emeğine sağlık kardeşim"ALLAH C.C." razı olsun...
dua ile...
emeğine sağlık kardeşim"ALLAH C.C." razı olsun...
dua ile...
ORHAN GAZİ VE KESİK BAŞ
Orhan Gazi 33 yaşında Osmanlıların başına geçti. Tahta çıkar çıkmazbaba dostlarını davet etti. Onlarla dertleşecek
nasihat ve dualarını alacaktı. Hepsi bir araya geldiler. Can sohbeti yapıyorlardı. Osman Gazi'nin ruhu da mutlaka onlarla beraberdi. Padişah en yaşlısına sordu:
- Akça Kocam... Seni epeydir göremeyiznerelerdesin?
- Ferman buyurOrhanım...
- Baba dostlarına ferman işler mi Koca Ağam?.. İrşat ve nasihat dileriz. Bilirsin yabizler de atalarımız gibi derviş gâzileriz.
- Cümlemizin Sultânısın Beyim... sen hemen emreyle...
- Bazı küffâr beldelerini ıslah dileriz. Fikriniz nedir?
- Karar senindir ve pek yerindedir Sultanım.
- İzmit tekfuresi Prenses Balakonya ilearanız iyi imiş derler!
- Öyledir Beyim.
Orhan Gazi gülümsedi.
- Samandra tekfurunu esir eyledikten sonrahakikaten bu Prenses'e sattınız mı?
- Bir şeyler oldu Sultanım.
- Bari yüklüce bir bedel alabildiniz mi?
- Ne gezer beyim! Bu keferelerbizi dünya pazarlığında hep aldatırlar.
- Aldatan olacağımızaaldanan olalım.
- Doğru dersin Orhan Gazi... Zaten bizim hesabımızgayrı öbür dünya iledir. Hemen Cenab-ı Hak size kuvvet
bizlere de âhiret için hayırlı bir yolculuk nasib ede...
- Acele etme Akca Ağam... Daha görülecek işlerimiz durur. Sen bu Osmanlı milletinin direğibabamız ve dedemiz cennetmekanların has dostusun. Bizden isteğin her ne olursa
can baş üstüne.
- Hak canını esirgesin.. Destur verirsen şu tekfuresi belli İzmit taraflarına sefer dileriz!...
- Destur senindir Koca Ağam. Sultan Konur Alp'a döndü: - Sen ne dersin atam yoldaşı?
- Pek münasiptir Beyim. Bizi dahi Koca karındaşımdan fazla ayırmazsın İNŞALLAH Gerede taraflarını da bize bağışla.
- Sizler gibi çalışana helal olsun.
- Hizmetimiz ve dualarımız Osmanlı içindir. Akbaş Mahmut daha arzuluydu.
- Bize de Yalova'yı vermez misin Sultanım?
- Verdim gitti.
Akça Koca izin istedisöz aldı:
- Bilirsin Beyim... Bizler at sırtından inmedik... Güzel Allahımız ruhsat verdikçe de inmeyiz. Hak kelâmını yüceltmek içinkâfire kılıç sallarız. Müminlere yeni yurtlar açarız.
- Doğru dersin ihtiyar.
- Lâkin fetih diyarlarıkılıçla ayakta tutulmaz.
- Belli... Belli... - Bizler kılıç kanununu iyi biliriz deâdâletin inceliklerine vukufumuz azdır.
- Evet. Adalet mülkün direğidir.
- Alââddin Paşa'dan bahsederim. Sultanım. İlmihepimizden ziyadedir.
- Haklısın Akca Ağam.. Sen hemen şu İzmit derdini halle çalış. Alââddin Paşayı da ötesini deondan sonra düşünürüz.
Divanda bulundular. Orhan Gazi'yidiz yere vurarak selamladılar. Helallaştılar ve görev yerlerine
rüzgar gibi uçarak yollandılar...
- Akça Kocamız sizlere ömür Sultanım!...
- Sen ne dersin Ulak?...
Orhan Gazi beyninden vurulmuşa dönmüştü. Haberci ağlıyordu:
- Ayaklarım kırılsaydı dasize bu haberi getirmeseydim... Velakin üzerimde bir emanet vardır...
- Ne emaneti?
- Akça Kocamın bir vasiyeti efendim...
- Tiz söyle...
- " İzmit'i biz fethedemedik... Canab-ı HakOrhan Gazi Beyimiz'e nasib etsin. Şayet bu kaleyi alırsa
cümle haklarımız kendisine helal olur"... deyip
ruhunu teslim etti Sultanım.
Orhan Gaziderhal sefer hazırlıklarına başladı. Ordusu ile bütün beyleri
paşaları
süvarileri
piyadeleri; İzmit'in fethine gidiyordu.
Yarı yoldaKonur Alp'in da vefat haberi gelmez mi?... Koca Osmanlı Padişahı
ikinci defa sarsıldı... Artık o da yaralı bir kartal gibi
acele ediyordu. Sevdiklerine kavuşmak için
cennete gider gibi savaşa gidiyordu.
İzmit'in Kadın Tekfuresi BalakonyaBizans İmparatoru'nun akrabasıydı. Bu sebeple İstanbul'dan her türlü silah ve asker yardımı alıyordu. Kılayon isimli erkek kardeşi de
yakınlardaki (Koyun Hisar) kalesinin tekfuru idi. Pek mağrur ve şımarıktı. Fırsat buldukça Osmanlı obalarına saldırır
koyun ve keçi sürülerini çalardı.
Orhan Beyin askerlerinihayet İzmit Kalesi'ni sardılar. Dışarıdan içeriye veya kaleden dışarıya
kuş uçurtulmuyordu. Sultan Orhan pek üzgün ve kızgındı. Buna rağmen İslâm-Türk civanmertliğini gösterdi. Tekfure'ye haber saldı:
- Boş yere kan dökülmesin. Gönül hoşluğu ile kaleyi teslim edin. İsteyenlerserbestçe dilediği yere gidebilirler. Kalede kalanlara ise
İslâm âdâleti yetişir. Cenk yolunu seçerseniz
gayrı encamımızı yüce Allah bilir.
Bu teklife kibirli Prensesküstahça cevap verdi:
- Haşmetlu Bizans Kayseri akrabamdır. Çok yakında yetişeceğini bildirdi. Aklınız varsasizler kaçıp canlarınızı kurtarmaya bakın.
Orhan Bey güldü.
Aykut Alp ve Kara Ali adlı gazileribir miktar süvari ile Koyun Hisar Kalesi'ne gönderdi. Olur da Kılayon
ablasına yardıma gelirse; Osmanlı askerini meşgul edebilirdi.
Aykut Alp ve arkadaşlarıKoyun Hisar önüne varınca şaşaladılar. Kılayon Kâfiri
bütün silahları takınmış
bütün zırhlarını kuşanmıştı. Kalenin baş mazgalında
onları gözlüyordu. Etrafında bir sürü şövalye ve subay vardı. Kendilerini görünce
ellerini kollarını sallamaya başladı. Bağıra çağıra bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Kara Ali dillerini bilirdi. Fakat uzak olduğu için
hiç bir şey anlaşılmıyordu. Biraz daha yaklaşınca:
- Gelin gelin... Ölümünüze geldiniz!... Sizden sonra Orhan Beyiniz'i de geberteceğim. Ablamıonun elinden kurtaracağım... dediğini anladı. Duyduklarını Aykut Alp'e tercüme etti. İkisi de kas kas güldüler.
İşte bu sırada Kara Alikara yayını sonuna kadar gerdi ve:
- Ya Allah... Bismillah!... Deyip okunu fırlattı.
Tekfurun her tarafı zırhla kaplı idi. Yalnız göz delikleri; açıktı.
Kara Ali'nin dualı ve isabetli okuKılayon'un sol gözünü delip beynine saplandı. Şımarık tekfur
zırhlı bir kuş gibi
kaleden aşağı düştü... Osmanlı fedaileri koşup
onun Aykut Alp'i önüne getirdiler.
- Kesin kellesini.
Buyruk yerine getirildi.
- Kara Alimtiz bu kelleyi Orhan Beyimize yetiştir. Ola ki
bir diyeceği vardır! Biz de hemen
şu kaleyi teslim almaya bakalım.
Orhan Gazikesik kelleyi bir mızrağa saplattı. İzmit kalesinin kapısı önüne diktirdi.
Mağrur Balakonyakardeşinin kesik başını görünce
dehşete kapıldı. Telaş içinde sulh elçileri gönderdi:
- Acaba Sultanımız Orhan Gazi Beyimizeski sözlerinde dururlar mı?... Bize merhamet ederler mi?.. Acaba kaleden gitmemize izin verirler mi?... Karşılığında ne emrederlerse ödemeye hazırız... diye (aman) diledi.
Müslüman- Türkler'de (aman) diyen düşmanakılıç kalmazdı. Gene öyle oldu...
Sultan Orhan ve bütün gazilerşanla şerefle İzmit'e girdiler. Büyük kilisedeki putları kırdılar. Hep birlikte Namaz kıldılar. Bu zaferi kendilerine nasib eden
Yüce Allah'a şükrettiler.
Bu sırada bir ulak Bilecik'teAlââddin Paşa'yı buldu... Alââdin Paşa
Huzura ulaştığı an
bütün beyler divandaydı.
- Gazânız mübarek olsun Sultanım.
- Berhudar ol Alââddin Paşam... Seni buralara kadar yormamızın sebebi şudur ki; Din ve devlete hizmet için günbu gündür.
- Emir buyur Devletlûm...
- Sen ki bizim âlim bir büyüğümüzsün. Takdir edersin kifetih yurtlarında âdâlet ve güzel idare şart ola. İçimizde bu işleri
senden ziyade başaracak kimse bulunmaz. Gayri bizim Başvezirimiz olmanı dileriz.
- Ferman senindir Sultanım. Allah yolunda cihâd ettikçecümlemiz senin emrindeyiz.
Orhan Gazi ferahladı. Gözleri çok uzaklarda:
- Vasiyetin yerine geldi Akça Kocam... diye fısıldadı.
:rolleyes:
MISIR'IN FETHİNDEN YAVUZ' DÜŞEN HİSSE
Yavuz Sultan Selim tarafından Mısır fetholunup Emanet-i Mukaddese ve hilafet istanbul'a taşındığındaYavuz
en emin adamlarından biri olan Kemal Paşa - zadeyi Mısır'ın emlâkinin yazılmasına memur etti. Kemal Paşa - zade riyasetindeki memurlar yazıp - çizdikten sonra Mısır'da her şeyin vakıf olduğunu ve istanbul'a bir şey getirmenin mümkün olmadığını bildirerek:
— Mısır'da uçan kuştan yerde gezen canlılara Kadar herşey vakıftırdediler.
Bu haber kendisine ulaşan Osmanlı Sultanı Büyük Yavuzkendisine hiç bir şey getirilemeyeceğini öğrenince:
— Zararı yok!.. Bize Hadim-ül Haremeyn olmak şerefi yeterbuyurdular.
Osmanlıların bir emperyalist olduğunu ve kendi idaresinde bulunan milletleri sömürdüğünü iddia edenlerin kulakları çınlasın. Osmanlılar kendi idaresindeki yerleri değil sömürmekonlara hazineden yardım yaparak imar bile etmişlerdir. Bugün yabancı diyarlarda kalan Osmanlı eserleri bunun bir nümûnesidir.
:rolleyes:
Kosova Meydan Savaşı'nda büyük bir bozguna uğrayan Haçlı orduları Macar Kralı Sigismund'un lideliğinde büyük bir birlik oluşturdular. Bu birliğe Avrupa devletlerinin hemen hepsi katılmıştı. 130 bin kişilik bir ordu ile Bulgaristan'a girdiler ve Doğan Bey tarafından korunan Niğbolu Kalesi'ni kuşattılar.
Durumu haber alan Yıldırım Bayezıd harekete geçerek yardıma koştu. Kalenin çevresi tamamen kuşatıldığı için herkes merak içindeydi. Her ne olursa içerden bir haber alınmalı ve ona göre hareket edilmeliydi.
Bunun için kafa yoran Yıldırım Bayezıdhiç kimseye haber vermeden bu görevi kendisi yapmaya karar verdi. Gecenin karanlığından faydalanarak atını sürdü ve gitti.
Niğbolu Kalesi'nin çevresi karanlıklar içindeydi. Kaleyi kuşatan Haçlı askerlerinin yer yer yaktıkları ateşler havadaki esrarengizliği bir kar daha arttırıyordu. Yıldırım Bayezıdiçki içe içe sarhoş olan devriyeler arasından geçerek kale duvarının yanına kadar geldi ve gecenin sessizliğinden yankılanan bir sesle haykırdı:
"- Bre Doğan! Bre Doğa!.."
Haçlıların teslim olma reddeden Doğan Bey her an tetikteydi ve meraklı bir bekleyiş içindeydi. Duyduğu bu ses merakını büsbütün arttırdı. Evetyanılmıyordu; bu ses Sultan'ın sesiydi ama nasıl olabilirdi ki?
O ses kale duvarlarında bir defa daha yankılanınca heyecan ve sevinç içinde karşılık verdi:
"- Buyur saadetlü hünkârım!"
"- Bre Doğanhalin nicedir?"
"- Halimiz gördüğün gibi Sultanım. Elimizden geleni yaparkaleyi düşmana vermeyiz!"
"- Hele dayanın! İşte biz dahi geldik!.."
Yıldırım Bayezıd geldiği gibi geri dönerken kale içinde adeta bayram vardı. Artık moraller yerine gelmişdüşmana karşı olan dayanma güçleri artabileceği kadar artmıştı. Ya düşman?
İçlerinde Yıldırım Bayezıd'ın kale duvarlarında yankılanan sesini duyanlar olmuş ama ne olduğunu anlayamamışlardı. Onlar o sırada"Osmanlı Padişahı'nın kaçtığını" iddia ediyorlardı. İşi daha da ileri götürerek
"Mısır'daki Memluk Sultanı'na sığındığını" söyleyenler bile vardı. Durumu anladıklarında ise iş işten geçmişti. Ertesi gün Türk Ordusu
Niğbolu önlerinde dünyanın en büyük zaferlerinden birini daha kazandı.
:rolleyes:
Alman İmparatoru Şarklen'in Türkiye'deki elçisi tarafından "Dünyanın en güçlü ordusu" olarak tanımlanan Türk OrdusuBirinci Viyana kuşatmasından önce Budapeşte önüne gelmiş
şehri kuşatmıştı.
Etrafta dolaşan şüpheli birini yakalayan askerler onu doğruca Başvezir İbrahim Paşa'nın huzuruna çıkardılar.
İbrahim Paşa ile o adam arasında şöyle bir konuşma geçti:
"- Sen kimsin?"
"- Kral Ferdinand'ın subayyım efendimiz!"
"- Demek casusluk niyetiyle geldin... Pekine öğrenmek istersin?"
"- Görevimordunuz hakkında bilgi toplamaktı!"
"- Anlaşıldı... Şimdi varistediğin bilgileri topla!.."
İbrahim Paşasonra da ilgililere dönüp emir verdi:
"- Bu casusa istediği herşey gösterilsinsorduğu herşeye doğru cevap verilsin!"
Söylenenler yapıldı ve Alman subayı adeta misafir olarak ağırlandı.
Osmanlı ordugâhını baştan başa dolaşan casus subay gördükleri karşısında hayretini gizleyemiyordu. İşi bittikten sonra tekrar huzura çıkarılınca İbrahim Paşa'ya da durumu anlattı. İbrahim Paşa gülerek elini uzattı ve onu yolcu etti:
"- Haydi gitgördüklerini kralına anlat!.."
Osmanlıların kendi güçlerinden ne kadar emin olduklarını gösteren güzel bir örnekdeğil mi?
Öyle bir örnek kidünyada eşi ve benzeri ne görüldü
ne de görülecek!
İşte büyük orduişte büyük devlet ve işte büyük devlet adamları!..
:rolleyes:
SİN ŞIN'A GİRİNCE
Yavuz Selim HanMısır'a açtığı sefer sırasında Halep'ten Şam'a doğru giderken
yolda
hayatına Şam'da son verilen Muhyiddin-i Arabi Hazretleri'ni ve O'nun Yavuz'u işaret eden sözlerini hatırladı. "Sin
Şın'a girdiğinde Muhyiddin'in kabri meydana çıkar" sözü Yavuz'un dikkatini çekmişti. Bu işaret zaman zaman aklına takılıp duruyordu. Şam'a vardığında oranın alim ve velileriyle görüşmelerde bulundu. Söz dolaşıp Muhyiddin-i Arabi Hazretleri'ne de geldi Şam'ın ileri gelenleri
Hazret'in kabrinin bulunduğu yerin halen çöplük olduğunu
hadiseden o güne kadar hazrete iyi gözle bakılmadığını anlattılar.
Yavuz Selim Handerhal harekete geçip kabrin yerini tesbit ettirdi. Oraya hemen bir türbe ve yanıbaşına büyük bir cami ve imaret inşaatı başlattı. Zamanımıza kadar muhteşem bir şekilde gelen türbe
cami ve imaret
külliye olarak ortaya çıktı.
AyrıcaMuhyiddin-i Arabi Hazretleri'nin vefatından önce ayağını yere vurarak:
"Sizin taptığınız benim ayağım altındadır" buyurduğu yeri tesbit ettirip kazdırdı. Oradan küp içinde altınlar çıktı. Bundan Muhyiddin-i Arabi Hazretleri'nin: "Siz Allah Teâla'ya değil de paraya tapıyorsunuz." Demek istediği anlaşıldı. Gerçekten de idamına sebephazretin bu sözleri olmuştu.
Selim Hançıkan altınları Şam'ın fakirlerine dağıttı. "Sin"den maksadın Selim
"Şın"dan maksadın da Şam olduğu kesin olarak ortaya çıkmıştı.
:rolleyes:
KILIÇLAR PARLADIĞI SÜRECE
Bir Venedik elçisinin Yavuz Sultan Selim Han'ın huzuruna kabulünden sonra;
"Kılıcı öyle parlıyordu ki yüzünü göremedim!
Demesi Padişaha arz edilinceCihan Padişah'ı şöyle demişti.
-PaşalarımOsmanlı'nın kılıcı parladığı sürece düşmanların başı daima eğik olur. Ama Allah korusun
bu kılıç kına girer ve paslanmaya başlarsa
o zaman bu kafalar yavaş yavaş dikleşir ve bir gün bize yukarıdan bakmaya başlarlar.
:rolleyes:
MİMAR SİNAN VE SÜLEYMANİYE CAMİİ
Büyük eserleri büyük devletler vücuda getirebilirler ve büyük sanatçıları da ancak büyük milletler ortaya çıkarırlar. Mimar SinanOsmanlı İmparatorluğu'nun şanına uygun olarak eserler veren dünya çapında büyük bir sanatçıdır.
Avrupalılar tarafından "Muhteşem Süleyman" adıyla anılan Kanuni Sultan Süleyman İstanbul'a şanına uygun bir cami yaptırmak istedi ve bunun için Mimar Sinan'ı görevlendirdi.
Binlerce işçi seferber oldu. Cami inşaatında kullanılan dört büyük sütundan biri Bizanslılardan kalmadır. İkincisi Mısır'daki İskenderiye'denüçüncüsü Baalbek'ten getirilirken dördüncüsü de Topkapı Sarayı'ndan söküldü. Ak mermerler Marmara Adası'ndan
yeşil mermerler Arabistan'dan
somaki mermerler de başka diyarlardan getirildi. Yapılıp ortaya konacak olan eser çok büyüktü ve büyüklüğüne uygun hummalı bir çalışmayı gerektiriyordu. Mimar Sinan'ın organizesiyle bu çalışma en iyi şekliyle yapılıyor
inşaat ilerliyordu.
Ancak ne var kiiş yapanı kıskanma ve yoluna taş koyma huyu o zamanlarda da vardır. Zaman geçip iş uzadıkça çeşitli söylentiler ortaya atıldı ve Mimar Sinan Padişah'a şikayet edildi. Bir gün Padişah çıkageldi ve Mimar Sinan'la aralarında şöyle bir konuşma geçti:
"- MimarbaşıMimarbaşı! Duydum ki
camiimle ilgilenmeyip başka işlerle vakit geçirirmişsin. Şimdi bana söyle bakalım
bu bina ne zaman tamam olur?"
"- Saadetlü padişahıminşaallah iki ayda tamam olur!"
Mimar Sinan'ın bu sözü Padişah'la birlikte yanındakileri de hayrete düşürdü. Çünkü yapılacak iş çoktu ve belki yıllar alacaktı. Onun içinMimarbaşı'nın cinnet getirdiğini sandılar. O'nu saraya davet edip tekrar sordular ama aldıkları cevap aynıydı.
Mimar Sinanverdiği sözün altında kalmamak için şehirde ne kadar işe yarar sanatkâr varsa topladı ve gece-gündüz demeden çalıştı. İki aylık süre tamamlandığında o muhteşem eser ortaya çıkmıştı. Cihan Padişahı Kanuni Sultan Süleyman öteki devlet erkanı ve davetlilerle birlikte açılış için gelince
Mimar Sinan anahtarları O'na teslim etti. Padişah
yanında bulunanlardan birine sordu:
"- Camiin kapısını açmaya en lâyık olan kimdir?"
"- Padişahımcamiyi açmağa
Mimar Ağa kulunuz herkesten daha lâyıktır!"
Muhteşem Süleyman tebessüm ederek başını salladı ve Mimar Sinan'a şöyle seslendi:
"- Yaptığın bu Allah evini yürek temizliği ve dualarla yine senin açman evlâdır!"
Padişah anahtarları Mimar Sinan'a uzattı ve O"Ya Fettah" diyerek
dualarla camiin kapısını açtı.
İşteTürk-İslam Mimari'sinin en güzel örneklerinden biri olan bu ulu mâbed böylece yapıldı ve hizmete girdi.
:rolleyes:
KANUNÎ VE ŞİİR
Kanunî Sultan Süleyman cihangir bir padişah olmanın yanında sanat ve edebiyatla da yakından ilgiliydi. Kırk altı yıllık saltanatının hemen her anını devleti ve milleti için çalışarak geçirenseferden sefere koşarak düşmanlarla cebelleşen bu hükümdar
koca bir divan oluşturacak kadar da şiir yazmıştı. Şiirlerini "Muhibbi" mahlasıyla yazan Kanunî'nin şu beyti çok ünlüdür:
"Halk içinde müteber bir nesne yok devlet gibi![]()
Olmaya cihanda devlet bir nefes sıhhat gibi..."
Vepadişah böylesine ünlü bir şair olunca
Şeyhü'l İslâm'dan soracağı fetvayı da şiirle sorar... Meyve ağaçlarını karıncalar sarmış ve ağaçlara zarar vermeye başlamıştır. Padişah buna bir çare ararken
ünlü Şeyhü'l İslâm Zenbilli Ali Efendi'nin fikrini almak ister ve şu beyti yazarak gönderir:
"Dırahtı (ağacı) sarmış olsa eğer karınca![]()
Zarar var mı karıncayı kırınca?"
Öyle Padişah'ın zamanında böyle Şeyhü'l İslâm olur. O'nun cevabı da şiirledir:
"Yarın divanına Hakk'ın varınca![]()
Süleyman'dan alır hakkın karınca!"
Herşey ne kadar güzelne kadar açık değil mi? Ya Padişah'ın ve Şeyhü'l İslâm'ın böylesine güzel yazdığı bir dönemde yetişen gerçek şairler? Yeri gelmişken onlardan söz etmemek olur mu? İşte
Türk lehçesinin en büyük şairlerinden biri olarak gösterilen Baki'nin Kanunî Sultan Süleyman için yazdığı "Mersiye"den bir bölüm:
Tigın içürdü düşmene zahm-i zebanları
Bahsetmez oldı kimsekesildi lisanları
Gördi nihal-i serv-i ser-efraz-ı nizeni
Serkeşlik adın anmadı bir dahi banları
Her kande bassa pay-ı semendün nisar içün
Hanlar yolunda cümle revan etdi kanları
Deşt-i fenada mürg-i heva durmayub döner
Tigın Huda yolunda sebil etdi canları
Şemsir gibi rüy-ı zemine taraf taraf
Saldun demür kuşaklu cihan pehlevanları
Aldun hezar büdgedeyi mescid eyledün
Nakus yerlerinde okutdun ezanları
Ahir çalındı küs-ı rahil etdün irtihal
Evvel konağın oldu cinan büstanları
Minnet Huda'ya iki cihanda kılub said
Nam-ı şerifin eyledi hem gazi hem şehîd.
:rolleyes:
DÜRRIYE ANNEMIZ
Osmanli devletinin son devirleriydi. Savaslarin biri bitiyorbiri basliyordu. Her ân gelebilecek bir sehadet haberine hazir gönüller
ellerini duaya kaldirarak devletin ve milletin felaha kavusmasi niyâzinda bulusuyordu. Postacilar bazen cepheden mektup getiriyor
bazen ise aci haberler ile sehid olan erlerimizin geriye kalan esyalarini iade ediyorlardi. Dürriye hanimin babasi da cepheden cepheye kosan bir kumandandi. Zaman zaman iki satir mektup yaziyor ve maaslarini da bu mektuba sıkıştırarak
Istanbul'daki âilesine gönderiyordu. Durumlari o devrin sartlarina göre oldukça iyiydi. Bir ara gelen bir haberle âile bassiz kaliverdi. Babalari vefat etmisti. Dürriye hanim
daha küçük bir çocuktu. Hayatinin bundan sonraki safhasini annesinin himayesinde ve devletten gelen maasla devam ettirdi.
* * *
Aradan yillar geçti. Dürriye hanimyüksek rütbeli bir askerî hâkimle evlenmisti. Zevci
kültürlü
varlikli fakat çok sinirli bir yapiya sahipti. Kendisine üst bas alip giyinmesi için Dürriye hanima harçlik verir
o ise bununla çevresindeki ihtiyaç sahiplerini sevindirirdi. Bilhassa Eminönü tarafina geçer ve Beyazit'a giderdi. Çünkü o zamanlar Beyazit'tan Aksaray'a kadar âdetâ bir insan pazari kurulurdu. Osmanli'nin bu zor zamaninda
ona yardim etmek üzere dünyanin her tarafindan gelen yüzlerce
bazen binlerce Müslüman
çogu kere harçliksiz kalir
memleketlerine dönemez ve burada kendilerine ihsan ve ikramda bulunacak cömert gönüllü Istanbullulari beklerlerdi. Dürriye anne de eline para geçtikçe solugu Beyazit'ta alir
parasinin son kurusuna kadar buradaki insanlara infak ederdi.
* * *
Askerî hâkim olan zevciyillar sonra emekliye ayrilmis
fakat bir müddet sonra yatalak bir hasta hâline gelmisti. Yedi yil boyunca felçli kalan ve mizaç olarak da sert tabiatli olan zevcine
sabir ve teslimiyetle en güzel sekilde bakmaya çalisan Dürriye anne
kimseye hâlini arz etmemis
kimseden herhangi bir yardim ve destek de kabul etmemisti. O
kendisine "Bâr olma
yâr ol!"
yani "yük olma
sevgili ol!" ifadesini düstur edinmisti. Vefat edecegine yakin refîki:
"-Dürriye hanimben senden râziyim
Allah da râzi olsun! Bana çok hakkin geçti; hakkini helâl et!"
demis ve helâllesmislerdir.
* * *
Iyi bir âile içinde yetismis olmak Dürriye anneye ayri bir asâlet ve olgunluk kazandirmisti. Varlik ve yokluk hâllerinde de dâima onurlu ve vakur bir sahsiyet sergilerdi. Kimseyi küçümsemez; her yastan ve her çevreden insanla geçimli olmayi bilirdi. Insanlari sevdigi ve gönlünü herkese açtigi içininsanlar da kendisini severdi. Dînî meclislere karsi müstesnâ bir muhabbeti vardi. Gelene gidene hürmet ve ikramda bulunur
herkesin gönlünü almaya çalisirdi. Kendi elleriyle salavat getirerek
duâlar ederek çok lezzetli yemekler ve börekler hazirlar
bunlari misafirlerine gönül hoslugu ile ikram ederdi.
Ziyaretine gelen hanimlara sık sık:
"-Sokaklarda degilevinizde şık giyinin. Zevcinizin gönlünü kazanmaya bakin ki
âileniz huzurla devam etsin." derdi.
* * *
Mahviyet ve tevâzû ehli idi. Insana hürmet gösterirdi. Gelençocuk bile olsa ayaga kalkar ve öyle karsilardi. Nice sirlara mazhar oldugu hâlde
mânevî hâllerini gizlemeyi tercih ederdi. Bir seferinde Mûsa Topbas Efendi'ye:
"-Bu fakirin hâli nice olur? Içimden bir ses durmadan "Râziye" diye sesleniyor.
Acaba sasirdim mi efendim?" demisti.
Mûsa Topbas Efendionun bu hâlini hos görerek:
"-Bizlere ve ümmet-i Muhammed'e duâ edinDürriye hanimefendi!..
Bu hâlinizi de muhafaza edin." buyurmuslardi.
* * *
Pek çok mânevî hâline sahid oldugumuz hâldekendisine "Zavalli Dürriye" der ve "siradan" bir insan gibi görünmek hosuna giderdi.
Bir bayram günü ziyaretine gitmistik. Evi çok güzel kokardi. Çiçekleriyle ilgilenirken bir ara ayagi takilip yere düstü. Bunun üzerine:
"-Evlâdim çiçeklerle mesgul olurken herhâlde kalbimRabbimden ayri kaldi; fakiri oksadilar!" dedi.
* * *
"El kârdagönül yârda" düsturuyla
insanlarin arasinda hizmete devam ederken
Rabbi ile de bagini kopartmamaya çalisirdi. Aksamlari isik yakmaz
karanligi çok severdi. Genellikle yalnizligi tercih eder
ama yalniz olmadigini: "-Mevlâm var
elhamdülillâh!" diye ifade ederdi.
* * *
Kul hakkina çok dikkat ederdi. Hizmet eden yardimcisinin ücretini fazlaca ödererkenden de gönderirdi. Kendisini ziyarete gelenler arasinda ihtiyaç sahibi kimseler bulundugu gibi varlikli kimseler de yer alirdi. Vefat edecegi gün
husûsî arabasiyla gelen bir ziyaretçisine:
"-Soförünüzü kapida fuzûlî bekletmeyelimkul hakki olur!" demis ve görüsmeyi çok kisa tutmustu.
Hâlbuki bazi durumlarda husûsî soförün beklemesi de vazifeleri arasindaydi. Obuna ragmen hiç kimsenin hakkini almak istemezdi.
* * *
Bir seferinde adeti olmadigi hâlde leziz bir yemek yapilmasini istemissonra da kendisi hiç yemeden bunu bahçedeki köpege yedirmisti. Onun hâline hayretle bakan bize dönüp:
"-Evlâdiminsan her zaman kendi sahsini düsünmemelidir. Çevresindeki mahlûkâtin da hakki vardir."
diyerekdurumu izah etmis ve kendisi ekmegini yogurda bandirarak yemisti.
86 yasina kadar iki dizi üzerine oturur ve gözlerini kapatarak murâkabeye dalardi. Son zamanlarina kadar gözlüksüz Kur'ân-i Kerim okumusdu. Bütün ömrümahlûkâta duâ ile geçti. Allah'in bu sâliha kulu
gecenin gizledigi nice güzellikler gibi
insanlar arasinda gizli kalmis ve nice sirlariyla birlikte Rabbinin "Irciî: Dön!" emrine uyarak âhiret yurduna irtihal etmistir. Cenâb-i Hak rahmet eylesin. Böyle sâliha annelerin; sabir
cömertlik
fedakarlik
mahviyet ve mâneviyat dolu hâllerinden bizlere de hisseler nasip etsin. Âmin.
:rolleyes: