Sayfa 1/2 12 SonSon
11 sonuçtan 1 ile 10 arası

Konu: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 20. MEKTUP

    Share
  1. #1
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 20. MEKTUP

    بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

    Yirminci Mektub

    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
    لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ يُحْيِى وَ يُمِيتُ وَ هُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ
    (Sabah ve aksam namazindan sonra tekrari, pek çok fazileti bulunan ve bir rivayet-i sahihada ism-i azam mertebesini tasiyan su cümle-i tevhidiyenin onbir kelimesi var. Herbir kelimesinde hem birer müjde ve besaret, hem birer Mertebe-i Tevhid-i Rububiyet, hem bir Ism-i Azam noktasinda bir Kibriya-i Vahdet ve bir Kemal-i Vahdaniyet vardir. Bu büyük ve ulvî hakikatlarin izahini sair Sözlere havale edip, bir va'de binaen, simdilik mücmel bir hülâsa suretinde; "Iki Makam", bir "Mukaddime" ile ona bir fihriste yapacagiz.)

    Mukaddime
    Kat'iyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fitratin en yüce neticesi Îman-i Billahtir. Ve insaniyetin en âlî mertebesi ve beseriyetin en büyük makami, Îman-i Billah içindeki Marifetullahtir. Cinn ve insin en parlak saadeti ve en tatli nimeti, o Marifetullah içindeki Muhabbetullahtir. Ve ruh-u beser için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o Muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir. Evet bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve sirin nimet ve safi lezzet elbette Marifetullah ve Muhabbetullahtadir. Onlar, onsuz olamaz. Cenab-i Hakk'i taniyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete,
    sh: » (M: 238)
    envâra, esrâra; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardir. Onu hakikî tanimayan, sevmeyen; nihayetsiz sekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten mübtela olur. Evet su perisan dünyada, âvâre nev'-i beser içinde, semeresiz bir hayatta; sahipsiz, hâmîsiz bir surette; âciz, miskin bir insan, bütün dünyanin sultani da olsa kaç para eder. Iste bu âvâre nev'-i beser içinde, bu perisan fâni dünyada; insan, sahibini tanimazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar bîçare sergerdan oldugunu herkes anlar. Eger sahibini bulsa, mâlikini tanisa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahsetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.
    Birinci Makam
    Su kelâm-i tevhidînin, onbir kelimesinin her birinde birer müjde var. Ve o müjdede birer sifa ve o sifada birer lezzet-i mâneviye bulunur.
    BIRINCI KELIME:
    لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ da söyle bir müjde var ki: Hadsiz hâcâta mübtelâ, nihayetsiz a'dânin hücumuna hedef olan ruh-u insanî su kelimede öyle bir nokta-i istimdad bulur ki, bütün hâcâtini temin edecek bir hazine-i rahmet kapisini ona açar ve öyle bir nokta-i istinad bulur ki, bütün a'dâsinin serrinden emin edecek bir kudret-i mutlakanin sâhibi olan kendi Mâbudunu ve Hâlikini bildirir ve tanittirir, sahibini gösterir, Mâliki kim oldugunu irâe eder. Ve o irae ile, kalbi vahset-i mutlakadan ve ruhu hüzn-ü elîmden kurtarip, ebedî bir ferahi, daimî bir süruru temin eder.
    IKINCI KELIME:
    وَحْدَهُ Su kelimede sifali, saâdetli bir müjde vardir. Söyle ki: Kâinatin ekser enva'iyla alâkadar ve o alâkadarlik yüzünden perisan ve kesmekes içinde bogulmak derecesine gelen ruh-u beser ve kalb-i insan وَحْدَهُ kelimesinde bir melce', bir halaskâr bulur ki; onu bütün o kesmekesten, o perisaniyetten kurtarir. Yani, وَحْدَهُ mânen der: "Allah birdir. Baska seylere müracaat edip
    sh: » (M: 239)
    yorulma, onlara tezellül edip minnet çekme, onlara temelluk edip boyun egme, onlarin arkasina düsüp zahmet çekme, onlardan korkup titreme. Çünki Sultan-i Kâinat birdir, hersey'in anahtari onun yaninda, her sey'in dizgini onun elindedir; hersey onun emriyle halledilir. Onu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun."
    ÜÇÜNCÜ KELIME:
    لاَ شَرِيكَ لَهُ Yani: Nasilki Ulûhiyetinde ve saltanatinda seriki yoktur; "Allah" bir olur, müteaddid olamaz. Öyle de; Rububiyetinde ve icraatinda ve icâdâtinda dahi seriki yoktur. Bazan olur ki; sultan bir olur, saltanatinda seriki olmaz.. fakat icraatinda, onun memurlari onun seriki sayilirlar ve onun huzuruna herkesin girmesine mani olurlar. "Bize de müracaat et" derler. Fakat Ezel, Ebed Sultani olan Cenâb-i Hak, saltanatinda seriki olmadigi gibi, icraat-i Rububiyetinde dahi muinlere, seriklere muhtaç degildir. Emr u iradesi, havl ü kuvveti olmazsa hiçbir sey, hiçbir sey'e müdahale edemez. Dogrudan dogruya herkes ona müracaat edebilir. Seriki ve muini olmadigindan, o müracaatçi adama "Yasaktir, onun huzuruna giremezsin" denilmez.
    Iste su kelime, ruh-u beser için söyle bir müjde verir ki: Îmani elde eden ruh-u beser; mânisiz, müdahalesiz, hailsiz, mümânaatsiz, her halinde, her arzusunda, her anda, her yerde o ezel ve ebed ve hazâin-i rahmet mâliki ve defâin-i saadet sahibi olan Cemil-i Zülcelâl, Kadîr-i Zülkemâl'in huzuruna girip, hâcâtini arzedebilir. Ve rahmetini bulup, kudretine istinad ederek, kemâl-i ferâh ve sürûru kazanabilir.
    DÖRDÜNCÜ KELIME:
    لَهُ الْمُلْكُ Yani: Mülk umumen onundur. Sen, hem onun mülküsün, hem memlûküsün, hem mülkünde çalisiyorsun. Su kelime, söyle sifali bir müjde veriyor ve diyor: Ey insan! Sen kendini, kendine mâlik sayma. Çünki sen kendini idare edemezsin, o yük agirdir. Kendi basina muhafaza edemezsin, belâlardan sakinip, levâzimatini yerine getiremezsin. Öyle ise beyhude izdiraba düsüp azab çekme, mülk baskasinindir. O Mâlik, hem Kadîr'dir, hem Rahîm'dir; kudretine istinad et, rahmetini ittiham etme. Kederi birak, keyfini çek. Zahmeti at, safâyi bul.


    Seni çok Özledim Annem

  2. #2
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 20. MEKTUP

    sh: » (M: 240)
    Hem der ki: Manen sevdigin ve alâkadar oldugun ve perisaniyetinden müteessir oldugun ve islah edemedigin su kâinat, bir Kadîr-i Rahîm'in mülküdür. Mülkü sahibine teslim et, ona birak.. cefasini degil, safasini çek. O hem Hakîm'dir, hem Rahîm'dir. Mülkünde istedigi gibi tasarruf eder, çevirir. Dehset aldigin zaman, Ibrahim Hakki gibi "Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler" de, pencerelerden seyret, içlerine girme.

    BESINCI KELIME: لَهُ الْحَمْدُ Yani: Hamd ve sena, medih ve minnet ona mahsustur, ona lâyiktir. Demek nimetler onundur ve onun hazinesinden çikar. Hazine ise, daimîdir. Iste su kelime, söyle müjde verip diyor ki: Ey insan! Nimetin zevalinden elem çekme. Çünki rahmet hazinesi tükenmez. Ve lezzetin zevalini düsünüp, o elemden feryad etme. Çünki o nimet meyvesi, bir rahmet-i bînihayenin semeresidir. Agaci bâki ise, meyve gitse de yerine gelen var. Nimetin lezzeti içinde, o lezzetten yüz derece daha ziyade lezzetli bir iltifat-i rahmeti hamd ile düsünüp, lezzeti birden yüz derece yapabilirsin. Nasilki bir padisah-i zîsanin sana hediye ettigi bir elma lezzeti içinde yüz belki bin elmanin lezzetinin fevkinde, bir iltifat-i sâhâne lezzetini sana ihsas ve ihsân eder. Öyle de: لَهُ الْحَمْدُ kelimesiyle, yani hamd ve sükür ile, yani nimetten in'ami hissetmekle, yani Mün'imi tanimakla ve in'amini düsünmekle, yani onun rahmetinin iltifatini ve sefkatinin teveccühünü ve in'aminin devamini düsünmekle; nimetten bin derece daha leziz, manevî bir lezzet kapisini sana açar.
    ALTINCI KELIME:
    يُحْيِى Yani: Hayati veren odur. Ve hayati rizik ile idame eden de odur. Ve levazimat-i hayati da ihzar eden yine odur. Ve hayatin âlî gayeleri ona aittir ve mühim neticeleri ona bakar, yüzde doksandokuz meyvesi onundur. Iste su kelime; söyle fâni ve âciz besere nida eder, müjde verir ve der: Ey insan! Hayatin agir tekâlifini omuzuna alip zahmet çekme. Hayatin fenasini düsünüp, hüzne düsme. Yalniz dünyevî ehemmiyetsiz meyvelerini görüp dünyaya gelisinden pismanlik gösterme. Belki o sefine-i vücudundaki hayat makinesi, Hayy-i Kayyûm'a aittir. Masarif ve levâzimatini, o tedarik eder. Ve o hayatin pek kesretli gayeleri ve neticeleri var
    sh: » (M: 241)
    ve O'na aittir. Sen, o gemide bir dümenci neferisin. Vazifeni güzel gör, ücretini al, keyfine bak. O hayat sefinesi, ne kadar kiymetdar oldugunu ve ne kadar güzel faideler verdigini ve o sefine sahibi zâtin, ne kadar Kerim ve Rahîm oldugunu düsün, mesrur ol ve sükret ve anla ki: Vazifeni istikametle yaptigin vakit, o sefinenin verdigi bütün netaic; bir cihetle senin defter-i a'maline geçer, sana bir hayat-i bâkiyeyi temin eder, seni ebedî ihya eder.
    YEDINCI KELIME:
    وَ يُمِيتُ Yani: Mevti veren odur. Yani: Hayat vazifesinden terhis eder, fâni dünyadan yerini tebdil eder, külfet-i hizmetten âzad eder. Yani: Hayat-i fâniyeden, seni hayat-i bâkiyeye alir. Iste su kelime, söylece fâni cin ve inse bagirir, der ki:
    Sizlere müjde! Mevt îdam degil, hiçlik degil, fena degil, inkiraz degil, sönmek degil, firak-i ebedî degil, adem degil, tesadüf degil, fâilsiz bir in'idam degil. Belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafindan bir terhistir, bir tebdil-i mekândir. Saadet-i Ebediye tarafina, vatan-i aslîlerine bir sevkiyattir. Yüzde doksandokuz ahbabin mecma'i olan âlem-i berzaha bir visal kapisidir.
    SEKIZINCI KELIME:
    وَ هُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ Yani: Bütün kâinatin mevcudatinda görünen ve vesile-i muhabbet olan kemal ve hüsün ve ihsanin hadsiz bir derece fevkinde bir cemâl ve kemâl ve ihsanin sahibi ve bütün mahbublara bedel, birtek cilve-i cemâli kâfi gelen bir Mâbud-u Lemyezel, bir Mahbub-u Lâyezal'in ezelî ve ebedî bir hayat-i daimesi var ki; saibe-i zeval ü fenadan münezzeh ve avariz-i naks ve kusurdan müberradir. Iste su kelime, cin ve inse ve bütün zîsuura ve ehl-i muhabbet ve aska ilân eder ki: Sizlere müjde, mahbublarinizdan nihayetsiz firaklarin yaralarini tedavi edip merhem süren bir Mahbub-u Bâkî'niz var. Mâdem o var ve Bâki'dir, baskalari ne olursa olsun merak çekmeyiniz. Belki o mahbublarda, sebeb-i muhabbetiniz olan hüsn ve ihsan, fazl ve kemâl, o Mahbub-u Bâkî'nin cilve-i cemâl-i bâkisinden çok perdelerden geçip, gayet zayif bir gölgenin gölgesidir. Onlarin zevalleri, sizleri incitmesin. Çünki onlar bir nevi âyinelerdir. Âyinelerin degismesi sasaa-i cemâlin cilvesini tazelestirir, güzellestirir. Mâdem o var, hersey var.
    DOKUZUNCU KELIME:
    بِيَدِهِ الْخَيْرُ Yani: Her hayir, onun
    sh: » (M: 242)
    elindedir. Her yaptiginiz hayrat, onun defterine geçer. Her islediginiz a'mal-i sâliha, yaninda kaydedilir. Iste su kelime, cin ve inse nidâ edip müjde veriyor. Diyor ki:
    Ey bîçareler! Mezaristana göçtügünüz zaman, "Eyvah! Malimiz harab olup, sa'yimiz heba oldu; su güzel ve genis dünyadan gidip, dar bir topraga girdik." demeyiniz, feryad edip me'yus olmayiniz... Çünki sizin hersey'iniz muhafaza ediliyor. Her ameliniz yazilmistir. Her hizmetiniz kaydedilmistir. Hizmetinizin mükâfatini verecek ve her hayir elinde ve her hayri yapabilecek bir Zât-i Zülcelâl, sizi celb edip, yer altinda muvakkaten durdurur. Sonra huzuruna aldirir. Ne mutlu sizlere ki; hizmetinizi ve vazifenizi bitirdiniz. Zahmetiniz bitti, rahata ve rahmete gidiyorsunuz. Hizmet, mesakkat bitti; ücret almaga gidiyorsunuz.
    Evet geçen baharin defter-i a'mâlinin sahifeleri ve hidemâtinin sandukçalari olan tohumlari, çekirdekleri muhafaza eden.. ve ikinci baharda gayet sasaali, belki yüz derece aslindan daha bereketli bir tarzda muhafaza eden, nesreden Kadîr-i Zülcelâl, elbette sizin de netâic-i hayatinizi öyle muhafaza ediyor ve hizmetinize pek kesretli bir surette mükâfat verecektir.
    ONUNCU KELIME:
    وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ Yani: O Vâhid'dir, Ehad'dir, her sey'e kâdirdir. Hiçbir sey ona agir gelmez. Bir bahari halketmek bir çiçek kadar ona kolaydir. Cennet'i halk etmek, bir bahar kadar ona rahattir. Her günde, her senede, her asirda, yeniden yeniye icad ettigi hadsiz masnuati, nihayetsiz kudretine nihayetsiz lisanlarla sehadet ederler. Iste su kelime dahi söyle müjde eder. Der ki: Ey insan! Yaptigin hizmet, ettigin ubudiyet bosubosuna gitmez. Bir dâr-i mükâfat, bir mahall-i saadet senin için ihzar edilmistir. Senin su fâni dünyana bedel, bâki bir Cennet seni bekler. Ibadet ettigin ve tanidigin Hâlik-i Zülcelâl'in va'dine îman ve itimad et. Ona va'dinde hulfetmek muhaldir. Kudretinde hiçbir cihetle noksaniyet yoktur. Islerine, acz müdahale edemez. Senin küçük bahçeni halk ettigi gibi, Cennet'i dahi senin için halk edebilir ve halk etmis ve sana va'd etmis. Ve va'dettigi için, elbette seni onun içine alacak. Mâdem bilmüsahede görüyoruz: Her senede, yer yüzünde, hayvanat ve nebatatin üçyüzbinden ziyade enva'larini ve milletlerini, kemâl-i intizam ve mizan ile, kemâl-i sür'at ve sühuletle hasr edip,
    sh: » (M: 243)
    nesreder. Elbette böyle bir Kadîr-i Zülcelâl, va'dini yerine getirmeye muktedirdir. Hem mâdem her senede, öyle bir Kadîr-i Mutlak, hasrin ve Cennet'in nümunelerini binler tarzda icad ediyor. Hem mâdem bütün semavî fermanlari ile saadet-i ebediyeyi va'd edip, Cennet'i müjde veriyor. Hem mâdem bütün icraati ve suunati hak ve hakikattir ve sidk ve ciddiyetledir. Hem mâdem âsârinin sehadetiyle, bütün kemalât, onun nihayetsiz kemâline delalet ve sehadet eder. Ve hiçbir cihette naks ve kusur onda yoktur. Hem mâdem hulf-ül va'd ve hilaf ve kizb ve aldatmak, en çirkin bir haslet ve naks u kusurdur. Elbette ve elbette o Kadîr-i Zülcelâl, o Hakîm-i Zülkemâl, o Rahîm-i Zülcemâl va'dini yerine getirecek; saadet-i ebediye kapisini açacak, Âdem babanizin vatan-i aslîsi olan Cennet'e sizleri ey ehl-i îman idhâl edecektir.
    ONBIRINCI KELIME:
    وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ Yani: Ticaret ve memuriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-i imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar; ticaretlerini yapip, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onlari gönderen Hâlik-i Zülcelâline dönecekler ve Mevlâ-yi Kerim'lerine kavusacaklar. Yani, bu dâr-i fâniden gidip dâr-i bâkide huzur-u kibriyaya müserref olacaklar. Yani, esbab dagdagasindan ve vesaitin karanlik perdelerinden kurtulup, Rabb-i Rahîmlerine makarr-i saltanat-i ebedîsinde perdesiz kavusacaklar. Dogrudan dogruya herkes, kendi Hâliki ve Mâbudu ve Rabbi ve Seyyidi ve Mâliki kim oldugunu bilecek ve bulacaklar. Iste su kelime bütün müjdelerin fevkinde söyle müjde eder. Ve der ki:


    Seni çok Özledim Annem

  3. #3
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 20. MEKTUP

    Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Otuzikinci Söz'ün âhirinde denildigi gibi: Dünyanin bin sene mes'udane hayati, bir saat hayatina mukabil gelmeyen Cennet hayatinin ve o Cennet hayatinin dahi bin senesi, bir saat rü'yet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelâl'in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Mübtelâ ve meftun ve müstak oldugunuz mecazî mahbublarda ve bütün mevcudat-i dünyeviyedeki hüsün ve cemâl, onun cilve-i cemâlinin ve hüsn-ü esmâsinin bir nevi gölgesi ve bütün Cennet, bütün letaifiyle bir cilve-i rahmeti ve bütün istiyaklar ve muhabbetler ve incizablar ve cazibeler, bir lem'a-i muhabbeti olan bir Mâbud-u Lemyezel'in, bir Mahbub-u Lâyezal'in daire-i huzuruna gidiyorsunuz ve ziyafetgâh-i ebedîsi olan Cennet'e çagriliyorsunuz. Öyle
    sh: » (M: 244)

    ise kabir kapisina aglayarak degil, gülerek giriniz.
    Hem su kelime söyle müjde veriyor, diyor ki: Ey insan! Fenâya, ademe, hiçlige, zulümata, nisyana, çürümeye, dagilmaya ve kesrette bogulmaya gittiginizi tevehhüm edip düsünmeyiniz! Siz fenâya degil, bekaya gidiyorsunuz. Ademe degil, vücud-u daimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata degil, âlem-i nura giriyorsunuz. Sahib ve Mâlik-i Hakikî'nin tarafina gidiyorsunuz ve Sultan-i Ezelî'nin payitahtina dönüyorsunuz. Kesrette bogulmaya degil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksiniz. Firaka degil, visâle müteveccihsiniz.

    sh: » (M: 245)

    Ikinci Makam
    (Ism-i Azam noktasinda, tevhidin isbatina muhtasar bir isarettir)
    BIRINCI KELIME:
    لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ da, bir tevhid-i Ulûhiyet ve Mâbudiyet vardir. Su mertebenin gayet kuvvetli bir bürhanina söyle isaret ederiz ki: Su kâinat yüzünde, hususan zeminin sahifesinde, gayet muntazam bir faaliyet görünüyor. Ve gayet hikmetli bir hallakiyet müsahede ediyoruz. Ve gayet intizamli bir fettahiyet, yani hersey'e lâyik bir sekil açmak ve suret vermek aynelyakîn görüyoruz. Hem gayet sefkatli, keremli, rahmetli bir vehhabiyet ve ihsanat görüyoruz. Öyle ise, bizzarure su hâl ve su keyfiyet; Faâl, Hallâk, Fettah, Vehhab bir Zât-i Zülcelal'in vücub-u vücudunu ve vahdetini isbat eder, belki ihsas eder. Evet mevcudatin mütemadiyen zevalleri, tazelenmeleri gösteriyor ki, o mevcudat; bir Sani'-i Kadîr'in kudsî esmâsinin cilveleri ve envar-i esmâiyesinin gölgeleri ve ef'alinin eserleri ve kalem-i kader ve kudretin nakislari ve sahifeleri ve cemâl-i kemâlinin âyineleridir. Su hakikat-i uzmaya ve su tevhidin mertebe-i ulyasina, su kâinatin sahibi, bütün gönderdigi mukaddes kitablar ve suhuflariyla o tevhidi gösterdigi gibi; bütün ehl-i hakikat ve kâmilîn-i nev'-i beser tahkikatlariyla ve kesfiyatlariyla, ayni mertebe-i tevhidi gösteriyorlar. Ve kâinat dahi, acz ve fakriyla beraber, mazhar oldugu daimî mu'cizat-i san'atin ve havarik-i iktidar, hazain-i servetin sehadetiyle, ayni mertebe-i tevhide isaret eder. Demek Sahid-i Ezelî bütün kütüb ve suhufuyla ve ehl-i suhud bütün tahkikat ve küsûfuyla ve âlem-i sehadet bütün muntazam ahval ve hakîmane suunatiyla o mertebe-i tevhidde bil'icma' ittifak ediyorlar.
    Iste o Vâhid-i Ehad'i kabul etmeyen, ya nihayetsiz ilâhlari kabul edecek veyahut ahmak Sofestaî gibi hem kendini, hem kâinatin vücudunu inkâr edecek.

    sh: » (M: 246)
    IKINCI KELIME:
    وَحْدَهُ Iste su kelime sarih bir mertebe-i tevhidi gösterir. Su mertebeyi dahi, azamî bir surette isbat eden gayet kuvvetli bir bürhanina söyle isaret ederiz ki:
    Biz gözümüzü açtikça, kâinat yüzüne nazarimizi saldirdikça, en evvel gözümüze ilisen, âmm ve mükemmel bir nizamdir ve samil, hassas bir mizandir görüyoruz. Hersey dakik bir nizam ile, hassas bir mizan ve ölçü içindedir. Daha bir parça dikkat-i nazar ettikçe, yeniden yeniye bir tanzim ve tevziniyet gözümüze çarpiyor. Yani: Birisi, intizam ile o nizami degistiriyor ve tarti ile o mizani tazelendiriyor. Hersey bir model olup, pek kesretli muntazam ve mevzun sûretler giydiriliyor. Daha ziyade dikkat ettikçe, o tanzim ve tevzin altinda bir hikmet ve adâlet görünüyor. Her harekette bir hikmet ve maslahat gözetiliyor, bir hak, bir faide takib ediliyor. Daha ziyade dikkat ettikçe, gayet hakîmane bir faaliyet içinde bir kudretin tezahürati ve hersey'in her se'nini ihâta eden gayet muhît bir ilmin cilveleri nazar-i suurumuza çarpiyor. Demek bütün mevcudattaki su nizam ve mîzan, umuma âmm bir tanzim ve tevzini ve o tanzim ve tevzin, âmm bir hikmet ve adâleti ve o hikmet ve adâlet, bir kudret ve ilmi gözümüze gösteriyor. Demek bir Kadîr-i Külli Sey ve bir Alîm-i Külli Sey, su perdeler arkasinda akla görünüyor. Hem hersey'in evveline ve âhirine bakiyoruz, hususan zîhayat nev'inde görüyoruz ki: Baslangiçlari, asillari, kökleri, hem meyveleri ve neticeleri öyle bir tarzdadir ki; güya tohumlari, asillari; birer tarife, birer program seklinde bütün o mevcudun cihazatini tazammun ediyor. Ve neticesinde ve meyvesinde; yine bütün o zîhayatin mânasi süzülüp onda tecemmu' eder, tarihçe-i hayatini ona birakir. Güya onun asli olan çekirdegi, desatir-i îcâdiyesinin bir mecmuasidir. Ve meyvesi ve semeresi ise, evamir-i îcâdiyesinin bir fihristesi hükmünde görüyoruz. Sonra o zîhayatin zâhirine ve bâtinina bakiyoruz. Gayet derecede hikmetli bir kudretin tasarrufati ve nafiz bir iradenin tasvirati ve tanzimati görünüyor. Yani, bir kuvvet ve kudret icad eder; bir emir ve irade suret giydirir.
    Iste bütün mevcudat, böyle evveline dikkat ettikçe bir ilmin târifenamesi ve âhirine dikkat ettikçe bir Sâni'in plâni ve beyannamesi ve zâhirine baktikça bir Fâil-i Muhtar'in ve Mürid'in gayet san'atli ve tenasüblü bir hulle-i san'ati ve bâtinina baktikça
    sh: » (M: 247)
    bir Kadîr'in gayet muntazam bir makinasini müsahede ediyoruz.
    Iste su hal ve su keyfiyet, bizzarure ve bilbedahe ilân eder ki; hiçbir sey, hiçbir zaman, hiçbir mekân birtek Sani-i Zülcelâl'in kabza-i tasarrufundan hariç olamaz. Herbir sey ve bütün esya, bütün suûnatiyla, bir Kadîr-i Mürid'in kabza-i tasarrufunda tedbir edilir. Ve bir Rahmân-i Rahîm'in tanzimiyle ve lütfuyla güzellestiriliyor. Ve bir Hannân-i Mennân'in tezyiniyle süslendiriliyor. Evet basinda suur ve yüzünde gözü bulunana su kâinat ve su mevcudattaki nizam ve mîzan ve tanzim ve tevzin; birtek, yekta, Vâhid, Ehad, Kadîr, Mürîd, Alîm, Hakîm bir zâti vahdaniyet mertebesinde gösterir. Evet her seyde bir birlik var. Birlik ise, biri gösterir. Meselâ, dünyanin lâmbasi olan Günes birdir; öyle ise, dünyanin mâliki dahi birdir. Meselâ, zemin yüzündeki zîhayatlarin hizmetçileri olan hava, ates, su birdir; öyle ise, onlari istihdam eden ve bizlere müsahhar eden dahi birdir.
    ÜÇÜNCÜ KELIME:
    لاَ شَرِيكَ لَهُ Su kelimeyi, Otuzikinci Söz'ün Birinci Makami gayet kuvvetli ve sasaali bir surette isbat ettiginden, ona havale ederiz. Onun fevkinde beyan olamaz, ondan daha ileri beyana lüzum yok ve izah edilmez.
    DÖRDÜNCÜ KELIME:
    لَهُ الْمُلْكُ Yani: Fers'ten Ars'a, serâdan süreyyaya, zerrâttan seyyarata, ezelden ebede kadar herbir mevcud, semâvat ve arz, dünya ve âhiret, her sey onun mülküdür. Mâlikiyet mertebe-i uzmasi, tevhid-i azâm suretinde onundur. Su mertebe-i uzma-i mâlikiyet ve makam-i a'zam-i tevhidin bir hüccet-i kübrasi, lâtif bir zamanda ve lâtif bir hatirada, Arabî ibaresinde, su âcizin hatirina ilka edildi. O lâtif hatiranin hatiri için, ayni ibare-i Arabiyeyi kaydedip, sonra mealini yazacagiz.

    لَهُ الْمُلْكُ ِلاَنَّ ذَاكَ الْعَالَمَ الْكَبِيرَ كَهذَ الْعَالَمِ الصَّغِيرِ *

    مَصْنُوعَا قُدْرَتِهِ مَكْتُوبَا قَدَرِهِ
    * اِبْدَاعُهُ لِذَاكَ صَيَّرَهُ مَسْجِدًا
    *اِيجَادُهُ لِهذَا صَيَّرَهُ سَاجِدًا اِنْشَاؤُهُ لِذَاكَ صَيَّرَ ذَاكَ مِلْكًا

    * اِيجَادُهُ لِهذَا صَيَّرَهُ مَمْلُوكًا


    Seni çok Özledim Annem

  4. #4
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 20. MEKTUP

    sh: » (M: 248)

    صَنْعَتُهُ فِى ذَاكَ تَظَاهَرَتْ كِتَابًا
    صِبْغَتُهُ فِى هذَا تَزَاهَرَتْ خِطَابًا
    {
    قُدْرَتُهُ فِى ذَاكَ تُظْهِرُ حِشْمَتَهُ {
    رَحْمَتُهُ فِى هذَا تُنَظِّمُ نِعْمَتَهُ { حِشْمَتَهُ فِى ذَاكَ تَشْهَدُ هُوَ الْوَاحِدُ
    نِعْمَتُهُ فِى هذَا تُعْلِنُ هُوَ اْلاَحَدُ { سِكَّتُهُ فِى ذَاكَ فِى الْكُلِّ وَاْلأَجْزَاءِ

    {
    خَاتَمُهُ فِى هذَا فِى الْجِسْمِ وَ اْلاَعْضَاءِ {

    Birinci Fikra:
    ذَاكَ الْعَالَمَ الْكَبِيرَ...الخ Yani: Su kâinat denilen âlem-i ekber ve insan denilen onun misal-i musaggari olan âlem-i asgar, kudret ve kader kalemiyle yazilan âfâkî ve enfüsî vahdaniyet delailini gösteriyorlar. Evet kâinattaki san'at-i muntazamanin küçük bir mikyasta, nümunesi insanda vardir. O daire-i kübradaki san'at, Sâni'-i Vâhid'e sehadet ettigi gibi, su insanda olan küçük mikyastaki hurdebinî san'at dahi, yine o Sani'a isaret eder, vahdetini gösterir. Hem nasilki su insan gayet manidar bir mektub-u Rabbânîdir, muntazam bir kaside-i kaderdir.. öyle de su kâinat dahi, ayni o kalem-i kaderle, fakat büyük bir mikyasta yazilmis muntazam bir kaside-i kaderdir. Hiç mümkün müdür ki; hadsiz alâmet-i farika ile bütün insanlara bakan su insan yüzündeki sikke-i vahdete ve bütün mevcudati omuz omuza, el ele, bas basa veren kâinat üstündeki hâtem-i vahdaniyete, Vâhid-i Ehad'den baska bir sey'in müdahalesi bulunsun?
    Ikinci Fikra:
    اِبْدَاعُهُ لِذَاكَ...الخ Meali sudur: Sani-i Hakîm, âlem-i ekberi öyle bedi' bir surette halk edip âyât-i kibriyâsini üstünde naksetmis ki; kâinati bir mescid-i kebir sekline döndürmüs ve insani dahi öyle bir tarzda îcad edip, ona akil vererek, onunla o mu'cizat-i san'atina ve o bedi' kudretine karsi secde-i hayret ettirerek, ona âyât-i kibriyâyi okutturup, kemerbeste-i ubûdiyet ettirerek, o mescid-i kebirde bir abd-i sâcid fitratinda yaratmistir. Hiç mümkün müdür ki: Su mescid-i kebirin içindeki sâcidlerin, âbidlerin mabud-u hakikîleri; o Sâni'-i Vâhid-i Ehad'den baskasi olabilsin?.
    sh: » (M: 249)
    Üçüncü Fikra:
    اِنْشَائُهُ لِذَاكَ...الخ Meali sudur ki: O Mâlik-ül Mülk-i Zülcelâl, âlem-i ekberi, bahusus Küre-i Arz yüzünü öyle bir surette insa ederek yapmistir ki; birbiri içinde hadsiz daireler olup, herbir daire bir tarla hükmünde olup, vakit-bevakit, mevsim-bemevsim, asir-beasir; eker, biçer, mahsulat alir. Mütemadiyen mülkünü çalistirir, tasarruf eder. En büyük daire olan zerrat âlemini bir tarla yapip, her zaman kâinat kadar mahsulati; kudretiyle, hikmetiyle onda eker, biçer, kaldirir. Âlem-i sehadetten âlem-i gayba, daire-i kudretten daire-i ilme gönderir. Sonra mutavassit bir daire olan zemin yüzünü, aynen öyle bir mezraa yapmis ki; mevsim-bemevsim âlemleri, enva'lari içinde eker, biçer, kaldirir. Manevî mahsulatini dahi gaybî, uhrevî, misalî ve manevî âlemlerine gönderir. Daha küçük bir daire olan bir bahçeyi yine yüz defa, bin defa kudretle doldurup, hikmetle bosalttiriyor. Daha küçük bir daire olan bir zîhayati, meselâ bir agaci, bir insani, yüz defa onun kadar, ondan mahsulat alir. Demek o Mâlik-ül Mülk-i Zülcelâl; küçük-büyük, cüz'î-küllî hersey'i birer model hükmünde insa ederek, yüzler tarzda, taze taze nakislarla münakkas mensucat-i san'atini onlara giydirir; cilve-i esmâsini, mu'cizat-i kudretini izhar eder. Kendi mülkünde herbir sey'i, birer sahife hükmünde insa etmis; her sahifede, yüzer tarzda manidar mektubatini yazar; hikmetinin âyâtini izhar eder, zîsuurlara okutturur. Su âlem-i ekberi, mülk seklinde insa etmekle beraber; su insani dahi öyle bir surette halketmistir ve ona öyle cihazat ve âletler ve havas ve hissiyatlar ve bilhassa nefs, heva ve ihtiyaç ve istiha ve hirs ve dava vermistir ki; o genis mülkünde, bütün mülke muhtaç bir memlûk hükmüne getirmistir.
    Iste hiç mümkün müdür ki: Pek büyük olan âlem-i zerrattan tâ bir sinege kadar bütününü mülk ve tarla yapan ve küçük insani, o büyük mülke nâzir ve müfettis ve çiftçi ve tüccar ve dellâl ve âbid ve memlûk yaptiran ve kendine, muhterem bir misafir ve sevgili bir muhatab ittihaz eden o Mâlik-ül Mülk-i Zülcelâl'den baska, o mülke tasarruf edip, o memlûke seyyid olabilsin?
    Dördüncü Fikra:
    صَنْعَتُهُ فِى ذَاكَ...الخ ibaresidir. Meali sudur ki: Sâni'-i Zülcelâl'in âlem-i ekberdeki san'ati o derece manidardir ki; o san'at, bir kitab suretinde tezahür edip, kâinati bir kitab-i
    sh: » (M: 250)
    kebir hükmüne getirdiginden, akl-i beser, hakikî fenn-i hikmet kütübhanesini ondan aldi ve ona göre yazdi. Ve o kitab-i hikmet, o derece hakikatla bagli ve hakikattan meded aliyor ki, büyük Kitab-i Mübin'in bir nüshasi olan Kur'an-i Hakîm seklinde ilân edildi. Hem nasilki kâinattaki san'ati, kemal-i intizamindan kitab sekline girdi; insandaki sibgati ve naks-i hikmeti dahi, hitab çiçegini açti. Yani o san'at, o derece manidar ve hassas ve güzeldir ki; o makine-i zîhayattaki cihazati, fonograf gibi nutka geldi, söylettirdi. Ve öyle bir ahsen-i takvim içinde bir sibga-i Rabbaniye vermis ki; o maddî, cismanî, camid kafada; manevî, gaybî, hayatdar olan beyan ve hitab çiçegi açildi. Ve o insan kafasindaki kabiliyet-i nutk beyana, o derece ulvî cihazat ve istidad verdi ki; Sultan-i Ezelî'ye muhatab olacak bir makamda inkisaf ettirdi, terakki verdi. Yani fitrat-i insaniyedeki sibgat-i Rabbaniye, hitab-i Ilâhî çiçegini açti. Hiç mümkün müdür ki: Kitab derecesine gelen bütün mevcudattaki san'ata ve hitab makamina gelen insandaki o sibgata, Vâhid-i Ehad'den baskasi karisabilsin? Hâsâ!..
    Besinci Fikra:
    قُدْرَتُهُ فِى ذَاكَ...الخ ibaresidir. Meâli sudur ki: Kudret-i Ilâhiye âlem-i ekberde, hasmet-i Rububiyetini gösteriyor. Rahmet-i Rabbaniye ise âlem-i asgar olan insanda, nimetleri tanzim ediyor. Yani Sani'in kudreti, kibriyâ ve celâl noktasinda, kâinati öyle muhtesem bir saray seklinde icad ediyor ki; Günes'i büyük bir elektrik lâmbasi, Kamer'i kandil ve yildizlari mumlar meyveleriyle yaldizlar, elektrikler. Ve zemin yüzünü bir sofra, bir tarla, bir bahçe, bir haliçe ve daglari birer mahzen, birer direk, birer kal'a ve hakeza bütün esyayi büyük bir mikyasta o büyük sarayin levazimati sekline getirerek, sasaali bir surette hasmet-i rububiyetini gösterdigi gibi; cemal noktasinda rahmeti dahi en küçük zîhayata kadar her zîruha enva'-i nimetini verir, onun ile tanzim eder.. bastan asagiya kadar nimetlerle süsleyip, lütf u keremle tezyin eder ve o hasmet-i celaliyeye karsi cemal-i rahmetini o küçücük lisanlarla o büyük lisana karsi çikarir. Yani: Günes ve Ars gibi büyük cirmler, hasmet lisaniyla "ya Celil, ya Kebîr, ya Azîm" dedikleri vakit; sinek ve semek gibi o küçücük zîhayatlar dahi rahmet lisaniyla "ya Cemil, ya Rahîm, ya Kerim" diyerek o musika-i kübraya latif nagamatlarini katiyorlar, tatlilastiriyorlar. Hiç mümkün müdür ki: O Celil-i Zülcemâl'den ve o Cemil-i Zülcelâl'den baska birsey,
    sh: » (M: 251)


    Seni çok Özledim Annem

  5. #5
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 20. MEKTUP

    sh: » (M: 251)
    kendi basiyla su âlem-i ekber ve asgara îcad cihetinde müdahale edebilsin? Hâsâ!..

    Altinci Fikra: حِشْمَتُهُ فِى ذَاكَ...الخ ibaresidir. Meâli sudur ki: Yani, kâinatin heyet-i mecmuasinda tezahür eden hasmet-i Rububiyet, vahdâniyet-i Ilâhiyeyi isbat edip gösterdigi gibi; zîhayatlarin cüz'iyatlarina mukannen erzaklarini veren nimet-i Rabbaniye dahi, ehadiyet-i Ilâhiyeyi isbat edip gösterir. Vâhidiyet ise, bütün o mevcudat birinindir ve birine bakar ve birinin icadidir demektir. Ehadiyet ise; herbir seyde, Hâlik-i Külli Sey'in ekser esmâsi tecelli ediyor demektir. Meselâ Günesin ziyasi, bütün zeminin yüzünü ihata ettigi haysiyetiyle, vâhidiyet misalini gösterir. Ve herbir seffaf cüz'de ve su katrelerinde, Günesin ziyasi ve harareti ve ziyasindaki yedi rengi ve bir nevi gölgesi bulunmasi, ehadiyet misalini gösterir. Ve herbir seyde hususan zîhayatta ve bilhassa herbir insanda; o Sani'in ekser esmasi onda tecelli ettigi cihetle, ehadiyeti gösterir.
    Iste su fikra isaret eder ki: Kâinatta tasarruf eden hasmet-i Rububiyet, o koca Günes'i su zemin yüzündeki zîhayatlara bir hizmetkâr, bir lâmba, bir ocak; ve koca Küre-i Zemini onlara bir besik, bir menzil bir ticaretgâh; ve atesi, heryerde hazir bir asçi ve dost; ve bulutu, süzgeç ve murdia; ve daglari, mahzen ve anbar; ve havayi, zîhayata enfas ve nüfusa yelpaze; ve suyu, yeniden hayata girenlere süt emziren dâye ve hayvanata âb-i hayat veren bir serbetçi hükmüne getiren Rububiyet-i Ilâhiye, gayet vazih bir surette vahdâniyet-i Ilâhiyeyi gösterir. Evet Hâlik-i Vâhid'den baska kim Günes'i Arzlilara müsahhar bir hizmetkâr eder? Ve o Vâhid-i Ehad'den baska kim havayi elinde tutar, pek çok vazifelerle tavzif edip, rûy-i zeminde çevik-çalak bir hizmetkâr eder? Ve o Vâhid-i Ehad'den baska kimin haddine düsmüstür ki, atesi asçi yapsin ve kibrit basi kadar bir zerrecik atese, binler batman esyayi yuttursun ve hakeza... Herbirsey, herbir unsur herbir ecram-i ulviye, o hasmet-i rububiyet noktasinda Vâhid-i Zülcelâl'i gösterir.
    Iste celâl ve hasmet noktasinda vâhidiyet göründügü gibi, cemal ve rahmet noktasinda dahi nimet ve ihsan, ehadiyet-i Ilâhiyeyi ilân eder. Çünki zîhayatta ve bilhassa insanda, o derece san'at-i câmia içinde; hadsiz enva'-i nimeti anlayacak, kabul edecek, isteyecek cihazat ve âletler vardir ki; bütün kâinatta tecelli
    sh: » (M: 252)
    eden bütün esmâsinin cilvesine mazhardir. Âdeta bir nokta-i mihrakiye hükmünde, bütün esmâ-i hüsnâyi birden mahiyetinin âyinesiyle gösterir ve onunla ehadiyet-i Ilâhiyeyi ilân eder.
    Yedinci Fikra:
    سِكَّتُهُ فِى ذَاكَ فِى الْكُلِّ وَاْلاَجْزَاءِ خَاتَمُهُ فِى هذَا فِى الْجِسْمِ وَاْلاَعْضَاءِ Meâli sudur ki: Sâni'-i Zülcelâl âlem-i ekberin heyet-i mecmuasinda bir sikke-i kübrasi oldugu gibi, bütün eczasinda ve enva'inda dahi birer sikke-i vahdet koymustur. Âlem-i asgar olan insanin cisminde ve yüzünde birer hâtem-i vahdâniyet bastigi gibi, herbir âzasinda dahi, birer mühr-ü vahdeti vardir. Evet o Kadîr-i Zülcelâl her seyde, külliyatta ve cüz'iyatta, yildizlarda ve zerrelerde birer sikke-i vahdet koymustur ki; ona sehadet eder. Ve birer mühr-ü vahdâniyet basmistir ki, ona delâlet eder. Su hakikat-i uzma, Yirmiikinci Söz'de ve Otuzikinci Söz'de ve Otuzüçüncü Mektub'un otuzüç aded Penceresinde gayet parlak ve kat'î bir surette îzah ve isbat edildiginden onlara havâle edip, sözü keser, burada hâtime veririz.
    BESINCI KELIME:
    لَهُ الْحَمْدُ Yani: Bütün mevcudatta sebeb-i medh ü sena olan kemalât onundur. Öyle ise, hamd dahi ona aittir. Ezelden ebede kadar her kimden her kime karsi gelen ve gelecek medh ü sena ona aittir. Çünki sebeb-i medh olan nimet ve ihsan ve kemâl ve cemâl ve medar-i hamd olan hersey onundur, ona aittir. Evet âyât-i Kur'aniyenin isaratiyla, bütün mevcudattan daimî bir surette dergâh-i Ilâhiyeye giden bir ubudiyettir, bir tesbihtir, bir secdedir, bir duadir ve bir hamd ü senadir ki; daimî o dergâha gidiyor. Su hakikat-i Tevhidi isbat eden bir bürhan-i azama söyle isaret ederiz ki:
    Su kâinata baktigimiz vakit, bagistan seklinde; sakfi ulvî yildizlarla yaldizlanmis, zemini zînetli mevcudatla senlenmis surette görünüyor. Iste su bagistandaki muntazam nuranî ecram-i ulviye ve hikmetli ve zînetli mevcudat-i süfliye, umumen herbiri lisan-i mahsusuyla derler ki: Biz bir Kadîr-i Zülcelâl'in mu'cizat-i kudretiyiz. Bir Hâlik-i Hakîm ve bir Sani'-i Kadîr'in vahdetine sehadet ederiz.
    Ve su bagistan-i âlem içindeki Küre-i Arz'a bakiyoruz,
    sh: » (M: 253)
    görüyoruz ki: Bir bahçe seklinde rengârenk yüzbinler süslü çiçekli nebatat taifeleri onda serilmis ve çesit çesit yüzbinler enva'-i hayvanat onda serpilmistir.
    Iste su zemin bahçesinde bütün o süslü nebatat ve zînetli hayvanat, muntazam suretleriyle ve mevzun sekilleriyle ilân ediyorlar ki: Biz birtek Sani'-i Hakîm'in san'atindan birer mu'cizesi, birer hârikasiyiz ve vahdaniyetin birer dellâli, birer sahidiyiz.
    Hem o bahçedeki agaçlarin baslarina bakar görürüz ki: Gayet derecede alîmane, hakîmane, kerimane, latifane, cemilane yapilmis muhtelif suretlerde meyveleri, çiçekleri görüyoruz. Iste sunlar bil'umum bir lisan ile ilân ederler ki: Biz, bir Rahman-i Zülcemâl'in ve bir Rahîm-i Zülkemâl'in mu'ciznüma hediyeleriyiz, hayret-nüma ihsanlariyiz.
    Iste bagistan-i kâinattaki ecram ve mevcudat ve Küre-i Arz bahçesindeki nebatat ve hayvanat ve escar ve nebatatin baslarindaki ezhar ve semerat; nihayet derecede yüksek bir sada ile sehadet eder, ilân eder, derler ki: Bizim Hâlikimiz ve Musavvirimiz ve bizi hediye veren Kadîr-i Zülcemâl, Hakîm-i Bîmisal, Kerim-i Pürneval hersey'e kadirdir. Hiçbir sey ona agir gelmez. Hiçbir sey daire-i kudretinden hariç olamaz. Kudretine nisbeten, zerreler yildizlar birdir. Küllî, cüz'î kadar kolaydir. Cüz', küll kadar kiymetlidir. En büyük, en küçük kadar kudretine nisbeten rahattir. Küçük, büyük kadar san'atlidir.. belki san'atça bazi küçük, büyükten daha büyüktür. Bütün mazideki acaib-i kudreti olan vukuat sehadet eder ki; o Kadîr-i Mutlak, bütün istikbaldeki acaib-i imkânata muktedirdir. Dünü getiren, yarini getirdigi gibi; maziyi icad eden o Zât-i Kadîr, istikbali dahi icad eder. Dünyayi yapan o Sani-i Hakîm, âhireti de yapar. Evet Mabud-u Bilhak yalniz O Kadîr-i Zülcelâl oldugu gibi, Mahmud-u Bil'itlak yine yalniz O'dur. Ibadet O'na mahsus oldugu gibi, hamd ve sena dahi O'na hastir. Hiç mümkün müdür ki: Semavat ve Arz'i halkeden bir Sani'-i Hakîm, Semavat ve Arz'in en mühim neticesi ve kâinatin en mükemmel meyvesi olan insanlari basibos biraksin, esbab ve tesadüfe havale etsin, hikmet-i bâhiresini abesiyete kalbetsin? Hâsâ!.. Hiç mümkün müdür ki: Hakîm, Alîm bir zât, bir agaci gayet ehemmiyetle tedbir ve tasvir edip ve gayet derecede hikmetle idare ve terbiye ettigi halde; o agacin gayesi, faidesi olan meyvelerine bakmayip ehemmiyet vermesin; hirsiz ellere, bos yerlere dagilsin, zayi' olsun? Elbette bakmamak, ehemmiyet ver-
    sh: » (M: 254)


    Seni çok Özledim Annem

  6. #6
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 20. MEKTUP

    memek olamaz. Çünki agaca ehemmiyet vermek, meyveleri içindir...
    Iste, su kâinatin zîsuuru ve en mükemmel meyvesi ve neticesi ve gayesi, insandir. Su kâinatin Sani-i Hakîm'i mümkün müdür ki, su zîsuur meyvelerin meyveleri olan hamd ve ibadeti, sükür ve muhabbeti baskalara verip hikmet-i bâhiresini hiçe indirsin veyahut kudret-i mutlakasini acze kalbettirsin.. veyahut ilm-i muhîtini cehle çevirsin? Yüzbin def'a hâsâ!

    Hiç mümkün müdür ki: Su kâinat sarayinin binasindaki makasid-i Rabbaniyenin medâri olan zîsuur ve zîsuurun serfirazi olan nev'-i insanin mazhar oldugu nimetlere mukabil izhar ettikleri sükür ve ibadeti, o saray-i kâinatin Sani'inden baskasina gitsin. Ve o Sani-i Zülcelal, o gayet-ül gaye olan sükür ve ibadeti baskalara gitmesine müsaade etsin.
    Hem hiç mümkün müdür ki: Hadsiz enva'-i ni'metiyle kendini zîsuurlara sevdirsin; ve hadsiz mu'cizat-i san'atiyla kendini onlara tanittirsin; sonra onlarin sükür ve ibadetlerini, hamd ve muhabbetlerini, marifet ve minnetdarliklarini esbaba ve tabiata terkedip ehemmiyet vermesin; hikmet-i mutlakasini inkâr ettirsin; saltanat-i rububiyetini hiçe indirsin! Yüzbin defa hâsâ ve kellâ!..
    Hiç mümkün müdür ki: Bir bahari halkedemeyen ve bütün meyveleri icad edemeyen ve yer yüzünde sikkeleri bir olan bütün elmalari insa edemeyen; onlarin bir misal-i musaggari olan bir elmayi halkedip ve o elmayi nimet olarak birisine yedirsin, sükrünü kazansin, Mahmud-u Bil'itlak'a hamd noktasinda istirak etsin? Hâsâ!.. Çünki bir elmayi halkeden kim ise, bütün dünyaya gelen elmalari icad eden yine O olabilir. Çünki sikke birdir. Hem elmalari icad eden kim ise, bütün dünyada medar-i rizk olan hububat ve semerati halkeden yine O'dur. Demek en küçük cüz'î bir zîhayata, en cüz'î bir nimeti veren, dogrudan dogruya kâinatin Hâlikidir ve Rezzak-i Zülcelâl'dir. Öyle ise sükür ve hamd, dogrudan dogruya O'na aittir. Öyle ise hakikat-i kâinat, daima hak lisaniyla der: لَهُ الْحَمْدُ مِنْ كُلِّ اَحَدٍ مِنَ اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبَدِ
    ALTINCI KELIME:
    يُحْيِى Yani: Hayat veren yalniz O'dur. Öyle ise, her sey'in Hâliki dahi yalniz O'dur. Çünki: Kâinatin
    sh: » (M: 255)
    ruhu, nuru, mayesi, esasi, neticesi, hülâsasi hayattir. Hayati veren kim ise, bütün kâinatin Hâliki da Odur. Hayati veren elbette O'dur, Hayy u Kayyûm'dur.
    Iste su mertebe-i tevhidin bürhan-i azamina söyle isaret ederiz ki: -Baska bir Söz'de izah ve isbat edildigi gibi- zemin yüzünün sahrasinda çadirlari kurulmus gayet muhtesem zîhayatlar ordusunu görüyoruz. Evet Hayy u Kayyum'un hadsiz ordularindan, her bahar mevsiminde yeni silâh altina alinmis, gaibden gelen taze bir ordu meydana çikmis görüyoruz. Su orduya bakiyoruz ki: Nebatat taifelerinden ikiyüzbinden ziyade ve hayvanat milletlerinden yine yüzbinden fazla çesit çesit muhtelif kavimler görüyoruz. Herbir milletin, herbir taifenin elbisesi ayri, erzaki ayri, talimati ayri, terhisati ayri, silâhlari ayri, müddet-i askeriyeleri ayri oldugu halde; bir kumandan-i azam hadsiz kudret ve hikmetiyle ve nihayetsiz ilim ve iradesiyle, bitmez rahmetiyle, tükenmez hazinesiyle, hiçbirini unutmayarak, sasirmayarak, karistirmayarak, geciktirmeyerek.. ayri ayri bütün o üçyüz binden ziyade milletleri ve taifeleri kemal-i intizam ile, tamam-i mizan ile, vakti vaktine ayri ayri erzaklarini, ayri ayri elbiselerini, ayri ayri silâhlarini vererek, ayri ayri talimat yaptirarak, ayri ayri terhisat ettigini, gözü bulunan bilmüsahede görür ve kalbi bulunan biaynelyakîn tasdik eder.
    Iste hiç mümkün müdür ki: Su ihya ve idareye ve su terbiye ve iaseye; o orduyu bütün suunatiyla ihata eden bir ilm-i muhitin ve o orduyu bütün levazimatiyla idare eden bir kudret-i mutlakanin sahibinden baskasi karisabilsin, müdahale edebilsin, onda hissesi olsun? Yüzbinler defa hâsâ!..
    Malûmdur ki: Bir taburda on millet bulunsa, ayri ayri techiz etmesi on tabur kadar güç oldugundan; âciz insanlar, ister istemez bir tarzda techize mecbur olmuslar. Halbuki Hayy u Kayyûm su muhtesem ordusu içinde, üçyüzbinden ziyade milletlere, ayri ayri techizat-i hayatiyeyi veriyor. Hem külfetsiz, müskilatsiz, kolay bir tarzda, hafif bir sekilde, gayet hakîmane ve intizam-perverane veriyor. Ve koca orduya, birtek lisan ile,
    هُوَ الّذِى يُحْيِى dedirtip; kâinat mescidinde o cemaat-i uzmaya اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ اْلحَىُّ الْقَيُّومُ لاَ تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَنَوْمٌ ilh... okutturuyor...
    sh: » (M: 256)
    YEDINCI KELIME:
    وَ يُمِيتُ Yani: Mevti veren O'dur. Yani: Hayati veren O oldugu gibi; hayati alan, mevti veren dahi yine O'dur. Evet mevt, yalniz tahrib ve sönmek degildir ki esbaba verilsin, tabiata havale edilsin. Belki nasil bir tohum zâhiren ölüp çürüyor, fakat bâtinen bir sünbülün hayatina ve yogurmasina.. yani cüz'î tohumluk hayatindan, küllî sünbül hayatina geçiyor. Öyle de mevt dahi zâhiren bir inhilâl ve bir intifa göründügü halde, hakikatta insan için, hayat-i bâkiyeye ünvan ve mukaddeme ve mebde' oluyor. Öyle ise hayati veren ve idare eden Kadîr-i Mutlak, yine elbette mevti dahi O icad eder. Su kelimedeki mertebe-i uzma-yi tevhidin bir bürhan-i azamina söyle isaret ederiz ki: Otuzüçüncü Mektub'un Yirmidördüncü Penceresi'nde beyan edildigi gibi: Su mevcudat, irade-i Ilâhiye ile seyyaledir. Su kâinat, emr-i Rabbanî ile seyyaredir. Su mahlukat, izn-i Ilâhî ile, zaman nehrinde mütemadiyen akiyor.. âlem-i gaybdan gönderiliyor, âlem-i sehadette vücud-u zâhirî giydiriliyor, sonra âlem-i gayba muntazaman yagiyor, iniyor. Ve emr-i Rabbanî ile, mütemadiyen istikbalden gelip, hâle ugrayarak teneffüs eder, maziye dökülür.
    Iste su mahlukatin su seyelani, gayet hakîmane rahmet ve ihsan dairesinde; ve su seyerani, gayet alîmane hikmet ve intizam dairesinde; ve su cereyani, gayet Rahîmane sefkat ve mizan dairesinde bastan asagiya kadar hikmetlerle maslahatlarla neticelerle ve gayelerle yapiliyor. Demek bir Kadîr-i Zülcelâl, bir Hakîm-i Zülkemâl mütemadiyen tavaif-i mevcudati ve her taife içindeki cüz'iyati ve o taifelerden tesekkül eden âlemleri, kudretiyle hayat verip tavzif eder. Sonra hikmetiyle terhis edip, mevte mazhar eder; âlem-i gayba gönderir. Daire-i kudretten, daire-i ilme çevirir. Iste hiç mümkün müdür ki: Su kâinati, heyet-i mecmuasiyla çevirmege muktedir olmayan ve bütün zamanlara hükmü geçmeyen ve âlemleri hayata ve mevte bir ferd gibi mazhar etmege kudreti yetmeyen ve baharlari, bir çiçek gibi hayat verip, yer yüzüne takip, sonra mevt ile ondan koparip alamayan bir zât; mevt ve imateye sahib çikabilsin? Evet en cüz'î bir zîhayatin mevti dahi, hayati gibi bütün hakaik-i hayat ve enva'-i mevt elinde bulunan bir Zât-i Zülcelal'in kanunuyla, izniyle, emriyle, kuvvetiyle, ilmiyle olmak zarurîdir.
    SEKIZINCI KELIME:
    وَ هُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ Yani: Hayati daimîdir,
    sh: » (M: 257)


    Seni çok Özledim Annem

  7. #7
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 20. MEKTUP

    sh: » (M: 257)
    ezelî ve ebedîdir. Mevt ve fena, adem ve zeval ona âriz olamaz. Çünki hayat, O'na zâtîdir. Zâtî olan, zâil olamaz. Evet ezelî olan elbette ebedîdir. Kadîm olan, elbette bâkidir. Vâcib-ül Vücud olan, elbette sermedîdir. Evet bir hayat ki, bütün vücud, bütün envariyla onun gölgesidir. Nasil adem O'na âriz olabilir? Evet bir hayat ki, vâcib bir vücud O'nun lâzimi ve ünvanidir; elbette adem ve fena hiçbir cihetle O'na âriz olamaz. Evet bir hayat ki; bütün hayatlar mütemadiyen O'nun cilvesiyle zuhura gelir ve bütün hakaik-i sabite-i kâinat O'na istinad eder, O'nunla kaimdir; elbette hiçbir cihetle fena ve zeval O'na âriz olamaz. Evet bir hayat ki; O'nun bir lem'a-i cilvesi, maruz-u fena ve zeval olan esya-yi kesîreye bir vahdet verip bekaya mazhar eder ve dagilmaktan kurtarir ve vücudunu muhafaza eder ve bir nevi bekaya mazhar eder. Yani hayat; kesrete bir vahdet verir, ibka eder. Hayat gitse; dagilir, fenaya gider. Elbette öyle hadsiz lemaat-i hayatiye bir cilvesi olan hayat-i vâcibeye, zeval ve fena yanasamaz. Su hakikata sahid-i kati', su kâinatin zeval ve fenasidir. Yani mevcudat vücudlariyla, hayatlariyla nasilki o Hayy-i Lâyemut'un hayatina ve o hayatin vücub-u vücuduna delalet ve sehadet ederler (Hâsiye); öyle de: Mevtleriyle, zevalleriyle o hayatin bekasina, sermediyetine delalet eder ve sehadet ederler. Çünki mevcudat zevale gittikten sonra, arkalarinda yine kendileri gibi hayata mazhar olup yerlerine geldiklerinden gösteriyor ki; daimî bir zîhayat var ki, mütemadiyen cilve-i hayati tazelendiriyor. Nasilki Günes'e karsi cereyan eden bir nehrin yüzünde kabarciklar parlar gider. Gelenler ayni parlamayi gösterip, taife taife arkasinda parlayip sönüp gider. Bu sönmek, parlamak vaziyetiyle; yüksek daimî bir Günes'in devamina delalet ederler. Öyle de, su mevcudat-i seyyaredeki hayat ve mevtin degismeleri ve münavebeleri, bir Hayy-i Bâki'nin beka ve devamina sehadet ederler.

    Evet su mevcudat âyinelerdir. Fakat zulmet nura âyine oldugu gibi, hem karanlik ne derece siddetli ise o derece nurun parlamasini gösterdigi gibi, çok cihetlerle ziddiyet noktasinda âyinedarlik ederler. Meselâ: Nasilki mevcudat acziyle kudret-i
    _________________________
    (Hâsiye): Hazret-i Ibrahim Aleyhisselâm'in Nemrud'a karsi imâte ve ihyâda Günes'in tulû' ve gurubuna intikali, cüz'î imâte ve ihyâdan küllî imâte ve ihyâya intikaldir ve bir terakkidir. O delilin en parlak ve en genis dairesini göstermektir. Yoksa bir kisim ehl-i tefsirin dedikleri gibi, hafî delili birakip, zâhir delile çikmak degildir.

    sh: » (M: 258)
    Sani'a âyinedarlik eder, fakriyla ginasina âyinedar olur. Öyle de, fenasiyla bekasina âyinedarlik eder. Evet zeminin yüzü ve yüzündeki escarin kistaki vaziyet-i fakiraneleri ve baharda sasaa-pas olan servet ve ginalari gayet kat'î bir surette, bir Kadîr-i Mutlak ve Ganiyy-i Alelitlak'in kudret ve rahmetine âyinedarlik eder. Evet bütün mevcudat, güya lisan-i hal ile, Veysel Karanî gibi söyle münacat ederler; derler ki:
    "Yâ Ilâhenâ! Rabbimiz sensin! Çünki biz abdiz. Nefsimizin terbiyesinden âciziz. Demek bizi terbiye eden sensin!.. Hem sensin Hâlik! Çünki biz mahlûkuz, yapiliyoruz. Hem Rezzak sensin! Çünki biz rizka muhtaciz, elimiz yetismiyor. Demek bizi yapan ve rizkimizi veren sensin. Hem sensin Mâlik! Çünki biz memlûküz. Bizden baskasi bizde tasarruf ediyor. Demek mâlikimiz sensin. Hem sen Aziz'sin, izzet ve azamet sahibisin! Biz zilletimize bakiyoruz, üstümüzde bir izzet cilveleri var. Demek senin izzetinin âyinesiyiz. Hem sensin Ganiyy-i Mutlak! Çünki biz fakiriz. Fakrimizin eline yetismedigi bir gina veriliyor. Demek gani sensin, veren sensin. Hem sen Hayy-i Bâki'sin! Çünki biz ölüyoruz. Ölmemizde ve dirilmemizde, bir daimî hayat verici cilvesini görüyoruz. Hem sen Bâki'sin! Çünki biz, fena ve zevalimizde senin devam ve bekani görüyoruz. Hem cevab veren, atiyye veren sensin! Çünki biz umum mevcudat, kalî ve hâlî dillerimizle daimî bagirip istiyoruz, niyaz edip yalvariyoruz. Arzularimiz yerlerine geliyor, maksudlarimiz veriliyor. Demek bize cevab veren sensin. Ve hâkeza..."
    Bütün mevcudatin, küllî ve cüz'î herbirisi birer Veysel Karânî gibi, bir münacat-i maneviye suretinde bir âyinedarliklari var. Acz ve fakr ve kusurlariyla, kudret ve kemâl-i Ilahîyi ilân ediyorlar.
    DOKUZUNCU KELIME:
    بِيَدِهِ الْخَيْرُ Yani: Bütün hayrat onun elinde, bütün hasenat onun defterinde, bütün ihsanat onun hazinesindedir. Öyle ise hayr isteyen ondan istemeli, iyilik arzu eden ona yalvarmali... Su kelimenin hakikatini kat'î bir surette göstermek için, ilm-i Ilâhînin hadsiz delillerinden bir genis deliline, emarelerine ve lem'alarina söyle isaret eder ve deriz ki:
    Su kâinatta görünen ef'al ile tasarruf edip icad eden Sani'in, bir
    sh: » (M: 259)
    muhit ilmi var. Ve o ilim, onun zâtinin hâssa-i lâzime-i zaruriyesidir, infikaki muhaldir. Nasilki Günes'in zâti bulunup ziyasi bulunmamak kabil degil; öyle de binler derece ondan ziyade kabil degildir ki, su muntazam mevcudati icad eden zâtin ilmi ondan infikak etsin. Su ilm-i muhit, o zâta lâzim oldugu gibi, taalluk cihetiyle hersey'e dahi lâzimdir. Yani, hiçbir sey ondan gizlenmesi kabil degildir. Perdesiz, Günes'e karsi zemin yüzündeki esya, Günes'i görmemesi kabil olmadigi gibi; o Alîm-i Zülcelal'in nur-u ilmine karsi esyanin gizlenmesi, bin derece daha gayr-i kabildir, muhaldir. Çünki huzur var. Yani hersey daire-i nazarindadir ve mukabildir ve daire-i suhudundadir ve hersey'e nüfuzu var. Su camid Günes, su âciz insan, su suursuz röntgen suai gibi zînurlar; hâdis, nâkis ve ârizî olduklari halde, onlarin nurlari, mukabilindeki her sey'i görüp nüfuz ederlerse; elbette vâcib ve muhit ve zâtî olan nur-u ilm-i ezelîden hiçbir sey gizlenemez ve haricinde kalamaz. Su hakikata isaret eden kâinatin hadd ü hesaba gelmez alâmetleri, âyetleri vardir. Ezcümle:
    Bütün mevcudatta görünen bütün hikmetler, o ilme isaret eder. Çünki hikmet ile is görmek ilim ile olur. Hem bütün inayetler, tezyinatlar o ilme isaret eder. Inayetkârane, lütufkârane is gören; elbette bilir ve bilerek yapar. Hem herbiri birer mizan içindeki bütün intizamli mevcudat ve herbiri birer intizam içindeki bütün mizanli ve ölçülü hey'at, yine o ilm-i muhîte isaret eder. Çünki intizam ile is görmek, ilim ile olur. Ölçü ile, tarti ile san'atkârane yapan; elbette kuvvetli bir ilme istinaden yapar. Hem bütün mevcudatta görünen muntazam miktarlar, hikmet ve maslahata göre biçilmis sekiller, bir kazanin düsturuyla ve kaderin pergâriyla tanzim edilmis gibi meyvedar vaziyetler ve heyetler, bir ilm-i muhiti gösteriyor.
    Evet esyaya ayri ayri muntazam suretler vermek, hersey'in mesalih-i hayatiyesine ve vücuduna lâyik mahsus bir sekil vermek, bir ilm-i muhît ile olur, baska surette olamaz.
    Hem bütün zîhayata, herbirisine lâyik bir tarzda, münasib vakitte, ummadigi yerde riziklarini vermek; bir ilm-i muhît ile olur. Çünki rizki gönderen; rizka muhtaç olanlari bilecek, taniyacak, vaktini bilecek, ihtiyacini idrak edecek, sonra rizkini lâyik bir tarzda verebilir.
    Hem umum zîhayatin, ibham ünvani altinda bir kanun-u


    Seni çok Özledim Annem

  8. #8
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 20. MEKTUP

    sh: » (M: 260)
    taayyüne bagli olan ecelleri, ölümleri bir ilm-i muhîti gösteriyor. Çünki her taifenin, gerçi ferdlerin zâhiren muayyen bir vakt-i eceli görünmüyor, fakat o taifenin iki had ortasinda mahdud bir zamanda ecelleri muayyendir. O ecel hengâminda, o sey'in arkasinda vazifesini idame edecek olan neticesinin, meyvesinin, çekirdeginin muhafazasi ve bir taze hayata inkilab ettirmesi; yine o ilm-i muhîti gösteriyor.

    Hem bütün mevcudata samil, herbir mevcuda lâyik bir surette rahmetin taltifati; bir rahmet-i vâsia içinde bir ilm-i muhîti gösteriyor. Çünki meselâ zîhayatin etfallerini süt ile iase eden ve zeminin suya muhtaç nebatatina yagmur ile yardim eden; elbette etfali tanir, ihtiyaçlarini bilir ve o nebatati görür ve yagmurun onlara lüzumunu derkeder sonra gönderir ve hakeza... Bütün hikmetli, inayetli rahmetinin hadsiz cilveleri; bir ilm-i muhîti gösteriyor.
    Hem bütün esyanin san'atindaki ihtimamat ve san'atkârane tasvirat ve mâhirane tezyinat, bir ilm-i muhîti gösteriyor. Çünki binler vaziyet-i muhtemele içinde, muntazam ve müzeyyen, san'atli ve hikmetli bir vaziyeti intihab etmek, derin bir ilim ile olur. Bütün esyadaki su tarz-i intihabat, bir ilm-i muhîti gösteriyor.
    Hem icad ve ibda'-i esyada kemal-i sühulet, bir ilm-i ekmele delalet eder. Çünki bir isde kolaylik ve bir vaziyette sühulet, derece-i ilim ve meharetle mütenasibdir. Ne kadar ziyade bilse, o derece kolay yapar.
    Iste su sirra binaen herbiri birer mu'cize-i san'at olan mevcudata bakiyoruz ki; hayret-nüma bir derecede sühuletle, kolaylikla, külfetsiz, dagdagasiz, kisa bir zamanda fakat mu'ciznüma bir surette îcad edilir. Demek hadsiz bir ilim vardir ki, hadsiz sühuletle yapilir ve hakeza... Mezkûr emareler gibi binler alâmet-i sadika var ki, su kâinatta tasarruf eden zâtin muhît bir ilmi vardir. Ve hersey'i bütün suunatiyla bilir, sonra yapar. Mâdem su kâinat sahibinin böyle bir ilmi vardir; elbette insanlari ve insanlarin amellerini görür ve insanlar neye lâyik ve müstehak olduklarini bilir, hikmet ve rahmetin muktezasina göre onlarla muamele eder ve edecek.
    Ey insan! Aklini basina al, dikkat et! Nasil bir zât seni bilir ve bakar, bil ve ayil!..
    sh: » (M: 261)
    Eger denilse: Yalniz ilim kâfi degildir, irade dahi lâzimdir. Irade olmazsa, ilim kâfi gelmez?
    Elcevap: Bütün mevcudat nasilki bir ilm-i muhîte delalet ve sehadet eder. Öyle de: O ilm-i muhît sahibinin irade-i külliyesine dahi delalet eder. Söyle ki: Herbir sey'e, hususan herbir zîhayata pek çok müsevves ihtimalât içinde, muayyen bir ihtimal ile ve pek çok akîm yollar içinde neticeli bir yol ile ve pek çok imkânat içinde mütereddid iken gayet muntazam bir tesahhus verilmesi; hadsiz cihetlerle bir irade-i külliyeyi gösteriyor. Çünki hersey'in vücudunu ihata eden hadsiz imkânat ve ihtimalât içinde ve semeresiz akîm yollarda ve karisik ve yeknesak sel gibi mizansiz akan câmid unsurlardan gayet hassas bir ölçü ile, nazik bir tarti ile ve gayet ince bir intizam ile, nazenin bir nizam ile verilen mevzun sekil ve muntazam tesahhus; bizzarure ve bilbedahe belki bilmüsahede, bir irade-i külliyenin eseri oldugunu gösterir. Çünki hadsiz vaziyetler içinde bir vaziyeti intihab etmek; bir tahsis, bir tercih, bir kasd ve bir irade ile olur ve amd ve arzu ile tahsis edilir. Elbette tahsis, bir muhassisi iktiza eder. Tercih, bir müreccihi ister. Muhassis ve müreccih ise iradedir. Meselâ: Insan gibi yüzler muhtelif cihazat ve âlâtin makinasi hükmünde olan bir vücudun, bir katre sudan.. ve yüzer muhtelif azasi bulunan bir kusun, basit bir yumurtadan.. ve yüzer muhtelif kisimlara ayrilan bir agacin, basit bir çekirdekten icadlari; kudret ve ilme sehadet ettikleri gibi, gayet kat'î ve zarurî bir tarzda onlarin Sani'inde bir irade-i külliyeye delalet ederler ki, o irade ile, o sey'in hersey'ini tahsis eder ve o irade ile her cüz'üne, her uzvuna, her kismina ayri, has bir sekil verir, bir vaziyet giydirir.
    Elhasil: Nasilki esyada, meselâ hayvanattaki ehemmiyetli âzanin, esasat ve netâic itibariyle birbirlerine benzeyisleri ve tevafuklari ve birtek sikke-i vahdet izhar etmeleri, nasil kat'î olarak delâlet ediyor ki; umum hayvanatin Sani'i birdir, Vâhid'dir, Ehad'dir. Öyle de: O hayvanatin ayri ayri tesahhuslari ve sîmalarindaki baska baska hikmetli taayyün ve temeyyüzleri delâlet eder ki; onlarin Sani-i Vâhid'i, fâil-i muhtardir ve iradelidir; istedigini yapar, istemedigini yapmaz; kasd ve irade ile isler. Mâdem ilm-i Ilâhîye ve irade-i Rabbaniyeye mevcudat adedince, belki mevcudatin suûnati adedince delâlet ve sehadet vardir. Elbette bir kisim feylesoflarin irade-i Ilâhiyeyi nefy ve bir kisim ehl-i bid'atin kaderi inkâr ve bir kisim ehl-i dalaletin, cüz'iyata adem-i ittilaini
    sh: » (M: 262)
    iddia etmeleri ve tabiiyyunun, bir kisim mevcudati tabiat ve esbaba isnad etmeleri; mevcudat adedince muzaaf bir yalanciliktir ve mevcudatin suunati adedince muzaaf bir dalâlet divaneligidir. Çünki hadsiz sehadet-i sâdikayi tekzib eden, hadsiz bir yalancilik islemis olur.
    Iste, mesiet-i Ilahiye ile vücuda gelen islerde; "Insâallah Insâallah" yerinde, bilerek "tabiî tabiî" demek, ne kadar hata ve muhalif-i hakikat oldugunu kiyas et...
    ONUNCU KELIME: وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ Yani: Hiçbir sey ona agir gelemez. Daire-i imkânda ne kadar esya var, o esyaya gayet kolay vücud giydirebilir. Ve o derece ona kolay ve rahattir ki: اِنمَّاَ اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا ilh... sirriyla, güya yalniz emreder, yapilir. Nasilki gayet mâhir bir san'atkâr; ziyade kolay bir tarzda, elini ise dokundurur dokundurmaz, makina gibi isler. Ve o sür'at ve mehareti ifade için denilir ki: O is ve san'at, ona o kadar müsahhardir ki; güya emriyle, dokunmasiyla isler oluyor; san'atlar vücuda geliyor. Öyle de: Kadîr-i Zülcelâl'in kudretine karsi esyanin nihayet derecede müsahhariyet ve itaatine ve o kudretin nihayet derecede külfetsiz ve sühuletle is gördügüne isareten,
    اِنمَّاَ اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ ferman eder. Su hakikat-i uzmanin hadsiz esrarindan bes sirrini bes nüktede beyan edecegiz:
    Birincisi: Kudret-i Ilâhiyeye nisbeten en büyük sey, en küçük sey kadar kolaydir. Bir nev'in umum efradiyla icadi, bir ferd kadar külfetsiz ve rahattir. Cennet'i halketmek, bir bahar kadar kolaydir. Bir bahari îcad etmek, bir çiçek kadar rahattir. Su sirri îzah ve isbat eden hasre dair Onuncu Söz'ün âhirinde, hem melâike ve beka-i ruh ve hasre dair Yirmidokuzuncu Söz'de hasir mes'elesinde, Ikinci Esas'in beyaninda zikredilen "nuraniyet sirri", "seffafiyet sirri", "mukabele sirri", "müvazene sirri", "intizam sirri", "itaat sirri", alti temsil ile isbat edilerek gösterilmistir ki: Kudret-i Ilâhiyeye nisbeten yildizlar, zerreler gibi kolaydir; hadsiz efrad bir ferd kadar külfetsiz ve rahatça îcad edilir. Mâdem o iki Söz'de bu alti sir isbat edilmis, onlara havâle ederek burada kisa keseriz.


    Seni çok Özledim Annem

  9. #9
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 20. MEKTUP

    sh: » (M: 263)
    Ikincisi: Kudret-i Ilâhiyeye nisbeten hersey müsavi olduguna delîl-i kâti' ve bürhan-i sâti' sudur ki: Hayvanat ve nebatatin îcadinda, gözümüzle görüyoruz, hadsiz bir sehavet ve kesret içinde, nihayet derecede bir itkan, bir hüsn-ü san'at bulunuyor. Hem nihayet derecede karisiklik ve ihtilat içinde, nihayet derecede bir imtiyaz ve tefrik görünüyor. Hem nihayet derecede mebzuliyet ve vüs'at içinde, nihayet derecede san'atça kiymetdarlik ve hilkatça güzellik bulunuyor. Hem nihayet derecede san'atkârane bir surette, çok cihazata ve çok zamana muhtaç olmakla beraber; gayet derecede sühuletle ve sür'atle îcad ediliyor. Âdeta birden ve hiçten o mu'cizat-i san'at vücuda geliyor.

    Iste bilmüsahede her mevsimde rûy-i zeminde gördügümüz bu faaliyet-i kudret, kat'iyen delâlet eder ki: Su ef'alin menba'i olan kudrete nisbeten; en büyük sey, en küçük sey kadar kolaydir ve hadsiz efradin îcadi ve idareleri, bir ferd kadar rahatça îcad ve idare edilir.
    Üçüncüsü: Su kâinatta, su görünen tasarrufat ve ef'al ile hükmeden Sâni'-i Kadîr'in kudretine nisbeten, en büyük küll en küçük cüz' kadar kolay gelir. Efradça kesretli bir küllînin îcadi, bir tek cüz'înin îcadi kadar sühuletlidir. Ve en âdi bir cüz'îde, en yüksek bir kiymet-i san'at gösterilebilir. Su hakikatin sirr-i hikmeti üç menba'dan çikar:
    Evvelâ: Imdad-i vâhidiyetten.
    Sâniyen: Yüsr-ü vahdetten.
    Sâlisen: Tecelli-i ehadiyetten.
    Birinci menba' olan imdad-i vâhidiyet: Yani hersey ve bütün esya, bir tek zâtin mülkü olsa; o vakit vâhidiyet cihetiyle herbir sey'in arkasinda, bütün esyanin kuvvetini tahsid edebilir. Ve bütün esya, birtek sey gibi kolayca idare edilir. Su sirri, söyle bir temsil ile fehme takrib için deriz; meselâ: Nasilki bir memleketin tek bir padisahi bulunsa, o padisah o vahdet-i saltanat kanunu cihetiyle, herbir neferin arkasinda bir ordu kuvvet-i mâneviyesini tahsid edebilir.. ve edebildigi için; o tek nefer, bir sahi esir edebilir ve sahin fevkinde padisahi namina hükmedebilir. Hem o padisah, vâhidiyet-i saltanat sirriyla, bir neferi ve bir memuru istihdam ve idare ettigi gibi, bütün orduyu ve bütün memurlarini idare edebilir. Güya vâhidiyet-i saltanat sirriyla herkesi, hersey'i, bir ferdin imdadina gönderebilir. Ve herbir ferdi, bütün efrad
    sh: » (M: 264)
    kadar bir kuvvete istinad edebilir; yani ondan meded alabilir. Eger o vâhidiyet-i saltanat ipi çözülse ve basibozukluga dönse; o vakit herbir nefer, hadsiz bir kuvveti birden kaybedip, yüksek bir makam-i nüfuzdan sukut eder, âdi bir adam makamina gelir. Ve onlarin idare ve istihdamlari, efrad adedince müskilat peyda eder. Aynen öyle de وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى su kâinatin Sâni'i, Vâhid oldugundan; herbir seye karsi, bütün esyaya müteveccih olan esmâyi tahsid eder. Ve nihayetsiz bir san'atla, kiymetdar bir surette îcad eder. Lüzum olsa, bütün esya ile birtek sey'e bakar, baktirir, meded verir ve kuvvetli yapar. Ve bütün esyayi dahi o vâhidiyet sirriyla; birtek sey gibi îcad eder, tasarruf eder, idare eder.
    Iste, su imdad-i vâhidiyet sirriyladir ki; su kâinatta nihayet derecede mebzuliyet ve ucuzluk içinde, nihayet derecede san'atça ve kiymetçe yüksek ve âlî bir keyfiyet görünüyor.
    Ikinci menba' olan yüsr-ü vahdet: Yani birlik usûlüyle bir merkezde, bir elden, bir kanunla olan isler; gayet derecede kolaylik veriyor. Müteaddid merkezlere, müteaddid kanuna, müteaddid ellere dagilsa müskilât peyda eder. Meselâ: Nasilki bir ordunun bütün neferatinin bir merkezden, bir kanunla, bir kumandan-i azam emriyle esasat-i techiziyeleri yapilsa; birtek nefer kadar kolay olur. Eger ayri ayri fabrikalarda, ayri ayri merkezlerde techizatlari yapilsa; bir ordunun techizine lâzim olan bütün askerî fabrikalar, birtek neferin techizati için lâzim gelir. Demek eger vahdete istinad edilse; bir ordu, bir nefer kadar kolay olur. Eger vahdet olmazsa; bir nefer, bir ordu kadar techizin esasati cihetinde müskilât peyda eder. Hem bir agacin meyvelerine -vahdet noktasinda- bir merkeze, bir kanuna, bir köke istinaden madde-i hayatiye verilse; binler meyveler, tek bir meyve gibi kolay olur. Eger herbir meyve, ayri ayri merkeze rabtedilse ve ayri ayri yerden mevadd-i hayatiyeleri gönderilse; herbir meyve, bütün agaç kadar müskilât peyda eder. Çünki bütün agaca lâzim olan mevadd-i hayatiye, herbir meyve için dahi lâzimdir. Iste su iki temsil gibi,
    وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى su kâinatin Sâni'i, Vâhid-i Ehad oldugu için, vahdetle is görür ve vahdetle is gördügü için, bütün esya birtek sey kadar kolay olur. Hem birtek seyi, san'atça bütün esya kadar kiymetli yapabilir. Ve hadsiz efradi, gayet kiymetdar bir sûrette
    sh: » (M: 265)
    îcad ederek; su görünen hadsiz mebzuliyet ve nihayetsiz ucuzluk lisaniyla, cûd-u mutlakini gösterir ve hadsiz sehavetini ve nihayetsiz hallâkiyetini izhar eder.
    Üçüncü menba' olan tecelli-i ehadiyet: Yani Sâni-i Zülcelâl cisim ve cismanî olmadigi için, zaman ve mekân onu kayid altina alamaz. Ve kevn ü mekân, onun suhuduna ve huzuruna müdahale edemez. Ve vesait ve ecram, onun fiiline perde çekemez. Teveccühünde tecezzi ve inkisam olmaz. Bir sey, bir sey'e mani olmaz. Hadsiz ef'ali, bir fiil gibi yapar. Onun içindir ki; bir çekirdekte koca bir agaci manen dercettigi gibi, bir âlemi birtek ferdde dercedebilir. Bütün âlem, birtek ferd gibi dest-i kudretinde çevrilir. Su sirri baska Sözlerde izah ettigimiz gibi, deriz ki: Nasilki nuraniyet itibariyle bir derece kayidsiz olan Günes'in timsali, herbir cilali parlak seyde temessül eder. Binlerle, milyonlarla âyineler nuruna mukabil gelse, birtek âyine gibi inkisam etmeden bizzât herbirinde cilve-i misaliyesi bulunur. Eger âyinenin istidadi olsa, Günes azametiyle onda âsârini gösterebilir. Bir sey, bir sey'e mani olamaz. Binler, bir gibi ve binler yere, bir yer gibi kolay girer. Herbir yer, binler yer kadar o günesin cilvesine mazhar olur. Iste
    وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى su kâinat Sani'-i Zülcelâlinin nur olan bütün sifatiyla ve nuranî olan bütün esmâsiyla, teveccüh-ü ehadiyet sirriyla öyle bir tecellisi var ki; hiçbir yerde olmadigi halde, heryerde hazir ve nâzirdir. Teveccühünde inkisam olmaz. Ayni anda, her yerde, külfetsiz, müzahamesiz her isi yapar.
    Iste su imdad-i vâhidiyet ve yüsr-ü vahdet ve tecelli-i ehadiyet sirriyladir ki; bütün mevcudat, birtek Sani'a verildigi vakit; o bütün mevcudat, bir tek mevcud gibi kolay ve sühuletli olur. Ve herbir mevcud, hüsn-ü san'atça, bütün mevcudat kadar kiymetli olabilir. Nasilki mevcudatin hadsiz mebzuliyeti içinde, herbir ferdde hadsiz dekaik-i san'atin bulunmasi bu hakikati gösteriyor. Eger o mevcudat, dogrudan dogruya birtek Sâni'a verilmezse; o zaman herbir mevcud, bütün mevcudat kadar müskilatli olur ve bütün mevcudat, birtek mevcud kiymetine sukut eder, iner. Su halde ya hiçbir sey vücuda gelmeyecek veya gelse de kiymetsiz, hiçe inecektir.
    Iste su sirdandir ki: Ehl-i felsefenin en ziyade ileri gidenleri olan Sofestaîler, tarîk-i haktan yüzlerini çevirdiklerinden, küfür
    sh: » (M: 266)
    ve dalâlet tarîkina bakmislar; görmüsler ki: Sirk yolu, tarîk-i haktan ve tevhid yolundan yüzbin defa daha müskilâtlidir, nihayet derecede gayr-i mâkuldür. Onun için bilmecburiye hersey'in vücudunu inkâr ederek akildan istifa etmisler.
    Dördüncüsü: Su kâinatta su görünen ef'al ile tasarruf eden Zât-i Kadîr'in kudretine nisbeten Cennet'in îcadi, bir bahar kadar kolay ve bir baharin îcadi, bir çiçek kadar kolaydir. Ve bir çiçegin mehasin-i san'ati ve letaif-i hilkati, bir bahar kadar letafetli ve kiymetli olabilir. Su hakikatin sirri üç seydir:
    Birincisi: Sâni'deki vücub ile tecerrüd.
    Ikincisi: Mahiyetinin mübâyenetiyle adem-i takayyüd.
    Üçüncüsü: Adem-i tahayyüz ile adem-i tecezzidir.
    Birinci Sir: Vücub ve tecerrüdün hadsiz kolayliga ve nihayetsiz sühulete sebebiyet vermeleri, gayet derin bir sirdir. Onu bir temsil ile fehme takrib edecegiz. Söyle ki:
    Vücud mertebeleri muhteliftir. Ve vücud âlemleri ayri ayridir. Ayri ayri olduklari için, vücudda rüsuhu bulunan bir tabaka-i vücudun bir zerresi, o tabakadan daha hafif bir tabaka-i vücudun bir dagi kadardir ve o dagi istiab eder. Meselâ: Âlem-i sehadetten olan kafadaki hardal kadar kuvve-i hâfiza âlem-i mânadan bir kütübhane kadar vücudu içine alir. Ve âlem-i haricîden olan tirnak kadar bir âyine-i vücudun, âlem-i misal tabakasindan koca bir sehri içine alir. Ve o âlem-i haricîden olan o âyine ve o hâfizanin suurlari ve kuvve-i icâdiyeleri olsaydi, bir zerrecik vücud-u haricîleri kuvvetiyle, o vücud-u manevîde ve misalîde hadsiz tasarrufat ve tahavvülât yapabilirlerdi. Demek vücud rüsuh peyda ettikçe, kuvvet ziyadelesir; az bir sey, çok hükmüne geçer. Hususan vücud rüsuh-u tam kazandiktan sonra, maddeden mücerred ise, kayid altina girmezse; o vakit cüz'î bir cilvesi, sair hafif tabakat-i vücudun çok âlemlerini çevirebilir.

    Iste
    وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى su kâinatin Sani'-i Zülcelâli, Vâcib-ül Vücud'dur. Yani: Onun vücudu zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümteni'dir, zevali muhaldir ve tabakat-i vücudun en rasihi, en esaslisi, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sair tabakat-i vücud, onun vücuduna nisbeten gayet zaîf bir gölge hükmündedir. Ve o
    sh: » (M: 267)
    derece vücud-u Vâcib rasih ve hakikatli ve vücud-u mümkinat o derece hafif ve zaîftir ki; Muhyiddin-i Arabî gibi çok ehl-i tahkik, sair tabakat-i vücudu, evham ve hayal derecesine indirmisler;
    لاَ مَوْجُودَ اِلاَّ هُوَ demisler. Yani: Vücud-u Vâcib'e nisbeten baska seylere vücud denilmemeli; onlar, vücud ünvanina lâyik degillerdir diye hükmetmisler.
    Iste Vâcib-ül Vücud'un hem vâcib, hem zâtî olan kudretine karsi; mevcudatin hem hâdis, hem ârizî vücudlari ve mümkinatin hem kararsiz, hem kuvvetsiz sübutlari; elbette nihayet derecede kolay ve hafif gelir. Bütün ruhlari hasr-i azamda ihya edip muhakeme etmek; bir baharda, belki bir bahçede, belki bir agaçta hasr ve nesrettigi yaprak ve çiçek ve meyveler kadar kolaydir.
    Ikinci Sir: Mübayenet-i mahiyet ve adem-i takayyüdün kolayliga sebebiyeti ise sudur ki: Sani'-i Kâinat, elbette kâinat cinsinden degildir. Mahiyeti, hiçbir mahiyete benzemez. Öyle ise: Kâinat dairesindeki manialar, kayitlar onun önüne geçemez; onun icraatini takyid edemez. Bütün kâinati birden tasarruf edip çevirebilir. Eger kâinat yüzündeki görünen tasarrufat ve ef'al, kâinata havale edilse, o kadar müskilât ve karisikliga sebebiyet verir ki; hiçbir intizam kalmadigi gibi, hiçbir sey dahi vücudda kalmaz; belki vücuda gelemez. Meselâ: Nasilki kemerli kubbelerdeki ustalik san'ati, o kubbedeki taslara havale edilse ve bir taburun zabite ait idaresi, neferata birakilsa; ya hiç vücuda gelmez veyahut çok müskilât ve karisiklik içinde intizamsiz bir vaziyet alacak. Halbuki o kubbelerdeki taslara vaziyet vermek için, tas nev'inden olmayan bir ustaya verilse ve taburdaki neferatin idaresi, mertebe itibariyle zabitlik mahiyetini haiz olan bir zabite havale edilse; hem san'at kolay olur, hem tedbir ve idare sühuletli olur. Çünki taslar ve neferler birbirine mani' olurlar; usta ve zabit ise, manisiz her noktaya bakar, idare eder.
    Iste
    وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى Vâcib-ül Vücud'un mâhiyet-i kudsiyesi, mâhiyat-i mümkinat cinsinden degildir. Belki bütün hakaik-i kâinat, o mâhiyetin esmâ-i hüsnâsindan olan Hak isminin sualaridir. Mâdem mâhiyet-i mukaddesesi hem Vâcib-ül Vücud'dur, hem maddeden mücerreddir, hem bütün mâhiyata


    Seni çok Özledim Annem

  10. #10
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 20. MEKTUP

    sh: » (M: 268)
    muhaliftir; misli, misâli, mesîli yoktur. Elbette o Zât-i Zülcelâl'in o kudret-i ezeliyesine nisbeten bütün kâinatin idaresi ve terbiyesi; bir bahar, belki bir agaç kadar kolaydir. Hasr-i azam ve dâr-i âhiret, Cennet ve Cehennem'in îcadi; bir güz mevsiminde ölmüs agaçlarin yeniden bir baharda ihyalari kadar kolaydir.

    Üçüncü Sir: Adem-i tahayyüz ve adem-i tecezzinin nihayet derecede olan kolayliga sebebiyet vermelerinin sirri ise sudur ki: Mâdem Sani'-i Kadîr mekândan münezzehtir, elbette kudretiyle her mekânda hâzir sayilir. Ve mâdem tecezzi ve inkisam yoktur; elbette her seye karsi, bütün esmâsiyla müteveccih olabilir. Ve mâdem heryerde hâzir ve hersey'e müteveccih olur.. öyle ise mevcudat ve vesait ve ecram onun ef'âline mümânaat etmez, ta'vik etmez, belki hiç lüzum yok. Faraza lüzum olsa, elektrigin telleri gibi ve agacin dallari gibi ve insanin damarlari gibi; esya, vesile-i teshilat ve vasita-i vusul-ü hayat ve sebeb-i sür'at-i ef'âl hükmüne geçer. Ta'vik, takyid, men' ve müdahale söyle dursun; belki teshil ve tesri' ve îsale vesile hükmüne geçer. Demek Kadîr-i Zülcelal'in tasarrufat-i kudretine hersey itâat ve inkiyad cihetinde -ihtiyaç yok- eger ihtiyaç olsa kolayliga vesile olur.
    Elhasil: Sani'-i Kadîr külfetsiz, mualecesiz, sür'atle, sühuletle hersey'i o sey'e lâyik bir surette halkeder. Külliyati, cüz'iyat kadar kolay îcad eder. Cüz'iyati, külliyat kadar san'atli halkeder. Evet külliyati ve semavati ve arzi halkeden kimse, semavat ve arzda olan cüz'iyati ve efrad-i zîhayatiyeyi halkeden elbette yine odur ve ondan baska olamaz. Çünki o küçük cüz'iyat; o külliyatin meyveleri, çekirdekleri, misal-i musaggarlaridir. Hem o cüz'iyati îcad eden kim ise, cüz'iyati ihâta eden unsurlari ve semavat ve arzi dahi o halketmistir. Çünki görüyoruz ki; cüz'iyat külliyata nisbeten birer çekirdek, birer küçük nüsha hükmündedir. Öyle ise o cüz'îleri halkeden zâtin elinde, anasir-i külliye ve semavat ve arz bulunmalidir. Tâ ki, hikmetinin düsturlariyla ve ilminin mizanlariyla o küllî ve muhit mevcudatin hülâsalarini, mânalarini, nümunelerini; o küçücük misal-i musaggarlar hükmünde olan cüz'iyatta dercedebilsin. Evet acaib-i san'at ve garaib-i hilkat noktasinda cüz'iyat, külliyattan geri degil; çiçekler, yildizlardan asagi degil; çekirdekler, agaçlarin madûnunda degil; belki çekirdekteki naks-i kader olan manevî agaç, bagdaki nesc-i kudret olan mücessem agaçtan daha acibdir. Ve hilkat-i insaniye, hilkat-i âlemden daha acibdir. Nasilki bir cevher-i ferd üstünde,
    sh: » (M: 269)
    esîr zerratiyla bir Kur'an-i hikmet yazilsa, semâvat yüzündeki yildizlarla yazilan bir Kur'an-i azametten kiymetçe daha ehemmiyetli olabilir. Öyle de; çok küçük cüz'iyatlar var, mu'cizat-i san'atça külliyattan üstündür.
    Besincisi: Sâbik beyanatimizda, icad-i mahlukatta görünen hadsiz kolaylik, gayet derecede çabukluk, nihayetsiz sür'at-i ef'âl, nihayetsiz sühuletle îcad-i esyanin sirlarini, hikmetlerini bir derece gösterdik. Iste su nihayetsiz sür'at ve hadsiz sühuletle vücud-u esya, ehl-i hidâyete söyle kat'î bir kanaat verir ki: Mahlûkati îcad eden zâtin kudretine nisbeten; Cennetler baharlar kadar, baharlar bahçeler kadar, bahçeler çiçekler kadar kolay gelir. مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ sirriyla, nev'-i beserin hasr ve nesri, birtek nefsin imâte ve ihyâsi gibi sühuletlidir. اِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَاهُمْ جَمِيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ tasrihiyle, bütün insanlari hasirde ihya etmek; istirahat için dagilan bir orduyu bir boru sesiyle toplamak kadar kolaydir.
    Iste su hadsiz sür'at ve nihayetsiz sühulet, bilbedâhe kudret-i Sâni'in kemâline ve hersey ona nisbeten kolay olduguna delil-i kat'î ve bürhan-i yakînî oldugu halde; ehl-i dalâletin nazarinda, Sâni'in kudretiyle esyanin teskili ve îcadi -ki, vücub derecesinde sühuletlidir. Bin derece muhal olan- kendi kendine tesekkül ile iltibasa sebeb olmustur. Yani bazi âdi seylerin vücuda gelmelerini çok kolay gördükleri için, onlarin teskilini, tesekkül tevehhüm ediyorlar. Yani îcad edilmiyorlar, belki kendi kendine vücud buluyorlar. Iste gel ahmakligin nihayetsiz derecatina bak ki; nihayetsiz bir kudretin delilini, onun ademine delil yapar; nihayetsiz muhalât kapisini açar. Çünki o halde Sâni'-i Âlem'e lâzim olan nihayetsiz kudret ve muhît ilim gibi evsaf-i kemâl, her mahlukun her zerresine verilmek lâzim gelir; tâ kendi kendine tesekkül edebilsin.

    ONBIRINCI KELIME:
    وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ Yani: Dâr-i fâniden dâr-i bâkiye dönülecek ve Kadîm-i Bâki'nin makarr-i saltanat-i ebediyesine gidilecek ve kesret-i esbabdan Vâhid-i Zülcelal'in daire-i kudretine gidilecek, dünyadan âhirete geçilecek. Merciiniz onun dergâhidir, melceiniz onun rahmetidir ve hakeza...
    sh: » (M: 270)
    Su kelimenin bunlar gibi ifade ettigi pek çok hakikatlar var. Su hakikatlarin içinde, saadet-i ebediye ile Cennet'e döneceginizi ifade eden hakikat ise: Onuncu Söz'ün oniki bürhan-i kat'î-yi yakîniyle ve Yirmidokuzuncu Söz'ün pek çok delâil-i katiayi tazammun eden alti esasiyla o derece kat'î isbat edilmistir ki, baska beyana hacet birakmiyor. Gurub eden günesin ertesi sabah yeniden tulû' edecegi kat'iyetinde, o iki Söz isbat etmisler ki: Su dünyanin manevî günesi olan hayat dahi, harab-i dünya ile gurubundan sonra hasrin sabahinda bâki bir surette tulû' edecektir. Ve cin ve insin bir kismi saadet-i ebediyeye ve bir kismi da sekavet-i ebediyeye mazhar olacaktir. Mâdem Onuncu ve Yirmidokuzuncu Sözler bu hakikati kemaliyle isbat etmisler, sözü onlara havale edip yalniz deriz ki: Sâbik beyanatta kat'î isbat edildigi üzere: Nihayetsiz bir ilm-i muhît ve hadsiz bir irade-i külliye ve nihayetsiz bir kudret-i mutlaka sahibi olan su kâinatin Sani-i Hakîm'i ve su insanlarin Hâlik-i Rahîm'i bütün semavî kitablari ve fermanlariyla Cennet'i ve saadet-i ebediyeyi nev'-i beserin ehl-i îmanina va'detmistir. Mâdem va'detmistir, elbette yapacaktir. Çünki va'dinde hulf etmek ona muhaldir. Çünki va'dini îfa etmemek, gayet çirkin bir noksandir. Kâmil-i Mutlak noksandan münezzeh ve mukaddestir. Va'dettigini yapmamak, ya cehlinden veya aczinden yapamaz. Halbuki o Kadîr-i Mutlak ve Alîm-i Külli Sey hakkinda cehl ve acz muhal oldugundan, hulf-ü va'd dahi muhaldir. Hem basta Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm olarak bütün enbiya ve evliya ve asfiya ve ehl-i îman mütemadiyen o Rahîm-i Kerim'den, va'dettigi saâdet-i ebediyeyi rica edip yalvariyorlar ve niyaz edip istiyorlar. Hem bütün esmâ-i hüsnâ ile beraber istiyorlar. Çünki basta sefkati ve rahmeti, adâleti ve hikmeti ve Rahman ve Rahîm, Âdil ve Hakîm isimleri ve Rububiyeti ve saltanati ve Rab ve Allah isimleri gibi ekser esmâ-i hüsnâsi, daire-i âhireti ve saadet-i ebediyeyi iktiza ve istilzam ederler ve tahakkukuna sehadet ve delâlet ediyorlar. Belki -Onuncu Söz'de isbat edildigi gibi- bütün mevcudat bütün hakaikiyla dâr-i âhirete isaret ediyorlar. Hem ferman-i azam olan Kur'an-i Hakîm binler âyât ve beyyinatiyla ve berahin-i sâdika-i kat'iyesiyle o hakikati gösteriyor ve tâlim ediyor. Ve nev'-i beserin mâbihil iftihari olan Habib-i Ekrem binler mu'cizat-i bâhireye istinad ederek bütün hayatinda, bütün kuvvetiyle o hakikati ders vermis, isbat etmis, ilân etmis, görmüs ve göstermis.

    sh: » (M: 271)

    اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ وَ بَارِكْ عَلَيْهِ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ اَهْلِ الْجَنَّةِ فِى الْجَنَّةِ وَ احْشُرْنَا وَ نَاشِرَهُ وَ رُفَقَائَهُ و َصَاحِبَهُ سَعِيدًا وَ وَالِدِينَا وَ اِخْوَانَنَا وَ اَخَوَاتِنَا تَحْتَ لِوَائِهِ وَرْزُقْنَا شَفَاعَتَهُ وَ اَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ آلِهِ وَ اَصْحَابِهِ بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَ
    رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا
    * رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ
    رَبِّ اشْرَحْ لِى صَدْرِى وَيَسِّرْ لِى اَمْرِى وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَانِى يَفْقَهُوا قَوْلِى
    رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا اِنَّكَ اَنْتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
    * وَ تُبْ عَلَيْنَا اِنَّكَ اَنْتَ التّوّابُ الرّحِيمُ
    سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

    * * *


    Seni çok Özledim Annem

Sayfa 1/2 12 SonSon

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •