Bediüzzaman Hazretleri iman ve Kur’ân dersleriyle Anadolu’nun sinesinde kökleşen bir tefekkür hareketi başlattı. Risâle-i Nur fert fert okuyucularının, dinleyicilerinin gönüllerini fethetti. Çobanlar, çiftçiler, ihtiyarlar, çocuklar, gençler… Her yaştan ve tabakadan insanlar bu eserlere sahip çıktı. Kur’ân’ın yasaklandığı o dönemde insanlar gizli gizli bu eserleri okudular, dinlediler, kendileri için el yazılarıyla çoğalttılar. Hatta okuma yazma bilmeyenler bile altında mumun yer aldığı cam sehpalarda kopyalayarak yazdılar. Okumayı bilenlere kendileri için okutmak üzere…
İlim ve tefekkür hayatının neredeyse kurutulduğu bir devrede 600 bin nüsha risâlenin bu şekilde elle çoğaltılmasının dünyada bir benzeri daha var mıdır acaba? Sanmıyoruz.
Van’dan sürgün edilerek gönderildiği Barla’da, insanların selâm vermekten bile çekindi(rildi)ği ortamda, bir avuç şefkat kahramanıyla başlayan Risâle-i Nur hareketi bugün dünyanın dört bucağına yayılmış durumda. Rusça’dan Çince’ye varıncaya kadar bir çok dünya diline çevrilmiş, üzerinde pek çok araştırmalar, tezler hazırlanmış ve hazırlanmakta. (Daha iki hafta önce Nur dersi bitiminde dinleyiciler arasında bulunan genç bir mühtedi hanım, kırık Türkçesiyle usulcacık yanımıza gelip “Risâle-i Nur’un Romence’ye daha başarılı bir şekilde çevrilmesi konusunda yardımcı olur musunuz?” diye sormaktaydı.)
Kız kardeşlerim!
1920’lerin 1930’ların iman hakikatlerinin neşri noktasındaki karanlık Türkiye’sinde Anadolu kadınları da Risâle-i Nur’lara sahip çıkıp sımsıkı sarıldılar. Eşlerinin Risâleleri elle yazabilmeleri için geceleri onlara mum tuttular. Hatta “Ben efendimin göreceği dünyevî işleri de yapmaya çalışacağım; o senindir, Risâle-i Nur’undur” diye Bediüzzaman’a gelip “eşine izin verdiğini” ifade eden kahraman hanımlar da oldu. (Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, Barla Hayatı)
Bunlardan bir tanesi de Barla’da Bediüzzaman’ın “Nur’un başkâtibi” olarak nitelendirdiği Şamlı Hafız Tevfik’in eşi Zehra Hanımdı.
Odun hamallığından has talebeliğe…
Kocasının kâtiplik vazifesini rahat yapabilmesi için evin bütün işlerini üstlenen, belinde odun taşıyarak Hafız’ın işlerini gören o hanımın vefat haberini Kastamonu sürgününde öğrenen Bediüzzaman, yazdığı taziye mektubunda o saliha hanımı şöyle anmakta: “Nur’un telifi başında, başkâtip Şamlı Hafız Tevfik’in haremi merhume Zehra, ben Barla’da iken, Şamlı Hafız Risâle-i Nur’u yazmasına çalışmak için o merhume, Hafız’ın bedeline belinde odun taşımakla odun getiriyordu ve Hafız’ın işlerini görüyordu. Tâ Nurları yazsın. Biz de o merhumeyi o iyiliğine mukabil, Risâle-i Nur’un vefat etmiş has talebeleri içinde o vakitten beri duâmızda şerik ediyoruz, hem edeceğiz…” (Kastamonu Lâhikası, s. 184)
Risâleleri elle yazıp, göz nuru döken ya da neşri için gerektiğinde belinde odun taşıyan bu hanımlar, Külliyâtın satırları arasında, “Ahiret hemşirelerim, mübarek kâtibeler, kıymetli hemşirelerimiz…” gibi ifadelerle vasıflandırılmıştır.
Sır…
Bediüzzaman kimi zaman Kastamonu Lâhikası’nda ifade ettiği gibi “Beni sürur gözyaşları ile ağlattı” dediği hanımların Risâle-i Nur’lara bu sahiplenişinin sırrını Emirdağ Lâhikası’nda şöyle açıklar: “Nur’da şefkat esas olmasından, hanımlar o cihette ileridir ve Nurlara ciddî yapışıyorlar. Ben ‘Kardeşlerim’ dediğim zaman, hanım hemşirelerimi kardeşler içinde kast ederim. Bütün mektuplarımda onlar dahi muhataplarımdır.”
Evet hanımlardaki şefkat kahramanlığı, Risâle-i Nurların dört esasından biri olan şefkatle birleşmekte, hanımlar bu cihetle Nur’un fıtrî talebeleri olmaktadır. Nur hakikatleri adeta onların kalplerine yapışmaktadır.
İnsana, hele kadına hiç değer vermeyen, bir metâ olarak gören felâket ve helâket asrında yaşayan “dünyadan bir derece ürkmüş ve korkmuş” hanımlar için Bediüzzaman’ın “Kız kardeşlerim!” ifadesi ne denli samimî ve içtendir. Risâlelerin satırları arasındaki şefkat dersleri ne kadar cazibedar ve çekicidir. Öyle değil mi? Evet, Nur’un şefkatli iman ve Kur’ân dersleri, şefkat kahramanı kadınları adeta mıknatıs gibi çeker. Nur hakikatleri altın kalplerine bir daha ayrılmamacasına yapışır…