı da muhayyer olur ister onu alır, ister (altına endeksli gibi) değerini alır"
    Ebu Hanîfe ve Ebu Yusuftan; para tek bir bölgede tedavülden kalkarsa o bölge insanlarının terminolojisine (paradaki itibar ölçülerine, istilahlarına) bakarak, orada paraya sair ülklerdeki "genel iptal" hükmü verilir, dedikleri nakledilmiştir
    Üçüncü Durum "Paranın Piyasadan Kalkması"
    Bu, paranın halkın elinde olmaması ve arayanın piyasada bulamaması şeklinde olur Bu durumda: "Kişi belli bir para ile bir eşya satın alsa, sonra bedelini ödemeden önce para piyasadan Üçüncü Görüş: Ebu Hanife'nin göriisüdür: Piyasadan çekilme de tedavülden kalkma gibidir, alımsatım akdinin fesadıni gerektirir (Tebyînü'l-hakaik, N/142; el-Fetava'l-Hindiyye, NI/225 )
    Timurtâsî "Bezlü'l-mechud fi-mes'eleti-tegayyuri'n-nukud" adlı risalesinde şunları söyler: "Paranın halkın elinde bulunmaması da, tedavülden kalkması gibidir Dirhemlerin hükmü de böyledir; dirhemlerle satın alsa, sonra bu dirhemler tedavülden kalksa, ya da piyasadan çekilse, alımsatım bâtıl olur ve eğer duruyorsa, satılan şeyi geri vermesi gerekir Mislî olup tüketilmiş ise, durum yine aynıdır Değilse kıymetini öder Eğer teslim alınmamissa, bu alım-satımın zaten hükmü yoktur Bu, Imâm A'zam'a göredir
    Talebeleri olan iki Imâm ise su görüştedirler: Alım-satım bâtıl olmaz, çünkü imkânsiz olan, paranın tedavülden kalkmasından sonra onu teslnn etmektir Bu ise; paranın yeniden geçerlilik kazanmakla o vasfınin yok olması mümkün olduğundan ötürü, fesadı gerektirmez" (Tenbihu'r-rukud, N/59)
    Dördüncü Görüş: Şâfiîlerin ve Mâlikîlerin görüşüdür:
    Bulunmaması ve piyasadan çekilmesine rağmen, bu para elde edilebilirse ödenmenin onunla yapılması, aksi halde kıymeti gerekir Ödünç alınan paradan dolayı borç, satım eşyası bedeli, ya da bir başka borç olması durumları eşittirFakat bu görüşün sahipleri, kıymetin ödenmesine gidildiğinde, hangi zamandaki kıymetin ödeneceği konusunda görüş ayrılığı içindedirlerŞâfiîler, alacaklının talebi anındaki değerinin gerekeceğini söylerler (Haysemî, Tuhfetu'l muhtâc N/258) Mâlikîler kendilerince meşhur sayılan görüşlerinde; (Minahu'l-Celîl) ki sürenin hakedilme zamanına (istihkak) en uzak olanındaki değer gerekir, derler Bu iki süre; borcun vadeşinin hulûlü ve paranın piyasadan çekilmesi demek olan yokluk anidir (Minahu'l-Celîl, N/535; Serhu'z-Zurkâni ‚alâ-Halil, V/6O)Mâlikîlerin bazıları da, kıymetin hüküm zamanına göre belirleneceği görüşündedirler (Nihâyetü'l-Muhtac, NI/399)Ramlî ise "Nihayetü'l-muhtâc'da şöyle der: "Para bulunmaz olsa fakat misli bulunursa, o gerekir Aksi halde alacaklının talebi günündeki değeri gerekir Bu mesele günümüzde Mısır'daki paralar konusunda zaruri bir hal almıştır (Umumi belvâ) (Nihâyetü'l-Muhtac, NI/399) Karafi de der ki: Bu nakit piyasadan çekilse ve nihayet bulunmaz hale gelse, peşin olması halinde alacaklının piyasadan çekilme günündeki kıymetini alma hakkıvardır Peşin değilse vadenin girdiği gündeki değerini alır Çünkü ondan önce talep hakkıyoktur" (Minahü'l-Celîl, N/534)"Serhu'l-Hurasî alâ-Muntaşar'i Halîl'de sunlar vardır: (Para) yok olursa, borçlu olan sahsa gereken; onun kıymetini, yeni basılip piyasaya çıkan parayla vermesidir Paranın kesâdi ve hak edilmesi zamanlarının farkı olması halinde, bu iki sürenin en uzagi zamanındaki kıymetine itibar edilir" (el-Hurasi, V/55) 1) Borçlu bunu ister geciktirsin, ister geciktirmesin Nitekim Halil'in sözünden ve el-Müdevvene'den anlaşılan da budur Hurasî ve başkaları bunun borç'lunun geciktirmediği zamanla kayıtlı oldugu görüşündedirler Aksi halde varılan son durum- Yani kıymet değil, yeni uygulama gerekli olnr - Yani eskisine artık olarak basılan yeni para konusunda ki son durum gerekli olnr Çünkü o haksızlık etmiştir "Tekmîlü'l-Minhâc" sahibi der ki; durumun daha iyiye gitmesi halinde bu açıktır Daha kötüye giderse zimmeti de sabit olan ne ise onu verir (bk El-Hurasî V/55; Serhuz:-Zürkânî V/60; Minahu'l-Celil N/535; Hâsiyetü'r-Rahvanî V/12l
    Dördüncü Durum: "Para Değerinin Artması veya Düşmesi"Bu, altına ve gümüşe nisbetle paranın değerinin artması, ya da eksilmesidir Fıkıhçılar bunu "gala" ve "ruhs" terimleriyle anlatırlar Bu duruma göre borç; ödünç alınan bir paradan, bir mehir borçlanmasından, satınalınan bir eşya bedelinden ötürü zimmette sabit olup, ödemeden önce paranın değeri artma, ya da düsme şeklinde değiştiginde, borçlunun ödeme zorunda olduğu şey konusunda fıkıhçılar üç ayn görüştedirler : Birinci Göiüs : Ebu Hanîfe, (Tenbîu'r-rukûd N/60; Hâsiyetü's-Selebî ‚alâ-Tebyîni'l-Hakâik IV/142-143) kendilerince meşhur olan görüşe göre Mâlikîler, (ez-Zürkânî âlâ-Halil V/60; Hasiyetü'r-Rahvânî V/121) Şâfiîler (Suyûtî, Kat'u'l-Mücadele ‚inde-tagyiri'l-muâmele, I/97-99) ve Hanbelîlerin görüşüdür: Borçlunun ödemesi gerektiği şey, ne eksik ne fazla, aynı akidde belirlenen ve borç olarak zimmete geçen paradır Alacaklının başkasını alma hakkıyoktur Kadı Ebû Yûsuf da bu görüşte idi; ama sonra bundan dönmüştür"Bedâyiu's-sanâyî"de paranın (semen) değişmesinden söz edilirken: "Tedavülden kalkmasa, fakat değeri artsa, ya da düşse, ittifakla alım-satım akdi fesholmuş olmaz Müşterinin sayı olarak onun mislini vermesi gerekir Burada kıymete itibar edilmez, Çünkü değer artışı, ya da düşüşü semen olmayı ortadan kaldırmaz Öyle ya, dirhemlerin semen olma özellikleri değişmeden değerleri artıp eksilebilir " denmektedir Aynı yerde, ödünç alınan paranın değerinin değişmesinden söz edilirken de şöyle denir: "Tedavülden kalkmasa, fakat değeri düşse, ya da artsa, borçlu, aldığının mislini (rakam olarak aynısını) vermekle mükelleftir" Ibn Kudâme "el-Mugni"de şunları söyler: "Paranın değerinin düşmesine gelince: Bu ister; -bir danik'a on (birim) iken, bir danik'a yirmi (birim) olması gibi- çok olsun, ister az olsun, onun iadesine engel değildir Çünkü onda bir şey meydana gelmemiş, sadece fiat değişmiştir Dolayısıyla pahalanan, ya da ucuzlayan buğday gibi olmuştur" (el-Mugnî IV/365) el-Buhûtî, "Kessâfu'1-kinâ" adlı eserinde: "Felsler eğer yasaklanmazsa" yani devlet otoritesi ile tedavülüne engel olunmazsa, misliyle (rakam olarak eşit değerle) ödenmeleri gerekir Değerlerinin artmış veya eksilmiş olması ya da tedavülden kalkmis bulunmalan eşittir" (Kessâfu'l-kinâ NI/301) derSuyutî de "Kat'u'l-mücâdele'inde tagyiri'l-mu'âmele" adlı risalesinde şöyle der: "Sahih istikraz yoluyla olan borçlanmada, her hâlükârda mislin ödeneceği sabit olmuştur Binaenaleyh, diğerinden bir ritl (birim) fels (altın ve gümüş dışında bir para) ödünç alanın ödemesi gereken - değeri ister artmış, ister eksilmiş olsun- aynı cinsten bir ritl'dir Artmış olması halinde, karzın selem olmasından ötürü böyledir Eksilmiş olması halinde ise "er-Ravda" adlı eserde şöyle denmektedir: "Bir nakitle borç verse, devlet otoritesi de o nakitle tedavülü yasaklasa, alacaklı ancak, ödünç verdiği alır Imâm Şâfiî (ra) bunu tasrih etmiştir Tedavülden kalkması durumunda böyle olursa, değerinin düşmesi durumunda öncelikle böyle olur" (Kat'u'l-Mücâdele, I/97) Sonra selemdeki borçlanmayı ele alırve der ki : "Selem de bu kabıldendir En sahih görüş', selem'in, şartı bulunması halinde, dirhem, dinar ve felslerde de caiz olacağıdir Süresi dolunca "müslemün fih" olmak üzere tartı olarak belirlenen miktarı vermesi gerekir Selem akdinin yapıldığı zamandaki değeri ister artmış, ister eksilmiş olsun, farketmez Değeri neye baliğ olmuş olursa olsun, onun tahsili gerekir "Muhtaşar'u-Halil" ve Alîs Serhinde sunlar vardır: Fels cinsinden paralar tedavülden kalksa, bunlarla zimmetine borç geçmiş olan, bunların mislini vermekle yükümlüdür: Tedavülü sürmekle beraber değeri değişenler, öncelikle böyledir" "el-Müdevvene"de de şöyle denir: "Keza birisine fels olarak bir kaç dirhern borç versen, verdiği gün bir dirhem yüz felse eşit olsa, sonra bir dirhem ikiyüz fels olsa, o sana ancak aldığının mislini verir, başkasını değil" (Minahu'l-Celîl, N/535)Hanbelî mezhebine göre hazırlanan "Mecelletü'l-ahkâmi'sşer'iyye" de bu görüşü almıştır Meselâ 750 maddesi şöyle dir :"Karz; felslerle, veya ufaklık dirhemlerle, ya da kagit (banknot)larla olsa, sonra değerleri artsa, ya da eksilse veya tedavülden kalksa, ama bunlarla işlem yasaklanmamış olsa, misillerini ödemek gerekir Keza diğer borçlarda, tesellüm olunmayan fiyatlar (semen)da, ücrette, hul' bedelinde, telef edilen şeylerle, tesellüm edilen ve satıcının geri vermesi gereken fiyatta (semen) hüküm aynıdır" Ikinci görüş: Ebu Yûsufun görüşüdür ve Hanefi mezhebinde fetvâ da buna göredir: (Tenbîhu'r-rukud N/60, 6l ) Borçlu; değer artışına, ya da düşüşüne maruz kalan paranın, zimmetinde sabit olduğu gündeki değerini, tedavül eden bir parayla vermek zorundadır Buna göre; alım satım akdinde, akd günündeki değer; istikrazda da, tesellüm (kabz) günündeki değer esas alınır (Tenbîhu'r-rukûd N/60-63)Üçüncü Görüş: Mâlikî mezhebi içerisindeki tâlî bir görüştür: Değiştirme aşırı ise, artış ya da düsüse maruz kalan paranın kıymetini, aşırı değilse mislini vermek gerekirEr-Rahvâni, Mâlikîlerde, paranın değeri, yükselme veya düsme ile değişse dahi mislının gerekeceği şeklindeki meşhur görüşe yorum sadedinde sunlan söyler: "Buna göre bunu: bu (değişme)'nun çok fazla olmadığı zaman, diye kayıtlamak gerekir Tâ ki, tesellüm (kabz) eden, karşıt görüştekilerin gerekçe olarak gösterdikleri sebebin bulunmasından ötürü, büyük bir menfaat bu Paranın tedavülden kalkması konusunda meşhur görüşe karşıt görüş sahiplerinin delil olarak tutundukları sebebi (illeti) kastediyor ki, şudur: Alacaklı faydalanılan birşey alabilmek için faydalanılan birşey vermiştir Binaenaleyh, ona faydalanılmayan birşey vermekle haksızlık edilemez (bk Hasiyetü'r-Rahvânî,1/120; Hâs'iyetü Ibni'l-Medenî V/118)
    Bu üç görüşe ve delillerine bakarak vardığım sonuç sudur: a- Fiyat artışına ya da düşüşüne maruz kalan paranın, zimmette sabit olduğu gündeki değerinin ödenmesi gerektiğini söyleyen fıkhı kabulleniş, cumhurun; borçlunun ödemek zorunda olduğu, akidde belirlenen ve zimmette sabit olan paranın eksigi, ya da fazlası olmayıp, bizzat kendisidir, şeklindeki görüşünden itibara daha layıktir, çünkü : Bir: Bu görüş adalet ve insafa daha yakındır Çünkü iki mal, ancak kıymetleri eşit olursa birbirinin dengi olurlar Kıymetler farklı olursa, denklik de yoktur Halbuki, Allah adaleti emreder Iki: Bunda borçludan da, alacaklıdan da zararı giderme vardır Mesela karz olarak bir para verse, arkasından bu paranın değeri düşse, biz de karz vereni, verdiğin rakam olarak mislini kabule zorlasak, o bundan zarara uğramış olur Zira ona verilmesi hükmedilen bu parâ, onun hakettiği para değildir Çünkü değeri düştükten sonra o, belirli ayn'in kusuruna benzeyen, nevinin kusuruyla kusurlu hale gelmiştir (Su bakımdan ki, belirli ayn'in kusuru, mükemmellikten eksiklige geçisidir, nevilerin kusuru ise, değerlerinin eksilmesidir) Bir malı karz olarak verse, arkasından bunun değeri artsa, biz de karz olanın aldığını rakam olarak ödemesini hükmetsek bu defa da borçlu zarar görür Çünkü bu onu, aldığından fazlasını ödemeye zorlamadır Halbuki, "Zarar ve zarara mukabıl zarar yoktur" esası, şeriatın genel bir kaidesidir b- Rahvânî'nin Mâlikîlerde zahir gördüğü; paranın değer artışına, ya da düşüşüne maruz kalması halinde bu fark basitse, (sayısal olarak) misli gerekir, değişme asin ise değeri gerekir, şeklindeki görüş, bana göre Ebu Yûsufun her halükârda değeri gerekir, şeklindeki Hanefi mezhebinde tek fetva olan görüşünden daha evlâdir Çünkü : Bir: Karşılıklı işlemlerde büsbütün yok edilmelerindeki zorluga bakarak, insanlardan sıkıntıyi giderme gayesiyle, mal mubadele akidlerinden şer'an bağışlanan az hile ve aldatmaya kıyasla, az farklılaşma da bağışlanmış olmalıdır Bunda önemli bir tesri (yaşama) esasını da gerçekleştirme anlamı vardır ki, o da teamülün insanlar arasında istikrar bulmasıdır Fâhis aldatma ve hile ise, böyle değildir Bunlar her çeşit alımsatım ve işlemlerde yasaktırlar Iki: Az farklılaşma, "Bir şeye yakın olan o şeyin hükmünü alır" (x) şeklindeki genel fıkıh kuralının teferruatından sayılarak bağışlanmış olmalıdır Fâhis farklılaşma ise böyle değildir Zira ondaki zarar açıktır, zulüm muhakkaktır
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  6. #16
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

