BİR NEFİS TERBİYECİSİ OLARAK FETHULLAH GÜLEN
Sahâbe yolu
Önce şu hususu hemen belirtmemiz gerekiyor ki, Fethullah Gülen, hiçbir zaman, Tasavvufî manâda veya Tasavvuf’a ait bir kavram ve makam olarak mürşidlik, şeyhlik iddiasında bulunmamış, bunun da ötesinde, onun, Tasavvuf mesleğinin tahsil merkezi olan tarikatla herhangi bir alâkası olmamıştır. Ne var ki, İslâm’da nefis terbiyesinin esas olduğunu, fakat bunun için mutlaka, tarihte anıldığı manâ ve muhteva içinde bir tasavvuf yoluna veya tarikata bağlanmanın gerekmediğini kavrayamayanlar, özellikle tarikatların Türkiye’de yasak olmasından hareketle, onu yasalar karşısında mahkûm etmek isteyenler, Gülen’in – ne manâya geliyorsa – ‘tarikatçı’ olduğu iddiasında bulunmuşlardır. Gülen, tarikatın kendine has kuralları, takip edilmesi gereken hususî bir ruhî tekâmül çizgisi ve bu çizgiyi takip etmenin gereği olarak hususî evrad ve ezkârı (düzenli okunması gereken dua, münacat, yapılması gereken zikir vb.), bir mürşidin vefatından önce kendi yerine tayinde bulunma (istihlâf) yoluyla yürüyen mürşidler silsilesi gibi esasları bulunduğunu, kendisinde ise bunların hiç birinin olmadığını defalarca ifade etmek zorunda kalmıştır (Aksiyon, 6-12 Haziran 1998)
Gülen, bunu söylerken, tasavvufu veya tarikatı şüphesiz mahkûm etmemekte, mahkûm etmek şöyle dursun, reddetmemektedir de. Fakat, gerek onu ‘tarikatçı’ olmakla Türkiye Cumhuriyeti yasaları karşısında suçlu duruma düşürmek isteyenlerin, gerekse bir tarikata intisapla nefislerini terbiye etmeye çalışanların kavrayamadıkları nokta, İslâm’da nefis terbiyesi esas olmakla birlikte, bunun gerçekleşmesi için mutlaka bir tarikata intisabın gerekmediği gerçeğidir. Konuyu daha iyi anlamak için, önceki bölümde, peygamberlerin ve özellikle Peygamber Efendimiz’in fonksiyonları üzerinde dururken mealini aktardığımız âyet-i kerimeyi burada yeniden hatırlamak yerinde olacaktır:
Nitekim, size bizzat içinizden çıkmış bir rasûl gönderdik: size (ken*disine vahyettiğim âyetlerimi ve kâinatta Beni gösteren apaçık delilleri) okuyup açıklıyor; (zihinlerinizi yanlış düşünce ve kabullerden, kalblerinizi batıl inanç ve günahlardan, hayatlarınızı her türlü kirden arındırarak,) sizi temizliyor; size (kendisine indirmekte olduğum) Kitabı ve Hikmet’i (o Kitabı anlama ve tatbik etme yoluyla, eşya ve hadiselerin manâsını, onların Bana nasıl delil olduğunu) öğretiyor ve size bilmediğiniz ne varsa, hepsini öğretiyor. (Bakara/2: 151)
Âyet-i kerimede açıkça ifade edildiği ve önceki bölümde de üzerinde kısmen durulduğu gibi, peygamberliğin en önemli fonksiyonlarından biri, bir yandan insanların zihinlerini yanlış düşünce ve kabûllerden, hurafelerden arındırırken, bir yandan da, kalplerini günahlardan ve hayatlarını her türlü kirden temizleyip, onları her bakımdan tertemiz hale getirmektir. Söz konusu âyet-i kerimede anılan iki veya üç ana fonksiyon, tarihte her zaman tek bir kişi tarafından temsil edilememiş, bunun yerine fonksiyon ayrışması yaşanmış ve insanların zihinlerini inşa etme fonksiyonunu âlimler, onlara hikmeti, eşya ve hadiselerin perde arkasını ve kaderî sebebini öğretme fonksiyonunu hikmet ehli üstlenirken, onların kalplerini temizleme ve nefislerini terbiye etme vazifesini ise manevî mürşidler yüklenmiştir. Gerçi, tarihte bu üç fonksiyonu birden yerine getirebilen çok büyük ilim ve eğitim üstadları, rehberleri yetişmişse de, artık komple insan yetiştirme işi, bu şekilde, özellikle 16’ncı yüzyıldan itibaren, bazen birbirlerinin zararına da olarak, farklı ekollere kalmış ve bu ekoller, medrese ve tekye çatısı altında görevlerini yerine getirmeye çalışmışlardır. Ne var ki Fethullah Gülen, temelde bu ayrışmaya taraf olmamakla ve medreseyi nefis terbiyesini, bunun yanısıra ‘tabiî’ ilimleri, tekyeyi de ilmi bir tarafa bırakmakla eleştirmekle beraber, tarihte, fonksiyonlarını gereğince yerine getirdikleri sürece medreseye de, tekyeye de olumlu yaklaşmakta, fakat, bu çalışmada yeri geldiğince belirtildiği üzere, günümüzde, tekyenin aşk, heyecan ve nefis terbiyesini, medresenin en yüksek seviyede ilmini, ‘okul’un fenlerini varlığında toplayan komple insan yetiştirmenin ve komple insan olmanın önemi üzerinde titizlikle durmaktadır. Dolayısıyla o, dar manâda tarihte aldığı kavram çerçevesinde değil, asıl manâ ve muhtevası içinde tasavvufa, nefis terbiyesine İslâm anlayışı içinde en önemli yeri verir. Ne var ki onun bu yanı, İslâm’la alâkasını ön plana çıkarmayan ve onu, özellikle hoşgörü ve diyalog çağrılarını açığa vurduğu 1995 yılından itibaren tanımaya başlayanlar kadar, İslâm’la alâkasını her zaman önde tutmayı tercih eden Müslümanlar tarafından da gerektiğince bilinmemektedir.
Medrese-tekye-okul veya akıl-kalp-ruh ayrışmasına taraftar olmayan ve üçünü bir arada, bütünlük içinde ele alan âlim ve düşünürler, bu meseleyi ‘Sahâbe yolu’ ve ‘büyük evliyanın yolu’ olarak iki kategoriye ircâ ederler. Onlara göre, Sahâbe yolunda akıl, kalp ve ruh birlikte değerlendirilir; hattâ denebilir ki, böyle bir ayrım yapılmaz ve insan komple bir varlık olarak ele alınır. Bu çizgide, riyazet gibi, farz dışı (nafile) ibadetler gibi yollarla nefsin ‘emmâre’, yani insanı sürekli kötülüğe, tutkulara çağıran boyutu öldürülmez; fakat bu boyuta karşı, ölünceye kadar mücadele verilir ve bu mücadeleyle insan, sürekli terakki eder. O, bu mücadelede terakkisinin farkında olmayabilir; ‘keramet’ denilen bir takım olağanüstülükler göstermeyebilir. Zaten bunlar esas değildir; önemli olan, İslâm’ın hükümlerini bütün dış kabûl şartlarıyla ve kalp huzuru, tam dikkat, haşyet ve hudû denilen zihin, kalp ve bütün duygularla Allah’a yönelmişlik ve konsantrasyon içinde yerine getirmek ve bu çizgide istikameti korumaktır. Sözgelimi, namaz için (Hanefîlere göre) 12 şart vardır: hadesten taharet (abdestli veya gerektiğinde gusül abdesti almış olma), necasetten taharet (vücudun ve elbisenin pislikten temiz olması), setr-i avret (erkekler ve kadınlar için örtülmesi gereken yerlerin örtülmesi), istikbal-i kıble (kıbleye dönme), vakit (vaktinde kılma), niyet, iftitah tekbiri (tekbir alarak namaza başlama), kıyam (ayakta durma), kıraet (Fatiha ve Kur’ân’dan bir miktar daha okuma), rükû (rükûya varma, eğilme), sücûd (iki defa secdeye varma), ikinci oturuşta teşehhüd miktarı kalma (namazdan çıkmadan önce tahiyyat okuyacak kadar oturma). Bunların hepsi yerine gelmeden namaz kılınmış olmaz. Bu şartların yanısıra, bir de, ondan gereken feyzi alma adına onun iç (dahilî) şartları diyebileceğimiz huşû, hudû ve bir hadis-i şerifte ‘ihsan’ olarak adlandırılan, Allah’ı görüyormuşçasına ve biz O’nu görmesek de, O’nun bizi gördüğünün şuuru içinde ve onu, insanı bütün kötülüklerden vazgeçirecek bir şekilde ve şuurla kılma vardır. Aynı husus, bütün diğer ibadetler için de geçerlidir.
Aynı şekilde, bütün ibadetlerin başı ihlâstır; yani her ibadeti, sadece Allah için ve karşılığında hiçbir menfaat beklentisine girmeden, O emrettiği için yapmaktır. Ayrıca takva, zühd (dünyaya ve ona ait her şeye kalben bağlanmama), her söz, her davranış, her düşüncede Allah’ın rızasını hedefleme ve O’ndan gelen her şeye razı olma; imanda yakîne, yani tahkikî iman denilen, araştırmaya, aklın, kalbin ve vicdanın kesin kanaat ve bağlanmasına ulaşma, bütün ahlâkî güzellikler ve faziletlerle bezenme gibi, yine dinin temelinde ve hedefinde yer alan hususlar da vardır. İşte bütün bunlar, çok ciddî bir ruh eğitimini veya nefis terbiyesini gerektirir. Fakat bunun için, mutlaka bir tarikatı izlemek şart değildir. Şu kadar ki, en basit bir eğitim ve öğretim nasıl öğretmensiz veya eğitimcisiz gerçekleşmiyorsa, böylesine zor ve insanı gerçek insan yapacak eğitim de, rehbersiz kolay kolay gerçekleşmez. Bundandır ki Kur’ân-ı Kerim, günlük namazlarda – sünnetler dahil – 40 defa okunan Fatiha Sûresi’nde bize, “Bizi Dosdoğru Yol’a ilet” diye dua etmemizi emreder ve ardından bu yolu tarif etmez. Çünkü, onu herkesin anlaması, dinin tamamı diyebileceğimiz bu yolu herkesin kavraması mümkün olmadığından, “Kendilerine nimet verdiklerinin yolu” diyerek, önümüze bir takım rehberler koyar. Bir başka yerde de (Nisâ/4: 69), bu ‘nimet verilenler’in kimler olduklarını açıklar: “peygamberler”, “sıddîklar” (dine sadakatle bağlı, her yaptıkları doğru; yalan, hile, aldatmadan olabildiğince uzak rehberler), “şehidler” (bizim gayb olarak inandığımız gerçekleri âdeta gören, eşyanın ve hadiselerin hakikatına vâkıf, hayatlarıyla İslâm’ın gerçekliğine şâhitlik yapan rehberler) ve/veya “sâlihler” (bütün inanç, söz ve davranışları sapasağlam olup, ıslah gayesi taşıyan, ıslaha yönelik olan; fitne, fesattan son derece uzak rehberler). Dolayısıyla, insanları potansiyel insan olmaktan, gerçek, kâmil insan olmaya çıkarmayı hedefleyen din yolunda, nefis terbiyesi adına rehbersiz yol almak çok zordur. Fakat bu demek değildir ki, bunun için mutlaka ‘tarikat’ veya bir başka ad altında ayrı bir ekol, ayrı bir disiplin gerekir. Hayır! İslâm’ın en iyi yaşandığı Peygamberimiz, sonraki Dört Halife (Sahâbe) ve daha sonraki Tabiûn (Sahâbe’yi takip edenler) ve Tebe-i Tabiîn (Sahâbe’yi takip edenlerden sonra gelenler) döneminde, ruhu ve manâsı ile bulunsa da, ayrı bir disiplin halinde bugünkü şekliyle tasavvuf olmadığı gibi, tarikat da yoktu. Sahâbe yolu, bir tarikat halinde bir araya gelmeyi değil, insanı komple ele alıp, hayatın ve hadiselerin içinde eğitmeyi benimseyen yoldur. İşte Fethullah Gülen de, böyle bir yola taraftardır ve onun şahsiyet ve aksiyonunun en önemli yanını, bu konudaki yol göstermeleri, ışık tutmaları oluşturur.