(Din)darlaştırılıyor mu?
Tolga yıllarca inkâr ehli bir babanın elinde büyümüş, babasından dinsizlik üzerine masallar dinleyip durmuştu. Seneler sonra bir gün Üniversitede sınıf arkadaşında aldığı bir kitapla hayatı değişmişti. Kitabın adı “gençlik rehberiydi”. O karamsar, çekingen, korkak olan çocuk, bir anda ümitli,atak, cesur bir genç oluvermişti. Ne çok şey değişmişti iç dünyasında. Kurumuş kalp toprağına nur yağmurları yağmıştı sanki. Tabii bu arada Üniversiteyi bir Tekstil Mühendisi olarak bitirmişti.
Babası çok geniş bir çevreye sahip olduğundan dolayı oğlunu Türkiye’nin en büyük giyim firmasının Ankara şubesine müdür yardımcısı olarak yerleştirmişti. Fakat kalbi imandan dolayı bir serçenin yüreği gibi atan Tolga, girdiği işi hiç de sevmemiş, garip bir sıkıntı kaplamıştı içini. Metropol bir şehir olan Ankara’nın en kalabalık caddesinde, iki katlı “muhteşem” bir giyim mağazasında bir haftadır çalışıyordu. Nedense orada daha fazla duramadı.
Bir cumartesi günü babasının çok samimi bir dostu olan, müdürün yanına çıkmaya karar verdi. Koyu renkli granitten kapılmış merdivenlerden asma kata çıkıp, müdürün yanına doğru ilerledi. Deri kaplı büyük koltukta, top sakallı, sarı renkte garip desenli bir elbise giymiş, sırıtkan bir adam oturuyor, bir taraftan da puro içiyordu. Tolgayı görünce sırıtırcasına dumanın içinden çıkarak, ona doğru yaklaştı. “Gel Tolgacığım” dedi, “sana mağazanın işleyişi ve amaçları hakkında biraz bilgi vereyim; ne de olsa en samimi dostumun oğlusun, hem buraya yeni geldin bazı şeyleri öğrenmen gerek.” Yalnız, ince bir nokta vardı. Müdür, Tolgayı babasının zihniyetinde zannediyordu. Beraberce giriş kattaki kadın reyonuna doğru yol aldılar. Ne kadar da çirkin ve ahlâksızcasına görüntülerdi, o kısa etekler, açık elbiseler. “Bak”dedi müdür, burası bizim asıl sermayemiz. Ardından “nasıl yani” dedi Tolga. “şöyle; bu güne kadar bizim görüşümüzdeki insanlar ne çok şu dindarların elinden çekti ne çektiyse. Çünkü onlar çok ‘iktisatlı’ ve ‘kanaatli’, bu da bizim hayat felsefemize tamamen zıt. bu durum da firmaların satışları için bir engel teşkil ediyordu, o yüzden, ilk başta en büyük amacımız ‘onları kendimize benzetebilmek’ olmuştu.”
Tolganın birden rengi değişti, kulaklarına inanmıyordu. Önceden, Risale’de geçen mektupları hikâye gibi okurdu. Ama bu sefer durum farklı, gerçek bütün yakınlığıyla burnunun dibindeydi. Müdür; “ benim annem babam İsrail taraflarındandır, oralarda tüketim, ‘bir yaşam biçimidir’, o yüzden tüketimi ailecek çok severiz. Bu Ülkede de, tüketime hevesli insan gün geçtikçe çoğaldığından bize amâde bir Pazar haline geldi Türkiye. Belli ürünlerin adetâ kölesi kıldık insanları. Amacımıza da bir nebze ulaştık, çünkü artık mağazalar, büyük alışveriş marketleri ‘tüketim tapınakları’ hâlini aldı. İnsanlar o yerlere girdiği zaman iradeleri elden gider oldu. Bunlara ek olarak, pratik hayatta belirleyici olan, ‘modern olmak’ faktörü, dindarlar arasında yavaş ve gizliden de olsa, bir dünya görüşü olarak kabul gördüğünden, kişiler, toplumlar dindar olsa bile bizim kurduğumuz İslâmi olmayan bir yapılanma sonucu, kendilerinden çok ‘bizi’ seslendiren, inançlarından uzaklaşmış, kişilik problemi yaşayan kalabalıklar hâline geliyorlar git gide. Yani Tolgacığım; bu dindarları bir önemli bir kısmı artık ‘öz’de değil, ‘söz’de Müslümanlaşmaya başladı. böylece tüketime bizden çok heveslenir oldular.
Tolganın o anda gözler dolu dolu oldu, ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Hâlini belli etmemek için bir dakikalığına izin isteyip, lavaboya gitti. İçeri girmesiyle gözlerinden yaşların dökülmesi bir oldu. İçindeki pişmanlık hisleri dev dalgalar hâlini alıp, gönül duvarına çarpmaya başladı, çaptıkça ağladı, ağladıkça üzüldü. İnsanlar farkında olmadan tüketim ve şehvet cehennemi içine atılmaya çalışılıyordu. Nasıl bir yerde, kimler için çalışıyordu Tolga.? Allah’ın tesettür emrini bâriz bir şekilde reddederek, açık saçıklığı, edepsizliği, alenî bir tarzda sergiliyordu bu firma. Ayrıca Terbiye-i Muhammediye’ye de baş kaldırıyordu böylece.
Bu insanlar hayatlarının her yönünü kutsaldan ve ilâhi olandan arındırarak, dünyalılaşmışlar, hayat-ı dünyeviye’yi hayat-ı uhreviye’ye tercih etmişlerdi. “Dünyalı” olarak, safdil Müslümanları da “dünyevî”leştirmeye çalışıyorlardı. Yani “mukaddes” olanı “modernite” elbisesi ile mânen boğmaya çabalıyorlardı. Tabii, bunu hem müdürün anlattıklarından, hem de reyonda gördüğü göz alıcı baş örtülerden anlamıştı.
Tolga biraz kendine geldikten sonra tekrar müdürün yanına gitti. Bu sefer tek gâyesi vardı; o da bu cazibe altındaki asıl tezgâhı öğrenmekti. Fikirlerine ters düştüğü halde o baş örtülerini reyona neden koymuşlardı? Acaba neden?
Tam, müdürün yanına geldiği sırada, iki tesettürlü bayan kırıtarak içeriye girdi. müdüre doğru yaklaşarak, baş örtüsü reyonunun yerini sordu. Tolga, tesettürlüleri dışarı kovalamamak için kendini zor tutuyor, bir yandan da söyleniyordu; “ne işi var bunların burada, baş örtüsü alacak başka yer mi bulamadılar?” nasıl ki içkiyi içen, satan, satışına yardım eden, reklâmını yapan büyük bir haram işliyordu. Bu ölçüyle Resûl-ü Ekrem (asm) bir şablon sunmuyor muydu bizlere. Bunun için, açık saçıklığın da, ortalık yerde reklâmını yapan , ona yardım eden de aynı katagoriye giriyordu, yani o da haramdı. Hem sebep olan yapan gibiydi. Onlara maddeten destek olmak neyin nesiydi?
Tolga bu düşünceler içerindeyken müdür; “işte bu türbanlılar bizim yeni sermayemiz. Beş altı ay önce keşfettik bunları. Balık gibi oltaya düştüler. Moda adı altında bir baş örtüsü reklâmı, işi bitirdi. Yakında onların da kısa eteklilerden farkı kalmayacak. Zaten burası ‘çağdaş’ bir ülke ! o yüzden insanlar birbiriyle kaynaşmalı ! hem bu devirde artık türbanı inanç olarak değil de bir giyim tarzı olarak benimsemeleri gerek, çünkü ‘zaman’ onu gerektiriyor ! her neyse benim dışarıda biraz işim var, sonra tekrar konuşuruz Tolgacığım. ” dedi. Tolga da biraz sakinleşmek niyetiyle müdür gidince, asma kata çıkıp onun kotluğuna oturdu. önce yukarıdan kuş bakışı olarak mağazaya şöyle bir göz gezdirdi, oradan da nazarını kalabalık sokaklara yöneltti. Ondan sonra da başını eğip, gözleriyle uzakları görmeye çalışarak kalbinden geçenleri dinlemeye başladı.
Bu “dünyalı”ların durumu insan fıtratının bir sapması, duyguların dengesinin bozulmasıydı. Açık giyimin reklâmını yaparak, bir yandan ahlâk dışı ve insan fıtratına ters tutkular meydana getirirken, öte yandan aldatıcı oyunlarla “hangi çağda yaşıyoruz”larla, hakikatin üzerini örtmeye çalışıyorlardı. Ama güneş balçıkla sıvanmazdı.
İnsanlar batı toplumunu anlamsız, hedefsiz bir duruma sokan, şehvet içinde yaşayışı yüzüne gözüne sürüyordu. İşin tuhaf yanı o çamuru da misk-ü amber zannediyordu ya. Kısaca toplum “kuvve-i şeheviye depremi” yaşıyordu. Açık giyimin propagandasını yapmakla nefse takılı olan fizyolojik istekler kışkırtılarak ifrat mertebeye çıkarılıyordu. Gençler, bütün bu çirkinliği her yerde göre göre zaman içinde haramı helal zannetmeye başlıyordu. Bu edepsizlik, savunucuları tarafından, hayatın bir vecîbesi, olgunluğun adı olan “çağdaşlık” ölçüsüyle aksettiriliyordu. Cazibeli ürünler,bir oyun ve eğlence esprisinin altında safdil ve “ben dindarım” diyen insanlara bile yutturuluyor, akıl ve ihtiyâr elden alınıp gözler “adi bir kavvat” derekesine düşürülüyordu.
Birileri insanlar “dindar”laştırmaya çalışırken, bir taraftan da başka yerlerde “din” darlaştırılıyordu. Ehl-i dinin yaşantısını saran imanî hayat tarzının önüne dünyevîleşme duvarları örerek, dinin hükmettiği alanları daraltmaya uğraşıyorlardı. Bir insanın içsel, ailesel, sosyal alanlarından imanın ve islâmın ruhunu çekip, o kısmı mânen ağır yaralıyor, hatta öldürebiliyorlardı. Bu aynı,vücuda felç gelmesi, cesetten ruhun çekilmesi gibiydi.
İmanın hayattan sıyrılmaya çalışıldığı böyle bir ortamda ehl-i dinin hayatını iman ile hayatlandırıp, farz ibadetlerle zînetlendirmesi, günahlardan ve günah ortamlarından çekinip, imanını muhafaza etmesi gerekirdi.
Hulâsâ; İnsan, o Sultan-ı Zîşan’nın küllî “Rububiyetine” karşılık aczini ve fakrını bilerek hayatının her ânını küllî bir “ubudiyet” şuuru içinde geçirmeliydi . Madem dünya ve içindekiler bir yolcuydu, “istasyona” takılıp kalmamalıydı insan. O halde insanın, dünyanın kesretinde boğulmayıp sonsuz güzellikteki ebedî alemler namzet bir abd-i aziz olmaya çabalaması fazlasıyla elzemdi.
Tolga bütün bu düşüncelerini zihin süzgecinden şöyle bir geçirdi ve hafifçe doğrulup gözyaşlarını sildikten sonra tek bir cümle kalmıştı geriye;
“Çocuklarınızı kuzu gibi yetiştirmeyin ki ileride koyun gibi güdülmesinler”
Evren Teke, 2000