    ALTIN VE GÜMÜŞ YÜZÜK TAKMAK CAİZ MİDİR? Gümüş yüzük takmak, erkek ve kadın için mübah ise de, altın yüzük takmak erkek için haram, kadın için helaldır Peygamber (sav) buyuruyor: Altın ve ipek ümmetimin kadınlarına helal, erkeklerine haram kılınmıştır” Sahabelerden Sa'd bin Ebi Vakkas, Talha bin Abdullah, Süheyb, Huzeyfe ve Cabir bin Semure, altın yüzük takmanın tahrimen değiil, tenzihen mekruh olduğuna kanaat getirdikleri için takmışlar ise de sahabe ve ulemanın cumhuruna göre haramdır
    Abdullah bin Abbas'tan rivayet edilmiştir: "Peygamber (sav) birisinin elinde (parmağında) altın yüzük gördü Hemen elinden çıkarıp attı Ve dedi ki nasıl olur da sizden biriniz bir ateş parçasını alıp eline sokar? Peygamber(sav) gittikten sonra adama: Yüzüğünü al ondan faydalan, denildiğinde "Hayır Allah'a yemin ederim madem ki Peygamber (sav) atmıştır asla almam” dedi Hülasa dört mezheb ile sahabenin cumhuruna göre erkek için altın yüzük takmak haramdır Cevazı için fetva vermek doğru değildir









    ALTIN VE GÜMÜŞTEN BAŞKA MA'DENİ VE KAĞIT PARA ZEKATA TABİİ MİDİR? Altın ve gümüşten başka ma'deni ve kağıt para, ticaret yoluyla elde edilmiş ise sene sonunda normal olarak ticaret eşyası ile birlikte hesaplanarak zekatı verilecektir Bu hususta şüphe yoktur Ayrıca miras ve vasiyet gibi bir yolla veya ticaret eşyası olmayan başka bir şey satmak suretiyle elde edilmiş ise üzerinden bir yıl geçtiği takdirde altın ve gümüş yerine ka'im olduğu için, Hanefi ulemasına göre yine zekatı verilecektir Amma Şafii ulemasının görüşüne göre zekata tabii değildir Çünkü altın ve gümüş olmayan madeni ve kağıt para hakkında zekat vermek hususunda hadis varid olmamıştır Hanefi ulemasının görüşü bu hususta daha güzeldir Çünkü zekatın farz kılınışından maksat malı durumu müsaid olan kimsenin malından mu'ayyen bir miktarı muhtaç kimselere verdirip ihtiyaçlarını gidermektir Binaenaleyh geçmiş asırlarda alışverişde te'amül, altın ve gümüş ile olduğundan ma'deni şeylerden yalnız altın ve gümüş zekata tabiidir demek yerinde idi Fakat şimdi şartlar değişmiş te'amül onlara, değil madeni ve kağıt paralarla olduğundan, bunları zekattan mu'af tutmak zekatın farz kılınış gayesine ters düşer








    ALTININ NİSABI YIRMİ MİSKAL GÜMÜŞÜN NİSABI İSE 200 DİRHEMDİR, DENİLİYOR 20 MİSKAL İLE 200 DİRHEM BUGÜNKÜ ÖLÇÜLERE GÖRE NE KADARDIR? Bu hususta çelişkili sözler söylenmektedir, bir kaçını nümüne olarak zikredilip, sonra kanaatımı beyan edeceğim
    Yusuf al-Kardavi, Fıkh al-Zekat adlı kitabında diyor ki:
    "20 miskal altın 85 gram
    200 dirhem gümüş 595 gramdır"
    Menhel al-Azb al-Mevrüd da şöyle diyor:
    "20 miskal altın 93 gram
    200 dirhem gümüş 624 gramdır"
    Teshil al-Meram da şöyle diyor:
    "20 miskal altın 100 gram
    200 dirhem gümüş 700 gramdır"
    Çünkü bir miskal-i şer'i yüz tane arpa ağırlığındadı, yüz tane arpa da beş gramdır Böylece 5*20=100 gram olur
    Şafii, Hanbeli ve Malıki mezheplerine göre ise:
    "20 miskal altın 72 gram
    200 dirhem gümüş 504 gramdır”
    Hanefi mezhebinde bu ihtilaf var iken, altında yüz ile seksen arasındaki rakam olan doksanı gümüşte de beşyüz ile yediyüz arasındaki rakam olan altıyüzü kabul etmek daha uygun olur












    AMCA-DAYI HANIMLARI VE KAYINVALİDENİN MAHREMLİĞİ 1 Eşimin amca ve dayı hanımları ve kızları, hala ve teyze karşısında tutumu ne olmalı? Hangi ölçülerde oturup yiyip-içebilir?
    2 Kayınvalidenin damadına göre tesettürü nasıl olmalı?
    l Eşiniz de beraber oturduğu diğerleri de kadın olduğuna göre kadının müslüman kadına göre avreti olan göbekle diz kapağı arası kapalı olduktan sonra beraber oturmalarında bir mahzur yok oturmanın; dedikodu yapmamak, kendi kocaları ile olan ilişkilerini anlatmamak gibi adabı ise, sanırım sorulmuyor
    2 Kayınvalide damada ebediyyen haram olduğu için, onun yanında, saçını, başını, kollarını, böğrünü açarak oturabilir Ancak kapalı bulunup fitneye açık kapı bırakmaması daha güzel olur
    3 Diğer sorularınız, herhangi bir ilmihalden kolaylıkla bulunabileceği için onları cevaplamıyor ve hiç olmazsa ilmihallerle ilişkinizi kesmek istemiyoruz
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  7. #17
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

    AMEL DEFTERİ Insanın dünya hayatında yaptığı iyi ve kötü bütün işlerin sözlerin kayıt edildiği defter Bu defter sesli bir film misali insanın her türlü hâl ve hareketini, konuşmalarını zapt eden bir defterdir Bu kayıt ve zabıtlarla insan ahirette hesaba çekilecek, bu defter insanın leh veya aleyhinde bir şahid olacaktır Kur'an'da "kitab" olarak zikredilmektedir
    Dünya hayatında devamlı olarak insanla beraber bulunan ve onun yaptıklarını kaydeden melekler vardır Kur'an-ı Kerîm bu melekler hakkında şöyle buyurur:
    "Halbuki üzerinizde gözetleyici melekler var, şerefli yazıcı (melekler) Her ne yaparsanız bilirler" (el-Infitâr, 82/10-12) "O, (Insan) her ne söz söylerse muhakkak yanında hazır bir gözcü vardır" (Kaf, 50/18)
    Amel defterine insanın yaptıklarını yazan meleklere Hafaza* (Hâfıza) melekleri veya Kirâmen Kâtibîn * (Şerefli Yazıcılar) yahut "Rakîb Atîd" denmiştir
    Her insana, kendi amel defteri, Ahiret gününde verilecek ve insan kendi yaptıklarını orada bizzat görüp okuyacaktır Defterleri sağl tarafından verilen kimseler Cennetlik bahtiyarlar, sol tarafından veya arkasından verilen kimseler ise Cehennemlik bedbahtlar olacaklardır Bahtiyarların hesabı ya çok basit geçecek veya onlar hiç hesaba çekilmeyecek; bedbahtlar ise çok çetin bir hesapla karşılaşacaklardır Kur'an-ı Kerîm bu hususta da şöyle buyurur:
    "Işte o vakit kitabı (amel defteri sağl eline verilmiş olan kimse der ki: ‚Gelin kitabımı okuyun Çünkü ben hesabıma ulaşacağımı (hesaba çekileceğimi) zannetmiştim! Artık o hoşnut bir hayatta yüksek bir Cennet'tedir " (el-Hâkka, 69/19-22) "Kitabı sol eline verilmiş olan ise, der ki: ‚Eyvah, keşke kitabım bana verilmeseydi Hesabının da ne olduğunu bilmeseydim! Tutun onu hemen bağlayın onu, sonra Cehennem'e atın onu"(el-Hâkka, 69/25-27, 30-31)
    Insan, kendi amel defterinde hayatının bütün teferruatını görünce hayret edecek ve Kur'an'ın tabiriyle şöyle diyecek "Eyvah bize, bu deftere ne olmuş, küçük büyük bırakmayıp hepsini toplamış " (el-Kehf, 18/49)
    Amel defteri insanın dünya hayatındaki kendi yaptıkları ameller doğrultusunda doldurulduğuna, insan da iradeye sahip olduğuna göre amel defterının iyi veya kötü şeyleri ihtiva etmesinde insanın kendisi etkilidir "Iman edecek salih amel işleyenlerin amelleri zâyi' olmaz Biz onu yazmaktayız " (el-Enbiyâ, 21/94) Bu hususta başkasını suçlamasına mahâl yoktur Arzu edilir ki o defter yüz ağartıcı sahifelerle dolu olsun Yüzümüzün akı olacak salih ameller, o defteri süsleyecek olanlardır Bu da ancak Allah'ın dinini yeryüzünde hakim kılmak, bu dini yaşamak ve Allah Resulu'nün gösterdiği yoldan gitmekle elde edilir













    AMELİYATLI İKEN GUSÜL Âdetli iken ameliyat olan bir kadın, ameliyattan bir iki gün sonra âdeti biterse namaz kılabilmek için gusül yapmalı mıdır? Halbuki doktor buna müsaade etmiyor Teyemmüm yapsa yeterli olur mu?
    Bu tür konularda karar verecek olan doktorun hem hâzik (bıranjında yetkili) hem de Müslümân (farzlara ve haramlara riayet eden) olması gerekir Böyle bir doktorun ameliyatta ya da herhangi bir hastalıkta, yakınması zararlıdır, dediği organ veya bölge yıkanmaz Diğer yerler yıkanır; o bölge sargı üzerinden meshedilir, zarar veriyorsa mesh de bırakılır Ameliyatlı namaz ve ibadetlerini böylece eda eder Doktor, yıkamak vücudunun her yerine zararlıdır, derse hiçbir yerini yıkamaz, teyemmümle ibadet yapar Bu durumda teyemmüm hem gusül hemde abdest yerine geçtiğinden, namaz için ayrıca abdest almaya da gerek yoktur Eğer abdest azalarm yıkaması zarar vermiyorsa oralarm ve suyun zarar vermediği diğer yerlerini zaten yıkamalıdır Dediğimiz geri kalan yerlerini de meshetmelidir














    ANA-BABA VE DIĞER USULÜN GEÇİM MASRAFLARIAna-baba yoksul düşer veya yaşlanıp çalışamaz olursa, ilgi ve bakım yükümlülüğü çocuklara aittir
    Ayet-i kerimelerde şöyle buyurulur:
    "Rabbin ancak kendisine ibadet etmenizi, bir de ana-babaya ihsanda bulunmanızı emretti" (el-Isrâ, 17/23) "Bana ve ana-babana şükret" (Lokmân, 31/14) "Ana-babana Islâm'a aykırı emirlerinde itaat etme Onlara dünyada ma'ruf şekilde dostluk göster" (Lokmân, 31/15)
    Cabir b Abdullah'dan şöyle dediği nakledilmiştir: Hz Peygamber (sas)'e babası ile birlikte bir adam geldi ve şöyle dedi:
    "Ey Allah'ın elçisi! Benim kendime ait malım var; bir de malı olan babam var Babam benim malımı almak istiyor" Rasûl-i Ekrem (sas) şöyle buyurdu: "Sen ve malın babana aittir" (es-Serahsî, el-Mebsût, V, 222-229; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi, IV, 30; Ibnül-Hümam, Fethul Kadir, III, 349 vd)
    Ancak, ana-babaların çocukların malı üzerindeki bu mülkiyet hakkı, yorumlanarak, onların fakîr ve muhtaç olmalarıyla sınırlandırılmıştır Çünkü miras ayetleri nâzil olunca ana ve babanın, ölen çocuklarının malı üzerindeki hakları belirlenmiştir
    Ana-babanın çocuktan nafaka almalarının şartları şunlardır: Bunların yoksul olması gerekir Aksi halde ihtiyaçları kendi mallarından karşılanır Nafaka yükümlüsü olan çocuk veya torunun, bunu vermeğe muktedir olması gerekir Bu kudret ya zengin olmakla, ya da çalışıp kazanmaya gücü yetmekle gerçekleşir
    Yakınlara nafakanın gerekli olması için şartlar şunlardır:

