Ebediyet Hediyesi
Bilâl ile iki saat önce tanışmıştım. Havaalanından, paralel olarak birbirimizin yanından geçerken bavullarımız çarpışmış, ve benim elbiselerim yere dökülmüştü. Hollanda’da katıldığım bir iş toplantısında ihâleyi kazanamamış ve sinirim tepeme çıkmıştı. Ama, kader deyip sabretmeye çalışıyordum. İşte böyle bir hırçınlık ânında çarpıştım Bilâl ile.
Dağılan elbiselerimi yerden toplayıp, hırsla tam ayağa kalmıştım ki; samimi, masumâne, mütebessim bir çehre ile yüz yüze geldim. O anda gayri ihtiyâri ben de gülümsemek zorunda kaldım. Toplantı saatleri içine habis ruhlu, kertenkele suratlı insanları görmekten sıkıldığım bir hengâmeden sonra böyle asil bir kartalı andıran duruşu, ve içten, mütevâzi yüz mimikleriyle Bilâl karşıma çıkıverince içim birden ısınıverdi Ona. Bilâl; “Özür dilerim beyefendi. Hızlı hızlı gelişinizi farkedemedim” dedi mahcup bir tavırla. “Önemli değil , başımıza geleceği varmış” dedim sîneye çekerek. Bilâl, “ İki saat sonra uçağım kalkacak, eğer müsâitseniz şurada oturup bir şeyler içelim. Hem sohbet etmiş hem de tanışmış oluruz. “Peki neden olmasın” dedim sükûnetli bir hâl içerisinde.
Havaalanının bekleme salonundaki bir lokantaya oturduk. Limonlu çaylarımızı yudumlarken sohbetimiz tatlı ve durgun bir akış seyri içerisinde devam ediyordu. Bilâl, “ Ben İngiltereliyim. Buraya üç günlük bir iş seyahati, hem de zihnimde beliren bazı sorularımın cevabını bulmak için geldim.” “ hayırdır, neymiş o sorular?” Bilâl biraz duraksadı, hafif gözlerini kısarak; “ tamam size de sorayım nasıl olsa bir buçuk saat sonra tekrar gideceğim” dedi gülümseyerek.
“Ben, altı ay önce Müslüman oldum ve Türkçe’yi de bu süre içerisinde öğrendim. Fakat oturduğum çevre ve akrabalarım ekseriyetle Protestan olduğu için benim aklımı karıştırıp zihnime bir çok düşündürücü soru soktular itikâda dair. Ben de ‘cevabını Türkiye’de bulabilirim’ düşüncesiyle geldim buraya. toplantılarımdan önce, uçaktan iner inmez ilk iş olarak İstanbul’daki büyük camilerden bir kaçına girdim. Oradaki din görevlileriyle konuştum. Ama hiç birisi, sorularıma tatminkâr bir cevap veremedi.”
“Neymiş bu sorular iyice merak ettirdin beni?”
“Birisi şu; Allah bu insanları ve kainatı yaratmış, fakat niçin yaratmış?”
Bu soruyu duyunca hafif bir tebessüm edip Cenâb-ı Hakk’a şükrettim. “bak Bilâl kardeşim; her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, meselâ bir sanatkâr ressam en güzel eselerini sunduğu bir sergi açar ve o eserleri hem kendi seyreder, hem de gelen seyircilerin seyretmesinden memnun olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hakk da kendi ilim, kudret ve hikmetinin eserlerini görmek ve göstermek istemiş bu yüzden de kainatı yaratmıştır.
“Ama sevgili dostum ‘istemek’ bir acizlik değil midir bunu nasıl Allah’a yakıştırabiliriz ki?” sorulan soru karşısında donup kalmıştım. Bir anda kulaklarım yanmaya, heyecanım artmaya, kalp atışlarım hızlanmaya başladı. ne söyleyeceğimi, nasıl hareket edeceğimi şaşırdım. Çünkü sorunun cevabını bilmiyordum. Hayatımda hiç bu kadar sıkıldığımı hatırlamıyorum. Ve ilk defa o anda “keşke” dedirtti kader bana. Zamanında Risale okumaya gerekli gayreti gösterip, okuma programlarına önem verseydim, belki bu soruya çok daha rahat cevap verebilirdim. O zaman daha iyi anlamıştım büyük bir iş adamı olmanın hakikatte hiçbir değer ifade etmediğini. Derse gitmek yerine, çok büyük bir önemi olmayan iş toplantılarına katıldığıma, risale okumak yerine içtimâi hayatın içinde kendi kendimi boğduğuma, o anda ah çekerek ağladım içten içe. Risaleleri tanıdığım halde bu soruya cevap veremeyişimi mahkeme-i Kübrâ’da nasıl anlatacaktım Üstâd Hazretlerine. Bu mânevî sorumluluğun altından nasıl kalkacaktım?
Yine de Allah-u Teâlâ’ya dua ettim bu insanın hatırına belki birkaç kelâm edebilirim diye. Risaleler çantamdaydı, ama çıkarsam bile sorunun cevabını nereden bulacaktım. Allah’ın adıyla, acizliğimi ve çaresizliğimi şefaatçi kılarak kelimeler dudağımdan dökülmeye başladı; “Siz beşerî kavramlara göre düşünüyorsunuz. Allah’ın isteme, irade etme sıfatını kendi acizliğimizle karıştırmamak gerekir. Çünkü meselâ ‘ihsan’ bizim anlayışımıza göre ‘hediyeleşmek’tir. Ama Cebrail (as)’ın ‘ihsan nedir’ sorusuna, Server-i Nebî (asm) ‘Allah’a sanki O’nu görüyor gibi ibadet etmendir’ cevabını verir. Görüyorsun ki beşerî kavramlar ilâhi kavramları pek karşılamıyor. Örneğin hiçbir ressama ‘acizliğinden bu sergiyi açtı’ diyemeyeceğimiz gibi, bizleri adem karanlıklarından vücut aydınlıklarına çıkaran ve onunla da kalmayıp kainat dolusu nimetleri önümüze seren bir haşmetli Sultana ‘ o bizi (haşa) acizliğinden dolayı yaratmak istedi’ demek muhal üstü muhaldir. Çünkü böyle mükemmel eserleri yaratan bir Hâkim-i Mutlak her türlü eksik ve kusur sıfatlardan münezzehtir.
Zaten nasıl ki; bir sanatkârda ilim, sanat, kudret, hikmet gibi sıfatların ‘en mükemmel’ derecesi varsa eser meydana getirmek o sıfatların muktezâsındadır. İşte bu misal gibi bir ressamın resim yapma sıfatı mükemmel derecede ise, o mutlaka resim yapıp bu sıfatını açığa çıkarmak ister, bunu irade etmesi, onun aciz olduğunu kesinlikle göstermez, çünkü güzellikler kendilerini göstermek isterler. Şimdi bununla hakikati görmeye çalışalım; Zât-ı Zülcelâl’in de sonsuz dereceleri olan bin bir esmâ-i hüsnâsı ve sıfatları vardır. Yaratır çünkü izzet ve azamet böyle ister. Yaratır çünkü ilim ve hikmet öyle iktizâ eder. Tabii bütün bu anlatımlar ve benzetmeler bir dürbün nev’indendir. Sadece aklı hakikate biraz olsun yaklaştırmak içindir. Yoksa hakikatin aslı, kendisi değildir. ayrıca şunu da ekleyebiliriz ki; sanat sanatkârını anlayamayacağından, aklı da Hâlık’ını ihâta edemez.
Evet bu çok derin soruyu cevaplamaya çırpınırken o kadar dalmışım ki adetâ ağzımı açıp gözümü yummuşum. Konuşmamı bitirip Bilâl’in yüzüne baktığımda Onu, gözünü kapatmış derin bir şekilde soluk alıp verirken buldum. Tam, “ne oldu” diye dokunacaktım ki; göz kapağının arasından çizgi halinde bir damla yaş düştü çay fincanının üzerine. Ve gözlerini açıp dolu dolu gözlerle bana baktı “neden seninle daha önceleri tanışmadık” dercesine. “Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Fakat şunu söyleyebilirim ki kafese kapatılmış bir kuşun serbest bırakılması gibi kalbimi bunaltan bir çok soru duvarını yıkıp, oradan Cenâb-ı Hakk’ı tanımam için ‘pencereler’ açtın. Allah senden razı olsun.
Tam, Bilâl sözünü bitirir bitirmez bineceği uçağa çağrı sesi yankılandı havaalanının bekleme salonunda. Böyle samimi ve duygu dolu bir insandan ayrılmak, bana oldukça dokunmuştu. Masadan kalkıp birbirimize yaklaşıp, muânaka yaptıktan sonra iki eski dost gibi sıkı bir şekilde birbirimize sarıldık. “Seni hiç unutmayacağım” dedi Bilâl. Ve boynundaki kelime-i tevhid kolyesini çıkarıp avucumun içerisine koydu. “bu günahkâr kardeşinden bir hatıra” dedi sonra da. Bu samimiyet rüzgârlarında iyice dolmuştum. “mü’minler kardeştir” nebevî düsturu geldi aklıma. “Gerek İngiltere’de gerek Türkiye’de olsak da” diye ekledim içimden. O, benden ayrılıp gözden kaybolduktan sonra çantamdaki Risaleler aklıma geldi. O heyecanla çantayı döke saça kitapları çıkarıp koşmaya başladım. “bir ümit, belki yakalarım” diye yolcu peronlarına doğru yaklaştım. İşte tam o sırada yanımdan geçen birisiyle çarpışınca Risaleler elimden düşüp yere dağıldı. O esnâda bağırıp sesimi duyurmaya çalışmak geldi içimden etrafımdaki insanları hiçe sayarcasına, ama O, yasak bölgeyi çoktan geçmişti zaten. İşte orada bir insanı kaybetmenin derin üzüntüsünü hissettim iç dünyamda.
Bilâl’den geriye sadece, Resûl’e ümmet olmanın şuurluluğu içinde, hakikatte gönülden akan uhuvvet gözyaşlarıyla yıkanmış “lâ ilâhe illâllah” kaldı avucumun içerisinde. Samimi, derinden ve mütevazi....
Evren Teke, 2000
--------------------------------------------------------------------------------