Sayfa 4/8 İlkİlk ... 23456 ... SonSon
72 sonuçtan 31 ile 40 arası

Konu: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay

  1. #31
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay

    DUHÂ SÛRESİ’NDE ÇİLE, İLTİFAT VE İNŞİRAH SÛRESİ

    – Duhâ sûresi bir çile suresi gibi görülüp, öyle yorumlanmış fakat, içindeki “Rabbin seni terk etmedi; sana küsmedi de” âyeti, çok büyük bir iltifat ifade etmiyor mu?

    Evet, Duhâ suresi, bir çile sûresi olmasına bir çile sûresidir. Zira onda, Efendimiz (sallâllahü aleyhi ve-sellem)’in ızdırap ve endişelerine telmih vardır, atıf vardır. Aynı zamanda, bu ızdırap ve endişelerin büyüklüğü nispetinde bir de iltifat ve müjde vardır: Evet, “Rabbin seni terk etmedi; sana küsmedi de” âyetinde büyük bir iltifat olduğu gibi, “Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın” âyetinde de büyük beşâret vardır. Bu sûre, temelde bir çile suresi olduğundan, esasen müjde ifade eden “duhâ”, yani kuşluk vaktiyle başlar. Efendimiz’in vazifesinin kuşluğunu müjdeler. Ardından geceyi zikreder. Bundan önceki Leyl sûresi ise, karanlığın her yeri kapladığı gece ile başlar, ardından gündüze geçer. İkisinin neticesinde de rıza vardır.

    – Geceden sonra gündüzün, kuşluktan sonra gecenin anılması ile, Duhâ suresinden sonra gelen İnşirah suresindeki “Her zorlukla birlikte kolaylık” ayeti arasında aynı münasebet söz konusudur denebilir mi?

    Evet, zaten güçlüğü kolaylık takip eder. Duhâ’dan sonra İnşirah sûresi, ferdî inşirahı anlatır. Çile ve zorluğun ardından kolaylık ve muvaffakiyetin geleceğini, geldiğini müjdeler. Kur’an’ı iyi okumak ve anlamak lâzım. Kur’an, baştanbaşa bir haz ve bir zevktir; bu zevke ermek de bir bahtiyarlıktır.



    PEYGAMBERİMİZİ DEĞERLENDİRME

    – Bir eserde, “Peygamberimizin şahsının, peygamberliğine en büyük delil olduğu” zikrediliyor; aynı zamanda, O’na Siyer’de anlatıldığı şekilde şahsı açısından değil de, kendisinden çıkan ve etraf-ı âlemi kuşatan İslâm ağacı, İslâm medeniyeti nokta-i nazarından bakılması tavsiye ediliyor. Farklı gibi görülen bu iki mülâhazayı nasıl te’vil etmek lâzım?

    O’nun şahsı da çok parlaktır. O, peygamberlik için gerekli bütün sıfatları bihakkın ve en kâmil manâda hâizdir: İmanı, Allah’a itimad ve tevekkülü, kendi misyonuna inancı, insanların nihayette inanacaklarına emniyeti, her bakımdan emin olması, âdeta tebliğ sevdalısı olup, her fırsatı tebliğ adına değerlendirmesi, ümidi, fetâneti ve şekli şemaliyle, en zirvede ve en mükemmeldir. Buna rağmen, bazılarının gözünü, yumurta değil de, kabuğunu kırıp ondan çıkmış tavus kuşu kamaştırır. Bazıları da, Siyer’de gördüklerini tam kavrayamaz ve ihâta edemezler. Bu bakımdan, O’nun âleme neşrettiği nur ve bu nurun ışık saçtığı dünya, kurduğu medeniyet, o zat hakkında Siyer’de verilen malûmat karşısında, yumurtaya mukabil tavus gibidir. Öyle ise, O’nu tam tanımak için daha çok tavusa bakmak lâzım.

    Sohbetten sonra yatsı namazı kılındı. Yatsı namazından sonra mutadları vechile, odasına açılan salonda bir müddet daha oturdular. Daha sonra da herkes istirahata çekildi.




  2. #32
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay

    8. GÜN


    Sabah namazı ve sabah yemeği her zamanki vakitlerinde ifa olundu. Kahvaltıdan sonra kayda değer bir sohbet olmadı. Saat 11.30 sıralarında odaya teşrif buyurdular ve bazı üzücü hususlarda dert yandılar.

    13.30’da Cuma namazına başlandı. (Hanefi mezhebinde 3 kişi ile cuma caizdir.) Namazda imam, hicret konusunda hutbe okudu. 14.15 civarında öğle yemeğine oturuldu.

    Yemekte sohbet, soru-cevap şeklinde cereyan etti:



    HİCRET’TE MEBDE’DEN MÜNTEHAYA MESAFE

    – Namazda okunan hutbede, hicretle ilgili olarak müşahhastan mücerrede çok güzel bir geçiş vardı: Mebde’den müntehâya mesafenin insafsızlığı, yoldaki gulyabaniler... Buradaki mesafe, hicretin başladığı yer ile bittiği yer arasındaki mesafe midir, yoksa hicretten nihaî hedefe uzanan mesafe midir?

    Çekilen ızdırap ve sıkıntı, hedefin büyüklüğü ile mebsûten mütenasiptir (doğru orantılı). Meâlîye ulaşmak için, kalbî ve rûhî hayata açılmak gerekir. Orada ifade edilmesi gereken bir husus daha vardı: Hadis-i şerifte, “Muhacir, günahlardan hicret edendir” buyurulur. Nefisten rûha, cismânî hayattan kalb ve rûhun derece-i hayatına hicret. Böyle kalbî ve rûhî seyahatle maddî hicret arasında zorluk ve keyfiyet bakımından herhangi bir fark yoktur. Her ikisinde de, mebde’ ile müntehâ arasındaki mesafe çok uzundur; yolculuk da çok zordur ve çok meşakkatlidir. Ama kalbinde böyle bir yolculuğu duymayan, böyle bir yolculuğa hiç çıkmamış insan, hep düz bir Müslüman olarak kalır ve hadis-i şerifte belirtilen hicretin ne olduğunu asla anlayamaz.

    Hicret, insanlık tarihinin en önemli realitelerinden biridir. O, Sahâbe-i Kirâm ve Havârî efendilerimizde en üst seviyede temsil edilmiştir. Bugün de onlara yakın seviyede bir hicretin yaşandığı söylenebilir. Ne var ki, bir sahada yaşanan böyle bir hicretin, yaşanması gereken başka sahalarda da aynı noktaya ulaşıldığını söyleyemeyeceğim. Meselâ, Türk işadamları dünyanın her tarafına bu ruh ve bu manâ ile açılmalıydı. Bugün Türkiye, ekonomisi açısından da, içindeki nüfus ve işadamı ağırlığını artık kaldıramamaktadır. Kaldı ki, hemen her yeni medeniyet bir hicret neticesinde kurulmuştur. Bu bakımdan, hicretin ehemmiyeti çok iyi kavranmalı ve onu da böyle yeni bir medeniyet adına ciddî bir cehd ve gayret takip etmelidir.



    ÂFAKTA VE ENFÜSTE ALLAH’A SEYAHAT

    –Malûmunuz, Mesnevî’de Allah ile kul arasında veya kulun Allah’a yaklaşması adına da yine böyle çok büyük aşılmaz ve bir de hemen çok yakın bir mesafeden bahsediliyor. “Allah’a ulaşman için, önce terakki etmen, genişlemen, sonra bütün insanlığı kuşatacak bir hâl alman, ardından 70.000 (yetmiş bin) perdeyi aşman gerekir. Bunlarda muvaffak olursan, bu defa karşına, aşılması mümkün olmayan ulûhiyet dairesi çıkar. Halbuki kendi içine döndüğünde, O’nu bulursun.”, veya buna yakın bir izah var. Bu hususta ne buyurursunuz?

    Allah (celle celalühû), bize bizden daha yakındır. Uzaklık, bizim için söz konusudur. O’ndan nâmütenâhî derecede uzak olan biziz. Bunun için de, meselenin akla, idrake yaklaştırılması, sık sık güneş misaliyle anlatılır. Güneş, ışığıyla, ışığındaki renkleriyle, hararetiyle bize bizden daha yakındır. Eğer güneş canlı, şuurlu bir varlık ve ışığındaki 7 rengi onun sıfatları, harareti de şuuru olsaydı, dünyadaki, hattâ kendi sistemindeki her varlıkla tek tek konuşabilir, haberleşebilirdi. Güneşin bu yakınlığına mukabil, biz ondan son derece uzağız. Öyle ki, aradaki bu uzun mesafeyi aşmamız mümkün değildir. Öyleyse, bu mesafeyi güneşi tanıyarak, onunla bize en yakın olduğu yerde, bizdeki tecellileri vasıtasıyla kendi içimizde temasa geçerek, onun yakınlığına ermiş oluruz. Bunun gibi, Cenab-ı Allah, bize bizden daha yakındır. Biz, O’ndan sonsuz derecede uzağız. Aradaki mesafeyi dışarıda aşmamız mümkün değildir; bu mesafeyi ancak içimizde aşabiliriz. Evet, O’nun bizdeki tecellileri vasıtasıyla O’nu bulur ve O’na ulaşırız. Kalbimiz Arş’a denk tutuluyor ve Allah, ahkâmını Arşında tecelli ettiriyorsa, bizi O’na ulaştıracak yolculuğu kalbimizde yapacağız demektir.

    Bu yol da çok yakın görünmekle beraber yine de çok uzaktır ve kat’edilmesi zordur. İşte, tasavvufta seyr ü sülûk adıyla anılan yolculuk budur. Bunun seyr ilâllah adıyla Allah’a olan, seyr fillâh adıyla Allah’ta olan kısımları vardır.

    Bu yolculukta takip edilmesi gereken yol bir tane değildir. “Mahlûkâtın nefesleri adedince Allah’a giden yollar vardır” denmiştir. Kur’an-ı Kerim’de bunu teyid eden bir âyet vardır: “Bizim uğrumuzda, Bizde (seyr fillâh) cehd edenleri, bu hususta birbirlerine destek çıkıp, işbirliği yapanları Biz, mutlaka değişik yollarımıza erdiririz.” Önemli olan, O’na ulaşmak için yolda olmak, cehd etmek; bunu da bilhassa bugün kolektif bir şuurla yapmak; hicretten sonra da mal, can ve diğer değerlerle cihad etmek, yani uğraşmak-didinmek, bu yolun gereklerindendir. Allah’a ulaştıran bu yolların veya merdivenlerin çokluğu burada karışıklığa yol açmaz. Aksine, çok defa yürümeyi kolaylaştırır.

    Büyük cihad, küçük cihad esprisinde olduğu gibi, burada da aynı durum söz konusudur. Bir tarafta hicret-cihad esprisine bağlı yürürken, diğer tarafta evrâd ü ezkârı terk etmemek gerekir. Hz. Ali’nin, Efendimiz (sallâllahü aleyhi ve-sellem)’den duyup, çok kıymet verdiği Mecmau’l-Ahzâb’da yer alan evrâdı vardır. Bir defasında, onu hiç terk etmeden her gün okuduğunu söyler. “Nehrevan günü de okudun mu?” diye sorarlar. “Evet, Nehrevan günü de okudum” cevabını verir.

    ***

    Sohbetten sonra, Kırık Mızrap’ta yapılan tashihler tamamlandı. Fakat son olarak bir defa daha baktılar. Daha sonra, bir münasebetle, diğer din mensuplarıyla diyaloğun önemi üzerinde şunları buyurdular:



    DİN MENSUPLARI ARASINDA DİYALOG

    KONUSUNDA YAPILANLAR


    Yapılanların yanlış olduğunu zannetmiyorum. Aksine, kabule mazhar olduğuna inanıyorum. Dininizi götüreceğiniz insanlarla aranızda bir uçurum varsa, onlara bir şey anlatamazsınız. Evet, kavga ederek hiçbir yere varamazsınız. Efendimiz, Mescid’de Hıristiyan heyetleri kabul ediyor, onlarla görüşüyordu, Fatih, İstanbul’u alınca, hem Rum hem Ermeni Ortodokslara geniş hürriyetler tanıyor ve Fener Patrikliği’ne ekümenlik veriyordu ki, bu, dâhiyâne bir davranış ve tam bir ileri görüşlülüktür. Ayrıca, Osmanlılar’ın takip ettiği dînî müsamahayı da ortaya koyuyordu. Siz, bugün de pek çok Osmanlı şehrinde cami, kilise ve havrayı bir arada görürsünüz.

    Bundan sonra, ilki 3 yıl önceki Amerika seyahatinde, ikincisi bu defa gelişte yazılan iki Gurbet şiirini okudular. Ve, sohbet, soru-cevap faslında bir süre daha devam etti:



    GECELERDE IZDIRAP

    –Gurbet şiirinde, gecenin gündüze tercihi var. Halbuki, pek çok şiirinizde gecelerdeki ızdırabınızdan ve gecelerin bitmezliğinden bahsediyorsunuz?

    Gecenin gündüze tercihi, kabzın basta tercihi gibidir. Gece de, kabz da elinizde değildir. İkisi de yukarıdan gelir. Günaha girmez ve sabrederseniz, kabz gibi “gece” de bir açılma rıhtımıdır. Karanlık sıkıştırdıkça, ruh başka âlemlere menfezler arar. Bu, yalnızca rüyalar yoluyla olmaz. Rüya, bu menfezlerden sadece biridir. Ağarmayın ey geceler, isterseniz bundan sonra... Burada bir şey daha söyleyecektim ama, rızâ-yı İlâhî’ye münafî olabilir diye vazgeçtim...

    ***

    Yatsı namazını müteakip, mutadları üzerine salonda bir süre oturdular. Haksızca yapılan bazı tenkidleri Allah’a havale ettiklerini belirttiler. Saat 12.00 civarında odasına çekildiler.




  3. #33
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay

    9. GÜN



    Kahvaltıya saat 9.00’da oturuldu ve kahvaltıdan sonra sohbet, soru-cevap faslıyla cereyan etti:



    TALÛT’UN ORDUSUNUN NEHİRLE İMTİHANI

    VE İPTİLÂLAR


    –Talût’un ordusu, malûm-u âlîleriniz, nehirle imtihan oluyor. Kur’an-ı Kerim, emre rağmen oradan bir avuçtan fazla su içenlerin devam edemediğini buyuruyor. Bu dökülme, sadece o andaki emri yerine getirmemeden dolayı mıdır, yoksa Uhud’da münafıkların seçilmesi gibi, bir seçme mi olmuştur?

    Bir seçme yaşanıyor. Münafıkların ve yola devam edemeyeceklerin, hususiyle de kalblerinde maraz olanların ayrılıp, sağlamların kalması için bir seçme oluyor. Evet, böyle bir seçme olmalıydı ki, daha sonra ordu bozanlık yapacaklar, daha ciddî ve zor anlarda birliği terk edip gidecekler ayrılsın; ileride kuvve-i maneviyeyi kırmaya vesile olmasınlar.

    Söz konusu âyette tercih edilen kelime “iptilâ”dır; bir imtihan, bir deneme ve test etmedir. İslâm’ı tercih bir imtihandır. İnsan, Müslüman olur, İslâm içinde daha has yerlere gelir. Bir yandan bunlara seviniriz; bazen de has bir daireye, varlıklı bir insan girdiği zaman endişe ederiz. İşi bozulabilir, servetini kaybedebilir ve geri dönebilir diye korkarız. Allah, kabiliyetsizlere, münafıklara, şahsî çıkar peşinde koşanlara yer olmasın diye, insanı değişik imtihanlara tâbî tutar. Bu tür imtihanın olmadığı zaman yok gibidir. Ne var ki, imtihanın şekli her zaman değişik olur. Âdet-i Sübhâniye böyledir ve böyle işler.

    İbtilâdan başka, Kur’an’da bir de “fitne” kelimesi geçer. Bir yazıda fitnenin 17 manâsı olduğu ifade ediliyordu: imtihana maruz kalma, mazeret, çeşitli belâlara uğratılma, iç savaş, anarşi vb fitne mefhumunun içine dâhildir.



    İMTİHANDA KAYBETME SEBEBİ OLARAK

    TEFEKKUHTA BULUNMAMA


    –Kaybetme sebebi olarak, meselâ Tevbe sûresinin sonu ve Fetih sûresinde görüldüğü üzere, bazı âyetlerde tefekkuh sahibi olamama zikrediliyor. Bu hususta ne buyurursunuz?

    Tefekkuh, işin özünü kavrama, illet-malûl, sebep-netice arasındaki münasebeti görme, kozaliteye göre düşünme demektir. Mülâhazalarını günübirlikçiliğe bağlayanlar, küllî bakıp, küllî düşünemeyenler, küll-cüz’, yani bütün-parça arası gidip gelmesini bilemeyenler, neticeyi de göremezler.

    Kur’an-ı Kerim’de tefekkuhun yanısıra, teakkul, tefekkür gibi kelimeler de geçer. Teakkul, aklı kullanma demektir. Kur’an-ı Kerim’de, felsefedeki gibi, başlı başına bir fakülte, âtıl bir lâtîfe olarak akla yer verilmez. Akıl, hep fiil olarak kullanılır. Tefekkür ise, bilme, bildiğini bilme ve bir de bilgiyi kullanma gibi üç buudlu bir faaliyettir. Tefekkürî bir bakış, aynı zamanda tecessüsî bir bakıştır. Bunun zirvesi ise, te’vîl-i ehâdîstir. Te’vîl-i ehâdîs, sadece rüya yorumu demek değildir. Hayatını şuurla yaşayan, her hadiseye sebep-netice çerçevesinde bakabilen, her şeyden bir manâ çıkarmasını bilen ilhama açık ruhlar, te’vîl-i ehâdîsin üveykleridirler. Batı düşüncesinde tarihe ve hadiselere tek yönlü bir akış olarak bakılır; su akıp gittiği için, bir ırmakta ikinci defa yıkanılmaz denilir. Hadiseler akıp gitmektedir. Fakat, ayniyete yakın bir misliyet içinde akıp gitmektedir. Bu bakımdan, her hadisenin bir de perde gerisi, hikmeti, birbiriyle münasebeti, sebep ve neticesi vardır. Meselâ, şu masada, kim nereye oturuyor, nasıl davranıyor, sürahiler, termoslar nasıl diziliyor, bunları tefahhus ve tecessüsle gözleyen, hayatını duyarak yaşayan bir insan, bir-kaç günlük bir müşahedeyle, bunlardan bile yanıltmayacak manâlar çıkarabilir ve kesin denebilecek neticelere varabilir. Bu da, bir çeşit firâsettir.

    Sohbet, daha sonra bir takım şahsî sorularla devam etti ve 11.00’e yakın sona erdi.

    ***

    Öğle namazı mutad vaktinde kılındı ve yemeğe oturuldu. Sohbet, Müslümanların burada karşılaştığı bazı sorular çerçevesinde cereyan etti.


  4. #34
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay



    İSLÂM’I AMERİKA’DA ANLATMA

    –Buradaki Müslümanların, herhalde en fazla karşılaştığı soru, kadın meselesi ve İslâm ceza ve miras hukukunun serrişte edilen bir-kaç meselesi olsa gerektir. Bu bakımdan, İslâm’ı burada anlatırken nereden başlamak lazım?

    İslâm’ı, hey’et-i umumiyesi içindeki cüz’lerini, bunların birbirleriyle olan münasebetlerini ve her birinin bütün içindeki yerini nazara alarak anlatmak lazımdır. Belki önce, imanî meseleleri anlatmak gerekir. Ne var ki, İslâm’ı sadece bir inanma meselesi olarak görüp öyle anlattığınız zaman, ona, hayatla alâkası olmayan bir din imajı vermiş de olabilirsiniz. Buna mukabil, onu sadece muamelat yanıyla anlatmak da, onu beşerî bir sistem gibi algılamaya yol açar.