    1 Hısımın yoksul olması gerekir Bu da ya malı olmamakla veya çalışmaya gücü yetmemekle meydana gelir Çalışmaya gücün yetmemesi yaş küçüklüğü, yaşlılık, akıl hastalığı veya müzmin hastalık gibi nedenlerle olur Ancak ana-baba bundan müstesnadır Çünkü bunlar sağlıklı ve güçlü olup çalışmaya güçleri yetse de kendilerine nafaka desteği sağlanır Bu duruma göre, ana-baba ve eş dışındaki hısımlar zengin olur veya çalışmaya gücü yeterse kendilerine nafaka gerekmez Mâlikîlerce tercih edilen görüşe göre ana-baba çalışmaya gücü yetince çocuklarından nafaka talep edemez (el-Kâsânî, age, IV, 36, 37; Ibn Âbidîn, Reddül-Muhtâr, II, 923; eş-Şîrâzî, el-Muhezzeb, II, 167; eş-Şirbînî, Muğnîl-muhtaç, III, 448; Ibn Kudâme, el-Muğnî, VII, 595; Ibnül-Hümâm, age, III, 347)
    2 Nafaka yükümlüsünün gerek zenginlik ve gerekse çalışıp kazanmaya güç yetirmesi bakımından yoksul hısımının geçimini sağlayacak durumda olması gerekir Ancak baba ve eş, bunun istisnasıdır Bir erkek yoksul da olsa ebeveynine ve eşine bakmakla yükümlüdür Mâlikîlere göre yoksul çocuk, çalışıp kazanmaya gücü yetse bile ana babasına nafaka vermesi gerekmez
    Câbir (ra)'in naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur: "Sizden biriniz yoksul düşerse, önce kendi ihtiyaçlarını karşılasın Bundan artarsa aile fertlerinin ihtiyacına sarfetsin, yine artarsa diğer hısımlarına harcasın" (Ebû Dâvud, Itâk, 9; Nesâî, Büyû', 84; Ahmed b Hanbel, III, 205)
    3 Geçimi sağlanacak kimsenin nesep hısımı olması gerekir Ancak karı ve mülk ilişkisine dayanan câriye bu kuralın dışındadır
    Hanefilere göre nafaka yükümlüsünün, nafaka vereceği kimseye mirasçı olacak derecede nesep hısımı olması gerekir Delil şu âyettir:" Ne bir anne çocuğu yüzünden, ne de çocuk kendisinin olan bir baba çocuğu sebebiyle zarara sokulmasın Mirasçıya düşen de bunun gibidir" (el-Bakara, 2/233) Bu âyete göre, ana-baba ile çocuklar arasındaki bir takım hak ve yükümlülükler diğer mirasçılar arasında da söz konusu olur Bu, gerektiğinde geçim masraflarını da kapsamına alır
    Din Ayrılığının Nafakaya Etkisi: Kadın itaatsiz veya mürted olmadığı sürece eşler arasındaki din ayrılığı kadının nafaka alma hakkına engel olmaz Diğer hısımlar arasındaki nafaka yükümlülüğüne gelince;
    Hanefilere göre, usûlün, fürûun ve eşin nafakasında din birliği şart değildir Bu üç sınıfın dışındakiler için ise din birliği şarttır Çünkü müslümanla gayrı müslim arasında miras cereyan etmez (bk "Miras" mad) Buna göre, karı, ana, baba, dedeler, nineler, çocuk ve torunlar dışındaki hısımlara din ayrılığı bulununca nafaka gerekmez Karının nafakası onu evde hapsetme karşılığıdır Bunun dışındaki usûl ve fürûun nafakası ise "biri diğerinin cüz'ü olması" esasına dayanır Bir kimsenin parçası kendisi gibidir Küfrü sebebiyle kendi geçimini sağlamaktan kaçınamadığı gibi, kendi parçası olan usûl ve fürûunun geçimini sağlamaktan da kaçınamaz Ancak bu hısımlar harbi durumda olurlarsa pasaportlu yabancı bile olsalar, bunların nafakası müslümana vacib olmaz Çünkü müminler, din konusunda kendileriyle savaş halinde olanlara iyilik yapmaktan nehyolunmuşlardır
    Başkasının geçimini sağlamanın sebebi, ihtiyaçtır Ihtiyacı olmayanın geçimini sağlamak gerekmez Malı olanın geçim masrafları kendi malından karşılanır Yaşı küçük veya büyük olsun hüküm değişmez Ancak hanım bundan müstesnadır Eş, zengin de olsa geçim masrafları kocasına aittir Çünkü karıya nafaka vermenin sebebi "ihtiyaç" değil, onun kocanın bir hakkı olarak evde "tutulması"dır
    Nafaka için hâkim kararı gerekir mi? :
    Usûl ve fürûun nafakası hâkimin kararına bağlı olmaksızın vacib olur Ancak küçüğe ait gaib bir mal olur ve babası geçim masrafları için bu mala rücû etmek isterse bunun için hâkim kararı veya iki kişiyi şahit tutması gerekir Eğer hâkimin izni olmadan veya şahit de tutmadan masraf yapsa küçüğün malına kazâen rücû edemez Allah ile kendi arasında olmak üzere "diyâneten" rücû edebilir
    Usûl ve fürû dışındaki hısımların nafakası ancak hâkim kararı veya karşılıklı rıza ile sabit olur Bunun sebebi, bu hısımların nafakası konusunda müctehidler arasında görüş ayrılığının bulunmasıdır (el-Kâsânî, age, IV, 22, 25; Ibnül-Hümâm, age, III, 238; Ibn Âbidîn, age, II, 906)
    Karının Nafakasını Düşüren Haller: 1 Nafaka vacib olup, hâkimin kararı veya karşılıklı rıza ile zimmette borç halini almadıkça geçen süreye ait nafaka düşer Mâlikîlere göre geçen süreye ait nafaka düşmez Kadın kocasına geçmiş günlere ait nafaka için de rücû edebilir
    2 Geçmiş günlere ait ibra, nafakayı düşürür Ancak Hanefîlere göre geleceğe ait nafakadan ibra veya hibe geçerli değildir Çünkü kadının nafakası evde tutulma karşılığı olarak zaman geçtikçe parça parça gerekli olur Geleceğe ait ibra, henüz vacib olmadan düşürme anlamına gelir ki geçerli olmaz
    3 Eşlerden Birisinin Ölümü: Koca nafakayı vermeden ölse, kadın bunu onun malından alamaz Kadın ölürse, mirasçılar da bunu talep edemez 4 Kadının itaatsızlığı Kadının kocasının meşrû isteklerine itaat etmemesi ve özürsüz yere evi terketmesi halinde kocanın nafaka yükümlülüğü düşer
    5 Kadının dinden çıkması Kadın irtidâd edince kocasının nafaka yükümlülüğü düşer Çünkü bu durumda kadının cinsel yönlerinden yararlanmak da caiz olmaz Yeniden Islâm'a dönünce nafaka hakkıda doğar
    6 Kadının ma'siyet yoluyla sebep olduğu ayrılık nafaka hakkını düşürür Meselâ; onun irtidadı veya kocası Islâm'a girdiği halde onun küfürde devam etmesi veya üvey oğlu ile cinsel ilişki kurması gibi Bütün bu durumlarda onun nafaka hakkıdüşer; çünkü günah işleme yoluyla evlilikteki "cinsel yararlanma" esasını kaldırmıştır Bu yüzden "itaatsiz (nâşize)" durumuna düşer Ancak onun sadece evde oturma hakkıdevam eder Çünkü bu hak günah işlemekle düşmez
    Ayrılık günah işleme yoluyla olmamışsa nafaka hakkıdüşmez Büluğ muhayyerliği, kefâetin yokluğu ve üvey oğlu ile zorlama sonucu cinsel ilişki kurma gibi Çünkü o, bu konularda şer'an özürlü sayılır
    Koca tarafından meydana getirilen ayrılık, ma'siyet yoluyla olsun veya olmasın nafaka hakkını düşürmez (bk el-Kâsânî, IV, 22, 29 vd; Ibnül-Hümâm, age, III, 322 vd; Ibn Âbidîn, age, II, 889-892; Ibn Rüşd, Bidâyetül-Müctehid, II, 54; eŞ-Şîrâzî, age, II, 160)











    ANNE BEDDUASI Bir kız Islâmî konularda annesini uyarsa, annesi de ona beddua etse durum ne olur? Annesinin bedduası tutar mı Uyarmasına hoşnutsuzluk göstermiyorsa, uyarılarına; daha okşayıcı, sevdirici, ve etkili yöntemlerle devam etmelidir Allah (cc) tebligde en güzel yöntemin kullanılmasını (KK Isrâ 17/125), yumuşak söz söylenmesini (K K Tâ-hâ 20/44) emreder ve Rasûlüne de "Eğer sen sert ve kaba davransaydın etrafından dağılıp giderlerdi" (KK Âli-Imrân 3/159) buyurur Onun Rasûlü de: "Müjdeleyin, nefret ettirmeyin" (Buhârî, Megâzî 60, ahkâm 23; Müslim, esribe 71; Dârimî, mukaddime 24) buyurur Dâvet yapılan Ebeveyn olunca, durum elbette daha çok nezâket ister, Çünkü onlar hakkında Allah (cc) "Dünyada onlarla iyi geçin" (KK Lokman 31/15) buyurmuştur Uyarısından hoşlanmıyorsa, bir defa uyarır, kabul etmezlerse artık uyarmaz ve onlar için dua ve istigfar eder (Ibn Âbidîn VI/78) Beddua etmelerine gelince; Allah-hâşâ- kimsenin emir kulu değildir Rasûlullah (sas) Efendimiz, haksız yere yapılan bir bedduanın (lânetin) onu yapana döneceğini haber vermiştir (Tirmizî, birr 48; Ebû Dâvûd, edep 45) Dolayısıyle haksız beddualardan endîşe etmemek gerekir
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  8. #18
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

    ANNE RIZASI VE UMRE Annemin bir milyon lira civarında parası var Hacca gitmek istiyor, ama babam götürmüyor Hiç olmazsa umre yapayım diyor Ben de o parayı Islâm için harcamasının çok daha fazla sevap olacağını söylüyorum, o da bana itimat ediyor Bu durumda ne yapmalıyız? Bir de bir "alt üst" inancı var Önce altımı üstümü ver Sonra infak et diyor Bunun aslı nedir?
    Anlaşılan annenize hac farzolmuş değil Çünkü bilindiği gibi, hacca gidecek kadının, refakatçi mahreminin masraflarını da kendisi ödemesi gerekir Buna göre bir milyon lira, değil iki kişiyi, bir kişiyi dahi hacca götürmez O parayı dediğiniz şekilde harcamakla daha çok sevap alacağı kanaatiniz; hele de inancın boğulmak istendigi ve her yani küfür ateşinin sardığı günümüzde, Allah'u a'lem, doğrudur Ama ortada bir anne evlat münasebeti vardır Evladına olan şefkat dolu sevgisi onun kalbine galip geldiğinden böyle söylemiş olabilir Günümüz Anadolu kadını bir umreden çok daha fazla şeyler haketmiştir Genellikle ezilmiştir Erkeğin yapacağı işleri yapmıştır Bunları hesaba katarak, anne bulunduğunu ve diğer mezheplerde umrenin de hac gibi bir defa farz olduğunu düşünerek, sanırım genel bir fetva değil ama, böyle özel bir durumda onu umreye götürmeniz de çok güzel olur Haccını yapmış olanların ve bir defadan sonra umreye gideceklerin yapacağı umre için sizin söylediğiniz doğru olur ve daha rahat uygulanır (Allah'u alem)














    ANNE VE BABAYA ZEKAT VERİLİR Mİ? Zekat, ancak Kur'an-ı Kerim'de belirtilmiş olan kimselere verilir Binaenaleyh anne ile babanın maddi durumları müsait olsa tabi'atıyla onlara zekat verilmez Maddi durumları müsait olmasa nafakaları zengin evladına aittir Hanefi mezhebinde ise evlatları zengin iseler onların zekatını alamazlarsa da başkasının zekatını alabilirler Hülasa: Hiç bir surette ne fürü usulüne Ne de usul füru'una zekat verebilir Ancak Şafii mezhebinde sırf borcu kapatmak için usul ve füru birbirine zekat verebilir Damad kayın babasına, kayın baba damadına zekat verebilir Bu hususta bir beis yoktur














