YİRMİİKİNCİ SÖZ
فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ { اَللّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍmealinde ve tevhid-i hakikî hakkındaki yüzer âyâtın mühim bir hakikatını "İki Makam" ile tefsir eder.
Birinci Makam: Gâyet güzel ve parlak ve muhkem bir hikâye-i temsiliye ile oniki basamak hükmünde "Oniki Bürhân" ile vahdâniyet-i İlahiyeyi, o kadar kat'î bir Sûrette isbat eder ki: En mütemerrid müşrikleri de tevhide mecbûr ediyor. Ve kolay fakat kuvvetli ve basit fakat parlak bir sûrette Vâcib-ül Vücud'un vücudunu ve vahdetini ve ehadiyetini bütün sıfât ve esmâsıyla isbat eder.
İkinci Makamı ise: Hakikat-ı tevhidi ve tevhid-i hakikîyi, "Oniki Lem'a" namıyla hikâye-i temsiliyenin perdesi altında oniki bürhân-ı bâhire ile vahdâniyet-i İlâhiyeyi isbat etmekle beraber, evsâf-ı celâliye ve cemâliye ve kemâliyesini vahdâniyet içinde isbat ediyor. O Lem'alardaki deliller o kadar kat'îdir ki, hiçbir şübhe yeri kalmıyor. Ve o kadar küllîdirler ki, mevcûdât adedince, belki zerrat sayısınca mârifetullaha pencereler açıyor. Ve onun ile Vâcib-ül Vücud'un vücudunu, umum sıfât ve esmâsıyla en muannidlere karşı isbat ediyor.
YİRMİÜÇÜNCÜ SÖZ
لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ اِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ âyetlerinin meâlindeki çok âyâtın îmânâ dair ve terakkiyat ve tedenniyat-ı insâniyyeye medâr hakikatlerini "Beş Nokta" ile ve "Beş Nükte" içinde herkese taallûk eden ve herkes ona muhtaç olan on mebhas ile o sırr-ı azîmi tefsir eder. İstidâdât-ı insâniye ile vezâif-i insâniyeyi, gâyet mâkul ve mâkbul bir Sûrette Beyân eder.
Bu söz, şimdiye kadar binler adamı hâb-ı gafletten kurtardığı gibi, çoklarını da îmânâ getirmiş gâyet kıymettar ve yüksek olmakla beraber, temsiller ile fehmi kolaylaşmış, herkes onun dilini anlıyor...
YİRMİDÖRDÜNCÜ SÖZ
اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ لَهُ اْلاَسْمَاءُ الْحُسْنَىâyetinin meâlinde ve esmâ-i hüsnânın cilveleri hakkındaki çok âyâtın muazzam bir hakîkatını beş dal nâmıyla mebâhis-i azîme ile tefsir ediyor. Birinci ve İkinci Dalları, mühim esrarın muhtasar bir hazinesidir. Üçüncü Dal, hadîslere gelen evhamı oniki kaide ile reddeder. Evhamın esâslarını keser. Dördüncü Dal, kâinat sarayında istihdam olunan nebâtat ve hayvanat ve insan ve melâike taifelerinin sırr-ı istihdamlarını ve güzel vazife-i ubûdiyet ve tesbihlerini ve haşmet-i rubûbiyet-i İlahiyeyi cazibedâr bir tarzda Beyân eder. Beşinci Dal, اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ لَهُ اْلاَسْمَاءُ الْحُسْنَى âyetinin şecere-i nûrâniyesinin hadsiz meyvelerinden beş meyvesini gâyet parlak ve güzel bir sûrette gösteriyor. Bu beş meyve ve Otuzbirinci Söz'ün âhirindeki beş meyve, çok şirindirler. Tatlı ilim isteyenler onları alsın okusun.
YİRMİBEŞİNCİ SÖZ
قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَاْلجِنُّ عَلَى اَنْ يَاْتُوا ِبمِثْلِ هذَا اْلقُرْآنِ لاَ يَاْتُونَ ِبمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا âyetinin hakikatını teyid eden yüzer âyâtın en mühim bir hakikatı olan i'câz-ı Kur'anîyi tefsir eder. Üç Şua içinde kırk vücuh-u i'câziyeyi Beyân ve tefsir ediyor ki; Kur'an, kelâmullah olduğunu; gündüzdeki ziya, güneşin vücudunu gösterdiği gibi, öylece gösterir ve isbat eder. Nısf-ı evvel çendan sür'atli te'lif edilmiş, fakat istirahat-ı kalb ile yazıldığı için îzahlıdır. Nısf-ı âhir Bâzı esbâb-ı mühimmeye binâen muhtasar ve mücmel kalmıştır. Fakat bununla beraber her tâifeye göre (ve ne fikirde bulunursa bulunsun) bu mübârek Söz, i'câz-ı Kur'anı ona gösterir ve isbat eder. Bu söz şimdiye kadar i'câz-ı Kur'ana karşı çok muannidleri serfüru ettirerek secdeye getirmiş...
YİRMİALTINCI SÖZ
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ { وَ كُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فِى اِمَامٍ مُبِينٍ
meâlindeki âyâtın sırr-ı kadere ait ve "İman-ı bilkader" "Hayrihî ve şerrihî minallahi teâlâ"nın isbatına medâr mühim bir hakikatını dört mebhas ile öyle bir Sûrette tefsir eder ki: Havassın fikirleri yetişmediği esrâr-ı kaderiyeyi, basit avâmların zihinlerine takrib edip anlattırıyor. Hâtimesinde: En kısa ve en selim ve en müstakim bir tarîkın esâsını "Dört Hatve" nâmîyla tezkiye-i nefsin ve tekemmül-ü ruhun medârı olan dört mühim dersi veriyor. Ve hâtimenin hâtimesinde mesâil-i müteferrikadan altı mes'ele var ki, birisi Sûre-i Feth'in âhirindeki âyetin bir sırr-ı i'câziyesini açıyor.
YİRMİYEDİNCİ SÖZ
وَلَوْ رَدُّوهُ اِلَى الرَّسُولِ وَاِلَى اُولِى اْلاَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذِينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْ وَ لَوْلاَ فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَتُهُ لاَتَّبَعْتُمُ الشَّيْطَانَ اِلاَّ قَلِيلاً
âyetinin meâlindeki âyâtın içtihada dair mühim bir hakikatını tefsir eder. Ve bu zamanda haddinden tecavüz edip içtihaddan dem vuranların haddini bildirip, ihtilâf-ı mezâhibin sırrını güzel Beyân eder. "Bu zamanda eski zaman gibi içtihad edebiliriz" diyenlerin ne kadar yanlış hatâ ettiklerini isbat eder. Bu sözün zeylinde Sahabe-i Güzîn'in evliyadan yüksek olan mertebelerini gâyet parlak bir Sûrette ve kat'î bir tarzda isbat etmekle beraber, Sahabelerin nev'-i beşer içinde Enbiyadan sonra en mümtaz şahsiyetler olduklarını ve onlara yetişilmediğini kat'î bir Sûrette isbat eder.
YİRMİSEKİZİNCİ SÖZ
وَبَشِّرِ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّاِلحَاتِ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ َتجْرِى مِنْ َتحْتِهَا اْلاَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هذَا الَّذِى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَاُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا وَلَهُمْ فِيهَا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
âyetinin Cennet'e ve saadet-i ebediyeye dair hakikatını teyid eden yüzer âyâtın mühim bir hakikatını iki makamla tefsir eder. Birinci Makam: "Beş Sual ve Cevab" namıyla Cennet'in lezâiz-i cismâniyesine ve hurîler hakkında medâr-ı tenkid olmuş mes'eleleri öyle güzel bir sûrette Beyân eder ki, herkesi ikna eder. İkinci Makam: Arabiyy-ül ibare olarak oniki lâsiyyema kelimesiyle başlar ve gâyet kuvvetli ve kat'î ve hiç bir cihette sarsılmaz, haşre dair, Cennet ve Cehennem'in hakkaniyetine medâr binler bürhânı tâzammun eden bir bürhân-ı bâhirdir ki; o bürhân, Onuncu Söz'ün menşe'i ve esâsı ve hülâsasıdır.
YİRMİDOKUZUNCU SÖZ
قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبِّى { وَ الْمُؤْمِنُونَ يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَ مَلئِكَتِهِ { وَ مَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ { مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ
âyetlerinin meâlindeki yüzer âyâtın haşir ve beka-i ruha ve melâikeye dair üç mühim hakikatını tefsir eder. Beka-i ruhu o kadar güzel isbat eder ki: Cesedin vücudu gibi, ruhun bekasını gösterir. Ve melâikenin vücudlarını, Amerika insanlarının vücudları gibi isbat eder. Ve Haşir
sh: » (S: 841)
ve Kıyâmetin vücud ve tahakkuklarını o kadar mantıkî ve aklî bir Sûrette isbat eder ki: Hiçbir feylesof, hiçbir münkir îtiraza mecal bulamaz. Teslim olmazsa da mülzem olur. Hususan âhirindeki "Remizli Nüktenin Sırrı" namıyla haşr-i ekberin esbâb-ı mûcîbesini ve hikmetlerini öyle bir tarzda Beyân eder ki; tılsım-ı kâinatın üç muammasından bir muammasını gâyet parlak bir Sûrette halleder. (Haşiye)
OTUZUNCU SÖZ
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّيَهَا وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسّيَهَا { عَالِمِ الْغَيْبِ لاَ يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّموَاتِ وَلاَ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ اَصْغَرُ مِنْ ذلِكَ وَلاَ اَكْبَرُ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ
âyetlerinin enâniyet-i insâniye ve tahavvülât-ı zerrat hakkındaki hakikata dair gelen âyâtın iki mühim sırrını iki maksad ile Beyân eder. Birinci Maksad, enâniyet-i insâniyenin muammâ-yı acîbesini hallederek silsile-i diyânet ile silsile-i felsefenin menşe'lerini gâyet parlak bir tarzda gösterir. İkinci Maksad, tahavvülât-ı zerrâtın tılsımını keşfediyor. Zerrâtın harekâtını, o derece hikmetli ve muntâzam gösteriyor ki: O umum zerreler, Sultân-ı Ezelî'nin muhteşem ve muazzam bir ordusu ve mutî' ve müsahhar memurları olduğunu kat'î delillerle isbat eder. Yirmidokuzuncu Söz nasılki tılsım-ı kâinatın üç muammasından birisini keşfetmiş. Bu Otuzuncu Söz dahi akılları hayrette bırakan ve feylesofları sersemleştiren o tılsımın üç muammasından ikinci muammasını halletmiştir. Hususan hâtimesinde: Yedi hikmet ve yedi kanun-u azîm ile bir ism-i âzamın tecellisini göstermekle; tahavvülât-ı zerrâtın hikmetini gâyet kat'î ve parlak bir Sûrette gösterdiği gibi, zîhayat cisimlerini, o zerrâtın seyr ü seferine bir misafirhane ve bir kışla ve bir mekteb hükmünde gösterir, isbat eder.
______________________________ __
(Hâşiye): Yirmidokuzuncu Söz'ün göz ile görünen bir kerâmeti var. Ezcümle, onaltı sahifesinde ihtiyarsız, tasannu'suz her sahifenin satırlarının başlarında onaltı elif gelmesidir. Bu tevâfuku görmek isteyenler, eski harfli nüshasına müracaat etsinler.
OTUZBİRİNCİ SÖZ
سُبْحَانَ الَّذِى اَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِنَ اْلمَسْجِدِ اْلحَرَامِ اِلَى اْلمَسْجِدِ اْلاَقْصَى الَّذِى { وَ النَّجْمِ اِذَا هَوَى âyetlerinin hakikatını teyid eden âyâtın en mühim bir hakikatı olan Mi'râc-ı Ahmediye'yi (A.S.M.) ve o mi'rac içinde kemâlât-ı Muhammediyeyi (A.S.M.) ve o Kemâlât içinde Risâlet-i Ahmediye'yi (A.S.M.) ve o Risâlet içinde çok esrâr-ı rubûbiyeti tefsir eder. Ve kat'î delillerle isbat eder bir risaledir. Muhtelif tabakattan olan insanlardan bu risaleyi kim görmüşse, karşısında hayran olup, akıldan uzak mes'ele-i mi'racı en zâhir ve vâcib ve lâzım bir tarzda gösterdiğini kabûl ediyorlar. Hususan o şecere-i nuraniye-i mi'râcın âhirlerinde beşyüz meyveden "Beş Meyve"sini o kadar güzel tasvir eder ki; zerre mikdar zevki, şuuru bulunan onlara meftun olur.
Zeyl: Şakk-ı Kamer mu'cizesine bu zaman feylesoflarının ettikleri îtirazlarını "Beş Nokta" ile gâyet kat'î bir Sûrette reddedip, inşikak-ı Kamer'in vukuuna hiçbir mâni bulunmadığını gösterir. Ve âhirinde de "beş icmâ" ile şakk-ı Kamer'in vuku bulduğunu gâyet muhtasar bir Sûrette isbat eder. Şakk-ı Kamer mu'cize-i Ahmediyesini güneş gibi gösterir.
OTUZİKİNCİ SÖZ
Üç Mevkıftır.
Birinci Mevkıf: لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ اِلاَّ اللّهُ لَفَسَدَتَا { قُلْ هُوَ اللّهُ اَحَدٌ اَللّهُ الصَّمَدُâyetinin meâlindeki yüzer âyâtın vahdâniyete dâir en mühim hakikatını öyle bir Sûrette isbat eder ki; şirk ve küfür yolunu muhal ve mümteni' gösterir. Kâinatın etrafından küfür ve şirki tardeder. Zerrat adedince vahdâniyetin delilleri bulunduğunu Beyân eder. Gâyet lâtif ve yüksek ve mantıkî bir muhâvere-i temsižliye Sûretinde, hadsiz geniş mesâili o temsil içinde dercedip gösterir. Ve zeylinde gâyet lâtif birkaç mes'ele var ki; hakikat oldukları halde şiirin en parlak ve geniş hayâlinden daha parlak, daha geniştir.
İkinci mevkıf: قُلْ هُوَ اللّهُ اَحَدٌ اَللّهُ الصَّمَدُ in hakîkatına dâir sırr-ı ehadiyete ve vahdete gelen teşkîkat ve evhâmı izâle eder. Ehl-i dalaletin ehl-i tevhide karşı ettikleri îtîrazâtı kat'î bir Sûrette reddediyor. Birinci Mevkıf'tan daha kuvvetli, âyât-ı Kur'aniyenin vahdâniyete dair mu'cizane isbatlarını gösterir. Ehadiyet-i Zâtiye ile bütün eşyayı birden bir anda tedbir ve terbiye etmek olan hakikat-ı muazzama-i Kur'aniyeyi gâyet güzel ve vâzıh bir temsil ile isbat eder. Aklı ikna ve kalbi teslime mecbur eder.
Ve bilhassa bu İkinci Mevkıf'ın hâtimesinden evvel ikinci temsîlin neticesinde Zât-ı Akdes-i İlâhiye'den hiçbir şey saklanmadığını ve hiçbir şey ondan gizlenemediğini, hiçbir ferd ondan uzak kalmadığını hiçbir şahıs külliyet-i kudsiye kesbetmeden ona yanaşamadığını ve rubûbiyetinde ve tasarrufunda bir iş, bir işe mâni olmadığını ve hiçbir yer onun huzurundan hâlî kalmadığını, herşeyde bakar ve işitir sem' ve basarının cilvesi bulunduğunu, silsile-i eşya emirlerinin sür'at-i cereyanlarına birer tel, birer damar hükmüne geçtiğini, esbab ve vesâit sırf zâhirî bir perde olduğunu, hiçbir yerde bulunmadığı halde her yerde ilim ve kudretiyle bulunduğunu, hiçbir tahayyüz ve temekküne muhtaç olmadığını ve uzaklık ve güçlük ve tabakat-ı vücûdun perdeleri onun kurbiyetine ve tasarrufuna ve şuhûduna mâni olmadığını ve maddîlerin, mümkinlerin, kesiflerin, kesîrlerin, mahdudların hâssaları onun dâmen-i izzetine yanaşamadığını ve tegayyür ve tebeddül ve tahayyüz ve tecezzi gibi emirlerden mücerred, münezzeh, müberra ve mukaddes olduğunu gâyet güzel bir Sûrette isbat eder. Bu İkinci Mevkıf'ın hâtimesinde sırr-ı ehadiyete dair arabiyy-ül ibâre gâyet mühim bir parça tercümesiyle beraber gâyet parlak bir Sûrette çok mesâil-i mühimmeyi ifâde eder. Hususan insanın muhasebe-i a'mâli için haşir ve neşri yapmak, koca kâinatı tağyir ve tebdil ve tahrib ve tâmir etmek sırrını Beyân eder.
Üçüncü Mevkıf:
بِسْمِ اللَّهِ الَّحْمَن الرَّحِيمِ
وَمَا اْلحَيَاةُ الدُّنْيَا اِلاَّ مَتَاعُ الْغُرُورِ
اِنَّ الدَّارَ اْلآخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ
âyetlerin meâlindeki yüzer âyâtın mühim bir hakîkatını gâyet mühim bir müvazene ile Beyân eder. Ehl-i dalâlet hakkında hayât-ı dünyeviye ne kadar müdhiş neticeler getirdiğini ve ehl-i hidâyet hakkında ne kadar güzel neticeler ve gayeler verdiğini gösterir. Husûsan, muhabbet hakkındaki semerât-ı dünyeviye ve uhreviye; ehl-i dalâlet için ne kadar elîm, ehl-i hidâyet için ne kadar hoş olduğunu gösterir. Bu Üçüncü Mevkıf hakkında Bâzı müdakkik kardeşlerimiz demişler ki: "Sâir risaleler yıldızlar olsa, bu güneştir."
Diğer biri ona mukabil demiş: "Herbir risale, kendi âleminde ve kendine mahsus semâ-i hakikatta birer güneştir. Uzak olanlara yıldız, yakın olanlara şemstirler."
OTUZÜÇÜNCÜ SÖZ
سَنُرِيهِمْ آيَاتِنَا فِى اْلآفَاقِ وَفِى اَنْفُسِهِمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ اْلحَقُّ اَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ اَنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ
Otuzüç âyetin birer hakîkatlarını tefsir eden otuzüç penceredir. Otuzüç risâle olmağa lâyık iken gâyet müstâcel bir zamanda yazıldığığı için, bir veya yarım sahifelik pencereleri birer risâle kuvvetinde ve birer risaleyi tâzammun eden mâhiyetinde olduğunu gösterir. Fakat maatteessüf baştaki pencereler gâyet mücmel ve muhtasar kalmış, lâkin gittikçe inbisat ederek nısf-ı âhirdeki pencereler vâzıh düşmüştür.
LEMAAT
Risale-i Nur şâkirdlerine küçük bir mesnevî ve îmânî bir divandır.
KONFERANS