    Kur’an-ı Kerim’de, Efendimiz’e (sallâllahü aleyhi ve-sellem) sorulan pek çok sorulardan bahsedilir ve bunların cevapları verilir: “Sana soruyorlar...” diye başlayan bu âyetlerde, meselâ, “Sana ruhtan soruyorlar... Sana hilâllerden soruyorlar...” denir. Cevap da, her zaman mutlaka sorudaki maksada göre değil, sorana faydalı olacak şekilde gelir. Meselâ, Efendimiz’e, “Neden bu ay böyle büyüyor, küçülüyor? Dolunayken, her gün bir yanı âdeta kemiriliyor, iyice görünmez hale geldikten sonra tekrar büyümeye başlıyor?” diye soruyorlar. Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve-sellem), buna bugün bilimin yaptığı gibi, “ay, dünyanın bir uydusudur. O, dünyanın etrafında, dünya da güneşin etrafında döner. Bu dönüşte, güneşin ışığı aya derece derece yansır. Bu yansımaya göre de o, her gün değişik büyüklükte görülür” diye cevap verseydi, bu bilginin onlara hiç faydası olmayacaktı. Hattâ, kafaları karışacak, belki inanmayacaklardı da. Kur’an-ı Kerim, bu soruya, ayın hareketlerinin hayatımızdaki yeri, önemi ve ifade ettiği manâ açısından cevap verir ve “Ayın o halleri, insanlar ve hacc için bir takvimciliktir” buyurur. Yani, “Ayın hareketlerine göre zamanı, ayları, yılları ayarlar; hacc günlerini bilirsiniz” der ve meseleyi, o hareketin faydası ve fonksiyonu nokta-i nazarından ele alır. Ruh konusunda da, “Ruh nasıl bir şeydir? Yer kaplar mı? Ağırlığı var mıdır? Niye görülmüyor?” mülâhazalarıyla sorulan ve bu yanıyla da insanı çok ilgilendirmeyen bir soruya da, Üstad’ın tefsiriyle, “Ruh, zîşuur bir kanun-u emrîdir” diye cevap verir. İslâm’ı anlatmada bunlar da bize ışık tutmaktadır.

    İslâm’ın usûlü vardır; bir de bu usûle dayalı fürûu vardır. İman esasları usûldür, bunların üssü’l-esası da Allah’a imandır. Diğer iman esasları, Allah’a imanın lâzım-ı gayr-ı müfârıkı, yani onsuz düşünülemeyecek levâzımıdır. Bu noktada, meselâ, haşir akîdesini anlatırken, 10. Söz’de olduğu gibi, meseleyi Allah’a bağlayarak, O’nun isimlerinin tecellisine oturtarak anlatmak, hem gerekli hem de faydalı olan bir yoldur. Bu da, tabiî ki önce Allah’a inanmayı ve O’nu isim ve sıfatlarıyla tanımayı gerektirir. O halde önce, her bakımdan ağırlık verilmesi gereken Allah’a iman, O’nu tanıma ve belli bir marifet noktasına ulaşmadır.

    Allah’a iman, arz etmeye çalıştığım gibi, diğer iman esaslarına inanmayı da gerektirir. İman esaslarına göre, İslâm’ın şartları füruâta girer. İslâm’ın şartlarına göre, diğer ahkâm füruâta girer. Bir örnek: Henüz başını örtmeyen bir kadın, bir müftüye gidip, “ben başımı örtemiyorum; hacca gitmek istiyorum, ne yapayım?” diye sorar: Müftü efendi, “boşuna yorulma; başını kapatmadıkça, haccın kabul olmaz” diye cevap verir. Halbuki, hac ayrı bir ibadettir, başın kapatılması ayrı bir emirdir. Birinin yapılmaması, diğerinin yapılmamasını gerektirmediği gibi, şartlarına riayet edilerek yapılan bir vazife, diğerinin kabulüne mani olmaz. Kaldı ki hac, İslâm’ın beş şartındandır. Başı örtme ise, bu beş şart içinde olmayan bir emirdir. O kadın hacca gider, bir şartı yerine getirmiş olur ve büyük ihtimal, bundan sonra da gönülden Allah’a yönelir. Maalesef, bu hususlar yeterince idrak edilemediği için büyük hatalar yapılıyor. Başı örtme emri, Efendimiz’in peygamberliğinin 18 veya 19. yılında ve Medine döneminde gelmiştir. O zamana kadar böyle bir emir yoktu ve Müslüman kadınların başları kapalı değildi. İçki, üç merhaleli olarak yasaklanmıştı. Bedir ve Uhud şehidlerinden belki pek çoğunun kursağında, şehid olduklarında içki vardı. Hattâ, içki yasağı gelince, bazıları bu şehidlerin durumu ne olacak, kursaklarında içki ile gittiler diye endişeye düşünce, “Allah, o önce yaptıklarınızdan dolayı imanınızı, yani o zamanki amellerinizi, kazandıklarınızı zayî edecek değildir” âyetiyle onları rahatlattı. O dönemde, zihinler ve kalbler hazırlana hazırlana tebliğ yapılmış ve ahkâm vaz’ edilmişti.

    Bu, İslâm’ı anlatmada dikkat edilmesi gereken hususlardan biridir. İkinci olarak, bazı kaidelerin, bütün içindeki yerini göstermeden, kendine has manâ ve fonksiyonuyla anlatılması, anlatılsa da, inandırılması zor olabilir. İman, ibadet, ahlâk, hattâ toplum ve iktisad esasları ve değerleri üzerine kurulmamış bir yapıda, İslâm’ın, bazılarınca serrişte edilen yanlarıyla işe başlarsanız inandırıcı olamazsınız. Böyle durumlarda, aynen Kur’an’ın yukarıdaki hilâl ve ruhla ilgili sorulara verdiği cevaplarda yaptığı gibi yapmak lâzımdır. O meseleleri, şahıs, zemin ve şartlar planında, o şahıs, zemin ve şartlara en uygun düşecek şekilde cevaplamak gerekir. Yerine göre, “bu hususu şu anda konuşmayalım; konuşsak da, kalb ve zihin tatmin olamayabilir” demek; yerine göre de, o meselenin o an için anlaşılabilecek yanlarını nazara vermek icap eder.




  5. #35
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay



    BİR TARİKAT VARTASI OLARAK

    EVRADI FARZ VE SÜNNETE TERCİH ETME


    – Telvihat’ta dikkat çekildiği gibi, ehl-i tarikatın vartaya düştüğü noktalardan birisi de, herhalde bu noktada oluyor; yani, kendi evradını okumaya gösterdikleri dikkati, sünnet ve farzlar konusunda göstermeyebiliyorlar.

    Telvihat’ta bu husus, tarikatın vartalarından olarak anılıyor. Bu, bir manâda herkes için de söz konusu olabiliyor. Meselâ, bazı arkadaşlarla paylaştığımız virdler var. Nefis buradan bir girdi yaparak diyor ki: “Bunu okumayı nezrettin, dolayısıyla üzerine vâcip oldu. Vaktin yoksa, namazda tesbihatın yerine bunu oku!” Halbuki, namaz tesbihatı Sünnet’le teşrî kılınmış; üzerimize aldığımız virdler ise, nâfile iken, nezirle vâcip hâle gelmiş; onu okuma adına, namaz tesbihatı bırakılamaz. Ona da zaman bulacak, onu da okuyacağız. Evet, bu noktada çok hatalara düşülebilir ve düşülebiliyor da…



    VAKİTSİZ EMİR VEYA YASAKLA İMANA ENGEL OLMA

    – Ebû Cehil, şair Âşâ’yı da bu noktada kandırıyor değil mi? Yani, önceki misalde Müftü efendinin yaptığı gibi, henüz yapamayacağı bir hükmü nazara vererek, onun imansız gitmesine sebep oldu?

    Evet. Âşâ, Cahiliye döneminin büyük şairlerinden. Efendimiz’i duyunca kalkıp geliyor. Ebû Cehil onun karşısına dikiliyor ve onun bazı alışkanlıklarını nazara vererek, “O, şunu yasaklıyor, bunu yasaklıyor” diyor ve bu dev şairi zayıf bir noktasından yakalayıp kandırıyor. O da, “öyleyse gidip, bir sene düşüneyim” diyor. Fakat, ertesi seneye ulaşamadan ölüyor.

    ***

    Mevzû, bundan sonra şiire, şâirlere kaydı ve şunları söylediler:



    KUR’AN VE CAHİLİYE DÖNEMİ ŞÂİRLERİ

    İmrü’ül-Kays, Câhiliye şâirlerinin en büyüğüdür. Bizans’tan bir kıza tutulup, ardından İstanbul’a gitmek için yola çıkar. Fakat Ankara’da hastalanıp ölür. Orada yazdığı güzel de bir şiiri vardır. Câhiliye şâirleri içinde Lebid Müslümanlığı kabûl etmiştir. Hz. Ömer efendimiz, hilâfeti zamanında kendisinden bir şiir yazmasını istediğinde, “Bakara” sûresini yazıp gönderir ve müslümanlığından sonra, Kur’an varken, şiir yazmaktan vaz geçtiğini ifade eder. Öyle ki kızı, Muallâkât-ı Seb’a içinde Kâbe’de asılı bulunan bir şiirini indirir. Kadın şâirlerden Hansâ da aynı şekilde davranmıştır. Cahiliye döneminde ölen kardeşi için, o zaman çok içli bir ağıt yazmış bulunan bu müstesna kadın, Müslüman olduktan sonra, Kur’an varken şiir yazmayı bırakmış; oğulları İran’la yapılan savaşlarda şehid olmuş, fakat metanetini koruyarak, tek bir ağıt yazmaya gitmemiştir.