    ANNENİN ÇOCUĞUNU EMZİRME ZORUNLULUĞUKadının hak ve görevleri açıklandığında, Çocuk emzirme ve ev süpürme ile dahî görevli olmadığı söylenir Peki süt annelerin hem kendi çocuklarını, hem de başkalarınkini emzirmeleri nasıl mümkün olacaktır?
    Meselenin esasını anlamak için, Bakara Sûresindeki konuyla ilgili âyet-i kerimenin mealine bir göz atalım: "Anneler çocuklarını emzirmeyi tamamlamak isteyenler için iki bütün yıl emzirirler Evlât kendisine ait olan babaya da, emzirenlerin yiyecekleri, giyecekleri uygun ölçüde bir borçtur Gerçi herkes gücüne göre sorumlu tutulur Ne bir anaya yavrusu ile, ne de bir babaya yavrusu ile zarar verilmemelidir Vârise düşen de aynı borçtur Eğer baba ve ana karşılıklı rıza ve müsavere ile çocuğu memeden kesmek isterlerse, kendilerine bir günah yoktur Eğer çocuklarınızı başkasına emzirtmek isterseniz, vereceğinizi güzel güzel verdikten sonra yine size günah yoktur Allah'dan da korkun ve bilin ki, Allah ne yaparsanız görür, basîr'dir" (2/233)
    Bu âyet, emzirme ile alâkalı olarak bir çok hüküm ihtiva eder: a Emzirmenin en uzun müddeti iki yıldır Ondan sonraki emzirme ile süt akrabalığı oluşmaz b Hâmileligin en az süresi altı aydır (Çünkü bir başka âyette de "Gebelik ve sütten ayırma otuz aydır" buyruluyor (46/15) emzirme süresi olan yirmidört ayı bundan çıktığımızda altı ay kalır) c Çocuk babaya nisbet edilir d Emzirme ücreti babanın üzerinedir Demek ki, anne, çocuğu baba adına emzirir, yani emzirme zorunlulugu yoktur e Baba bu konuda anneye baskı yapamayacağı gibi, anne de babanın çâresiz kalması halinde ona kazan kaldıramaz f Babanın ölmesi halinde varisleri, onun çocuğunu emzirene karşı aynı nafaka borcu ile mükelleftirler g Anne çocuğunu emzirmek isterse, baba onu ayırıp süt anneye vermez h Iki yıldan önce de çocuk, anne babanın karşılıklı anlaşma ve kararlan ile sütten kesilebilir Yani emzirmenin zorunlu en az süresi yoktur Daha bir çok ahkâm ve faydalı bilgi, bu ilginç üslup ve muhtevali âyet-i kerimeden çıkarılmıştır Imdi Hanefiler derler ki: Bir başka âyette de: "Eğer zorlanırsanız onu bir başkası emzirir, eğer sizin için emzirirlerse, emzirenlerin ücretlerini verin" (Talak 65/6) buyurulduğuna göre, annelerin emzirme zorunluluğu yoktur ( Cessâs, N/104) Anne emzirmek isterse, babanın buna mani olup, başka anne bulması câiz değildir (Cessâs, N/105,106) Çünkü bunda anneye çocuğuyla zarar verme vardır Halbuki bu, âyetle yasaklanmıştır Emzirme süresi içerisinde çocuğun, annesinden, başkasının memesini almaması, babanın ve çocuğun malı bulunmaması, babanın süt anne bulamaması gibi durumlarla emzirici olarak annenin belirlenmiş olması dışında, babanın onu zorlama hakkı, hukuken (kazaen) yoktur (ibn Âbidîn NI/212, 559, 618; Kasânî, Bedâyî IV/40) Yalnız babanın süt anne bulamaması halinde bile, havyan sütü, yag, mama vs ile bakabileceği için anne yine mecbur edilemez diyenler de vardır ( ibn Âbidîn NI/618) Ancak mezkur âyet-i kerimenin üslûbu ve bu konunun çeşitli yönlerini örfe bırakması göz önünde bulundurulduğunda, hukuken olmasa dahî, annenin çocuğunu diyaneten (Allah indinde) emzirme zorunluluğu vardır denmiştir (Âbidîn NI/211) Çünkü evin her türlü ihtiyacı ve dış yükü erkeğin omuzları üzerindedir Kadının emzirmek istememesi, olsa olsa sıkıntı çekmemek ve fizikî formasyonunu bozulmaktan korumak için olabilir Bu ise, daha çok kocasını ilgilendirir Eğer o da böyle istiyorsa, zaten anlaşılır ve süt anneyi beraberce bulurlar Istemiyorsa, anne için pek mazeret kalmamıştır Ama yine de kanun onu buna zorlayamazBu konudaki Hanefî görüşü, aynı zamanda cumhûrun (fıkıhçılar çoğunluğunun) da görüşüdür (Sabûnî Âyâtü'l-ahkâm I/353) Mâliki'lerde kadın eş olduğu sürece ve başkasının kabul etmemesi halinde, emzirme annenin görevidir (Ibnü'I-Arabi, Ayâtü'I-ahkâm I/204) Ama bâin talakla ayrılan kadının görevi değildir Bu durumda babanın görevidir Ancak kadın kendisi emzirmek isterse, o bu iş için önceliklidir ve emzirmesi karşılığında ecr-i misil hak eder (Sabûnî, age I/353) Keza kadın kocanın nikâhında olduğu sürece, baba onun sadece kendisine ait kalması için, çocuğu başka bir anneye emzirtmek isterse bu câizdir Çocuk da süt anneyi kabul ediyorsa (emiyorsa) annenin onu kendi emzirmekte israr etmesi câiz olmaz Çünkü bunda babaya zarar vardır Özellikle de kadın tekrar hâmile kalmışsa bu böyledir Bu iki sebep, annenin çocuğunu süt anneye teslim etmesini gerektirir Çünkü âyetin emzirmeyi kadına hak olarak da görev olarak da vermiş olması muhtemeldir (Ibnü'I-Arabî age 4/204) Ancak Imam Mâlik, soylu kadınların emzirmek istememeleri halinde, maslahata binaen emzirme zorunlulukları yoktur, der Babanın süt anne tutmaya maddî gücü yeterli değilse; emzirme masraflarını devlet hazînesi (beytü'l-mâl) karşılar, diyenler de vardır (Kurtubî, IV/161)
    Şâfiîler de, çocuğu babanın başkasına emzirtmek istemesi halinde, kadının buna karşı çıkamayacağını çünkü bunun erkeğin kadından yararlanma hakkına kısmen engel olacağını söylerler Hanbelîler ise, Hanefiler ile hemen hemen aynı görüştedirler (ibn Kudâme, el-Mugnî VN/627-28)
    Bu konuda ayrıca şunları da söylemek, ya da söylendiğini duyurmak gerekir:
    Hangi görüşte olunursa olunsun, anne, ilk ağız sütünü çocuğa vermemezlik edemez Bu süt çocuk için hayatı önem taşır Ondan sonra emzirmeyi reddebilir(ibn Kesîr I/418)
    Âyette: "Ne bir anaya yavrusu ile, ne de bir babaya yavrusu ile zarar verilsin" deniyor Babaya zarar verilmesi, annenin ona serkeşlik etmesi, siddet kullanması, nafaka ve giyim konusunda haksız isteklerde bulunması, çocuk konusunda ihmalkârlık yaparak onu sıkıntıya sokması, çocuk kendisine alistiktan sonra gidip süt anne bulmasm istemesi vb şeylerle olur Anneye zarar verilmesi ise, onun nafaka ve elbisesi konusunda babanın üzerine düşenden kişinti yapması, onu emzirmeye zorlaması, kendi emzirmek istiyorsa alıp başkasına vermek istemesi gibi şeylerle olur (ZeMahşerî, Kessâf I/370; Ayrıca bk Suyûtî, iklîl 57; Venhe ez Zuhaylî VN/733 vd) Âyetin muhtevasina göre bunların yapılmaması gerekir
    Süt annelere gelince, karşılıklı :rızaya dayanan bir ücret akdi ile emzirecekleri için, herhangi bir zorunlulukları yoktur Istemezlerse emzirmezler Sütleri kendi çocuklarına fazla geldiği, kendi çocuklarını sütten erken kestikleri, ölmüş olabilecekleri ihtimalleri düşünürsek, süt annelik yapmanın o kadar zor olmadığını görürüz Ayrıca günümüzde bu uygulamanın hemen hemen hiç yapılmadığını da hesaba katarsak, günümüz örfüne göre annelerin çocuklarını diyaneten (Allah indinde) emzirmek zorunda olduklarını söyleyebilirizAncak bu müessesenin çok faydalı yönlerinin olduğunu da bilmemiz gerekir Süt emmenin de Islâmda bir akrabalık sebebi olduğunu düşünürsek, bu yolla akrabalık çemberi genişlemis ve sosyal dayanışmaya katkıda bulunulmus olur Fakir anneler için hem güzel bir is sahası açılmış hem de istikbalının garantisi olacak akrabaları çogalmış olur Fizikî formasyonuna önem veren kadınlar, onu bozmadan, yıpranmadan hem çocuk sahibi olmuş, hem de başkasına iş temin etmiş olurlar Bunu, bir kadının (ya da erkeğin) keyfi için diğerinin sömürülmesi gibi gayr-i insanî bir uygulama olarak görmek isabetsiz olur Çünkü bir defa bu fitrî ve en iyi olan uygulama değildir Annelerin çocuklarını bizzat kendilerinin emzirmeleri menduptur Çünkü çocuğun, gıda kadar anne şefkatine de ihtiyacı vardır (Sabûnî age I/353) Sonra bunu gayr-i insanî görüp uygulamamanın hiç bir insanî sonucu yoktur Anne istediği formasyonunu kaybedecek, süt anne de alacağı ücreti kaçıracaktır Belki de bunun onur kırıcı olmaması için, Islâm ona da aynı zamanda bir annelik pâyesi vermektedir
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  9. #19
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

    ARÂZÎ
    İslam'ın çıkışından bu yana, değişik dönemlerde araziler için farklı uygulamalar görülmüş ve bunlar hukukî statülerine göre çeşitli isimler almıştır Mülk, mîrî, haraç, öşür, vakıf, metrûk, mevat (ölü) arazi bunlar arasındadır Yine mîrî arazinın kullanım şekillerinden olan tımar, zeâmet ve has daha sonraki devirlerin arazi çeşitlerindendir Islâm'da arazi uygulamasının menşe ve delillerine göz attıktan sonra bu arazi çeşitlerini açıklayacağız Bir belde arazilerinin statüsü, başlangıçta fethedilme şekline göre belirlenir
    Kendileriyle savaş yapılan düşman Islâm'ı kabul ederse mallarını ve canlarını korumuş olur Savaş yapılmaksızın müslüman olan toplumlar hakkında da hüküm böyledir Hadis-i Şeriflerde şöyle buyurulur: "Bir kavim, bir topluluk müslüman oldukları zaman canlarını ve mallarını korumuş olurlar " "Bir mala sahip olan kimse müslüman olduktan sonra da onun malikidir" (Ebû Ubeyd, Kitâbü'l Emvâl, Kahire 1968, s 397; Ebû Dâvud, Bâbu Iktaı'l-Ardıyn, III, 234, No: 1067) Bu hüküm menkul ve gayrı menkul bütün mallar hakkında geçerlidir Imam Ebû Yusuf bu çeşit toprakların, Islâm'a giren Medineli müslümanların toprakları gibi öşür arazisi olacağı kânaatindedir (Kitabü'l-Harâc, s 74, 75)
    Düşman, Islâm'a girmeyip de toprakları sulh yoluyla fethedilmişse, anlaşma şartlarına uyulur Hadis-i Şerifte şöyle buyurulmuştur: "Ileride siz bir toplulukla savaşacaksınız, savaştığınız bu kimseler, bazı durumlarda mallarını kalkan yapmak suretiyle canlarını ve ailelerini koruyacaklar ve sizinle sulh anlaşması yapacaklardır Bu takdirde onlardan, yaptığınız anlaşma hükümleri dışında birşey istemeyiniz, almayınız Çünkü; bu sizin için helal olmaz" (Ebû Dâvud, ibn Mâce, Ebû Uheyd, age, s 210) Bu şekilde gayrı müslim malıklerinin elinde kalacak olan araziler "Harac arazisi" olur Hz Peygamber Necran, Eyle, Ezriat, Hecer ve diğer yerler halkından anlaşma yaptığı kabileleri mülklerinde serbest bırakmış, sadece bunlarla yapılan anlaşmada kararlaştırılan cizye ve harac vergisini almakla yetinmiştir Hz Ömer devrinde Necran halkı, Irak ve Suriye'ye nakledilirken, bunların herbirine Necran'da sahip oldukları arazi ve meskenlerin yerine, buradan boş araziler verilmesi ve kendilerine kolaylık gösterilmesi valilerden istenmiştir (Kitabü'lEmvâl, s 274; Kitâbü'l-Harâc, s 75)
    Düşman toprakları zorla fethedilmişse, Islâm devlet başkanı bu topraklar ile ilgili olarak üç çeşit yetkiye sahiptir:

    a) Topraklar eski sahiplerinin ellerinde bırakılır ve halk Islâm'a girince bunlar öşür arazisi olur Hz Peygamber'in Mekke arazileri için uygulaması bu yolda olmuştur
    b) Bu araziler ganimet sayılarak, beşte dördü gazılere, beşte biri beytü'l mâle* bırakılır (el-Enfal, 8/41) Böylece bu topraklar onların mülkü ve öşür arazisi olur Hz Peygamber zorla fethedilen Hayber arazisini eski sahiplerinin ellerinde bırakmamış, beşte dördünü bu gazveye katılan gazılere, beşte birini ise beytü'l-mâl'e tahsis etmiştir
    c) Hz Ömer'in ilk olarak Suriye ve Irak toprakları için tuttuğu yol, daha sonra fethedilen ülkelerin toprakları hakkında uygulanan genel kaide olmuştur Irak, Suriye ve Mısır toprakları fethedilince Zübeyr, Abdurrahman b Avf ve Bilal ile aynı görüşü paylaşan bir grup sahabi, bu toprakların ganimet olarak kabulü ile Resulullah (sas)'ın Hayber topraklarını dağıttığı gibi dağıtılmasını istediler Halife Hz Ömer bu teklifi kabul etmedi Muaz b Cebel ve Hz Ali gibi sahabe büyükleri de Hz Ömer'i destekledi

    Hz Muaz şöyle diyordu "Müminlerin emiri! Bu toprakları gazılere dağıtırsan hoşa gitmeyen şeyler ortaya çıkar Toprakların büyük kısmı müslümanların eline geçer Sonra, bu toprak sahipleri zamanla ortadan kalkar ve büyük topraklar bir kişinin elinde toplanır Onun için bu topraklara şimdiki müslümanların da, sonra gelecek olanların da faydalanmasını sağlayacak bir statü ver" Hz Ali de şöyle diyordu: "Bu toprakların sahiplerini topraklarında bırak ki, müslümanlara yardımcı olsunlar" (Kitâbü'l-Emvâl, s 83-85, No: 152-153) Hz Ömer de, "Bu toprakları dağıtırsam sizden sonra gelecek müslümanlara ne kalır? Sonra, taksim edersem sular yüzünden aranızın bozulmasından da korkarım" demiştir (Kitâbü'l-Emvâl, s 85) Müzakereler sonucunda Ensar'ın ileri gelenlerinden on kişi şûrâ için çağrıldı Şûrâ, Hz Ömer'i dinledikten ve işi müzâkere ettikten sonra, Hz Ömer'in ictihadına uydu Yani bu bölgelerin arazileri, gayr-i müslim olan eski malıklerinin elinde bırakıldı Kendilerine arazileri için haraç vergisi, şahısları için de cizye bağlandı Böylece bu topraklar haraç arazisi statüsüne girdi (M el-Hudarî, Târihu't-Tesrîi'l-Islâmî;, Mısır 1964, s 124-126) Hz Ömer'in bu uygulamasıyla arazilerin geliri müslümanlar için harcanacak şekilde bir statüye kavuşturuldu Islam devlet başkanı artık bu nitelikteki toprakları zımmîlerin elinden geri alamaz, kendilerine haracın dışında topraktan dolayı güçlerinin yetmeyeceği bir mükellefiyet yükleyemez (Kitabü'l-Harâc, s 75)
    Osmanlılarda araziler, İslam'ın ilk yıllarındaki bu uygulamaların ışığında: Mülk, mîrî, vakıf, metrûk ve mevat (ölü) kısımlarına ayrılmış ayrıca mîri arazi üzerinde hâs, tımar ve zeâmet uygulamaları olmuştur Şimdi bunları kısaca açıklayalım:
    Mülk arazi (arazi-i memlûke):
    Bu kısım araziler ferâiz hükümlerine tabidir Şu araziler bu kabıldendir:
    Kõy ve kasaba içlerinde bulunan arsalarla, köy ve kasabaların kenarlarında bulunup da meskenlerin mütemmimi sayılan en çok yarım dönüm yerler
    Mîrî araziden ifraz edilerek, şer'i müsaadeye mebnî, mülk olarak tasarruf olunmak üzere temlik edilen araziler
    Öşür arazisi:
    fetih sırasında, gazılere ganîmet olarak dağıtılıp temlik olunan arazilerdir
    Haraç arazisi:
    fetih sırasında gayrı müslim olan yerlilerin ellerinde bırakılan arazilerdir (Bilmen, Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu, V, 389; H 1274 Tarihli Arazi Kanunu, madde 2)
    Mîrî arazi:
    Kuru mülkiyeti (rakabesi) beytülmâle ait olup, ihale ve tefvîzi devlet tarafından yürütülen tarla, çayır, yayla, kışlak ve korularla, bağ, bahçe, değirmen, ağıl, çiftlik ve mandıra zeminleri gibi yerlerdir Bu çeşit araziye arz-ı memleket de denir Bunların ortaya çıkışı şöyle olur: Bir ülke müslümanlar tarafından fethedilince arazileri kimseye verilmeyip beytü'l-mâl için alıkonulan veya fetih zamanında ne şekilde işlem yapıldığı bilinmeyen, yahut mülk araziden yani öşür ve haraç arazisi iken malıklerinin mirasçı bırakmaksızın ölümüyle devlete geçen ve yine mülk arazi iken zamanın geçmeşiyle malıkleri meçhul kalan, yahut rakabe (kuru mülkiyeti) ve mülkiyeti devlette kalmak üzere ihya olunan araziler miri arazidır Yine tımar ve zeâmet sahiplerinin ve bir aralık mültezim ve muhassılların izin ve tefviziyle tasarruf olunurken, tımar ve zeâmetlerin hicri 1255 tarihinde lağvedilmesi üzerine devlet tarafından, bu iş için yetkili kılınan kimselerin izin ve tefvizleriyle tasarruf olunup, mutaşarrıflarının ellerine tapu senedi verilen araziler de bu statüye bağlıdır Bu çeşit arazilerin varislere intikali devletin çıkaracağı arazi kanunlarına göre olur (Bilmen, age, V, 389; AH Berkî;, Miras ve Tatbikat, Istanbul 1947, s 107; Ali Şafak, Islâm Arazi Hukuku, Istanbul 1977)
    Vakıf arazisi:
    Islâm'da gayrı menkuller, geliri Islâm'a uygun bir amaç için sarfedilmek üzere vakfedilebilir Iki kısma ayrılır: Sahih ve gayr-i sahih vakıf Birincisi önce mülk arazi iken Islâm hukuku esaslarına uygun olarak vakfedilen arazidır Bu çeşit vakfın rakabe ve diğer bütün tasarruf hakları, vakfedenin koyduğu şartlara göre kullanılır Gayr-i sahih vakıf ise önce mirî arazi iken ifraz sûretiyle bizzat devlet başkanı veya onun yetkili kıldığı kimseler tarafından vakfedilmiş arazidır Bunlara, "irsâd ve tahsisat kabılinden vakıf" da denilir
    Metrûk (terkedilmiş) arazi:
    Bu arazi türü de iki kısımdır Birincisi, herkesin yararlanması için terkedilen yerler Umuma açık meralar, yaylak ve kışlaklar gibi Ikincisi bir köy, kasaba veya komşu köy ve kasabaların halkına terk ve tahsis edilen yerler, yollar, pazarlar, panayır ve namazgahlar gibi Bunlara âmme hukuku taalluk ettiğinden şahıslara intikal etmezler Bu gibi yerlerde ne feraiz ve ne de intikal kanunları uygulanmaz
    Mevât (ölü) arazi:
    Hiç kimsenin mülk ve tasarrufunda bulunmayan, hiç kimseye tahsis edilmemiş olan, kendi hâline terkedilmiş ve bir şehrin en son banliyösündeki evden yüksek sesli bir kimsenin sesinin bağırmasıyla sesinin işitilemediği noktadan itibaren başlayan arazilerdir Bu mesafe genellikle bir insanın normal bir yürüyüşü ile şehirden yarım saat sonra başlayan noktadır Bu noktadan sonraki yerler de mevât arazî olarak kabul edilmiştir Bu arazîleri mulk edinebilmek için dört şart gerekir:
    1-Arâzî hiç kimsenin mülkiyetinde olmamalı,
    2-Arâzî bir köy veya kaŞabanın meralığı veya baltalığı olmamalı,
    3-Arazî tamamen boş yani hiç işlenmemiş olmalı,
    4-Arazî şehirden uzak olmalıdır Bu uzaklık miktarı da yukarıdaki tarifte açıklandığı gibidir
    Şer'i müsaadeye dayanılarak bir kimseye temlik edilen ölü arazi hakkında, Islâm miras hukuku hükümleri uygulanır Bir kimse böyle bir araziyi ihya edip mülkiyetine geçirmiş, hakkında İslam'ın genel arazi kanunu hükümleri geçerlidir
    1274 Hicrî; Tarihli Arazi Kanunu 103'ncü madde
    "Tapu ile kimsenin tasarrufunda olmayan, eskiden beri köy ve kasabalar halkına tahsis kılınmayan ve yerleşme merkezinin en kenar yerinden (aksâ-yı umrân), yüksek sesli bir kimsenin, sesi işitilmeyecek derecede kõy ve kasabalara uzak bulunan kûhi, taşlık, kıraç, pınarlık ve otlak gibi hâli yerler ölü arazi olup, bu gibi yerlerden birini zarureti olan kimse, rakabesi beytü'l-mâl'e ait olmak üzere, meccânen, yetkili memurun izniyle yeniden yer açıp tarla edinebilir Diğer ekilip biçilen araziler hakkında şer'i olan kanun hükümleri bu gibi yerlerde de caridir"
    Yukarıdaki arazi çeşitlerinden öşür ve haraç arazileri, sahiplerinin mülkü olup; bunlarda tasarruf, tevarüs, intikal ve diğer hükümler fıkıh kitaplarına göre cereyan eder Miras konusunda ferâiz hükümleri uygulanır Ayrıca bir arazi kanunu çıkarılmasına ihtiyaç görülmez Fakat rakabesi (kuru mülkiyeti) beytü'l-mâl'de alıkonulan mîrî arazinın tasarrufu ve intikal durumu ile diğer hükümleri, beytü'l-mâl için görülecek menfaat ve maslahata göre devlet başkanı tarafından tanzim edilmesi gerektiğinden, bu çeşit araziler hakkında uygulanmak üzere zaman zaman arazi kanunları çıkartılmıştır Ilk arazi kanunu 761 Hicrî tarihinde Osmanlı hükümdarı 1 Murat dâvendigâr tarafından çıkarılmış, bunu diğer arazi mevzuatı izlemiştir Nihayet 1331/1913 tarihli Arazi Intikal Kararnâmesi yürürlükte iken bütün diğer Islâmî kanunlar ve hükümler gibi geçersiz kılınıp Cumhuriyet dönemine geçilmiştir
    1913 Tarihli Arazi Intikal
    Kararnâmesi:
    Sultan Reşat tarafından çıkarılan bu kanunla, farklı intikal kanunlarına bağlı bulunan mîrî ve mevkûf arazilerin intikal hükümleri birleştirilmiş, intikal sınırı daha da genişletilmiş, zevi'l-erhâm * denilen hısımlar da intikal ashabı arasına girmiştir Bu kanun, 1926 tarihinde Türk Medeni Kanunu yürürlüğe girinceye kadar devam etmiştir Bu tarihten sonra da, Türk Medeni Kanunu'ndan önce doğan haklar bakımından yürürlüğünü korumaya devam etmiştir Arazi intikal kararnâmesi 12 madde olup, şöyledir:

    1) "Bir kimse vefat edince, uhdesinde bulunan mîrî ve mevkuf (vakfedilmiş) arâzi, aşağıda zikredilecek dereceler üzere bir veya daha fazla şahıslara intikal eder ve bunlara (ashab-ı intikal) denir"
    2) "Ashâb-ı intikalın birinci derecesi müteveffânın fürûu yani çocukları ve torunlarıdır Bu derecede intikal hakkı, evvel emirde çocuklara ve ondan sonra onlara halef olmak üzere ahfâda yani torunlara ve çocukların torunlarına aittir Binâenaleyh müteveffânın vefatı sırasında hayatta bulunan her fürüu, kendi vâsıtasiyle müteveffâya bağlanan fer'ileri intikal hakkından düşürür Müteveffâdan önce vefat etmiş olan fer'in fürûu kendi makamına kâim olurlar Yani ona intikal edecek hisseyi alırlar
    Müteveffânın müteaddid çocukları olup da hepsi daha önceden vefat etmiş bulunursa, herbirinin hissesi kendi vasıtasiyle müteveffaya bağlanan fürûa intikal eder Çocuklardan bazısı fer'i bırakmaksızın vefat ettiği takdirde intikal hakkımünhasıran diğer çocuklara veya onların fürûuna kalır Batınlar taaddüd ettikçe hep bu ûsül üzere muâmele olunur Çocukların ve torunların erkeği ve kızı, intikal hakkında müsâvidir"
    3) "Intikal ashabının ikinci derecesi, müteveffânın ana-babası ile onların fürûudur
    Ana-babanın ikisi de hayatta ise eşit olarak intikal hakkına nail olurlar Bunlardan birisi, daha önceden vefat etmiş bulunursa, onun fürüu birinci derecede yazılı olan hükümlere uygun olarak, derecelerine göre makamına kâim olurlar Fürûu bulunmadığı takdirde hayatta bulunan baba veya ana münhasıran intikal hakkına nail olur
    Ana-babanın ikisi de daha önceden vefat etmiş bulunursa, babanın hissesi kendi fürûuna ve annenin hissesi de kendi fürûuna dereceleri üzere intikal eder Şayet birinin fürûu yoksa, onun hissesi de diğerinin fürûuna kalır"
    4) "Ashab-ı intikalın üçüncü derecesi, müteveffânın büyük anne ve büyük babalarıyla, bunların fürûudur
    Ana ve baba tarafından, büyük ana ve büyük babalar hayatta iseler müsâvat üzere intikal hakkına nail olurlar
    Bunlardan birisi evvelce vefat etmiş bulunursa fürûu derecelerine göre onun makamına kâim olur Fürûu yoksa ona isabet edecek hisse, hayatta bulunup onun kan veya kocası olan büyük ana veya büyük babaya intikal eder Bu da hayatta değilse onun fürûuna intikal eder
    Ana veya baba tarafından olan büyük ana ve büyük batalar hayatta olmadıkları gibi fürûuları dahi mevcut değilse, diğer cihetteki büyük ana ve büyük babalar veya fürûuları münhasıran intikal hakkına nail olurlar
    Bu madde gereğince, ana-baba veya büyük ana ve büyük babalara halef olan fer'iler, birinci derecenin intikalınde belirtilen hükümlere tabi olurlar "
    5) "Birinci, ikinci ve üçüncü derecedeki fürûudan hangisi müteaddid cihetlerden intikal hakkına nail olursa cümlesini alır"
    6) "Yukarıdaki maddelerde zikredilen derecelerden mukaddemi mevcut iken muahharı intikal hakkına nail olamaz
    Şu kadar ki: Müteveffânın çocukları ve torunları olduğu hâlde anası ve babası veya bunlardan birisi mevcut ise altıda bir hisse bunlara intikal eder "
    7) "Müteveffânın kan ve kocası birinci derecedeki hakk-ı intikal ashabıyle birlikte bulununca ¼ hisşeye ve ikinci derecedeki hakk-ı intikal ashabıyle veya büyük ana ve büyük baba ile birlikte bulununca ½ hisşeye nail olur
    Eğer dördüncü madde gereğince büyük ona ve büyük baba ile beraber onların fürûu da intikal hakkına nail olmak icap ediyorsa işbu fürûua isabet edecek hisseyi de karı veya koca alır
    Birinci ve ikinci derecedeki ashab-ı intikalden veya büyük ana ve büyük babadan hiçbiri bulunmazsa karı veya koca münhasıran intikal hakkına nail olur"
    8) "Yukarıda geçen maddelerin hükümleri, icâreteyn ve icâre-i vahîde-i kadîmeli müsakkafât ve müstegallâtı vakfıyye ile mukâtaa-i kadîmeli müstegallât hakkında dahi câridir"
    9) Intikal sınırlarının yukarıda geçen maddeler mûcibince genişlemesinden dolayı müsakkafât ve müstegallâtı vakfıyenin icârât-ı hâliyye ve mukâtaat-ı kadîmeleriyle mevkûf arazinın öşür bedeli mukâtaaları vergi kıymetlerine nisbetle binde yüz paradan az ise, o miktara iblağ olunacaktır
    Mevkûf arazi için, yeniden tahsis olunacak mukataalar da bu nisbette uygulanacaktır Bundan başka yukarıda geçen usûle uygun olarak intikal haddi genişletilmemiş olan müsakkafât ve müstegallâtı vakfıyye için vergi kıymetleri üzerinden binde otuz kuruş hesabıyle ifası lâzım gelen resmî tevsî altmış yıla taksim olunarak yıllık binde yarım hesabıyle ifa kılınacaktır "
    10) "Vakfedenin şartı gereğince intikal hudutları daha geniş olan vakıflarda kemakân şarta riayet olunacak ve icârât-ı muhassasa hâliyle ibka edilecektir "
    II) "Işbu kanun neşri tarihinden itibaren mer'î olacaktır "
    12) "Işbu kanun hükümlerinin icrasına malıye ve vakıflar nezaretleri memurdur "
    Mîrî ve vakıf arazi ile ilgili bu intikal kanunlarında dereceleri gösterilen intikal hakkı sahiplerinden hiçbiri bulunmazsa gayrı menkul hazıneye döner (mahlûl olur) ve diğer mirasçılara intikal etmez Artık hazıne bunu başkasına usulüne göre yeniden verebilir
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  10. #20
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

    BİR KADINA AŞIK OLUPTA İFFETİNİ KORUYAN VE BU AŞK ÜZERE ÖLEN SEHİD OLARAK ÖLÜR" DİYE BİR SÖZ NAKLEDİLİYOR BU SÂHÎH HADÎS MİDİR YOKSA UYDURMA BİR SÖZ MÜDÜR? Bazı zayıf kaynaklarda, bu şekilde, bazılarında da biraz farklı olarak: "Her kim âşık olur ve askını gizler de iffet ve sabır gösterirse, Allah onu bağışlar ve Cennete koyar"(Hadîsin bütün kaynakları için bk Muhammed Abdülkâdir Atâ, el-Gummâ'ale-llümmâz üzerine tahkîk 216) şeklinde rivayet edilen ve hadis zannedilen bir söz vardır Ancak bu hem rivâyet, hem de dirâyet (yani manası) yönünden sağlam görülmemiş ve Rasûlüllah'a yakıştırılamamıştır Çünkü erkeğin bir kadına, ya da kadının bir erkeğe âşık olması mecaz anlamda bir aşktır ve bir bakıma marazî bir haldır Zîrâ bu, kalbi Allah'tan boşaltıp, sevdiğine kaptırma, teslim etme ve ona kayıtsız şartsız boyun eğme (ta'abbüd) anlamını taşır Hal böyle iken nasıl olur da Allah'ın hükmünü yüceltmek için savaşırken şehid olanlara denk olabilir! Kaldı ki, aşkın helâl olanı bulunduğu gibi, haram olanı da olur Böyle olunca, Rasulüllah Efendimizin ayırım yapmadan, her âşık olup askını gizleyen ve iffetli olanı şehîd sayması nasıl düşünülebilir(Ibn Kayyim, Zâdü'1 me'âd IV/2,76) Ayrıcâ Rasulüllah'tan bize sahîh olarak ulaşan hiç bir hadîste "aşk" sözü geçmemektedirSahîh hadîs kitaplarının dışında kalan çok değişik kaynaklarda Süveyd b Saîd'den rivâyet edilen bu sözü Ibnü'I-Cevzî uydurma hadîsler (mevzûât) arasında zikreder,(bk Ebu'1-Hasen el-Kinânî, Tenzûhu's-Seri'a N/364) Ibnü'1-Kayyim de aslâ hadîs olamayacağını anlatır Ibnü'1-Kayyim agk) Genellikle "mevzûât" kitaplarında bulunan bu söz için en iyimser olanlar, bunu en fazla"'zayıf hadîs" derecesine çıkarabilmişlerdir Hattâ meşhur Muhaddis Yahyâ b Ma'în, bunu rivâyet eden Süveyd için: "Eğer atım ve okum olsaydı, gider onunla çarpışırdım" bile demiştir (Aclûnî, Kesfu'1-hafâ N/363)
    Sonra çeşitli hadîslerde dünya ve âhiret şehitleri sayılmış ve âşık, bunlardan birisi olarak zikredilmemiştir
















    ASKERLIK VE İBADET Ben bir asker olarak namazlarımı eda etmeye çalışıyorum Fakat bazıları bana işte bir saat nöbet bilmem kaç senelik ibadete bedeldir, namaz kılmasan da olur diyorlar Aynı kişiler geçen Ramazan ayında da, sen hem askerlik yapıyor hem oruç tutuyorsun? Halbuki sen asker olarak kutsal bir vazife yerine getiriyorsun demişlerdi Bu sözlerin aslı var mıdır?
    Insanları Allah (cc) sadece kendisine ibadet etmeleri için yarattığını yine kendisi söylüyor Bunun sağlanabilmesi için de kişilerin canı, malı, ırzı, aklı ve dini korunmuş olmalıdır Aksi halde fertler yaradılış gayelerini gerçekleştiremezler Müslüman için askerlik de bunları korumaya yönelik bir iş olduğundan değerlidir ve nöbet yerinin gerçekten arzettiği tehlike oranında kişiye sevap kazandırır Şimdi askerliğin gayesi ibadeti korumak olduğuna göre, askerlik yaparken ibadete gerek yok denebilir mi? Bu takdirde vasıtayı gaye görmek gibi bir akılsızlığa düşülmüş olmaz mı? Tıpkı aydınlanmak üzere evinize elektrik bağlattıktan sonra sizin lamba takmanıza gerek yok, çünkü binlerce lamba yakacak elektriğe sahipsiniz denmesi gibi Şimdi bu söz akıllıca mıdır? Sonra askerlikte emirlerin çakışması halinde astın değil üstün dediğine uyulur -Tabir mazur görülürse- en büyük üst Allah (cc) olduğuna göre önce O'nun emirleri yerine getirilmelidir Bu yüzden Rasûlüllah Efendimiz (sav) "Yaratana isyan konusunda yaratılana itaat edilmez" buyurmuşlardır Yani astın emrini yerine getirecegim diye üste saygısızlık yapılmaz demektir Ayrıca bazı işlere bu kabil sevap yüklenmesinin diğer ibadetleri düşüreceğini kim söylemiştir? Meselâ "Kâbe mescidinde kılınan bir vakit namaz sevapta bin (bir rivayyette onbin) namaza denktir" hadisine binaen birisi, ben Kâbe'de on vakit namazı kıldım, bunun on bin vakite (belki yüz bin vakite) denk olduğuna göre benim artık namaz kılmama gerek yok, demesi doğru mudur? Öyle ise siz de yapabileceğiniz bütün ibadetlerinizi yapacak, amirleriniz yaptırmadığından dolayı yapamadıklarınızı kaza edeceksiniz Zamanında yapamamanızın günahı da onlara ait olacaktır














    AŞÛRÂ

    Kamerî ayların ilki olan Muharrem'in onuncu günü Âşûre günü adını alan bu günde oruç tutulurdu Âşûre orucu denen bu oruç, İslâm'dan önce Araplar'ca bilinirdi Âşûre kelimesinin İbrânice aşûr'dan geldiği ve o günde Araplar'ın oruç tuttuğu dikkate alınırsa, kelimenin bütün Sâmî diller arasında ortak bir kelime olduğu anlaşılır (Buhârî, es-Savm, 1; Umdetü'l-Kârî fi Şerhi Sahîhi'l-Buhârî, V, 351) Bu kelime Yahudîler'de büyük keffâret günü için kullanılmıştır (Tevrat, Levililer, 16, 29 vd) Hz Peygamber Medîne'ye geldiği zaman Yahudiler'in Âşûre günü oruç tuttuklarını gördü ve bunun ne orucu olduğunu sordu Cevap olarak şöyle dediler:
    "Bugün, iyi bir gündür Allah, İsrailoğulları'nı Firavun'un zulmünden bugün kurtarmıştır Musa (as) Allah'a şükür için bugünde oruç tutmuştur Biz de tutarız dediler Hz Peygamber; "Biz Musa'nın sünnetine sizden daha yakınız, dedi ve o gün oruç tuttu ve ashabına da tutmalarını emir buyurdu " (Buhârî, es-Savm, 69; Tecrîd-i Sarih, VI, 308, 309)
    Hz Âişe'den nakledilen şu hadiste, Allah Resulu'nun Mekke döneminde de aşûre orucu tuttuğu anlaşılır
    "Cahiliye devrinde Kureyş, Âşûre gününde oruç tutardı Hicretten önce Hz Peygamber de aşûre orucu tutardı Medine'ye hicret ettikten sonra bu oruca devam etti Ashabına da tutmalarını emretti Ertesi yıl, Ramazan orucu farz kılınınca, aşûre günü orucunu bıraktı, isteyen bu orucu tuttu, dileyen de bıraktı" (Buhârî, es-Savm, 69; Tecrîd-i Sarîh, VI, 307, 308)
    İslâm bilginleri aşûre orucunun vacip değil, sünnet olduğunda görüş birliği etmişlerdir Yalnız İslâm'ın başlangıcındaki hükmü konusunda, Ebû Hanîfe vacip derken, İmam Şâfiî müekked bir sünnet olduğunu söylemiştir Ramazan orucu farz kılındıktan sonra, bu oruç müstehap olmuştur Ayrıca Yahudiler'e benzememek için Muharrem'in 9,10 ve 11'nci günlerinde oruç tutmak güzel görülmüştür
    Bugün bütün sünnî müslümanlarda Muharrem'in 10'u oruç günü kabul edilirken, bazı tarihi sebeplerden dolayı da mukaddes sayılır Özellikle Hz Nûh'un gemisinin bugünde tufandan kurtulup Cudi dağının tepesine oturduğunu anlatan söylentiler önemlidir
    Âşûre adlı tatlının menşei de buna dayanır Gemidekiler o günü kutlamak istemişler ve geminin ambarında arta kalan erzakı karıştırıp bir aş pişirmişler İşte aşûre pişirme âdeti buradan kalmıştır Yine Âdem (as)'in tövbeşinin bugünde kabul edildiği, Hz İbrahim'in bugünde ateşten kurtulduğu, Hz Yakub'un, oğlu Hz Yusuf'a bugünde kavuştuğu kaynaklarda kaydedilen rivayetler arasındadır
    Şiîler Hz Hüseyin'in Kerbelâ'da şehit edildiği gün olan on Muharrem'i matem günü sayarlar ve Muharrem'in biri ile onu arasında gülmez, et yemez, yeni elbise giymez, yeni bir işe başlamazlar On Muharrem dövünme ve yas günüdür Sonra yas bitti mi aşûre törenleri başlar
    Âşûre günü sürme çekmek, gusül etmek, kına yakmak, büyükleri, âlimleri, hastaları ziyaret etmek, yetimlerin başını okşamak, hububât ve tatlı pişirmek, İhlâs suresini okumak, sevinmek ve bugünü ayrı bir gün olarak kutlamak İslâm'da olmayan bir davranıştır Bu konuda Hz Peygamber (sas)'den gelen ne sahîh ve ne de zayıf bir hadîs vardır Hadîs diye rivayet edilen bazı sözler tamamen uydurmadır Sahabeden ve dört mezhep imamından vb kimselerden de bir rivayet olmadığı gibi, muteber kitapların hiçbirinde de buna dair bir haber yoktur (İbn Teymiye, Mecmûu'l-Fetâvâ, Kahire 1326, II, 48; es-Subki, el-Menhel, Kahire 1393, X, 209) O hâlde bugünde böyle bir tatlı pişirip yakınlara ve komşulara dağıtmak tamamen bid'at ve İslâmî olmayan bir örftür

















    AT, DEVE, BİSİKLET VE MOTOR GİBİ VASITALARLA YARIŞMAK CAİZ MİDİR? At, deve, bisiklet ve motor gibi vasıtararla yarışmak sünnettir Zira bunlar, cihadın vesileleridir Hatta Şafii ulemasından İmam Zerkeşi "Bu gibi vasıtalarla yarış yapmak ve yarış tertip ettirmenin vacib olması gerekir" diyor Enes'den rivayet edilmiştir: "Peygamber (sav)'in "Azba"isminde bir devesi vardı, yarışı daima kazanırdı Bir gün bir bedevi devesine binerek geldi ve Azba'yı geçti Olay müslümanların zoruna gitti Bunun üzerine Peygamber (sav) buyurdu ki: Cenab-ı Hak bu dünyada her şeyi yükseltti mi mutlaka bir gün gelir onu aşağıya alacaktır"
    Vatandaşları güçlü ve iyi yetiştirmek maksadıyla devlet ve cemiyetlerin yarışta kazananları ödüllendirmesi caizdir Hatta yarışa katılanların birisi ötekisine; beni yenersen sana şu kadar para vereceğim, ben seni yenersem bir şey istemem şeklinde şart koşarsa yine caizdir Fakat yarışa katılanlar "yarışta yenilen yine şu kadar para verecek” diyerek şart koşarlarsa haramdır Ve aynı zamanda kumar sayılır
    Hanefi fukahasından Şemsü'l-E'immeal-Hilvani şöyle diyor: Talebelerden birisi arkadaşına "İlmi meselelerde münazere edelim sen beni yenersen şu kadar para vereceğim, ben seni yenersem bir şey istemiyorum” Dese caizdir, alınan para helaldır Devletin tertip ettirdiği ilmi münazaralarda kazananlar için tahsis ettiği ikramiye meşru'dur (al-Fetava al-Hindiyye)










    AT ETİ Kur'an-ı Kerîm'de atlardan savaş aracı olarak söz edilir Allah, binmeniz ve süs hayvanı edinmeniz için atları, katırları ve merkepleri yarattı" (en-Nahl, 16/8) Hz Peygamber, Kur'an'da haram olduğu bildirilen hayvanların dışında, bazı hayvan isimleri vererek veya vasıf larını belirterek bu konuda yasaklar koymuştur
    Câbir (ra)'den rivayete göre, şöyle demiştir: "Nebî (sas), Hayber gününde bizi katır ve merkep (eti yemek)'ten menetti Bize atı yasaklamadı" (Buhârî, Cihad, 130; Meğâzî, 35, 62; Zebâih, 27, 28; Ebû Dâvûd, Cihâd, 45, 63, 98; At'ime, 33; Nesâî, Hayl,1; Ibn Hanbel, VI, 346)
    Diğer yandan Hz Peygamber'in at etini yasakladığına dair de birtakım rivayetler gelmiştir (Ebû Dâvûd, At'ime, 25; Nesâî, Sayd, 30; Ibn Mâce, Zebâih, 14)
    Yukarıdaki delillere göre, Imam Ebû Yusuf, Imam Muhammed, Imam Şâfiî ve Imam Ahmed b Hanbel, prensip olarak at eti yemenin caiz olduğuna hükmetmişlerdir Ebû Hanîfe ise bu konuda, yasak bildiren hadisleri de dikkate alarak at etinin tenzihen mekruh olduğunu söylemiştir Mâlikîlerin meşhur görüşüne göre ise, at eti yemek haramdır (Zeylaî, Nasbu'r-Râye, IV, 196, 198; Ibn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, I, 455)
    Hadiste at etinin yasaklanması necis (pis) oluşundan dolayı değil, zamanında cihat aracı olduğu için hürmetendir Bu yüzden onun artığı da necis sayılmamıştır (Ibn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, Terc A Davudoğlu, Istanbul 1987, XV, 234; Seyyid Sabık, Fıkhu's-Sünne, Kahire, (ty),III, 254, 255; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-Islâmî ve Edilletühû, Dimeşk, 1405/1985, III, 508, 509)
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

Sayfa 2/26 İlkİlk 1234 ... SonSon

Benzer Konular

  1. Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.....İNDİR
    By BuRaK in forum E-kitap bölümü
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 12.06.09, 08:23

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •