Yirmisekizinci Pencere
وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ اِنَّ فِى ذلِكَ َلآيَاتٍ لِلْعَالِمِينَ{
Şu kâinata bakıyoruz, görüyoruz ki: Hüceyrat-ı bedenden tut, tâ mecmu-u âleme şâmil bir hikmet ve tanzim var. Hüceyrat-ı bedene bakıyoruz, görüyoruz ki: Mesâlih-i bedeni gören ve idare eden birisinin emriyle, kanunuyla o küçücük hüceyrelerde ehemmiyetli bir tedbir var. Mideye, nasıl bir kısım rızk, iç yağı suretinde iddihar olunup vakt-i hâcette sarfedilir. Aynen o küçücük hüceyrelerde de, o tasarruf ve iddihar var. Nebâtata bakıyoruz, gâyet hakîmane bir terbiye, bir tedbir görünüyor. Hayvanata bakıyoruz; nihayet derecede kerîmane bir terbiye ve iaşe görüyoruz. Kâinatın erkân-ı azîmesine bakıyoruz; mühim gayeler için haşmetkârane bir tedvir ve tenvir görüyoruz. Âlemin mecmuuna bakıyoruz; muntâzam bir memleket, bir şehir, bir saray hükmünde âli hikmetler, galî gayeler için mükemmel bir tanzîmat görüyoruz. (Otuzikinci Söz'ün Birinci Mevkıfında îzah ve isbat edildiği üzere) bir zerreden tut, tâ yıldızlara kadar zerre mikdar şirke yer bırakmıyor. Öyle birbirlerine mânen münasebetdardırlar ki; bütün yıldızları müsahhar etmeyen ve elinde tutmayan, bir zerreye rubûbiyetini dinlettiremez. Bir zerreye hakikî Rab olmak için, bütün yıldızlara sahib olmak lâzım gelir. Hem (Otuzikinci Söz'ün İkinci Mevkıfında îzah ve isbat edildiği üzere) semâvatın halk ve tesviyesine muktedir olmayan, beşerin sîmasındaki teşahhusu yapamaz. Demek bütün semâvatın Rabbı ol-
sh: » (S: 725)
mıyan, birtek insanın sîmâsındaki alâmet-i fârika olan nakş-ı sîmavîyi yapamaz. İşte kâinat kadar büyük bir pencere ki; onunla bakılsaاَللّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ لَهُ مَقَالِيدُ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ âyetleri, büyük harflerle kâinat sahifelerinde yazılı olduğu, akıl gözüyle de görülecek. Öyle ise: Görmeyenin ya aklı yok, ya kalbi yok. Veya insan Sûretinde bir hayvandır!
Yirmidokuzuncu Pencere
وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
Bir bahar mevsiminde, garîbâne, mütefekkirâne seyahatâ gidiyordum. Bir tepeciğin eteğinden geçerken, parlak bir sarıçiçek nazarıma ilişti. Eskiden vatanımda ve sâir memleketlerde gördüğüm o cins sarıçiçekleri derhâtır ettirdi. Şöyle bir mâna kalbe geldi ki: Bu çiçek kimin turrası ise, kimin sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakşı ise, elbette bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler, onun mühürleridir, sikkeleridir. Şu mühür tahayyülünden sonra şöyle bir tasavvur geldi ki: Nasıl bir mühür ile mühürlenmiş bir mektub; o mühür, o mektubun sahibini gösterir. Öyle de; şu çiçek, bir mühr-ü Rahmânîdir. Şu envâ-ı nakışlarla ve mânidar nebâtat satırlarıyla yazılan şu tepecik dahi, bu çiçek Sâniinin mektubudur. Hem şu tepecik dahi bir mühürdür. Şu sahra ve ova bir mektub-u Rahmânî hey'atını aldı. İşbu tasavvurdan şöyle bir hakikat zihne geldi ki: Herbir şey, bir mühr-ü Rabbânî hükmünde bütün eşyayı kendi Hâlıkına isnad eder. Kendi kâtibinin mektubu olduğunu isbat eder. İşte herbir şey, öyle bir pencere-i tevhiddir ki, bütün eşyayı bir Vâhid-i Ehad'e mal eder. Demek herbir şeyde, hususan zîhayatlarda öyle hârika bir nakış, öyle mu'cizekâr bir san'at var ki: Onu öyle yapan ve öyle mânidar nakşeden, bütün eşyayı yapabilir ve bütün eşyayı yapan, elbette O olacaktır. Demek bütün eşyayı yapamayan, birtek şey'i icad edemez.
İşte ey gafil! Şu kâinatın yüzüne bak ki: Birbiri içinde hadsiz mektûbât-ı Samedâniyye hükmünde olan sahâif-i mevcûdât ve her-
sh: » (S: 726)
bir mektub üstünde hadsiz sikke-i tevhid mühürleriyle temhir edilmiş. Bütün bu mühürlerin şehadetlerini kim tekzib edebilir! Hangi kuvvet onları susturabilir! Kalb kulağı ile hangisini dinlesen, اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ dediğini işitirsin.
Otuzuncu Pencere
لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ اِلاَّ اللّهُ لَفَسَدَتَا {كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Şu pencere, imkân ve hudûsa müesses umum mütekellimînin penceresidir. Ve isbat-ı Vâcib-ül Vücud'a karşı caddeleridir. Bunun tafsilâtını, «Şerh-ül Mevâkıf» ve «Şerh-ül Makasıd» gibi muhakkiklerin büyük kitablarına havale ederek, yalnız Kur'anın feyzinden ve şu pencereden ruha gelen bir-iki şuâı göstereceğiz. Şöyle ki:
Âmiriyyet ve hâkimiyetin muktezâsı: Rakîb kabûl etmemektir; iştirâki reddetmektir; müdahaleyi ref'etmektir... Onun içindir ki; küçük bir köyde iki muhtar bulunsa, köyün rahatını ve nizâmını bozarlar. Bir nahiyede iki müdür, bir vilâyette iki vâli bulunsa, herc ü merc ederler. Bir memlekette iki padişah bulunsa, fırtınalı bir karmakarışıklığa sebebiyet verirler. Mâdem hâkimiyet ve âmiriyetin gölgesinin zaîf bir gölgesi ve cüz'î bir nümunesi, muavenete muhtaç âciz insanlarda böyle rakîb ve zıddı ve emsâlinin müdahalesini kabûl etmezse; acaba saltanat-ı mutlaka Sûretindeki hâkimiyet ve rububiyyet derecesindeki âmiriyyet, bir Kadîr-i Mutlak'ta ne derece o redd-i müdahale kanunu ne kadar esâslı bir surette hükmünü icra ettiğini kıyas et. Demek Ulûhiyyet ve Rububiyyetin en kat'î ve daimî lâzımı; vahdet ve infiraddır. Buna bir bürhân-ı bâhir ve şâhid-i kat'î, kâinattaki intizâm-ı ekmel ve insicam-ı ecmeldir. Sinek kanadından tut, tâ semâvat kandillerine kadar öyle bir nizâm var ki; akıl onun karşısında hayretinden ve istihsanından «Sübhânallah, Mâşâallah, Bârekâllah» der, secde eder. Eğer zerre miktar şerike yer bulunsa idi, müdahalesi olsa idi,
sh: » (S: 727)
لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ اِلاَّ اللّهُ لَفَسَدَتَا âyet-i kerimesinin delâletiyle: Nizâm bozulacaktı, Sûret değişecekti, fesadın âsârı görünecekti. Halbukiفَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَى مِنْ فُطُورٍ ثُمَّ ارْجِعِ الْبَصَرَ كَرَّتَيْنِ يَنْقَلِبْ اِلَيْكَ الْبَصَرُ خَاسِئًا وَ هُوَ حَسِيرٌdelâletiyle ve şu ifade ile nazar-ı beşer, kusuru aramak için ne kadar çabalasa, hiçbir yerde kusuru bulamayarak, yorgun olarak menzili olan göze gelip, onu gönderen münekkid akla diyecek: «Beyhude yoruldum, kusur yok» demesiyle gösteriyor ki: Nizâm ve intizâm, gâyet mükemmeldir. Demek intizâm-ı kâinat, Vahdâniyyetin kat'î şâhididir.
Gel gelelim «Hudûs»a. Mütekellimîn demişler ki:
«Âlem, mütegayyirdir. Her mütegayyir, hâdistir. Her bir hâdisin, bir muhdisi, yâni mûcidi var. Öyle ise bu kâinatın kadîm bir mûcidi var.»
Biz de deriz: Evet kâinat hâdistir. Çünki görüyoruz: Her asırda, belki her senede, belki her mevsimde bir kâinat, bir âlem gider, biri gelir. Demek bir Kadîr-i Zülcelâl var ki, bu kâinatı hiçten îcad ederek her senede belki her mevsimde, belki her günde birisini îcad eder, ehl-i şuûra gösterir ve sonra onu alır, başkasını getirir. Birbiri arkasına takıp zincirleme bir surette zamanın şeridine asıyor. Elbette bu âlem gibi birer kâinat-ı müteceddide hükmünde olan her baharda gözümüzün önünde hiçten gelen ve giden kâinatları îcad eden bir Zât-ı Kadîr'in mu'cizât-ı kudretidirler. Elbette âlem içinde her vakit âlemleri halkedip değiştiren zât, mutlaka, şu âlemi dahi O halketmiştir. Ve şu âlemi ve rûy-i zemini, o büyük misafirlere misafirhane yapmıştır.
Gelelim «İmkân» bahsine. Mütekellimîn demişler ki:
«İmkân, mütesâviy-üt tarafeyn»dir. Yâni: Adem ve vücud, ikisi de müsavi olsa; bir tahsis edici, bir tercih edici, bir mûcid lâzımdır. Çünki; mümkinat, birbirini îcad edip teselsül edemez. Ya-
sh: » (S: 728)
hut o onu, o da onu îcad edip devir suretinde dahi olamaz. Öyle ise bir Vâcib-ül Vücud vardır ki, bunları icad ediyor. Devir ve teselsülü, oniki bürhân, yâni arşî ve süllemî gibi namlar ile müsemma meşhur oniki delîl-i kat'î ile devri ibtal etmişler ve teselsülü muhal göstermişler. Silsile-i esbabı kesip, Vâcib-ül Vücûd'un vücudunu isbat etmişler.
Biz de deriz ki: Esbab, teselsülün berahini ile âlemin nihayetinde kesilmesinden ise, her şeyde Hâlık-ı Külli Şey'e has sikkeyi göstermek daha kat'î, daha kolaydır. Kur'anın feyziyle bütün Pencereler ve bütün Sözler, o esâs üzerine gitmişler. Bununla beraber imkân noktasının hadsiz bir vüs'atı var. Hadsiz cihetlerle Vâcib-ül Vücud'un vücudunu gösteriyor. Yalnız, mütekellimînin teselsülün kesilmesi yoluna, (elhak geniş ve büyük olan o caddeye) münhasır değildir. Belki hadd ü hesaba gelmeyen yollar ile, Vâcib-ül Vücud'un mârifetine yol açar. Şöyle ki:
Herbir şey, vücudunda, sıfâtında, müddet-i bekasında hadsiz imkânat, yâni gâyet çok yollar ve cihetler içinde mütereddid iken, görüyoruz ki: O hadsiz cihetler içinde vücudça muntâzam bir yolu tâkip ediyor. Herbir sıfatı da mahsus bir tarzda ona veriyor. Müddet-i bekasında bütün değiştirdiği sıfat ve haller dahi, böyle bir tahsis ile veriliyor. Demek bir muhassısın iradesiyle, bir müreccihin tercihiyle, bir mûcid-i hakîmin îcadıyladır ki: Hadsiz yollar içinde, hikmetli bir yolda onu sevkeder, muntâzam sıfâtı ve ahvâli ona giydiriyor. Sonra infiraddan çıkarıp, bir terkibli cisme cüz' yapar, imkânat ziyadeleşir. Çünki; o cisimde binler tarzda bulunabilir. Halbuki neticesiz o vaziyetler içinde, neticeli, mahsus bir vaziyet ona verilir ki; mühim neticeleri ve faideleri ve o cisimde vazifeleri gördürülüyor. Sonra o cisim dahi diğer bir cisme cüz' yaptırılıyor. İmkânat daha ziyadeleşir. Çünki: Binlerle tarzda bulunabilir. İşte o binler tarz içinde, birtek vaziyet veriliyor. O vaziyet ile mühim vazifeler gördürülüyor ve hâkezâ... Gittikçe daha ziyade kat'î bir Hakîm-i Müdebbir'in vücub-u vücudunu gösteriyor. Bir Âmir-i Alîm'in emriyle sevk edildiğini bildiriyor. Cisim içinde cisim, birbiri içinde cüz' olup giden bütün bu terkiblerde; nasıl bir nefer, takımında, bölüğünde, taburunda, alayında, fırkasında, ordusunda mütedâhil o heyetlerden herbirisine mahsus birer vazifesi, hikmetli birer nisbeti, intizâmlı birer hizmeti bulunuyor. Hem nasılki: Senin gözbebeğinden bir hüceyre; gözünde bir nisbeti ve bir vazifesi var. Senin ba-
sh: » (S: 729)
şın heyet-i umumiyesi nisbetine dahi, hikmetli bir vazifesi ve hizmeti vardır. Zerre miktar şaşırsa, sıhhat ve idare-i beden bozulur. Kan damarlarına, his ve hareket âsablarına, hattâ bedenin heyet-i umumiyesinde birer mahsus vazifesi, hikmetli birer vaziyeti vardır. Binlerle imkânat içinde, bir Sâni'-i Hakîm'in hikmetiyle o muayyen vaziyet verilmiştir. Öyle de: Bu kâinattaki mevcûdât, herbiri kendi zâtı ile, sıfâtı ile çok imkânat yolları içinde has bir vücudu ve hikmetli bir Sûreti ve faideli sıfatları, nasıl bir Vâcib-ül Vücud'a şehadet ederler. Öyle de: Mürekkebata girdikleri vakit, herbir mürekkebde daha başka bir lisanla yine Sâniini ilân eder. Git gide, tâ en büyük mürekkebe kadar nisbeti ve vazifesi, hizmeti itibariyle Sâni-i Hakîm'in vücub-u vücuduna ve ihtiyarına ve iradesine şehadet eder. Çünki: Bir şeyi, bütün mürekkebata hikmetli münasebetleri muhafaza Sûretinde yerleştiren, bütün o mürekkebatın Hâlıkı olabilir. Demek birtek şey, binler lisanlarla ona şehadet eder hükmündedir. İşte kâinatın mevcûdâtı kadar değil, belki mevcûdâtın sıfât ve mürekkebatı adedince imkânat noktasından da Vâcib-ül Vücud'un vücuduna karşı şehadetler geliyor.
İşte ey gafil! Kâinatı dolduran bu şehadetleri, bu sadaları işitmemek.. ne derece sağır ve akılsız olmak lâzım geliyor? Haydi sen söyle!..
Otuzbirinci Pencere
لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ وَ فِى اْلاَرْضِ اَيَاتٌ لِلْمُوقِنِينَ وَ فِى اَنْفُسِكُمْ اَفَلاَ تُبْصِرُونَ
Şu pencere insan penceresidir ve enfüsîdir. Ve enfüsî cihetinde şu pencerenin tafsilâtını binler muhakkikîn-i evliyanın mufassal kitablarına havale ederek yalnız feyz-i Kur'andan aldığımız birkaç esâsa işaret ederiz. Şöyle ki:
Onbirinci Söz'de Beyân edildiği gibi: «İnsan, öyle bir nüsha-i câmiadır ki: Cenâb-ı Hak bütün esmâsını, insanın nefsi ile insana ihsas ediyor.» Tafsilâtını başka Sözlere havale edip yalnız üç noktayı göstereceğiz.
sh: » (S: 730)
BİRİNCİ NOKTA: İnsan, üç cihetle Esmâ-i İlâhiyyeye bir âyinedir.
Birinci Vecih: Gecede zulümat, nasıl nuru gösterir. Öyle de: İnsan, za'f ve acziyle, fakr u hâcâtıyla, naks ve kusuru ile, bir Kadîr-i Zülcelâl'in kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor ve hâkezâ... Pek çok evsâf-ı İlâhiyyeye bu suretle âyinedârlık ediyor. Hattâ hadsiz aczinde ve nihayetsiz za'fında, hadsiz â'dasına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vâcib-ül Vücud'a bakar. Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hâcâtı içinde, nihayetsiz maksadlara karşı bir nokta-i istimdad aramağa mecbur olduğundan, vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahîm'in dergâhına dayanır, dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîm'in bârigâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.
İkinci Vecih âyinedârlık ise: İnsana verilen nümuneler nev'inden cüz'î ilim, kudret, basar, sem', mâlikiyyet, hâkimiyyet gibi cüz'iyyat ile kâinat Mâlikinin İlmine ve Kudretine, Basarına, Sem'ine, Hâkimiyet-i Rububiyyetine âyinedârlık eder. Onları anlar, bildirir. Meselâ: «Ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun mâlikiyim ve idare ediyorum. Öyle de: Şu koca kâinat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder ve hâkezâ...
Üçüncü Vecih âyinedârlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen Esmâ-i İlâhiyyeye âyinedârlık eder. Otuzikinci Söz'ün Üçüncü Mevkıfının başında bir nebze izâh edilen insanın mahiyet-i câmiasında nakışları zâhir olan yetmişten ziyade esmâ vardır. Meselâ: Yaradılışından Sâni', Hâlık ismini ve hüsn-ü takviminden Rahman ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerim, Lâtif isimlerini ve hâkezâ... Bütün â'za ve âlâtı ile, cihazat ve cevârihi ile, letâif ve mâneviyatı ile, havas ve hissiyatı ile ayrı ayrı esmânın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor. Demek nasıl esmâda bir ism-i âzam var, öyle de o esmânın nukuşunda dahi bir nakş-ı âzam var ki: O da insandır.
Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku... Yoksa hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimali var!
sh: » (S: 731)
İKİNCİ NOKTA: Mühim bir sırr-ı ehadiyete işaret eder. Şöyle ki:
İnsanın nasıl ruhu bütün cesedine öyle bir münasebeti var ki: Bütün â'zasını ve eczâsını birbirine yardım ettirir. Yâni, irade-i İlâhiyye cilvesi olan evâmir-i tekvîniyyeye ve o emirden vücud-u hâricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve Lâtife-i Rabbâniyye olan ruh, onların idaresinde onların mânevî seslerini hissetmesinde ve hâcâtlarını görmesinde birbirine mâni olmaz, ruhu şaşırtmaz. Ruha nisbeten uzak-yakın bir hükmünde. Birbirine perde olmaz. İsterse, çoğunu birinin imdadına yetiştirir. İsterse bedenin her cüz'ü ile bilebilir, hissedebilir, idare edebilir. Hattâ çok nuraniyet kesbetmiş ise, herbir cüz'ü ile görebilir ve işitebilir. Öyle de:
وَلِلَّهِاْلمَثَلُاْلاَعْلَى Cenâb-ı, Hakk'ın, mâdem Onun bir kanun-u emri olan ruh, küçük bir âlem olan insan cisminde ve â'zasında bu vaziyeti gösteriyor. Elbette âlem-i ekber olan kâinatta o Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un irade-i külliyesine ve kudret-i mutlakasına hadsiz fiiller, hadsiz sadalar, hadsiz dualar, hadsiz işler, hiçbir cihette Ona ağır gelmez. Birbirine mâni olmaz. O Hâlık-ı Zülcelâl'i meşgul etmez, şaşırtmaz, bütününü birden görür, bütün sesleri birden işitir. Yakın uzak birdir. İsterse, bütününü birinin imdadına gönderir. Her şey ile her şey'i görebilir, seslerini işitebilir ve her şey ile herşey'i bilir ve hâkezâ...
ÜÇÜNCÜ NOKTA: Hayatın pek mühim bir mahiyeti ve ehemmiyetli bir vazifesi var. Fakat o bahis, hayat penceresinde ve Yirminci Mektub'un Sekizinci Kelimesinde tafsili geçtiğinden ona havale edip yalnız bunu ihtar ederiz ki:
Hayatta hissiyat Sûretinde kaynayan memzuç nakışlar; pekçok esmâ ve şuunât-ı zâtiyeye işaret eder. Gâyet parlak bir surette Hayy-ı Kayyûm'un şuunât-ı zâtiyesine âyinedârlık eder. Şu sırrın îzahı, Allah'ı tanımayanlara ve daha tam tasdik etmeyenlere karşı zamanı olmadığından kapıyı kapıyoruz...
sh: » (S: 732)
OTUZİKİNCİ PENCERE
هُوَ الَّذِى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ اْلحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَ كَفَى بِاللَّهِ شَهِيدًا
قُلْ يَآ اَيُّهَا النَّاسُ اِنِّى رَسُولُ اللَّهِ اِلَيْكُمْ جَمِيعًا الَّذِى لَهُ مُلكُ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ يُحْيِى وَ يُمِيتُ
Şu pencere, semâ-i Risaletin güneşi, belki güneşler güneşi olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın penceresidir. Şu gâyet parlak ve pek büyük ve çok nuranî pencere Otuzbirinci Söz olan Mi'rac Risalesiyle, Ondokuzuncu Söz olan Nübüvvet-i Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) Risalesinde ve ondokuz işaretli olan Ondokuzuncu Mektub'da, ne derece nuranî ve zâhir olduğu isbat edildiğinden, o iki Sözü ve o Mektubu ve o Mektubun Ondokuzuncu İşaretini bu makamda düşünüp, sözü onlara havale edip, yalnız deriz ki:
Tevhidin bir bürhân-ı nâtıkı olan Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm Risalet ve velâyet cenahlarıyla, yâni kendinden evvel bütün enbiyanın tevatürle icmâ'larını ve ondan sonraki bütün evliyanın ve asfiyanın icmâ'kârane tevatürlerini tâzammun eden bir kuvvetle bütün hayatında bütün kuvvetiyle Vahdâniyyeti gösterip ilân etmiş. Ve Âlem-i İslâmiyet gibi geniş, parlak, nuranî bir pencereyi, mârifetullaha açmıştır. İmam-ı Gazâlî, İmam-ı Rabbânî, Muhyiddin-i Arabî, Abdülkadir-i Geylânî gibi milyonlar muhakkikîn-i asfiya ve sıddıkîn o pencereden bakıyorlar, başkalarına da gösteriyorlar. Acaba böyle bir pencereyi kapatacak bir perde var mı? Ve onu ittiham edip, bu pencereden bakmayanın aklı var mı? Haydi sen söyle!
sh: » (S: 733)
OTUZÜÇÜNCÜ PENCERE
َاْلحَمْدُ ِللَّهِ الَّذِى اَنْزَلَ عَلَى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَلْ لَهُ عِوَجًا قَيِّمًا الر كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ
Bütün geçmiş pencereler, Kur'an denizinden bâzı katreler olduğunu düşün. Sonra Kur'anda ne kadar âb-ı hayat hükmünde olan envar-ı tevhid var olduğunu kıyas edebilirsin. Fakat bütün o pencerelerin menbaı ve mâdeni ve aslı olan Kur'ana gâyet mücmel bir surette, gâyet basit bir tarzda bakılsa dahi, yine gâyet parlak, nuranî bir pencere-i câmiadır. O pencere ne kadar kat'î ve parlak ve nuranî olduğunu, Yirmibeşinci Söz olan İ'câz-ı Kur'an Risalesine ve Ondokuzuncu Mektub'un Onsekizinci İşaretine havale ediyoruz. Ve Kur'anı bize gönderen Zât-ı Zülcelâl'in Arş-ı Rahmânîsine niyaz edip deriz:
رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَآ اِنْ نَسِينَآ اَوْ اَخْطَاْنَا رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّآ اِنَّكَ اَنْتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ وَ تُبْ عَلَيْنَآ اِنَّكَ اَنْتَ التّوّابُ الرّحِيمُ
sh: » (S: 734)
İHTAR
Şu Otuzüç Pencereli olan Otuzüçüncü Mektub, îmanı olmayanı inşâallah îmana getirir. îmânı zaîf olanın îmanını kuvvetleştirir. Îmânı kavî ve taklidî olanın îmânını tahkikî yapar. Îmanı tahkikî olanın îmânını genişlendirir. Îmânı geniş olana bütün kemalât-ı hakîkiyyenin medarı ve esası olan mârifetullahta terakkiyat verir; daha nuranî, daha parlak manzaraları açar. İşte bunun için, «Bir pencere bana kâfi geldi, yeter» diyemezsin. Çünki: Senin aklına kanaat geldi, hissesini aldı ise; kalbin de hissesini ister. Ruhun da hissesini ister. Hattâ hayal de o nurdan hissesini isteyecek. Binaenaleyh herbir pencerenin ayrı ayrı faideleri vardır.
Mi'rac Risalesi'nde asıl muhatâb, mü'min idi; mülhid ikinci derecede istima' makamında idi. Şu risalede ise muhatâb, münkirdir; istima' makamlarında mü'mindir. Bunu düşünüp öylece bakmalı.
Fakat maatteessüf mühim bir sebebe binaen şu mektub gâyet sür'atle yazıldığından ve hattâ müsvedde halinde kaldığından, elbette bana ait olan tarz-ı ifadede müşevveşiyet ve kusurlar olacaktır. Nazar-ı müsamaha ile bakmalarını ve ellerinden gelirse ıslahlarını ve mağfiret ile bana dua eylemelerini ihvanlarımdan isterim.
وَالسَّلاَمُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدَى وَالْمَلاَمُ علَى مَنِ اتَّبَعَ الْهَوَى
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اَللَّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَ عَلَى اَلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ آمِينَ