    ***

    Bunun ardından, sözü şiirle ilgili, fakat bir başka noktaya getirerek, şunları söylediler:



    ÜSTAD’DA İLHAM VE MÜKTESEBAT

    Üstad’ın, çok büyük bir müktesebâtının olduğu görülüyor. İlham sahibi olmak, müktesebâtı olmamayı gerektirmez. Çünkü, okuyarak öğrenilecek hususlar, ilhamla alınmaz. Üstad, eserlerinde va’z ediyor gibi irticâlî konuşuyor. Müktesebâtını da öylesine rahat kullanıyor ki, hayret etmemek mümkün değil. Meselâ, “yanık bir şâir” diye tavsif ettiği Niyazî-i Mısrî’den çok rahat ve yerinde iktibaslarda bulunuyor. “Her gün bina-i ömrümün bir taşı düştü yere / Can yatar gafil, binası oldu vîran bîhaber” diyor. Niyazî-i Mısrî’nin Divanını okumadan bu yazılmaz, ilhamen alınmaz ki! “Fenâ ve fânî bir adam” diye, ismini anmadan Tevfik Fikret’ten iktibasta bulunuyor; Namık Kemal’den de iktibasları var. Demek, bütün bunları okumuş. Sonra, görmez misiniz, 19. Mektup’ta, hem de yer aldığı kitapları da zikrederek, ne kadar çok hadise yer veriyor. Bunların hepsi sahih olmayabilir; ama orada Hadis Usulü adına ne ölçüler vaz’ediyor: “Sahih olmaması, manâsının yanlış olmasını gerektirmez” diyor. Mütevâtir bi’l-manâ’ya dikkat çekiyor. Onun bütün müktesebâtı, ilk dönemine dayanıyor. Daha sonra yanında, misyonu gereği sadece Kur’an’ı bulunduruyor. Bunu, kendisine sorulan bazı sorulara cevap verirken de belirtir: “Şu kadar senedir yanımda Kur’an’dan başka kitap bulundurmuyorum.. bu meselenin aslını tam olarak bilmiyorum, fakat şu kadar diyebilirim ki…” vs.



    EHL-İ KİTAB ÜZERİNE ÇALIŞMAYA TEŞVİK

    Sohbet, 15.30 civarında bitti. 18.00 sularında ikindi namazı eda edildi. Namazdan sonra, bir miktar oturdular. Kur’an’da Ehl-i Kitab’ın nasıl ele alındığı konusunda ciddî bir çalışma yapılmasının iyi olacağını, aynı hususla alâkalı hadis-i şeriflerin de taranabileceğini, ilgili âyetler ve hadisler ele alınırken, sübût-u kat’înin yanı sıra, delâlet açısından sübûta, yani âyetlerin kesin olarak kimlerle, ne ölçüde ve hangi şartlarda alâkalı bulunduğunu tesbite dikkat etmenin de lüzumunu, hattâ bu çalışmanın, “Sizden öncekilerin gittiği yoldan adım adım gideceksiniz…” hadisinin mazmununca, İslâm tarihine ve Müslümanların dününe, bugününe de ışık tutacağını, Ehl-i Kitap’la ilgili âyetlere kendimizi de muhatap kabûl etmemizin gerektiğini izah buyurdular.

    ***

    Akşam namazından sonra, akşam yemeğine ve sohbetine de katılamadım.




  6. #36
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay



    10. GÜN



    Kahvaltıya biraz geç inebildim. Kahvaltı esnasında ve sonrasında, daha çok şahsî bir takım meselelerden söz edildi. Bu arada, fevkalâde doğru, emin ve masum insanlara ihtiyaç bulunduğunu, Allah’ın, yapılması gereken işleri yapmak bir yana düşünmekten bile hoşnut olacağını; insanların Allah yolunda katlandıkları fedakârlıklara semânın tebessüm ettiğini; hayatında Allah’ın adının cihanın dört bir tarafında duyulup, şehbal açması dışında bir derdinin olmadığını ve hep bu gaye ile oturup kalktığını; fakat, yapılanlardan kimsenin kendi nefsine pay çıkarmaması ve hele hele, “biz en iyi, en doğru yolda olan insanlarız” gibi, âidiyet mülâhazalarından şiddetle uzak durulması gerektiğini hatırlattılar.

    Deprem konusunda sorulan bir soruya da şöyle cevap verdiler:



    DEPREMİN ÇAĞRIŞTIRDIKLARI

    En büyüğünden en küçüğüne her şey, Allah’ın emir ve meşieti dahilinde cereyan eder. Başa gelen büyük-küçük her musibeti ikaz kabûl etmek gerekir. Kimseyi suçlamaya gitmeden, herkes kendisine yönelmeli ve ikazı kendi üzerine almalıdır. Şurada bardağınızı bile devirseniz, boşuna değildir. Uğursuzluk mülâhazasına girmeden, her ters hareketten ders çıkarmasını bilmeli, ikazı görüp, dua etmeli ve sadaka vermelidir. Ayağınız mı kırıldı, hemen bunun bir sinyal olduğunu idrakle, kazâsına karşı çıkacak atâsına yönelmeli ve atâsını harekete geçirecek davranışlarda bulunulmalıdır.

    İnsanlarda, biraz yaşama sevdası var. Bilim adamları da araya girip, “şu zaman deprem olacak, şu şiddette olacak, şundan oldu veya olacak” gibi güya açıklamalarda bulunup, insanlardaki inanç ve teslimiyeti de sarstılar. Bir şey olacaksa, arzın bir yerinde bir kırılma meydana gelecekse, bunları bilmek, onu durdurmaz ki! Allah, dilerse, fark etmediğiniz bir yerden arzı kırar; yıkmak isterse, depremin şiddetini artırır. Bunlar, binaları sağlam yapmaya ve arzın dayanıklığını ölçmeye mani değildir. Fakat, hiçbir tedbirin Allah’ın kazâsı önüne de geçemeyeceğine, başa gelecek belâları ancak O’nun savabileceğine de içten inanmak lâzımdır. İnsanlardaki bu inanç ve Allah’a yönelme sarsılmamalıdır. Fakat ne yazık ki, onu da sarstılar.

    ***

    Bugün öğle ve ikindide kayda geçmesi gereken sohbet olmadı. Namaz ve yemek, her zamanki veya yakın vakitlerde ifa edildi.

    ***

    Akşam namazını müteakip yemeğe oturuldu. Yemekten sonra sohbet, hoşgörü kelimesinin manâsı ile açıldı:



    HOŞGÖRÜNÜN ANLAMI

    “Müsamaha,” güzel ve yerinde bir kelime. Karşılıklı birbirine hiss-i semâhat gösterme, iyilikte bulunma manâlarına geliyor. Aslında, hoşgörü de güzel. Fakat bazıları zorlamalı te’villere gidiyorlar. Sanki daha üstte birinin, daha alttakilerin hatalarını görmezlikten gelmesi, kusurlarını hoş görmesi gibi anlıyorlar. “Siz böyle bir yaklaşımla karşı tarafı eziyorsunuz.” diyorlar. Halbuki, biz “hoşgörü”yü kullanırken, ne kasdettiğimizi belirttik. Herkesi, bulunduğu konumda, inancında, görüşünde kabûl etme; kabûlün de ötesinde herkese saygı duyma” dedik. Diyalogda karşılıklı münasebette olma, tek başına konuşma yerine, karşılıklı konuşup uzlaşma manâları da var.

    AHSEN-I TAKVİM – ESFEL-İ SÂFİLÎN ARASI SEYAHAT

    – Akşam namazında okudunuz. Tîn sûresinde, malûmunuz, insanın ahsen-i takvimde yaratıldığı ifade buyuruluyor. Buradaki ahsen-i takvim’den kasıt, bütün husûsiyetleriyle insanın yaratılışına bakıyor gibi. Daha sonra ise, gerek esfel-i sâfilîne redde, gerekse iman ve amel-i salihle esfel-i sâfilîne düşmekten kurtulmada dînî yan ön plana çıkıyor. Bu iki hususu nasıl te’vil etmek lâzım?

    İnsan, yaratılış olarak mükemmel. Fakat, insan mâhiyetiyle hüviyetini ayırt etmek lâzım. İnsanın, eskilerin “heyulâ” dediği bir mahiyet-i mücerredesi var. Bu mücerret mâhiyetiyle o, potansiyel insan. İçinde kin, nefret, gayz, başkaldırma gibi ilk anda menfî görünen husûsiyetler de bulunan bir mahiyet. İşte, bu husûsiyetler onun mükemmeliyeti çerçevesinde değil de, kendi aslî keyfiyetlerine göre işletilirse, insanın esfel-i sâfilîne düşmesi mukadderdir. Şerri işleme, insanda hayrı işlemeden daha ağır basar. Bu bakımdan, esfel-i sâfilîne, sadece mâhiyetindeki bu menfî husûsiyetleri işletmekle değil, onları olduğu gibi bırakmak ve hayra açık husûsiyetleri işletmemek sûretiyle de düşülebilir. Evet, bu husûsiyetler olduğu gibi bırakılırsa, insanda kokuşma olur. Kur’an, buna dikkat çekiyor ve ahsen-i takvîmden sonra hemen esfel-i sâfilîne düşüşü zikretmekle, hem insanın şerre daha çok yönelik yanına dikkat çekiyor, hem de onun nasıl kokuşup, düşebileceğinin ip uçlarını veriyor. Bunun ardından iman edip, sâlih amelde bulunanlar zikredilerek, esfel-i sâfilîne düşmemenin yolu gösterildiği gibi, kimlerin böyle bir düşüşten kurtulabileceği de belirtilmiş oluyor.

    Tîn sûresiyle, Asr sûresi, birbirine benzer. Asr sûresinde, asra yemin ederek başlanır. Asr, bazılarına göre ikindi vaktidir. Efendimiz’in (s.a.s.), kendi beyanlarıyla, ikindi vakti peygamberi olması da, bu tevcihi kuvvetlendirir. Aynı zamanda Asr, Efendimiz’in Asr-ı Saâdetine işarette bulunur; bunun yanı sıra, insanın ortalama ömrüne telmihle, 100 yıldan ayrı bir asır ölçüsünü de vermiş olur. Gerçi, hadis-i şerifte her 100 yılda bir müceddid geleceği beyan buyurulur. 60 veya 62-63 yıl da bir asırdır; belki, Efendimiz’in ömrüne tekabül eden 60 veya 63 yılda, aynı sistem veya akım içinde bir müceddid gelirken, 100 yılda bir daha büyük müceddidler geliyor olabilir. Sahâbe, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn asırlarını belki böyle 60 senelerle birbirinden ayırmak daha doğru olur. Asr sûresinde bu şekilde zamana ve önemli zaman dilimlerine yemin edilirken, Tîn sûresinde, bir manâda büyük peygamberlerle alâkalı mekânlara yemin edilmektedir.




  7. #37
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay

    İMAN VE AMEL-İ SALİHİN İNSANA İZAFESİ

    – Bütün hayırlar Allah’tan, şer ise bizzat insan nefsinden kaynaklandığı halde, burada esfel-i sâfilîne düşmeme veya ondan çıkmanın yolu olarak iman ve amel-i sâlihin insana izafe edilmesini nasıl anlamak lâzım?

    Hayırları da, şerleri de yaratan Allah’tır. Nefis mekanizmasını yaratan Allah olduğu için, yaratmayı da Allah, Kendine nisbet ediyor. Esfel-i sâfilîne sürükleyebilecek şeyleri, Allah (c.c.) insanın mâhiyetine dercetmiş. Ne var ki, insanın düşmesi için bütün şartlar hazır olsa da Allah onu yine de düşürmeyebilir. İnsanın iradesi var; iman edip sâlih amel işlemenin insana nisbet edilmesi, onun iradesine değer atfetme manâsınadır.



    HÂKİM KÜLTÜRE KAPILMADAN İSLÂM’I ANLATABİLME

    – Batı’da felsefe ve analitik düşünce çok zengin görünüyor. Bu da, bilhassa dıştan gelenler için baskın ve boğucu bir kültür ortamı oluşturuyor. Buna kapılmadan İslâm nasıl anlatılabilir?

    İslâm’ı anlatmada felsefeyi bulaştırmamak lâzım. O, en azından ilk planda bizim sahamızın dışında tutulmalı ve saha değişikliğine hiç gitmemeliyiz. Temsil planında davranışlarımız ve İslâm’ı yaşayışımızla kendimizi kabûl ettirdikten sonra, İslâm adına konuşmalı ve İslâm’ı bir din olarak anlatmalıyız. Eğer herhangi bir sistemle paralellik arayacak, mukayesede bulunacaksak, Hıristiyanlık ve Yahudilik’le paralellik aramalı veya gerekirse mukayesede bulunmalıyız. Dinin karşısına felsefeyi koyar veya ikisini birbirine muarız gibi ele alacak olursak dini, felsefenin seviyesine indirmiş oluruz.



    BİLGİ-İMAN MÜNASEBETİ

    – İmanın Hıristiyanlık’ta ve Batı’daki algılanışı, malûmunuz, çok değişik. Onu, takliden, doğruluğunu, yanlışlığını araştırmadan bağlanma olarak anlıyor ve bilgi ile yanyana getirmiyorlar. Halbuki İslâm’da, bilgi ile iman birbirine hiçbir zaman zıt şeyler değil; belki, biri diğerini gerektiriyor ve birbirine destek veriyor. Bu ikilemi nasıl aşmak lâzım?

    Felsefe, önceliği ilme ve bilmeye verir. Bu, bir ifrattır. Hıristiyanlık, imana önceliği verir; bu da, bir tefrittir. İmanı, icmalî bilgiye bina etmek lâzım. Tafsilî bilgiyi ise iman üzerine yüklemek gerekir. Gelen malûmatı tasdik için kalbde bir musaddık olmazsa, o bilgi, ilme dönüşmez, imana da kapı açılmaz. Burada arı-petek misali veriliyor. Arı, çiçeklerden nektarı toplar; bunu bala dönüştürmek için, petek gerekir. İşte kalbdeki musaddık tıpkı bu petek gibidir.



    TARTIŞMA VE TEBLİĞ

    – Bugün, tartışma çok önde. İslâmî meseleleri böyle tartışma içinde mi anlatmak lâzım, yoksa doğrularımızı, değerlerimizi doğrudan tebliğ etmek mi lâzım?

    Tartışmada çok defa insaf elden gider ve enaniyetler tahrik olur. Kimse yenilgiyi kabûl etmez. Hattâ karşınızdakini ilzam edebilirsiniz; fakat o gider, okur, araştırır, sorar ve yine bir itirazla sizin karşınıza çıkar. Tartışmada insaf, galip geldiği zaman değil, mağlûp olduğu zaman sevinmektir. Çünkü, galip geldiği zaman o kimse bir şey kazanmıyor, aksine mağlûp olduğu zaman, bir yanlışını düzeltmiş oluyor. Ne var ki, bu ölçüde insaf, çok az insanda olur. Öyle ise, tartışma kapısını açmadan, değerlerimizi temsil ve sonra temsili anlatmakla tamamlamak, en isabetli bir yol olsa gerek.




  8. #38
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay

    11. GÜN



    Her zamanki vakitte sabah namazı kılındı ve yine her zamanki vakitte kahvaltıya oturuldu. Kahvaltıda, Urfa valisinin imam-hatip mensuplarına yaptığı bir konuşmadan söz edildi. Bunun üzerine Hocaefendi, şunları buyurdular:



    İMAM-HATİPLER ÜZERİNE

    İmam-Hatipler, gerçi orta kısımları kapatıldı ama, tamamı kapatılmadı, ama kendiliklerinden kapanma merhalesinde. Bu konuda, İmam-Hatipler ve İmam-Hatipliler bir imtihan geçirdi. Eğer bu okullarda dini yaşama, yaşatma, anlatma ve hayata hayat kılma; hayatın gayesi kılma en ön planda olmuş olsaydı, bir-iki sene içinde İmam-Hatipler boşalmazdı. Bu olmadı ve üniversite kapısı da açılmıyor diye, imam-hatipler boşaldı.

    İmam-Hatip okulları ve ilâhiyatlar, bugüne kadar yüz binlerce mezun verdi. Ancak toplumumuza bekleneni verdi mi, vermedi mi? Bu yüz binlerce insandan kaçı kendini dini anlatmaya hasretti ve bu konuda hırz-ı canda bulundu? Acaba bunlar kendilerini daha bir yetiştirip, Asya’ya, Afrika’ya, Amerika’ya açılamazlar mıydı? Din adına buralara gidip, bir iş tutup, icabında çöpçülük yapıp, taş kırıp, dinlerini anlatamazlar mıydı? Bu yapılmayınca, Allah da bu nimeti aldı. Bence meseleye böyle bir muhasebe şuuru içinde yaklaşmalıyız..

    İmam-Hatiplerin ilk dönemde müfredatları iyi idi. Fakat hoca yoktu. Rahmetli Mahmut hoca, Hüsrev hocanın, ilk dönemde İstanbul İmam-Hatib’in müdürlüğünü de yapmış olan rahmetli bir zâta, “Bu okullar, kendi hocalarını yetiştirdikleri zaman, ancak asıl fonksiyonlarını eda edecekler” dediğini nakleder, sonra da, “Bu okullar, kendi hocalarını yetiştirdi, ama…” der, sözünün arkasını getiremez...

    Halk, İmam-Hatiplere yönelirken ve onlara destek olurken, liseler ihmal edildi; âdeta boşverildi. Burada halkın bir suçu yoktu; halk, kendince bir hayrın peşindeydi. Keşke bu samimi himmet milletin geleceğine yönlendirilebilseydi..! Ancak nedendir, bu hiçbir zaman yapılamadı.

    Osmanlı’nın son döneminde, ülkede 1000’den fazla lise seviyesinde yabancı okul varken, bize ait 100 tane bile yoktu. Bu yabancı okulların, Türkiye’nin yakın tarihindeki rolleri çok iyi incelenmelidir. Aslında, bütün bunları anlatmanın, hattâ hatırlamanın bile gereği yok. Bir zaman bir resim değerlendirmesinde dendiği gibi, “Karanlığa sövmektense, tek bir mum yakmak daha iyidir.” Bence yapılması gereken de işte budur. Karanlığa sövmekle hiçbir şey olmaz, beyhude enerji tüketilmiş olur.

    ***

    Daha sonra, Haşre imanın faydalarıyla ilgili bir bölüm okudular ve kalkıldı.

    Öğle namazı mutad vaktinde kılındı. Öğle yemeğinden sonra umumi bir sohbet olmadı. Bir ara odaya girdiler. Bir-kaç dakika oturup, ayrıldılar.

    ***



    SÖZLER’DE İLHAM

    İkindi namazından sonra bir miktar oturdular. Bir soru üzerine, insan-ı kâmilin ilminin vehbî olduğunu, müktesebâtının da mutlaka bulunmakla birlikte, bilhassa misyonunu ifada kesbîyi bir tarafa bırakıp, vehbîye dayandığını; Sözler gibi eserlerde ilhamın daima ağır bastığını; bazıları yanlış anlayıp, serrişte etse de, eserlerde zaman zaman bu hususun ifade mecburiyetinde kalındığını söylediler. Tanıdığım bir büyük zat, “Sus, kâinat mescid-i kebirinde Kur’an kâinatı okuyor…” sözünü buna misal olarak verirdi. Bir başkası da bunu alıp, kendisine mal etmiş, ama, şöyle sığ bir kalıba sokmuş: “Sus, kâinat mescid-i kebirinde Kur’an okunuyor.” Bir ufuk darlığı örneği...

    ***

    Mutad vaktindeki akşam namazından sonra yemeğe oturuldu. Yemekten sonra, Türkiye’nin iç politikasıyla ilgili bir haberin kendisine aktarılması üzerine, şu yorumda bulundular:



    POLİTİKA

    Bunlar, bizi alâkadar eden mevzular değil. İnsanlar, basitlikten ve seviyesizlikten hoşlanıyorlar; geçmişi yıkmaktan hoşlanıyorlar. Şeytanın imali ve imalesi de var. İmal, kullanma demek; imale, yönlendirme demek. Lüzumlu meseleler varken, şeytan, lüzumsuz şeylerle insanları meşgul ediyor. Hangi husus, Allah’ın varlığına ve birliğine delâlet ediyorsa, Allah’ın varlığı ve birliği ile bir münasebeti varsa, bence işte onun üzerinde durmak lâzım. Eskiden, “söz kaydırma” tabirini kullanıyordum. Şimdi, “sözü merkeze çekme” diyorum. Yani, her neden bahsedersek edelim ve hele bunlar lüzumsuz şeylerse hemen sözü Allah’a getirmeli ve O’nun etrafında örgülemeliyiz.



    “VECH’İN MANÂSI


    –Kur’an-ı Kerim’de, meselâ, “Sabah, akşam, O’nun vechini dileyerek O’na dua ederler” âyeti gibi âyetlerde geçen Vech kelimesi rıza kelimesiyle aynı mıdır?

    Vech, yüz demek. Zât-ı Ulûhiyet hakkında kullanılan Vech (Yüz), Yed (El) gibi müteşâbihat konusunda şöyle bir anlayışım var: Bunlar insan için ne ifade ediyorsa; birer sıfat mesabesinde, Kendi Zâtına, Şânına, Münezzehiyet ve Mukaddesiyetine uygun olarak, Cenab-ı Allah (c.c.) hakkında da aynı şeyi ifade ederler. El, bir bakıma güç ve kuvvetin sembolü, tezahür vasıtasıdır. Yüz ise, hemen bütün husûsiyetleriyle insanın kendisini gösterir. Kıyafet ilminde, yüzün ifade ettiği manâ daima başta gelir. Bu sebeple, Zât-ı Ulûhiyet için Vech deyince, O’nun Zâtını, bütün isim ve sıfatlarının nokta-i mihrakiyesini, Yed deyince de Kudretini anlamak, en doğru bir anlayış şekli olsa gerektir.

    Tasavvuf’ta sübühât-ı vech tabiri vardır. Bu, Mertebe-i Ehadiyet’te Hz. Zât’tan gelen şualar, salik için bütün mâsivâyı yakıp kül eden tecelli demektir.



    VECH VE ÂHİRET’TE ALLAH’I GÖRME

    – Kur’an’da Vech kelimesinin bu şekilde kullanılması, Âhiret’te Cenab-ı Allah’ın görüleceğine bir işaret de olabilir mi?

    Allah, Zâtıyla idrak edilmez; O, müdriktir. Kur’an-ı Kerim’in, “Gözler O’nu idrak edemez; O, gözleri idrak eder” buyurması, dünya için de, Âhiret için de geçerlidir. Hattâ, Hz. Urve, Hz. Aişe vâlidemizin yanında, mü’minlerin Cennet’te Cenab-ı Allah’ı göreceğinden bahsedince, vâlidemiz, “Yeğenim, o ne söz? Hiç Allah görülür mü?” der ve bu âyeti okur. İhtimal, vâlidemiz, onca hadis rivayet etmiş olmasına rağmen, ya bu konuda şeref-südur olan hadis-i şerifi duymamıştır; ya da, bir takım felsefî cereyanların, İslâm’ın içine girmeye başlamış olmasından, monist, gnostik, hermetik düşünceler Müslümanlar arasında yayılma istidadı göstermesinden dolayı bunlara kapı açmamak ve Zât-ı Ulûhiyet hakkında yanlış inançların önünü almak için böyle söylemişti.

    Hz. Âişe validemiz, zekâsı, firaseti ve idrakiyle, gelmiş-geçmiş kadınların en zekîsi, müçtehidlerin de en büyüklerindendi. Hattâ Efendimiz’in (s.a.s.) onunla izdivacına da bu noktadan bakmak lâzım. Aksi halde, bilhassa kadınlık halleriyle ilgili ahkâm sonraki nesillere nasıl aktarılır ve bize nasıl gelirdi? Hz. Ebû Hüreyre’den sonra en fazla hadisi de, yine bu mübarek vâlidemiz rivayet etmiştir. Rivayet ettiği hadislerin sayısı 4000’den fazladır.

    Hadis-i şerifte; mü’minlerin Cennet’te Cenab-ı Allah’ı kemiyetsiz, keyfiyetsiz ve bulutsuz bir günde dolunayı görür gibi görecekleri buyurulmaktadır. Bu, Ehl-i Sünnet’in inancı olarak, böylece akidemizin içine girmiştir. Aliyyü’l-Karî, Bed’ül-Amâlî’sinde bunu bilhassa zikreder. Fakat, burada, Cenab-ı Allah’ın – hâşâ – bir dolunay gibi görüleceğini anlamamak lâzım. Dolunay benzetmesi, görmenin açık ve net olacağını ifade içindir.

    Âhiret’te Cenab-ı Allah’ın görülmesi bir tecellî midir?

    – Dolunay denmesi, bu görünmenin aslî değil de, bir tecelli olacağı manâsına da gelir mi?

    Ayın ışığı, malûm, kendinden değildir; güneştendir. Bu manâ da melhuz olabilir. Zaten, Zât-ı Ulûhiyet, hiçbir şekilde dünyada da Âhiret’te de idrak edilemez. Bundandır ki, kelâmcılar, “Zât-ı Ulûhiyet adına kalbinize ne gelirse, Allah, ondan farklıdır” demişlerdir. İmam-ı Rabbânî hazretleri bunu biraz değiştirerek, “Zât-ı Ulûhiyet hakkında kalbinize ne ki gelir; Allah, onun ötesinin, ötesinin, ötesinin … ötesindedir” buyurmuştur. Buradaki “ötesinin…” kelimesi, nâmütenâhî devamı ifade eder.

    Cennet’te Allah’ı müşahede, biraz da herkesin mir’ât-ı rûhuna göre olacaktır. Bazısı buğulu, perdeli, sisli, dumanlı diyebileceğimiz şekilde olacaktır.. evet Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) müşahedesiyle bizim müşahedemiz elbette ki aynı olmaz...




  9. #39
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay

    12. GÜN



    Saat 4.00-4.25 arası sabah namazı kılındı. 9.30 civarında kahvaltıya oturuldu. Kahvaltı sonrası, problem çıkaran insan olunmaması ve Efendimiz’in (s.a.s.) problemleri nasıl çözdüğü konuları üzerinde duruldu. Şöyle buyurdular:



    PROBLEM ÇIKARAN DEĞİL, ÇÖZEN İNSAN OLMA

    VE SAHÂBE

    Her insan, işine ölesiye sahip çıkmalı. “Allah’ım, eğer Sen’in yolunda ve rızan istikametinde yapacağım bir iş varsa, beni yaşat; yoksa yaşamamın manâsı yok; beni alabilirsin” demeli. Kimse, kimsenin kusurlarını görmemeli, görse de örtmeli ve herkesi kucaklamalıdır.

    Efendimiz (s.a.s.), problemleri çok rahat çözüyorlar; daha doğrusu, onları hiçbir zaman kördüğüm haline getirmiyorlardı. Huneyn Savaşı’ndan sonra çıkan problemi nasıl kolayca ve bir daha iz bırakmayacak şekilde çözmüşlerse; Mustalik Oğulları gazâsı dönüşünde baş gösteren problemi de, aynı şekilde hemen kaynağında boğmuşlardı.

    İfk hâdisesindeki tavırları da başlı başına bir fetânet örneğidir: Pek çok kimsenin aldatılıp fitneye sürükleneceği böyle bir hadisede, yara almadan işin içinden sıyrılmak ve bütün nifak cephesinin planlarını boşa çıkarmak, gerçekten emsâli gösterilemeyen bir firâset örneğidir.

    İfk hâdisesinde münafıkların yaydığı dedikodulara, Bedir ehlinden olduğu ve Hz. Ebû Bekir efendimizin yardımlarına mazhar bulunduğu halde, Hz. Mıstah b. Usâse de karışmıştı. Hâdisenin sadece bir iftiradan ibaret bulunduğu âyetle de tescil olunca, Hz. Ebu Bekir efendimiz, Hz. Mıstah’a yaptığı yardımı kesti. Hemen nâzil olan âyet, “Sizden fazl sahibi olanlar, yardımı kesmesin” diye ikazda bulununca, Hz. Ebu Bekir, hiçbir şey olmamış gibi yardımına devam etti. Leyl sûresinin son âyetleri onun hakkında geldiği rivayet edilir. O, sadece ve sadece “Yüce Rabbini hoşnut etmek isteyendi.” Bu sûreden sonraki Duhâ sûresi, Efendimiz hakkındadır. İkisi arasındaki iktiran burada da dikkati çekmektedir. “Sıdkla gelen ve O’nu tasdik eden” âyetindeki, “sıdkla gelen,” Efendimiz (s.a.s.), “O’nu tasdik eden” de Hz. Ebû Bekir’dir. Efendimiz, bir rüyasına dayanarak, onun halifeliği için “zayıf” tabirini kullanmışsa da, bu zayıflık, Hz. Ebu Bekir’in şahsı ve idareciliği için değildir. Hilâfeti yüklendiğinde, irtidad hadiseleriyle toplumdaki sarsıntılardan ötürüdür. O, bütün bunları önledikten sonra, Hz. Ömer zamanında yerli yerine oturacak olan sistemin temellerini atmıştı ki, Hz. Ömer, onun attığı bu temeller üzerinde yürüdü.

    Aslında, Sahâbe’nin her biri bir kibrit-i ahmer gibidir. Halid, iki devlete karşı mücadele verir ve galip gelir. Ama, bir nefer olarak vefat eder. Said b. Zeyd, onun için, “Övülen biri olarak yaşadı ve İslâm’ın bir yitiği olarak gitti” der. Hz. Ebû Ubeyde ibn Cerrah’ın bir komutan olduğu bilinmezdi. Hz. Ömer, onu öne çıkarmış ve Yermuk’ta Hz. Halid’in yerine kumandan tayin etmişti ve Yermuk, Hz. Halid’le başlamış, Hz. Ebû Ubeyde ile tamamlanmıştı. Sa’d ibn Ebî Vakkas’ın iyi ok attığı bilinirdi de, komutanlığı yine bilinmezdi. Hz. Ömer, onu da keşfetmiş ve İran’la savaşan orduların başına getirmişti. Hz. Sa’d, burada nasıl bir kumandan olduğunu ortaya koyarak, tarihe “İran fâtihi” olarak geçti.

    Çocuklara Sahâbe gibi olma duygusunu ta baştan aşılamak lâzım. Onlar: “Ben Hâlid gibi olacağım; Sa’d gibi olacağım; Hubeyb gibi olacağım…” duygu ve kararlılığı içinde yetişmeli; yetiştirilmeli.

    ***

    BATI’DA YENİ TEMAYÜLLER

    Sohbetten kalkıldıktan sonra, 11.30 civarında odalardan birine teşrif buyurmuşlar. Bir mesele arz etmek isterken, odada olduğunu fark ettim. Bir müddet oturdular. Diyalog için dünyanın her tarafında zeminin müsait bulunduğu; Batı’da pek çok kesimin maneviyat arayışına girip, bu arada İslâm’ı da tanımaya ve ondan faydalanmaya yöneldiği; öyle ki, 14 asır, insanlığın en doğru sözlüsünü – hâşâ – yalancı, kandırıcı olarak gören bir dünyanın O’na bakışının değişmeye yüz tuttuğu; İslâm hakkındaki araştırmalarda, İslâm’ı içten ve kendi kaynaklarından tanımanın ön plana çıktığı; bu konuda ve bilhassa Efendimiz’i (s.a.s.) tanıma adına yapılan çalışmaların eskiye nazaran çok çok insaflı olduğu, her hususta olduğu gibi, hoşgörü ve diyalog akımında da önümüzü bizzat Cenab-ı Allah’ın açtığı gibi hususlar üzerinde konuşuldu.

    ***

    13.30 civarında öğle namazı eda edildikten sonra yemeğe oturuldu. Sohbette, birbiriyle alâkalı bir-kaç soru üzerine şöyle konuştular:



    KESİN BİLGİYE DAYANMA VE YALAN

    Zât-ı Ulûhiyet hakkında konuşurken çok dikkatli olmak lâzım. Bu, bizim bilmediğimiz, bilmemizin mümkün olmadığı bir sahadır. Bu gibi meselede yanlış malûmat vererek, insanları yanlışa sevk etmekten fevkalâde sakınmalı. Kur’an-ı Kerim, “Hakkında bilgi sahibi olmadığın şeyin üzerinde durma. Kulak, göz, kalb, hepsi ondan sorumludur” buyururken, havâss-ı hamsemizle (beş duyu) aldığımız intibaların bile yanlış olabileceğine dikkat çeker. Yazı yazanlar ve hele kitap yazanlar, bilhassa çok dikkatli olmalıdırlar; zira yazılanlar, sonsuza kadar kalır. Hele, bilmemiz mümkün olmayan, bilgi sahamıza girmeyen konularda konuşmak çok tehlikelidir. Bilmeden, kesin bilgiye ulaşmadan söylenecek her söz yalandır. Yalan, küfrün temeli, sıdk ise, imanın esasıdır. Hele fantezi yapmak, faraziyeler üzerinde durmak ve kesin bilgi imiş gibi bunlara sarılıp yanlışlara sapmak, –Allah muhafaza etsin– küfre açılan kapılardır. Bir insan yanlış yapmış, yanlış yazmış ise, doğruyu bulduğunda bunu mutlaka açıklamalı ve “şu, şu hususlarda yanılmışım; doğrusu bu imiş” diye ilan etmeli ve yanlışını kabullenecek kadar yürekli olmalıdır.

    Daha sonra, İşârâtü’l-İ’câz adlı kitaptan, “yalan”la ilgili bir yeri okudular. Burada, (az sadeleştirme ile) şöyle denmektedir:

    Münafıkların azaplarının, diğer cinayetleri arasında yalnız yalan ile vasıflandırılması, yalanın ne kadar çirkin olduğuna işarettir. Bu işaret dahi, yalanın ne kadar tesirli bir zehir olduğuna sâdık bir şâhiddir.

    Yalan, küfrün esasıdır.

    Yalan, nifakın birinci alâmetidir.

    Yalan, İlâhî Kudret’e bir iftiradır.

    Yalan, Rabbânî hikmete zıttır.

    Yüksek ahlâkı tahrip eden, yalandır.

    Âlem-i İslâm’ı zehirleyen, ancak yalandır.

    Yeryüzünü fesada veren, yalandır.

    İnsanlığı kemalâttan geri bırakan, yalandır.

    Müseylime-i kezzâb ile benzerlerini âlemde rezil ve rüsvay eden, yalandır.

    İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, bütün cinayetler içinde lânetlenmeye, tehdide en önce müstahak görülen yalan olmuştur.

    Bu âyet, (Yalan söyleyip durmalarından dolayı, onlar için elemli bir azap vardır. 2:10), insanları, bilhassa Müslümanları dikkate davet eder.



    Hülâsa, yol ikidir:

    Ya sükût etmektir; çünkü, söylenilen her sözün doğru olması lâzımdır…

    Veya sıdktır; çünkü, İslâmiyet’in esası sıdktır.

    İmanın, ana husûsiyeti sıdktır.

    Bütün kemalâta ulaştıran esas, sıdktır.

    Yüksek ahlâkın hayatı, sıdktır.

    Her türlü terakkînin mihveri, sıdktır.

    Âlem-i İslâm’ın nizamı, sıdktır.

    İnsanlığı, kemalât kâbesine ulaştıran, sıdktır.

    Ashâb-ı Kiram’a bütün insanların üzerinde mevki kazandıran, sıdktır.

    Muhammed-i Haşimî aleyhissalâtü vesselâm’ı beşerin ulaşabileceği mertebelerin en yükseğine çıkaran, sıdktır.




  10. #40
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay

    13. GÜN

    Deprem Münasebetiyle



    HAYATIN HAYATI; HAKÎKÎ GÜÇ, ÜMİT VE GAYRETİN

    KAYNAĞI OLARAK ALLAH’A VE ÂHİRET’E İMAN


    Soru: Sakarya Üniversitesi ile Âfet İşleri Müdürlüğü’nün deprem bölgesinde 3000’den fazla lise öğrencisi üzerinde yaptıkları bir ankette, öğrencilerin yarısı, depremi tamamen veya kısmen İlâhî bir ceza olarak görüyor. Buna karşılık, % 20’ye yakını, hayatı manâsız bulmakta ve yaklaşık yarısı da, gelecekten ümidlerini kesmiş durumda; bunların geleceğe ait herhangi bir beklentileri yok. Yine yarıya yakını, deprem ânında artık her şeyin bittiği gibi bir hisse kapılırken, % 30’a yakını, diğer âile ferdlerinin yanına koştuğunu, sadece % 1’i, eğer depremden sağ çıkarsa, iyi bir insan olmaya karar verdiklerini söylüyor. Bu anketi nasıl değerlendirmeliyiz? Anketten çıkan neticeye göre, bu bölgede üzerimize düşen vazifeler var mıdır?



    Bütün problemlerin temeli ve çözüm noktası

    Alvarlı Efe hazretleri, “(İnsan için) belâ-yı ekber oldur ki, özünü gaflete salmış” derdi. Günümüzde Müslüman olanlar veya Müslümanlıklarını yeni keşfedenler, ne hikmetse, hemen radikalizme kayıyor; siyasî ve içtimaî sahaya yöneliyor. Halbuki, bütün meseleler “ben”de başlar ve “ben”de biter. Allah, “Ben” dediği zaman, ilk taayyün meydana gelmiş ve yaratılışın kapısı açılmıştır. İnsan, kendinde bütün İlâhî İsimler’in tecelli ettiği ve dolayısıyla Allah’a en câmî (kapsamlı) bir ayna olarak, O’nun “Ben” demesinden de nasibini almış ve bu, onun “ego”su olarak tecelli etmiştir. Fakat, insanın “ben”i bağımsız, insana ait, bizzat insan tarafından yaratılmış bir “ben” değildir. O, çok ince bir çizgi, görünür-görünmez bir nokta, tabir-i diğerle, bir sıfırdır. Ne var ki, bu ‘sıfır’da, Sonsuz’un bütün isimleri, tecellileri akseder durur. Eğer insan, kendisinde vehmettiği her şeyi; güç, hayat, irade, bilgi, güzellik, kısaca, hayır ve kabiliyet adına neye sahipse, Allah’a verir de kendini Yaratan’nın şeffaf bir aynası ve bir sıfır olarak görürse, o zaman, yaratılmış varlıklar hiyerarşisinde en üst mertebeye (âlâ-yı ılliyyîne) çıkar. Allah’ın kudretiyle kadîr, servetiyle ğanî (zengin), iradesiyle mürîd (dileyen), ilmiyle âlim olur. Sıfır iken âdeta sonsuzlaşır. Tekrar etmek gerekirse, bütün bunlar, onun kendi benliğinin, egosunun, hiçbir şeye mâlik olmayan şeffaf bir sıfırdan, bir aynadan ibaret bulunduğunu görmesine bağlıdır.

    Buna karşılık, insan, özünü gaflete salar ve egosunu Allah’ı tanımada, arz edildiği şekilde bir vâhid-i kıyasî (mukayese birimi, ölçüsü) olarak kullanmak yerine, Allah’ın kendisine vedia olarak yerleştirdiği her şeyi; hayatını, gücünü, servetini, kabiliyetlerini, güzelliğini ve muvaffakiyetlerini, onların asıl sahibinden gaspla kendine mal eder; Allah karşısında “Sen Sen’sin, ben benim” rekabetine girişirse, bu defa ego kalınlaşır; bir cemaat veya kavme, bir mesleğe, bir gruba mensubiyet (aidiyet) hisleriyle şişer ve sahibini yutacak hâle gelir. Sonra, Allah’ın mülkünde, O’nun tasarrufunu başka gerçek veya hayâlî varlıklara da taksime girişir; kendince bir takım ilâh veya ilâheler üretir. Tarihteki pek çok firavunlar, nemrutlar, Ebû Cehiller böylesine şişip, sahibini yutmuş birer ego oldukları gibi; tapınılmış putlar da, bu egonun birer sembolü olarak ortaya çıkmıştır. Günümüzde, kendisine âdeta yaratıcılık verilen tabiat ve tabiat kuvvetleri gibi vehmî varlıklar; hattâ bu tavrı, bu yönelişi besleyen bilim de, yine egonun, Allah’ın mülkünü ve mülkündeki tasarrufunu paylaşma adına ürettiği birer tağuttan ibarettir. Netice olarak, hayatın içtimaî, iktisadî, siyasî bütün sahalarında ortaya çıkan problemlerin hem kaynağında, hem de çözümünde, egonun kendi mâhiyet ve hüviyetini, sonra da, bu mâhiyet ve hüviyet adesesinden Rabbini ve yaratılışı tanıyıp tanıyamaması yatmaktadır.



    Hatalı yaklaşımlar ve yapılması gereken

    İnsana düşen, egonun gerçek mahiyetini tanıyarak, zâtında âciz ve fakir bir varlık olduğunu idrakle, hakîkî kudret ve servet sahibine yönelmek ve her şeyin O’nun tasarrufu altında olduğuna inanmaktır. Fakat, gerek eğitim sistemimizle, gerekse depremden sonra yapılan yayınlarla, kalblere tam bir tabiatperestlik (natüralizm) aşıladık. Depremi, sadece bir tabiat hadisesi olarak görüp, fayların kırılmasına bağladık. Oysaki Allah, hikmetinin gereği, dünyevî icraatine bazı sebepleri perde yapar. Fakat bu sebepler ince birer perde olmaktan çıkarılıp, hadisenin müsebbibi, yaratanı haline getirilirse, artık bu hadiseler karşısında insanın yapacağı hiçbir şey kalmaz. Çünkü, meselâ depremi, kesin bir ilmî gerçek olmamakla birlikte, fay hatlarındaki kırılmaya bağlayarak, tamamen tabiî bir hadise olarak izaha kalkıştığımızda, insanın deprem ânında yapacağı hiçbir şey olmayacak; o anda her şeyin bittiği vehmi içinde bir boşluğa yuvarlanan böyle biri, depremden sağ çıksa bile, artık her an deprem olabileceği korku ve endişesi içinde, düştüğü bu boşluktan bir daha çıkamayacaktır. Oysa, insanı hayata bağlayan, her türlü felâket karşısında ümit ve azminden hiçbir şey eksiltmeyen, onun rûhunda hissettiği nokta-i istinad ve nokta-i istimdad (dayanma ve yardım isteme merkezi) kaynağı olarak Allah inancıdır. Geldiği zaman karşısında hiç bir şey yapılamayacak herhangi bir felâket ânında, yani bütün sebeplerin, bütün çarelerin tükendiği noktada insanın yöneleceği işte bu kaynaktır ki, ondaki korkuyu alıp götürecektir. Evet, hakîkî imanı elde eden insan, yeryüzü bir bomba olup patlasa hiçbir endişe duymaz; aksine onu, bir icraat-ı İlâhiye olarak hayranlıkla seyreder. İnsan, böyle bir felâket karşısında hayatını kaybedecek bile olsa, bu onda bir korku meydana getirmeyecektir; getirmeyecektir çünkü, bu hayat, ebedî hayatın sadece bir tarlası ve onu kazanma yeridir. Sonsuz değildir ki, bizatihî gaye olsun. O, ister bir hastalık, ister bir felâket, musibet, isterse bir başka sebeple mutlaka bitecektir ve onun bitme zamanı da, insan daha hayata gelmeden kararlaştırılmıştır. İnsan için, bu dünya hayatına gelişi gibi, buradan ayrılış tarihi de önceden takdir edilmiştir ve asla değişmez. Asıl hayat, Âhiret hayatıdır. İşte, bu inançtaki bir insan, dünyada başına gelen musibetleri, “günahlarıma keffarettir veya derecemi artıracaktır” diyerek, sabrın ötesinde hattâ şükürle karşılar ve: “Ecelim seninle ise, Âhiret’e gidiş biletim sen isen, hoş geldin; benim şehid olarak gitmeme ve dolayısıyla ebedî saadeti kazanmama vesile olacaksın; yoksa, sen benim canımı alamazsın” diyerek, kalb huzurunu seslendirir.

    Hakikat bu olduğu halde, ateist bir güruh, yayınları ve meseleye yaklaşımlarıyla, zaten “inançları” gereği Allah’ı hiç gündeme getirmezken, inananların pek çoğu da, tamamen tabiatperestlik düşüncesine bağlı olarak Allah’ı, sanki kâinatı yaratıp bırakmış, ona hiç müdahalesi olmayan, hattâ sözü geçmeyen, fay hatlarının mahkûmu bir ilâh gibi takdim etti. Halbuki, kâinatta yeryüzü sadece bir zerreden ibarettir. Dün “atom” derken, bugün “zerre (partikül)” diyoruz. Yarın, belki esirin ispatıyla, ölçülemeyecek, laboratuvara sokulamayacak maddelere, anti-maddelere inecek ve Allah’ın İlmi, Kudreti ve icraatı önünde hayret ve hayranlıkla iki-büklüm olacağız. İşte, Allah’ın Kudreti karşısında, kâinatta, kâinatın büyüklüğüne nisbetle âdeta görünmez bir zerrecik olan yeryüzü nedir ki!? O, onda dilediği gibi tasarruf eder; fay hatlarını kırar, tekrar oluşturur, yeryüzünü bir başka şekle çevirir.. İşte, her varlığın, her hâdisenin O’nun tasarrufunda olduğuna inanan insan, bilhassa felâketler karşısında, tecelli-i Ehadiyet’i duyacak ve daha bir içtenlikle O’na yönelecektir. Bu ölçüdeki bir Allah ve Âhiret inancının kalblerde yıkılması, insanımızı ister istemez ümitsizliğe, yarınlarından endişeye ve hayatı manâsız görmeye sevk etmektedir. Öyle ise, kalblerde Allah ve Âhiret inancını yerleştirmeye ve bir yakîn haline getirmeye ihtiyaç vardır ve bu mutlaka yapılmalıdır.

    Bir yanda bu hatalar işlenirken, diğer yanda daha başka hatalar yapıldı. Hz. Musa (a.s.), bir kuraklık zamanında, kavmiyle yağmur duasına çıkar, fakat yağmur gelmez. Bunun üzerine, Allah’a yönelir ve bunun sebebini sorar. Cenab-ı Allah (c.c.), “Ya Musa, içinizde bir günahkâr var, o yüzden yağmur vermedim” der. Hz. Musa, onun kim olduğunu sorunca da, “Ben Settâr’ım, günahları örter, günahkârı açığa vurmam. Hepiniz tevbe edin” buyurur.

    Umûmî gelen musibetler, umumun günahı ve ihmali üzerine gelir. Bu ihmal ve günah, dinde olabileceği gibi, şeriat-ı tekviniye dediğimiz, hayat kanunlarında da olur. Hakikat bu iken, günahkârı biliyormuşçasına, günahı bazılarına yüklemek ve nefsimizi temize çıkarmak, günahı ikileştirmek demektir. Felâkete uğramış bir insana, o anda, “Bu, günahlarından dolayı oldu” demek, çok defa onu tamamen küfre itmekle aynı manâya gelebilir. Efendimiz (s.a.s.), birinde bir hata gördüğünde, onu, onun yüzüne söylemek yerine, umuma konuşurlardı. Kaldı ki, arz edildiği üzere, umûmî felâketler, umumun günahları üzerine geldiğinden, herkes, bilhassa mü’minler, Hz. Ömer tavrıyla, “Bu, benim hatalarımdan dolayı oldu” demeli ve kimseyi suçlama cihetine gitmeden, tevbeye yönelmeli ve davranışlarımız bir ıslah gayesi taşımalıdır. Hem dînî sahada, hem de şeriat-ı tekviniye sahasında ıslah hareketine girişmek, ferd ferd muhasebede bulunarak, hatalarımızı tamir etmek, bu türden musibetlerin önünü alabileceği gibi, onları istismar etmek isteyenlere de fırsat vermeyecek ve toplumumuzda daha başka yaralar ve ayrılıklar açmak yerine, açılmış bulunan yaraların ve ayrılıkların kapanmasına hizmet edecektir.




Sayfa 4/8 İlkİlk ... 23456 ... SonSon

Benzer Konular

  1. fethullah gülen şiirleri
    By SiLa in forum Bediüzzaman, Çalışmaları
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 21.06.09, 20:31
  2. İnsanların Amerika’ya geçmesi nasıl olmuştur?
    By BaRLa in forum Risale-i Nur'u Yeni Tanıyanlara
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 21.06.09, 11:23
  3. Fethullah Gülen Turnalara Tutun da Gel
    By SiLa in forum Bediüzzaman'ın Hayatı
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 16.06.09, 19:31
  4. Said Nursi’den Fethullah Gülen’e Gözyaşı Medeniyeti
    By SiLa in forum Bediüzzaman Talebeleri
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 17.03.09, 07:06

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •