107- (1599) Bize Muhammed b. Abdİllâh b. Nümeyr El-Hemdânî rivayet etti. (Dedi ki) : Bize babam rivayet etti. (Dedi ki) : Bize Zeke-riyyâ, Şa'bî'den, o da Nu'man b. Beşîr'den naklen rivayette bulundu. Şa'-bî: Nu'man'ı şunları söylerken dinledim, demiş: Ben Resûlüllah (Sailallahü Aleyhi ve Sellem)i şöyle buyururken işittim (ve Nu'man iki par*mağı ile kulaklarına uzanmış) :
«Şüphesiz halâl aşikâr, haram da aşikârdır; ama 'aralarında bir takım şüpheli şeylervardır ki, onları insanlardan birçoğu bilmez. İmdi bu şüp*helerden kim korunursa dîni ve ırzı için berâet almıştır. Her Mm bu şüp*helere düşerse harama konar. Korunan bir yerin etrafında hayvan otla*tan çobanın hayvanlarını oraya kaçırması yakıncactk olduğu gibi.
Dikkat!.. Her hükümdarın bîr mahrûresi vardır. Dikkat!.. Allah'ın mahrûsesİ de haram kıldığı şeylerdir. Dikkat!.. Bedende bîr et parçası vardır ki, bu parça işe yarayışlı olursa bütün beden yarayışlı olur; bozuk olursa bütün beden bozulur. Dikkat!.. O da kalptir.»

(...) Bize Ebû Bekr b. Ebî Şeybe de rivayet etti. (Dedi ki) : Bize Vekî' rivayet eyledi. H.
Bize İshâk b. İbrahim dahî rivayet etti. (Dedi ki) : Bize îsâ b. Yû*nus haber verdi. Her iki râvi: Bize. bu isnâdla bu hadîsin mislini Zeke-rîyyây rivayet etti, demişlerdir.

(...) Bize İshâk b. İbrahim de rivayet etti. (Dedi ki) : Bize Cerîr, Mutarrif'le Ebû Ferva El-Hemdânî'den naklen haber verdi. H.
Bize Kuteybe b. Said dahî rivayet etti. (Dedi ki) : Bize Ya'kûb yâni İbni Abdirrahmân El-Kaarî, İbni Aclân'dan, o da Abdurrahman b. Said'-den naklen rivayette bulundu. Bu râvilerin hepsi Şa'bî'den, o da Nu'-mân b. Beşîr'den, o da Peygamber (Sallallahü A ieyhi ve Sellem) 'den bu ha*dîsi rivayet etmişlerdir. Şu kadar var ki, Zekeriyya'nın hadîsi onların ri*vayetinden daha tamam ve daha uzundur.

108- (...) Bize Abdühnelik b. Şüayb b. Leys b. Sa'd rivayet etti. 'Dedi ki) : Bana babam, dedemden rivayet etti. (Demiş ki) : Bana Hâlid b. Yezîd rivayet etti. (Demiş ki) : Bana Saîd b. Ebî Hilâl, Avn b. Ab-dillah'dan, o da Âmir Eş-Şa'bî'den naklen rivayette bulundu, ki Şa'bî' Resûlüllah (Sö//a//û/ı« Aleyhi ve Sellem)'in saha bili Nu'mân b. Beşîr b, Sa'd'ı Hıms'da halka hutbe îrâd ettiği sırada şunları söylerken işitmiş: Ben Resüllah (SâllalIahü Aleyhi ve SeUem):
«Helâl aşikâr, haram da aşikârdır. .» buyururken işittim... Müteaki*ben Zekeriyya'nın Şa'bî'den rivayet ettiği hadîs gibi tâ «İçine düşmesi yakıncacıktır...» cümlesine kadar rivayette bulunmuştur.
Bu hadîsi Buhâri «îmân» ve «Büyü'» bahislerinde; Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî «Büyu'»da; İbni, Mâce «Fiten» bahsinde muhtelif râvilerden tahrîc etmişlerdir.
Bâzı kelimelerin îzâhı: Müştebihât, şüpheli şeyler demektir. Bu keli*me beş şekilde rivayet olunmuştur: Müştebihât, müteşebbihât, müşebbehât, müşebbihât ve müşbihât. Bunlardan birinci ile ikincinin mânâları müşkilât demektir. Zira birbirine zıd olan iki tarafa da benzer mânâsma-dırlar. Yalnız ikinci rivayette tekellüf vardır. Üçüncü rivayetin mânâsı hükmü yakînen bilinmeyen şeylere benzeyen demektir. Dördüncü ve be-§inci rivayetler: Kendini helâle benzeten mânâsına gelirler.
Irzî Ebu'l-Abbâs'ın beyânına göre, insanın medih ve zemm yeri demektir. Meselâ : Birisi birinin ırzından bahsetti denirse bunun mâ*nâsı o kimseyi yükselten veya düşüren husûsatını söylemiş demektir. Bu sebeple de ya medholunur ya zemm.
El-Himâ: Korunan yer mânâsına gelen bir isimdir.
Ulemâ bu hadîsin İslâm'da pek büyük bir mevkii olduğuna ittifak etmişlerdir. Bâzılarına göre İslâm'ın üç temel hadîsinden biridir. Diğerikisi: «Ameller niyetlere göredir.» mânâsına gelen « hadîsiyle:
«Kişinin işine girmeyen şeylere karışmaması iyi müslüman olduğun*dandır.» mânâsına gelen hadîs-i şerifidir.
Ebû Dâvûd'a göre İslâmiyet dört temel hadîs etrafında devre*der. Bunların üçü saydıklarımız; dördüncüsü de :
«Sizden biriniz kendisi için sevdiğini dîn kardeşi işin de sevmedikçe(tam) îmân etmiş sayılamaz.» mealindeki hadîs-i şerifidir.
Ulemânın beyanına göre bu hadîsin yüksek mertebede olmasına se*bep • Peygamber (Salİalhhü Aleyhi ve Sellem) 'in bunda yiyecek, içecek, gi*yecek gibi şeylere, nikâh ve sâireye tenbîh buyurmuş olması ve bunlarınhelâlden olmasına dikkati çekmesi; helâlin nasıl bilineceğine irşâd bu*yurması; şüpheli şeyleri terk etmeye teşvik etmesidir. Resûlüllah (Sallaliahü A ieyhi ve Selletn) bunları korunan bir yeri misal alarak izah et*miş; sonra dikkati gereken en mühim noktaya temas ile bunun kalb ol*duğunu bildirmiştir.
İbnü'1-Arabî (468-543); «Bütün hükümleri yalnız bu hadîs*ten çıkarmak mümkündür.» demiş; bu sözü îzâh eden Kurtubi de: «Çünkü bu hadîs, helâl, haram ve sair hükümlere; bütün amellerin kalbe bağlı olduğuna tafsüâtiyle şâmildir; işte bu cihetle bütün ahkâmın ona ircaî mümkün olur.» şeklinde mütalâada bulunmuştur.
«Helâl aşikârdır...» cümlesinden nıurâd: deliline bakarak helâlin hükmü beyan' edilmiştir demektir. Haram meselesi de öyledir; yalnız bu iki nev'İn delilleri arasında kalmış bir takım şüpheli şeyler vardır ki, bun lar hakkında hangi tarafın delili tercih edileceğini kestirmek güçtür; bu*nu ulemanın pek azı yapabilmiştir.
Nevevî «631-676» bu cümleyi şöyle îzâh ediyor: «Eşya helâl, haram ve şüpheli şeyler olmak üzere üç kısımdır. Helâlin hükmü mpv-dandadır; gizli bir tarafı yoktur; ekmek ve meyve yemek, konuşmak, yü*rümek ve saire bu kabildendir. Haramın hükmü de açıktır; içki içmek, kan dökmek, zina etmek, yalan söylemek ve saire gibi.
Şüpheli şeylere gelince: Bunlardan murâd: Helâl veya haram oldu*ğu açık açık belli olmayan şeylerdir. Bundan dolayıdır ki, bunların hük*münü çok kimseler bilmez. Fakat ulemâ yâ nasla, ya kıyâs ve istishâb gibi bir delille bunları bilirler. Bir şey helâl ile haram arasında tered*dütte kalır da hakkında nass veya icmâ' bulunmazsa o mesele hakkında müctehid ictihad eder; ve onu şer'î bir delille helâl ve haramdan birine katar. Bundan sonra o şey helâl veya haram hükmünü alır. Bâzan me*selenin delili de ictihaddan hâlî kalmaz; bu takdirde vera' ve takva o şeyi yapmamayı gerektirir.
Bir mesele hakkında müctehid hiç bir karara varamazsa ne hüküm verilir?
Kaadî Iyâz'm usûlü fıkıh ulemâsından naklettiğine göre bu hususta üç mezhep vardır. Bunlardan birinci mezhebe göre o meseleye helâl; ikinciye göre haram hükmü verilir. Üçüncüye göre tevakkuf oiu~ nur; yâni hiç bir hüküm verilemeyip durulur...»
Buhâri şârihi Aynî bu ihtilâfın meşhur ilmî kelâm mese-îesine yâni şeriat gelmezden önce eşyanın hükmü meselesine ait oldu*ğunu söylüyor. Bu hususta dört mezhep vardır:
1- Esah olan mezhebe göre şeriat gelmezden Önce bir şeyin helâl,haram veya mubah olduğuna hüküm verilemez; zira ehl-i hakk indinde teklif ancak şerîatle sabit olur.
2- İkinci mezhebe göre helâl veya haram diye hüküm verilir.
3- Üçüncü mezhebe göre verilemez.
4- Dördüncü mezhebin kavli tevakkuftur.
Mâzirî (453-536) : «Mekruh olan şüpheli şeyler hakkında helâl veya haram denilemez.» mütaleâsmda bulunmuş; başkaları: «Böyle bir şeyi terk etmek takva icâbıdır.» demişlerdir. Hattâbî şüpheli şey*lere misâl olarak bir kimsenin malında haram şüphesi yahut ribâ karış*mış olması ihtimalini göstermiş ve: «Böyle bir kimse ile alış-veriş mua*melesi mekruh olur.» demiştir. Bu bâbta Kurtubî ( -656) şunları söylüyor: Şüphesiz ki, ortada açık açık helâl ve haram kılınmış şeylerle helâl veya haram hükmü verilmesi tereddütlü olanlar vardır. İşte delil*ler bunlar hakkında birbirlerine muâraza etmektedir; müştebihât (şüp*heli şeyler) de bunlardır. Bunların hükmü ihtilaflıdır. Bâzıları: Haram*dır; çünkü harama götürür; demiş. Bir takımları: Mekruhtur; vera' ve takva bunların terkini İcâbeder.» mütaleâsında bulunmuş; bunlar hak*kında haram veya mekruh hükmü verilemeyeceğini söyleyenler de olmuş*tur. Doğrusu ikinci kavildir; çünkü şeriat onları haram olmaktan çıkar*mıştır. Bunlar şüphe götüren şeylerdir.
Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem): yâni:«Saba şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyeni yap!» buyurmuştur ki, vra da budur.»
Ulemâdan bazıları: «Şüpheli şeyler helâldir ama vera' ve takva ica*bı teik edilirler.» demişlerse de Kurtubî bunlara şu cevabı veri*yor : «Bu söz doğru değildir; zîra helâl derecelerinin en aşağısı bir şeyi yapmakla yapmamanın müsavi olmasıdır ki, buna mübâh denir; böyle bir şeyde ise vera* ve takva tasavvur edilemez; çünkü bir tarafı diğerine tercih edilmiş; böylelikle o şey mübâh olmaktan çıkmıştır.
Bu takdirde o şeyin ya terk edilmesi tercih olunacaktır ki, mekruh dediğimiz budur; yahut yapılması tercîh edilecektir; buna da mendup diyoruz.
Yukarıda zikri geçtiği verinle delili açık ihtimalden hâli kalmayantabaklanmış ölü hayvan derisi gibi şeylere gelince : îmam Mâ1ik'inmeşhur olan kavline göre böyle bir deri temiz değildir; binâenaleyh mayiâttan hiç birinde kullanılamaz; yalnız su için kullanılabilir; çünkü su,flarından biri değişmedikçe pisliği atar. İşte Hz. İmamin vardığıbudur; fakat şahsı hakkında böyle bir deriyi sü için kullanmakekinirdi.
Ebû Hanîfe ile Süfyân-ı Sevrî (Radcyaltahû anhûma) nın : «Gökyüzünden yere düşmem benim için nebîzin [14] azı haramdır diye fetva vermekten ehvendir; ama kendim onu asla içmiş değilim; iç*mem de...» dedikleri hikâye olunur.
Demek oluyor kî, bu zevat fetvada tercih ile amel etmiş, fakat ken*di şahıslan hakkında takvaya riayetkar kalmışlardır.
Muhakkıklardan biri: Hakime gereken hüküm ahkâm hususunda müslümanlara kolaylık göstermek; kendisi hakkında sıkı davranmaktır; diyerek bu mânâyı kasdetmiştir. Bu vera'ın menşei: Şeriatın metruk hükmü nazar-ı itibara alabileceğini düşünmektir. Bu düşünceden de (bir meselede isabet eden bir kişidir) .sözü meydana çıkmıştır ki, İmam Mâ1ik'in meşhur olan mezhebi budur. Onun mezhebinde (hilafa riâ*yet -olunur) sözü burada neş'et etmiştir.»
Hilafa riâyet meselesine İmam Şafiî dahî kaildir. Bunu bir*çok meselelerde tasrîh etmiştir.
Aynî diyor ki: «Buraya kadar anlatılanlardan bu hadîste zikri geçen ve korunulması gereken şüpheli şeyler hakkmda birkaç kavil hâ*sıl oluyor:
1- Bir mesele hakkında deliller birbirine muarız olur da şüpheye düşülürse bu gibi yerlerde bir taraf tercih edilinceye kadar tevakkuf yâni çekimser kalmak vâcib olur; zîra ortada delîl olmaksızın bir tarafın hük*münü tercîhe kalkışmak haramdır.
2- Şüpheli şeylerden murâd: Mekruhlardır. Hattâbî, Ma*zirî ve diğer bir takım ulemânın kavilleri budur. Ulemanın ihtilâf et*tikleri yerler dahî buraya dahildir.
3- Şüpheli şeyler mubahlardır. Bâzılarına göre kendisinden çeki-nilen helâl demektir. Bu kavli Kurtubî'nin nasıl reddettiğini az yu*karıda gördük. Kurtubi burada şunları da ilâve ediyor: «Bu ka*vil şeriattan malûm olan bir hakikati ortadan kaldırmaya müeddî olur. Peygamber (Sallalahü Aleyhi ve Setlem) ile ondan sonra gelen dört halîfesi ve ekseri ashabı mubah şeylere rağbet göstermeyip iyi yemeyi, yumu*şak elbise giymeyi ve güzel evlerde yaşamayı kabul etmemiş; bunların .zıdlarmı yapmışlardır; bu hakikat onların sîretlerinde nakledilmiştir; de*nilirse, cevap şudur:
Onların bu hâli şer'î bir mûcib bulunup mezkûr fiillerin terkini ik*tiza ettiğine hamlolunur. Yoksa mubahdan kaçınmamışlardır. Çünkü mu*bahın hakikati iki tarafın (yâni yapıp yapmamanın), müsâvî olmasıdır.
Onlar mekruhtan kaçınmışlardır; ancak bâzan şeriat mekruhu mekruh olduğu için-; bâzan da mekruha vardırdığı için istemez. Nitekim oruçlu bîr kimsenin karısını öpmesi bu kabildendir; zîra orucu bozmaya var-dırabilir. Onun için de mekruhtur. Bizim buradaki meselemiz de böyle*dir. Çünkü ashâb-ı kiram ya dünyaya dalmak suretiyle hâlen, yahut âhi-rette hesaba çekilmek suretiyle ileride korktukları mefsedetlerin başla*rına geleceğini anlamışlardır...»
îyi yeyip iyi giyinmek hususunda Şafiîyye ulemâsı ihtilâf etmişlerdir. Ebû Hâmid El-Esferâînî: «Bu taat değil*dir.» demiş; Taberî taat olduğunu söylemiş; îbni Sabbağ: «Bu iş insanların hâline, ibâdete düşkünlüklerine, maksatlarına, fakirlik ve zenginlikle iştigallerine göre değişir.» mütaleâsmda bulunmuştur. Rafiî bu son kavil için: «Doğrusu da budur.» diyor
Vukuu ihtimalden uzak olan şeyleri caiz görerek üzerinde durmak ise kaçınılması istenen şüpheli şeylerden değil vesvese kabîlindendir. Belki mahremi vardır endişesiyle büyük şehirden evlenmemek, ihtimal pislik karışmıştır diye ovadaki suyu kullanmamak, görmeden pislik bu*laşmış olabilir düşüncesiyle elbiseyi yıkamak ve sair buna benzer şeyler hep vesvese olup vera' ve takva ile alâkası yoktur. Bu gibi şeyler şeria*tın maksatlarını bilmemekten ileri gelir.
«îmdi bu şüphelerden kim korunursa dîni ve ırzı için berâet almış*tır...» Yâni dîni için noksanlıktan; ırzı için de ta'n edilmekten, dediko*dudan berâet hâsıl oldu demektir. Bu cümledeki dîn sözü Allah'a, ırz da İnsanlara teallüfc eden şeylere işarettir.
«Her kim bu şüphelere düşerse harama konar...» cümlesinin iki mâ*nâya ihtimali vardır. Birinci ihtimale göre bu cümleden murâd: Şüpheli şeylfrf çok yapa yapa nihayet harama tesadüf eder; bunu kasden yap*masa bile yapılan işde takrîr varsa günahkâr olur; demektir.
îkînei ihtimal şudur: Bir kimse dikkatsizliği âdet edinir; derken şüpheli bir, şeyi, arkasından daha şüphelisini irtikâb etmeye başlar. Ni*hayet biîe bile harama dalar. Nitekim selef bu mânâda: «Günahlar küf*rün postasıdır.» demişlerdir.
îbni Battal ( -444); «Bu hadîste hükümleri ihtilaflı olan şüpheli şeylerden korunmayıp onların hürmetini ayaklar altına alan kim*senin ırzı aleyhine dedikodu yolu açtığına delîl vardır.» diyor.
Aynî diyor ki: «Hâsılı ulemâ burada şüpheli şeyleri tefsir babın*da dört sey söylemişlerdir. Delillerin tearuzu, ulemânın ihtilâfı, mekruh ve mubah olan şüpheliler. Filhakika : Mekruh .helâl ile haram arasında yoldur.» derler. Mekruhu çok işleyen harama düşer. Mubah da helâl ilemekruh arasında bir geçittir. Binâenaleyh onu çok işleyen mekruha yol bulur.
«Korunan bir yerin etrafında hayvan otlatan çobanın hayvanlarım oraya kaçırması yakmcacık olduğu gibi...»
Bu cümle ile şüpheli şeyleri işleyen bir kimsenin hali bir ekinliğin kenarında hayvan otlatan çobanın haline benzetilmektedir. Burada bir teşbîh-i melfuf vardır; zîra malûm olan mahsus bir şeye benzetme yapıl*mış, mükellef çobana; insanın nefsi hayvanlara; .şüpheli şeyler ekinliğin etrafındaki sürüye; Allah'ın haram kıldığı şeyler ekinliğe; şüpheli şey*leri işlemek ekinlik kenarında sürü otlatmaya benzetilmiştir. Vechi şe-beh: Korunmamaktan dolayı lâzım gelen cezadır. Bu suretle teşbîh iki tarafı itibariyle melfûf; vechi şebehi itibariyle temsil olmuş olur.
«Dikkat!.. Her hükümdarın bîr mahrûsesi vardır. .» cümlesini Pey*gamber (Sallallahü Aleyhi ve Seltent)mi$&l olarak söylemiştir. îzâhı şudur: Eskiden Arap hükümdarlarının kendi hayvanlarına mahsus meraları olurdu. Buralara başkaları giremez; girerse cezalamrlardı. Hükümdarın hışmından korkanlar o yerlerin semtine uğramaz; korkmayanlar oralara sokulur; fakat yasak edilen yere farkına varmadan hayvanları girerek cezalanmaktan emîn olamazlardı. îşte bunun gibi Allah Teâlâ'mn da memnu* yerleri vardır ki, bunlar günahlardır. Bunları irtikâb edenler cezayı hak ederler. Şüpheli şeyleri yapmak suretiyle günahlara yaklaşan*ların o günahlara dalmaları da yakındır.
Bâzıları bu misâlin Şa'bî tarafından müdrec olduğunu söylemiş-ierse de bu iddia doğru değildir. Babımız rivayetinde Hz. Nu'mfin (Radtyattahû anh)'m : «Resûlüllah (SaltaUahU Aleyhi ve Sel!em)*l dinledim» diyerek İki parmağı ile kulaklarına uzanması, hadîsi bizzat Peygamber (Satlallahü Aleyhi ve Sellem)'den işittiğini sarahaten göstermektedir; cumhu*ru ulemânın kavilleri budur.
Mudga: Et parçası demektir. Burada kalbe et parçası denilmesi be*denin diğer uzuvlarına nisbetle kalbin küçüklüğünü göstermek içindir. Bununla beraber kalb bedenin sultam mesabesinde olup vücudun salâh ve fesadı ona bağlıdır. O iyi olursa teb'ası mesabesinde bulunan sair âza (fa iyi olur. Tıbb ilmine göre nutfeden ilk meydana gelen uzuv o imiş. Bütün kuvvetlerin, ruhun, idrakin menşeleri odur. Akıl da ondan başlar. İşte burada kalbin hassaten zikir buyurulması bu mânâlardan dolayıdır.
Hadîs-i şerîf kalbi ıslâha çalışmak, onu fesaddan korumak gerektiği*ne teTrfden delâlet etmektedir.
Ulemâdan bir cemaat aklın başta değil kalbte olduğuna bu hadîsle istidlal etmişlerdir. Mesele ihtilaflıdır. Şâfiî1erle kelâm ulemâsınagöre akıl kalbtedir. îmam Âzam, Ebû Hanîfe dimağda olduğuna kaildir. Bu meselede felsefe erbabının kavilleri Şâfiî1er'in; tabîbl e rinki İmam Âzam 'in mezhebine uymaktadır. Tabîbler: «Dimağ fesada uğrarsa akıl da bozulur.» derler. Nevevî : «Bu ha*dîste aklın kalbte olduğuna delâlet yoktur.» demiş ve et yememek için yemîn eden bir kimsenin kalb yemekle yemini bozulması meselesini de-lîl getirmiştir. Mamafih Şâfiî1er'in bu meselede iki kavli vardır. Birinci kavle göre yemîn bozulur; ikinciye göre bozulmaz; zira kalbe et denilmez; esah olan kavilleri de budur.