Sayfa 3/7 İlkİlk 12345 ... SonSon
61 sonuçtan 21 ile 30 arası

Konu: Fethullah Gülen Bir Aksiyon İnsanı

  1. #21
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı

    FETHULLAH GÜLEN’İN AKSİYON VE DÜŞÜNCESİNDE

    GENÇLİK VE EĞİTİMİ


    Çocuk eğitimi üzerinde bu ölçüde duran Fethullah Gülen’in, aynı derecede, hattâ daha da önemli olan gençliğin eğitimi üzerinde durmaması düşünülemez. Kamuoyunun çok yakından bildiği, hattâ dünya kamuoyuna bile mal olduğu üzere, o, çocuk ve gençliğin eğitimi konusunda sadece bir teorisyen olarak kalmamış, bu konuda yaptığı tavsiyeler, yazdığı yazılar, verdiği vaazlar, bulunduğu teşviklerle gerek Türkiye içinde, gerekse dünyanın pek çok ülkesinde, aşağıda ele alacağımız üzere, eğitim ve öğretimdeki başarısını ispatlamış eğitim-öğretim kurumlarının açılmasına belli bir katkıda bulunmuştur.

    1981 yılı içinde aylık Sızıntı dergisinde Gençliğin Problemlerine Doğru isimli seri makaleler yayınlamaya başlayan Fethullah Gülen, bu seriyi tamamlayamamış olmakla birlikte, daha sonra, gerek şiirleri, gerekse daha başka makalelerinde bu konu üzerinde de yeterince durmuştur. Ona göre, toplumlar gençlik ruhuyla canlılıklarını korur, onunla gelişir ve onunla ihtişama ulaşırlar. Bu ruhu kaybedince de, kılcalları kesilmiş çiçekler gibi pörsür, dökülür ve ayaklar altında kalırlar.

    Gülen, gençlik konusunda gönlünde taşıdıklarını, Fikret’in

    Ferdâ senin, senin bu teceddüt, bu inkılâp...

    Her şey senin değil mi ki, zaten, sen ey şebâp...!

    beytini serlevha yaptıktan sonra, çok renkli ve zengin ifadelerle yazıya şöyle döker:

    Nesli tanımak, ona vereceğimizi vermek, alacağımızı almak ve bu arada ona bağlı olarak davasının sınırlarını tesbit etmek, muhakkak ki, günümüzün en mühim meselelerindendir. En mühimdir; zira her türlü değişikliğe renklilik katan, ayrı ayrı çağlar ve devirler açan odur.

    Roma onun, Roma’da ihtilâl onun, Yunan onun, Helenizm de onun. Zemin onun âb-ı rûyuna muntazır (yüzünün suyunu bekliyor); eflâk (felekler, dünyalar) çıkaracağı tarrakaya dembeste (dem tutmakta). “Acâib-i seb’a-i âlemi (Dünyanın yedi harikası), o muhteşem heykelin kaidesi. Ay, mukavves (kavisli) kaşları; yıldızlar, dudağında tebessüm... Bunları onun hakkında birer abartma saymayın; gerçek genci bin bahariye ile dahi dile getirmek mümkün değildir.

    Nâdanlarca o işe yaramaz bir serseri, anarşi taraftarlarınca tahrip unsuru; bize göre ihata edilmez muhteva... Hilkatinde afacan, ihmalinde öldürücü zehir... Evet, zeminini bulursa bin badire aşan bahadır. Şehvet pazarına düşerse nefsin esiri. Herkes ona olta salar. Herkes onu elde etmek ister. Elde edebilirsen, senin için bir inşirah unsuru. Açık kapı siyaseti güdersen, meccani bir meta... Gönlünü sadece mücerretlerle doldurursan, bir hayalperest, müşahhaslara bağlarsan bir totemci olur. Kesebilirsen behimî hislerden, ikinci bir fıtrat kazanır. Salıverirsen meraya, benliğine cemre düşmüş gibi erir ve yok olur.

    Tutup sahip çıkmana göre o,

    Ol bâde kim içse heman

    Kalbe doğar nur-u cihan

    Verir hayat-ı cavidan! (Gedâyî)

    zirvelerinde uçacak; terk etmene göre de,

    İç bade, güzel sev, var ise akl u şuurun;

    Dünya var imiş, ya ki yok olmuş ne umurun.

    düşüncesiyle mülevvesleşecek...

    Her şey olan bu potansiyel katiyen ihmal edilmemelidir. Nasıl edilir ki... Bir devirde her şey damarlarındaki asil kana emanet; başka bir devirde o, yılışık, sürtük, iffetsiz; bütün devirlere rahmet okutturacak melanet. Bir başka devirde de, en acılardan acı midede seretan, gözde bir katarakt... Mimarının elinde ise, “a’lâ-yı ılliyyîn”in (yücelikler yüceliğinin) nazenin, nazdar sultanı; kâinatın “ahsen-i takvim”i (en güzel kıvamda yaratılmışı), İlâhî nazarın nokta-ı mihrakiyesi (odak noktası)… O, mimarından kendine bir el uzatılmasını istiyor. (Çağ ve Nesil, 27–9)

    Bir ülkenin ve milletin yarınları demek olan genç, Fethullah Gülen’in gözlemlerinde, okul sıralarında iken millete hizmet aşkı ve vatan sevgisi gibi duygularla sık sık gerilir, toplumun yaralarını sarmaktan, ülkeyi ve ülke insanını yükseltmekten dem vurur; hissizliğe ve hareketsizliğe ateşler püskürür durur... Ne var ki, böyle yüksek duygularla şahlanan gençlerin pek çoğu, bir makam kapıp bir memuriyete geçtikten sonra, içlerindeki bu kıvılcımlar yavaş yavaş sönmeye yüz tutar, ruhlarında bir külleşme, gönüllerinde de bir çölleşme başgösterir. Daha sonra ise, tamamen cismanî ve bedenî hayatın tesirinde kalan genç, o güne kadar gönülden bağlı bulunup toz kondurmadığı yüksek ideallerinden uzaklaşa uzaklaşa tamamen sefil duyguların, pes menfaatlerin zebunu haline gelir. Bir kere de o acayip ve öldürücü turnikeye girdi mi, gayrı semavî bir inayet olmazsa, geriye dönmesi bütün bütün imkânsızlaşır ve bir zamanlar ateş püskürüp durduğu şeylerin âzat kabul etmez kölesi olur çıkar. O kadar esirleşir ki, vazife ve sorumluluklarıyla ilgili bir kısım hususlarda, vicdanının ihtarlarından dahi rahatsız olmaya başlar.

    Artık o, bütün düşünce kabiliyetlerini elde ettiği mevkii muhafaza ve âmirlerinin teveccühünü kazanma gibi çok defa insan ruhunu alçaltan pes şeylerde kullanır ve bütün bütün sefilleşir. Bir de elde ettiği makam itibariyle yükselme istidadı gösteriyorsa, artık başka şeyleri görüp gözetmesi imkân*sızlaşır ve biricik totemi olan makamını kaybetmemek için, her türlü zillete katlanır. Gerektiğinde vicdanına ters, imanına muhalif işlere girer; fayda umduğu herkes karşısında iki büklüm olur; dün ak dediğine bugün kara demeye başlar; bir gün önce göklere çıkardığı kimseleri, ertesi gün rahatlıkla yerin dibine batırabilir.

    Fethullah Gülen, hayata atılmakla artık ateşi sönmüş, ideallerinden uzaklaşmış ve kazanmanın, yarını düşünmenin, makam ve gelirinin yönlendirdiği bir ‘uslu varlık’ haline gelmiş bulunan bir zamanların genci için yaptığı bu sosyolojik gözlem ve tesbitlerini psikolojik gözlem ve tesbitleriyle derinleştirir ve şunları yazar:

    Ve hele, onun başkalarına, başkalarının da ona riya ve tabasbusları, zaten yaralanmış ruhunu ve hırpalanmış iradesini öylesine sarsar ve darbeler ki, bundan böyle onun hayır ve fazilet adına bir şey yapması mümkün değildir. Ne acıdır ki o, dumura uğrayan hissiyatı, körelen zekâsı, bağlanan basiretine rağmen, halâ kendini en iyi düşünen, en isabetli kararlar veren, en faydalı işler yapan biri gibi görme marazî (hastalıklı) ruh haleti içindedir!

    Bu duruma düşmüş herhangi bir kimseye hatalarını hatırlatmak, ya da ikazda bulunmak oldukça zordur. Böyle hodbin (kendini beğenmiş) ruhlar, hata ve yanlışlarını gösteren hemen herkese karşı gizli bir kin ve nefret duyduklarından ve en büyük yanlışlarına dahi sevap urbaları giydirerek kendilerini haklı görmeye alıştıklarından, kimseden nasihat almak istemezler.

    Gülen, bir rahatsızlığı, hastalığı tesbitle kalmaz; o, tenkit eden değil, tesbit eden ve çare üreten, bunun da ötesinde meselelere ‘hıfzı’s-sıhha (hastalığı önleme, hijyenik) açısından yaklaşan bir insandır. Dolayısıyla, hastalığı teşhisle kalmaz; hem, onu ortaya çıkmadan önleme, hem de çıktıktan sonra tedavi etme adına şu tekliflerde bulunur:

    Evet, her insanda bir kısım zaaflar vardır ve bu zaafların belli iklim, belli atmosfer, belli şartlar altında hortlayıp ortaya çıkması da bir bakıma tabiîdir. Ancak, daha önceden bazı şeyler yapılarak, ruhun bu zaaflar girdabında boğulup gitmesini önlemek de her zaman mümkündür.

    Öyle zannediyorum ki, her gençte sağlam bir inanç düşüncesi, yüksek bir diğergâmlık hissi, sönmez bir millet ve vatan sevgisi uyarılabildiği, sabah-akşam mukaddes bir ideal etrafında ahd ü peymanlarla bir araya gelinebildiği, serâzat gönüllerin hayattan kâm alma arzularına karşı tahşidatlar (tembih, ikna, hatırlatma vs.) yapılıp, izzet ve şeref gibi değerler üzerinde durulduğu ve bu ideal etrafında ülke ve millete hizmet sayılmayan her iş ve uğraşmanın bir abes ve bu türlü abeslerle meşgul olmanın da, zaman nimetine karşı affedilmez bir nankörlük olduğu kanaati onların kafa ve gönüllerine yerleştirildiği ölçüde genç, kalbî, ruhî dağınıklığa düşmeyecek ve özünü koruyacaktır. Aksi halde, makam sevgisi, şöhret hissi, hayat endişesi ve tama’ duygusu gibi insanın iç dünyasını karartan hastalıklarla, her gün ümit semamızdaki yıldızların kayıp kayıp gittiğini görecek ve iç burkuntularıyla iki büklüm olacağız. (Sızıntı, Haziran 1986)

    Fethullah Gülen, ülkenin yarınlarını inşa edecek gençlerin hangi nitelikte olması gerektiği üzerinde de çok ciddi olarak durur. Bir zaman toplumun anarşiyle sarsılması karşısında iki büklüm olan Fethullah Gülen, 1980’lerin Türkiyesinde de ülkenin idealsiz kalabalıklar haline gelmesinin ızdırabı içindedir. Ve bu ızdırabı dindirecek olan genç nesildir, genç adamdır:

    Genç adam! Düşün bir yığın dert ki, kaç asırlık..

    Sarmış cemiyeti onulmaz pek çok hastalık.

    Milletin her yanı ayrı bir illetle malûl;

    Beyinler sarsık, kalpler baygın, devâsı meçhûl..

    Meydanlar inliyor; gayesiz kalabalıklar..

    Ve insanlar tıpkı “akvaryumdaki balıklar:”

    Şaşkınlıkla gidip kâh sağa tos, kâh sola tos..

    Böyle bir topluluk içinde idrake paydos!

    Bunca fezâyîle cemiyet yaşar mı? Heyhât!

    Göz görmez, kulak sağır, “kapkaranlık hissiyât..”

    Şehirler çirkef oldu, sokaklar zift kanalı;

    Gençler serâzat, her şey hürriyet payandalı...

    Hayâ yırtılıp gitmiş, iffet ayak altında,

    Yalan som altın, aldatma sultanlık tahtında...

    Kurt gövdenin içinde, yapraklar bir bir solmuş,

    Millî ruh derbeder ve millet dâğidâr olmuş...

    Genç adam; bu badirenin bahadırı sensin!

    Yıllardır, hayallerde, düşlerde beklenensin...

    Doğrul! Kendine gel! Bak, tan yeri ağarıyor;

    Ve ışıklar karanlık ordusunu boğuyor.

    Hiç durma, koş tulumban elinde dört bir yana!

    Göğüsle alevleri, bu bir vazife sana! (Sızıntı, Mayıs 1985)

    Fethullah Gülen, ülkeyi sarmış olan dertlerin çaresi ve hastalıkların tedavisi adına “varlığı en temiz ruhlardan daha temiz, düşüncesi çağın bütün prob*lemlerini çözecek kadar güçlü, sinesi meleklerin gönülleri kadar yumuşak ve iradesi cehennemler karşısında dahi pes etmeyecek kadar sağlam” bir genç nesil arzular. Beklenen bu gençlik, söz pazarlarını bulaşıktan temizleyecek, sözü sultanlarıyla buluşturacak, yani söylenmesi gerekeni ve söylenmesi gerektiği şekilde söyleyip, yapılması gerekeni yapılması gerektiği şekilde yapacak bir gençliktir. Onda, Hz. Âdem’in vefa ve sadakati, Hz. Nuh’un azim ve kararlılığı, Hz. İbrahim’in yumuşaklık ve hakka teslimiyeti, Hz. Musa’nın yiğitliği ve Hz. İsa’nın müsamahası vardır. O, inkâr ve dalâleti, cehalet ve utanmazlığı Kaf dağının arkasına atacak, sanat ve ilim âşıklarına iman ve marifet zevkinin en erişilmezini duyuracaktır. Yine o, kitlelerin inandırılıp uyarılması için kederini sözlerine karıştıracak, hasret ve hicranlarını göz yaşları haline getirip kurak ve çorak yerlerin bağrına salacak, her yere uğrayıp herkesi ziyaret edecek, uğrayıp ziyaret ettiği yerlere, gönül nağmelerinden mesihî soluklar gibi diriltici besteler duyuracak bir söz, hâl ve gönül eridir.

    Fethullah Gülen, ilgili diğer yazılarında daha başka niteliklerinden de söz ettiği bu gençliğin, yalnız Türkiye için değil, kendi değerlendirme ve ifadeleriyle, bu irade ve himmet insanlarının gelişi, bizim milletimiz için olduğu gibi, bir manâda topyekün insanlığın kurtuluşunu da beraberinde getirecektir. Bugün bütün insanlık, derbeder ve perişandır; bu gençlik, hemen her şeyin ayağa düştüğü, ilmin her şeyi maddede arayanların oyuncağı olduğu ve inkâr hesabına istismar vasıtası yapıldığı, her ağızdan yükselen ayrı ayrı seslerin, her kafadan çıkan farklı farklı düşüncelerin yığınları bütün bütün şaşkına çevirdiği bir dünyada derbeder ve perişan bütün insanlık için de, yarınlar adına ümit kaynağı olduğu inancındadır. (Sızıntı, Nisan, Mayıs 1990)


  2. #22
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı

    OKUL VE ÖĞRETMEN

    Fethullah Gülen, eğitim-öğretim konusunda okul ve öğretmene ayrı bir yer ayırır. Ona göre okul, bir öğrenme ve eğitim alma yeridir. Orada hayat ve ötesine ait her şey öğretilir. Aslında, hayatın kendisi de bir okuldur. Ne var ki, biz hayatı da ancak okul sayesinde öğreniriz.

    Okul, hayatî hadiselerin üzerine irfan hüzmeleri göndererek, onları aydınlatır, öğrencilerine çevrelerini kavrama imkânı hazırlar. Aynı zamanda, gayet hızlı olarak eşya ve hadiseleri keşfetme yolunu açar ve insanı düşünce bütünlüğüne, düşüncede istikamete ve çoklukta teke götürür. İyi bir okul, fertte fazilet duygularını inkişaf ettiren, öğrencilerine ruh yüceliği kazandıran bir melekler otağıdır. Bin koldan akıp giden hayatın, nasıl kendine has kimliği kazandığı yer okul ise, aynı şekilde, çocuğun gerçek şeklini aldığı ve benliğinin sırlarına erdiği en önemli eğitim yuvası da yine okuldur. Dağınık bir ırmağın dar bir geçitte katlanıp kendine has ihtişamıyla görünmesi veya ağaçtaki saf hayatî sıvının billûrlaşıp güneş hüzmeleriyle münasebete geçmesi, ya da, bir ağacın veya meyvenin, çekirdekle başlayıp dallanıp budaklandıktan sonra yeniden çekirdekte birliğe ulaşması gibi, hayatın çokluk içinde akışı da ancak okul sayesinde birliğe ulaşır.

    Fethullah Gülen, okulun ve okuldaki eğitim-öğretimin hayatın tamamını kapsadığı inancındadır. “Okulun, hayatın sadece bir parçasında insanı ilgilendirdiği sanılır; aslında o, kâinat mektebindeki bütün dağınık şeyleri bir arada görme ve gösterme vazifesiyle, çıraklarına sürekli okuma imkânı hazırlayan, susarken dahi konuşan bir yuvadır. Bu sebeple o, hayatın sadece bir bölümünü işgal ediyor görünse de, bütün zamanlara hükmeden ve hadiselere sözünü dinleten tam bir hakimiyet sembolüdür” diyen Gülen, okula katılan her öğrencinin, bütün bir ömür boyu oradan aldığı dersi tekrarladığını ve okulda alınıp da benliğe mal edilen hüner ve bilginin, fazilete giden yollarda birer rehber ve kapalı kapıları açan sırlı bir anahtar olduğunu ifade eder.

    Fethullah Gülen, toplum içinde en büyük değeri öğretmene verir. Ona göre öğretmen, bir anlamda mabet fonksiyonu da gören okulun kutsal varlığı, doğumdan ölüme kadar bütün bir hayat boyu hayatı şekillendiren kudsî rehberdir. Gülen, “milletine, kader programında önderlik yapıp, ahlâk ve karakterini yücelten ve ona ebediyet şuurunu aşılayan, melek soluklarının mihraklaştığı bu üstün varlığa denk yeryüzünde ikinci bir yaratık gösterilemez” der.

    Gülen’e göre, öğretmenin fert üzerinde tesiri, anne, baba ve toplumun tesirinden daha fazladır. Aslında, anneyi de, babayı da, hattâ toplumu da yoğuran odur. Onun elinin içine girmediği her hamur, tatsız ve tuzsuz sayılır.

    Öğretmen üzerinde ileri mütalâalarına devam eden Gülen, şunları söyler:

    Melekler otağı bir okulda öğretmen, saf ve temiz tohumun ekicisi ve koruyucusudur. İyisiyle, sağlamıyla meşgul olmak onun vazifesi olduğu gibi, hayat ve hadiseler karşısında ona yön verip, hedef göstermek de yine ona aittir. Her gün ayrı bir sancı ve ızdırapla talebenin gönlüne inen, ders ve davranışlarıyla onun dimağına silinmez renkli çizgiler bırakan öğretmen, yeri doldurulmaz bir öğreticidir. Öğrenciye, ona yol gösterici ve eğitici iyi örneklerin verilmesi, ancak, siması hakikat gamzeden, bakışları alabildiğine derin ve çıraklarına vereceği her şeyi gönül prizmasından geçiren öğretmenle mümkün olabilir.

    Öğretmenin kanatlanan himmeti, gayreti, çırağını kâh yıldızlara yükseltir, kâh ona vicdanında soluk aldırır ve bu iki şey arasında duyulan hayret, hasıl olan düşünce, onu yaşadığı boyutun dışına çıkarır. İşte bize göre gerçek öğretmen, böyle teker teker eşya ve hadiselerdeki nirengileri yakalayan, bir alıcı ve verici kontaklaşması gibi, hayat ve vicdan arasında münasebet kuran, her şeyden gerçeği duymaya ve her dille ona tercüman olmaya çalışan insandır.

    Öğretmenini bulmuş bedevî bir topluluk, melekler kadar ulvîleşir ve toplum halinde öğretmen olma payesine yükselir. Onun elinde madenler saflaşır, som altına ve/veya pırıl pırıl gümüşe dönüşür. O esrarlı elde en ham ve en değersiz şeyler, değerler üstü elmaslar haline gelir. Hiçbir fabrika onun kadar seri ve onun kadar sistematik olarak iş göremez. Karşısına aldığı yüzlerce insana, bir anda bütün duygu tayflarını intikal ettirmek ve onların varlıkları içinde ikinci bir varlık haline gelmek, öğretmenden başka kimseye müyesser olmamıştır. Öğretmen, sırlar âleminin aşılmaz zirvelerinden sızıp sızıp bize gelen manâların tercümanı ve varlık âlemindeki sezilmez faaliyetlerin sesi ve sözüdür. Onun sayesinde insan bulutlar gibi yükselir ve rahmet olarak yere iner. (Sızıntı, Ekim-Aralık 1979)

    Okul ve öğretmen üzerinde bu şekilde durduktan sonra, okulda verilmesi gereken dersler ve öğrenciye kazandırılması gerekenlere temas eden Fehullah Gülen’e göre, bilmek bizâtî bir değer ifâde etse de, öğrenciyi bilgi hamalı haline getirecek bilgi, talebenin omuzunda bir yük ve bir vebal olur. Bu bakımdan, öğrenilecek ve öğretilecek her şey, insan şahsiyetini bütünleştirici ve iç âlem ile eşya ve hadiseler arasındaki ince münasebeti keşfe yönelik olmalıdır. Hattâ bundan da öte, öğrenilen şeye ait her parça, pratiğe sağlam bir mesnet ve yeni terkiplere götürücü esaslı birer dayanak mahiyetinde bulunmalıdır. Gülen, ayrıca, “çocukluk ve okul çağında okutulacak kitaplar, şiir olsun nesir olsun, düşünceye kuvvet, ruha metanet, ümit ve azme fer verecek mahiyette olmalıdır ki, iradeleri güçlü, fikirleri sağlam nesillere sahip olabilelim” der ve şöyle devam eder: “Okulda ilim benliğe mal edilir ve insan, bu sayede yaşadığı katı madde dünyasının boyutlarını aşar ve bir bakıma sonsuzluk sınırına ulaşır. Benliğe mal edilememiş ilim ise, insanın sırtına vurulmuş bir yük, hem de insanı mahcup eden bir yüktür. Evet, fikre aydınlık, ruha kanatlanma vadetmeyen her türlü kaba belleme ve ezbercilik, benliği aşındıran bir törpü, kalbe de indirilmiş bir darbedir.”

    “Şahsiyetimizle eşya arasındaki esrarı çözmeye yönelik olmayan bir bil*ginin, haricî dünya adına ve onunla bütünleşme hesabına öğrenciye kazan*dıracağı hiçbir şey yoktur” diyen Gülen, “sadece öğrenmek ve önüne gelen her şeyi öğrenmek, götürdüğü şeyler itibarıyla hiç bilmemekten daha tehlikelidir” düşüncesindedir. Bu sebeple de, ona öre, insanı kâinatla bütünleşmeye götürücü hususlar üzerinde durulmalıdır. Bu nokta, düşüncenin ilk merhalesi, öğrenme ruh ve ciddiliğinin de en sağlam belirtisidir. Bu teminatı elde ederek ilim yoluna koyulma, insanı ezbercilik ve hafıza müsabakasından kurtaracağı gibi, mater*yalizmin içine düştüğü kabukla uğraşma ve hezeyanlardan da koruyacaktır.

    Gülen, “gençlere öğretilecek şeylerle, onları birer hafıza hamalı kılmaktan çok, yaş ve kültür durumları dikkate alınarak, gördükleri nesnelerin ötesinde gayeler hissettirilmeli ve öğreneceği şeyler, hazmedebileceği ölçüde verilmelidir” der ve şöyle devam eder: “Daha ilk okulda çocuğa cihan coğrafyası, beşer tarihi veya felsefe ile taşıyamayacağı bir yük yüklemek, ders için de, talebe için de talihsizliktir. Her gün, ilim adına, öğrencisini bin şüphe ve tereddütle baş başa bırakan öğreticiye öğretmen denemeyeceği gibi, onu bir laboratuar ciddiliği içinde doğru neticelere götüremeyen okul görünümlü binalara da okul denemez.”

    Fethullah Gülen, daha sonra iyi bir eğitim-öğretim için iyi bir programın âdeta genel hatlarını çizer:

    Okulda eğitime başladığı ilk dönemde çocuğa önce dil, ideal, inanç, ahlâk, karakter, sonra da bu temeller üzerinde sosyal bir kimlik kazandırılmalı ve o, içinde yaşadığı devrin şartları da dikkate alınarak, ilimler adına inkılâpçı, daha doğrusu, daimî bir dirilişle hep yeni ve hep taze bir anlayışa ulaştırılmalıdır. Sonra, bu noktadan hareketle de onun, sanat, ticaret, ziraat, ilim ve teknik gibi meselelere alıştırılması, adapte edilmesi sıralanabilir. Bir toplumun âhenk içinde ve sürekli olarak varlığını sürdürebilmesi, onun inanç ve ahlâka, bunun yanında sanat, ticaret ve ziraata, bunların da yanında devletler arası dünya dengesinde yerini alma gayret ve çabasına bağlıdır. Bir toplum, bilgin, aydın ve yetişmiş kadrolarıyla rehberler, sanat ve ticaret erbabına mürşid ve bütün hayatî meselelerde öncüler yetiştirmiyorsa, o toplum felçli, gelecek adına da talihsiz ve nasipsiz demektir. Bu itibarladır ki, okulda okutulan derslerin yanında, talebenin iç enginlikleriyle ele alınması da çok önemlidir.

    Öğrenciye nasıl davranılması gerektiği konusunda da uzun uzun tahlillerde bulunan Fethullah Gülen’e göre, okulda verilecek öğretim ve eğitimde, öğrencinin bütün yanlarıyla çok iyi tanınması ve bu hususta acele edilmeden, belli bir tedrîciliğin takip edilmesi şarttır. Bu çerçevede öğrenciye verilecek şeylerin dozajı iyi ayarlanmalı, ona bunların aktarılmasında sabır ve kararlılık gösterilmeli, irşad ve terbiye tesirini göstermiyor diye ümitsizliğe düşmemeli, terbiye ve yetiştirmede akıl, kalp ve ruhun beraber doyurulmasına, akıl kadar kalp ve hislere, kalp ve hisler kadar akla hitap edilmesine özen gösterilmelidir. Öğrencinin kusurları, doğrudan onun yüzüne vurulmadan, öğrenci bilhassa başkaları yanında mahcup edilmeden, o kusur umumî telkinlerle giderilmeğe çalışılmalı, bunun başarılı olmadığı yerde, hususî olarak hususî bir yerde kendisiyle birebir ilgilenip, konuşulmalıdır. Öğrenciye telkin edilecek her iyi şey, o işin kahramanlarıyla, her kötülük ve fenalığa set çekme de, fenalıklara ve kötülüklere karşı direnmiş yiğitlerle müşahhas hale getirilmelidir. Öğrencinin gönlü yüce ideallerle donatılmalı, sevgi, korku ve tedipte denge mutlaka muhafaza edilmelidir. Bütün bunlardan ayrı ve belki en önemli bir prensip olarak, öğretmen, öğrenciye anlattığı her mevzû ve meselede bilgisiyle kendisini kabûl ettirdiği gibi, telkin ettiği bütün güzellik ve iyiliklerde de ona bizzat ve yaşayışıyla örnek olmalıdır.

    Gülen’in, bütün iç ve dış özellikleriyle resmini çizdiği ve onun ifadesiyle, “ötelere açılmış, insanı bütün yanlarıyla keşfedip kucaklayan ve âdeta melekler otağı haline gelmiş bir okul”, insanın yoğrulup, gerçek cevherinin ortaya çıktığı, ortaya çıkıp som altın haline geldiği bir laboratuar; aklı fenlerle, ilimlerle aydınlık, kalbi inanç, ahlâk ve en saf duygularla berrak ve böyle bir akıl ve kalbin ışığında öğrencinin himmetini kanatlandıran öğretmen de, yarınlarımızın teminatı olacak nesillerin yoğrulduğu bu esrarengiz laboratuarın gerçek üstadıdır: belimizi sihirli elleriyle doğrultacak, ufkumuzdaki karanlıkları temiz soluklarıyla giderecek mukaddes üstadı (Sızıntı, Nisan-Temmuz 1981; Ekim-Aralık 1979).


  3. #23
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı

    EĞİTİM-ÖĞRETİMLE İLGİLİ BİR KISIM PRENSİPLER

    Fethullah Gülen, aile içi ve okuldaki eğitim üzerinde, burada ancak özetini verdiğimiz noktalar çerçevesinde yeterince durduktan sonra, gerek aile içinde ve okulda, gerekse bir başka yerde, genel anlamda başarılı bir eğitim ve öğretim için bir takım prensiplere dikkat çeker ve bunları şöyle sıralar:

    Muhatabın tanınması prensibi
    Gülen’e göre, eğitim ve öğretimde muhatabın tanınması çok önemlidir. Kendine bir şey vermeyi tasarladığımız şahsı tanımadan, ona bir şeyler vermeye kalkışmak olumsuz tesire ve karşı tepkiye yol açabilir. Bu itibarladır ki, basiret ve feraset sahibi, kavraması süratli, tesbitleri yerinde manâ ehlinin terbiye ve yol göstericiliği, daima diğerlerinden daha tesirli olmuştur.

    Bu sebeple, önce çocuğun veya öğrencinin ruh durumunu tesbit etmek, sonra müdahalede bulunmak lazımdır ki, tepki göstermesin. İnsan vardır ki, sevgiyle, okşamakla, hediye ve mükafâtla yumuşar, balmumuna döner; insan da vardır ki, yerinde ve gerektiğinde yüz ekşitmek, ilgisiz kalmak ve mutlaka gerektiğinde kulağını çekmekle. Ne var ki, birinci şıkta değerlendirilecek insanlar daha çok ve o yol daha tesirlidir. Zira beşer, yaratılışın gereği olarak iyiliğe ve güler yüze daha çok açıktır. Sevgiyle, hediye ile, mükâfatla insanın gönlüne girilirse, o insan, kendisine sunulacak düşünce ve tekliflere, kendisine uygulanacak eğitime daha açık hale gelir.

    Tedricîlik prensibi
    “Eğitimde tedrîcilik esasına riayet etmek, yani, fıtrat kanunlarına (meselâ, bir ekmeğin elde edilebilmesi için bir yıllık bir sürecin ve bir sürü işlemin gerekmesi gibi kâinattaki kanunlar –AÜ) uyup, aceleciliği bırakmak şarttır” diyen Fethullah Gülen, aksine davranışın istenen neticeyi almayı imkânsız kılacağı düşüncesindedir. O, tedrîcilik konusunda aşağıdaki hususlara dikkat çeker:

    · Verilecek şeylerin dozajının ayarlanması… Gelişigüzel ve hele eğitimci tarafından hazmedilmedik şeylerin verilmesi, faydadan çok zarar getirir.

    · Verilmesi gerekli olan şeylerin çocuğa veya öğrenciye aktarılmasında sabır, kararlılık ve bıktırmayan tekrara ihtiyaç vardır. Bir verip bir kesmek ve hele sabırsızlık göstermek, panzehir yerine, zehir fonksiyonu görür.

    · Verilenler çocuğa veya öğrenciye en son tesir edeceği ana kadar, ondan bir şey beklenmemelidir. Zira bu konuda gösterilecek hırs ve acelecilik, hem fıtrata aykırı, hem de hüsrana sebeptir.

    · Eğitim etkisini göstermiyor diye feveran edilmemelidir. Aksine, o ana kadar yapılan şeylerin hepsi yıkılmış olur.

    · Eğitimde akıl, kalp ve ruhun beraber doyurulmasına titizlik gösterilmelidir. Bu da, belli bir zaman ister ki, yapılabilsin; yoksa, ümit bağlanılan netice elde edilemez.

    Kusurlar karşısında müsamaha prensibi
    Çocuğun veya öğrencinin kusurları karşısında nasıl davranılması gerektiği konusuna da değinen Fethullah Gülen, önce, onun işlediği kusurlara karşı bilmezlikten gelme, kusurları yüzüne vurup da perdeyi yırtmama gerektiği kanaatindedir. Ona göre, çocuk veya öğrenci, aksi durumda, yani kusurları sürekli yüzüne vurulur ve bunlardan dolayı devamlı azarlanırsa, iyice arsızlaşır ve yapılan telkinlere dirsek çevirir. Gülen, “kusurun mutlaka giderilmesi isteniyorsa, suçlu ve kusurlu doğrudan muhatap alınmadan, toplum içinde genele konuşmak ve yapılan uygunsuz davranışların aklen, kalben, vicdanen sevimsizliği üzerinde durmak daha uygun düşer. Eğer bu yolla da başarı elde edilemez ve kusurlar sürer giderse, bir köşeye çekip, kendisi hakkında, düşünce, kanaat ve bakış açımızın onun davranışlarına uymadığını anlatmak yerinde olur. Kim bilir, belki de bir ‘sen de mi?’ sözü, ona bin nasihatten daha çok tesir edebilir” der.

    Anlatmada müşahhaslaştırma prensibi
    Gülen, mücerret güzelliklerin mücerretliği içinde anlatılmasının çok faydalı olmayacağını, bunun yerine, çocuğa veya öğrenciye anlatılacak her iyi ve güzel şeyin, o işin bir kısım kahramanlarıyla, çocuğun veya öğrencinin sakındırılması gereken her kötülük ve fenalığın da, yine onlardan kaçınmada örnek teşkil etmiş ‘yiğit’lerle misallendirilerek anlatılması gerektiğini belirtir. O, “anlatılacak her şeyin, böyle bir kahramanın hayatıyla resmedilmesi, hem çarpıcı, hem daha tesirli olacaktır” der.


  4. #24
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı

    Gönlün yüce ideallerle donatılması prensibi

    Fethullah Gülen, idealsiz nesillerden bıkkın, bezgin ve bîzar olup, nesillerin mutlaka yüksek ideallerle donatılması gerektiği inancındadır. Bu konuda o, şöyle der:

    Nesiller, kendilerine gösterilecek yüksek hedef ve ulvî ideallerle canlılıklarını korurlar. Hedefsiz, mefkûresiz (idealsiz) kaldıklarında da kadavralaşır ve birer iskelet haline gelirler… Milletin ümit kâsesini ellerinde taşıyanlar, her şeyden evvel, nesillerin gönüllerini yüksek ideallerle donatarak, onları Hızır çeşmesine giden yollara irşad etmelidirler (yöneltmeli). Dertsiz, davasız, gayesiz ve idealsiz nesillerin önce içten içe yanarak karbonlaşması, sonra da etraflarındaki her şeyi yakıp yok etmesi kaçınılmaz olur… (Gençlere yüksel idealler gösterme) vazifesi, mektepten mabede kadar bütün müesseselerde hassasiyetle benimsenmeli ve bu iş, imkân elverdiği nisbette de kafa ve kalp izdivacına muvaffak olmuş aydın ve hasbî ruhlara gördürülmelidir. (Sızıntı, Ağustos 1983)

    Nesillere ideal verilmesi konusunda son derece hassas olan Gülen, bunun çocuk yaşta başlaması gerektiği inancındadır ve “çocuğa (veya öğrenciye) sorumluluk ruhu ve buna bağlı olarak şecaat aşılanmalıdır. Yani, iyiliklerin ve güzelliklerin yaygınlaştırılmasında ve yüce hakikatların etrafa duyurulmasında, kendisinin birinci derecede vazifeli olduğu, aynı şekilde, dünya çapındaki fenalıkların giderilmesinde de yine kendisine çok şey düştüğü telkin edilmelidir” der. Ona göre bunun bir faydası da, bu şekilde yetiştirilen kişinin, her işi başkasından bekleme, hattâ kendine düşen şeyleri bile başkalarına havale etme gibi miskinliklerden korunmuş ve kurtarılmış olmasıdır.

    Fethullah Gülen, kişiyi yüksek ideallerle donanmış olarak yetiştirmeye çalışırken, mübalâğadan kaçınılması gerektiğini belirtir ve “onu böyle bir ruhla yetiştirmeye çalışırken abartılara gitmemeli ve gerçekler efsanelere feda edilmemelidir. Aksi halde, mübalâğalarımız, onda kurmaya çalıştığımız umranları bir gün yerle bir edebilir” diye ikazda bulunur.

    İyi ve güzel sözlerle anlatma prensibi
    Gülen’in, eğitim ve öğretim adına dikkat çektiği bir diğer nokta da, ıslah ve terbiye yolunda kötü söz ve uygunsuz kelimelere asla yer verilmemesi gerektiğidir. Ona göre, sövme, lânetleme, küfür gibi, hiçbir terbiye edici hususiyeti olmayan şeylere katiyen baş vurulmamalıdır. Yoksa, farkına varmadan, vazgeçirmek istediğimiz aynı şeyleri ona telkin etmiş ve kendinden küçüklere karşı, bu uygunsuz şeyleri yapabilme iznini vermiş oluruz.

    Sevgi ve korku dengesi prensibi
    Fethullah Gülen, çocuğa veya öğrenciye gösterilecek sevgi ile, onu korkutmanın dengeli olması gerektiği kanaatinde olup, bu konuda, “sağını solundan seçebilecek duruma gelen her insan, sevgi ve korku dengesi içinde ele alınmalıdır. Esasen, her ferdin hayatında bu denge çok mühim bir unsurdur” der ve bu denge bozulup da, sevgi ve korkudan birinin ağır basması halinde, bunun ferdin psikolojik hayatında tesirini hemen göstereceği uyarısını yapar.

    Cezalandırma prensibi
    Fethullah Gülen, çocuğun terbiyesi adına, mecbur kalındığı durumlarda onu hafifçe dövmekte mahzur olmayacağını belirtir ve “nasıl ki büyüklere belli suçlarından dolayı, suça ve kendi durumlarına göre ceza veriliyorsa, bunun gibi, vakar ve sevgi atmosferi içinde büyüyen çocuk, hesap verme çağına girdiği andan itibaren, en-son çare olarak hafif okşamakla tedip edilebilir” der.

    Ne var ki Gülen, hafif de olsa döverek cezalandırmada çok dikkatli olunması gerektiğine de bilhassa dikkat çeker ve bunun için bir kısım şartlardan söz eder. Ona göre, bu şartlar gerçekleşmedikçe bu prensip uygulanmamalıdır. O, bu şartları şöyle sıralar:

    · Çocuğun temyiz, yani iyiyi kötüden ayırt edebilecek çağına varmış olması. Henüz bu devreye ulaşmamışlar için, bu prensip, terbiye adına ne bir çare, ne de bir vesiledir.

    · Son çareye kadar, terbiye adına konmuş bulunan bütün prensiplerin kullanılmış olması. Aksine, o son-çare olmaktan çıkar ve doğrudan doğruya terbiye vesilesi olan şeyler arasına girer.

    · Katiyen can yakıcı olmamalıdır.

    · Hafif okşama dahi olsa, hayatî önemi bulunan noktalardan ve bilhassa yüzden sakınılmalıdır.

    Gülen, dövme konusunda bir ikazda daha bulunur ve şunları söyler: “Bununla birlikte, dayağın sürekli tesir icra edeceği de, her zaman münakaşa götürür bir mevzudur. Onun terbiyedeki tesiri, daha çok teskin edici ilaçlara benzer; ağrıyı geçici olarak dindirse bile, iyileştirmez Hele, bazı zamanlar başka komplikasyonlara da yol açar ki, dolayısıyla daima titizlik isteyen bir husustur.”

    Zıtlıkların bulunmaması prensibi
    Ferdin eğitim ve öğretimi adına Fethullah Gülen’in dikkat çektiği hususlardan biri de, eğitimde anne-babanın ve/veya eğitimcilerin uyum içinde olmaları gerektiğidir. Ona göre, yuvada veya bir eğitim kurumunda böyle bir uyum yoksa ve eğitimcilerden birinin yaptığını öbürü bozuyor; öbürünün söylediğini beriki yalanlıyorsa, bu takdirde çocuğun veya öğrencinin, terbiyecilerine karşı itimadının sarsılması ve saygısızlaşması muhakkaktır.

    İstenilen şeylerin aralıksız olarak ve tam bir ciddiyetle yaşanması prensibi
    Fethullah Gülen, gerek zihnî gerek kalbî ve manevî her türlü eğitimde anlatmadan çok temsilin, yani bizzat yaşayarak örnek olmanın gerekliliğine inanır. Ferdin eğitimi konusunda aynı konuya özellikle dikkat çeken Gülen, şöyle der: “Bütün bu prensiplerden sonra, en mühim husus, hattâ geçen bütün prensiplerin özü diyebileceğimiz bir husus vardır ki; o da, eğitimin gerektirdiği şeylerin aralıksız olarak ve tam bir ciddiyetle bütün bir hayat boyu yaşanmasıdır. Yani, ferdin inançlı ve samimi olması için, inanç ve samimiyet eğitimcinin her davranışında görülmeli; eğitimci, sorumluluklarını yerine getirmek için derin bir vazife şuur ve idrakine sahip olmalı; ferdin ahlâklı olabilmesi için, yetiştirici, bu konuda ona bilfiil misal teşkil etmelidir.”


  5. #25
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı

    Yetişmede dış çevre

    Yukarıda geçtiği üzere, eğitimde aile, sokak (yakın dış çevre), okul, medya ve yayın dünyasının âhenkli işbirliğinin özellikle gerekli olduğunu vurgulayan Fethullah Gülen, bu konuda anne-babanın görevini ele alırken, “anne-baba ve diğer eğitimciler, çocuğun sokaktaki oyun arkadaşlarından, beraber kaldığı dostlarına kadar, onun bu ikinci derecedeki çevresi konusunda hassas ve dikkatli olmalıdırlar” der ve aksi halde çocuğun kendine göre seçeceği çevre ve yakın arkadaş dairesinin, bütün bir hayat boyu hem o yuva için, hem de toplum için huzursuzluk kaynağı olabileceği ihtimali uyarısında bulunur.

    Yatıp-kalkma ve dinlenme

    Fethullah Gülen, ferdin eğitimi konusunda, aşağıda geleceği üzere, onun yatıp-kalkma ve dinlenmesine ve çocukluk çağındaki oyun ve oyuncaklarına varıncaya kadar hiçbir ayrıntıyı ihmal etmez. O, yatıp-kalkma ve dinlenme ile ilgili olarak, yalnız çocuklar için değil, herkes için geçerli olabilecek aşağıdaki birkaç önemli prensibe dikkat çeker:

    · Aile fertlerinin hayatı, mutlaka düzen altına alınmalıdır. Bir evde, yatıp-kalkmaya gelinceye kadar her şey belli bir düzen içinde yürürse, o aileye ait meselelerin büyük bir kısmı yoluna girmiş sayılır. Aksine, bir evde hayat disipline edilmemiş ise, o yuvaya ait çok meseleler dağınıklık içinde ve sürüncemede demektir.

    · Hayat düzenimiz, içinde oturduğumuz apartman ve kendileriyle yakın temasımız olan diğer komşularla çatışmamalı, bu bakımdan, komşu seçiminde ve komşuluk münasebetlerinde de dikkatli olunmalıdır. Yoksa, karşılıklı olarak birbirimizin hayat düzenini ve rahatını berbat etmekten kurtulamayız.

    · Dinlenme ve çalışma, imkân ölçüsünde belli bir zaman içinde ve belli saatlerde yapılmalıdır. Aksi halde, sürekli değişip duran yatıp-kalkma zamanları, uyku ile çalışmayı iç-içe kılar. Bu ise, hem dinlenmenin, hem de çalışmanın zedelenmesi demektir.

    · Uykuya ait zamanı ihlâl edecek her şeyden mutlaka kaçınılmalıdır. Bazen bir-iki bardak çay, bazen bir iki lokma yiyecek, bazen de bir can sıkıntısı, bir gecelik uykuya ve dolayısıyla bir günlük işe mal olabilir

    Temizlik

    Fethullah Gülen, daha sonra da temizlik üzerinde durur. Ona göre, yuva ve okul, çocuğu veya öğrenciyi manevî kirlerden uzak kalmayı öğretmekle sorumlu olduğu gibi, bedenini, elbisesini, oturup-kalktığı yerleri de temiz ve düzenli tutmayı öğretme mecburiyetindedir.

    “Yuvadaki disiplin ve temizliğin, anne-babadan yavrulara geçtiği bir gerçektir. Her yavru, dünyaya gözünü açtığı zaman, yuvasında ve yuvacığında gördüğü şeyleri taklide çalışır ve türünün taşıdığı istidatlarla, o istikamette varlığa erer” diyen Gülen, özellikle insan için bu meselenin fevkalâde önemine dikkat çeker ve şu açıklamada bulunur: “Çocuk, etrafını temiz ve düzen içinde görürse, bunun böyle olması lazım geldiğine inanarak, üstüne-başına ve yatıp-kalktığı yere, ona göre çeki düzen vermeye çalışır. Aksine, etrafını perişan ve etrafındakileri de kirli ve derbederlik içinde görürse, temizlik ve nizam adına bütün istidatları körelir, miskinleşir. Artık kendi şahsî işlerinin dahi, başkaları tarafından yapılması lazım geldiği düşüncesine kapılır. Böyle bir hava ve iklimin, topluma nasıl tufeyliler yetiştireceği ise, her türlü izahtan vârestedir.

    Bu itibarla, terbiye prensipleri arasında, derli-toplu ve temiz olmayı öğretmenin ayrı bir yeri olmalıdır. Zira çocuk, ailesinden aldığı diğer hasletler gibi bu meziyetiyle de, toplumun emrine girecek ve ona yararlı olmağa çalışacaktır. Ve yine bu meziyetiyle ailesinin yanında bulunduğu sürece yuvaya; tahsil döneminde kaldığı eve veya barındığı yurda ve beraber kaldığı arkadaşlara yük olmayacaktır.”


  6. #26
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı

    Oyun ve oyuncaklar

    Son olarak, çocukların dengeli yetişmesinde oyunun oldukça önemli bir unsur, hattâ belli ölçüler içinde kalan her oyunun çocuğun hissî, ruhî ve fikrî gelişmesinde en tesirli faktörlerden biri olduğuna temas eden Fethullah Gülen, “bazı oyunlar vardır ki, çocuğun melekelerini geliştirerek, onu ileriki hayatına hazırlar; bazı oyunlar, onun düşünce ve kabiliyetini artırır; bazıları da boşalmasını temin eder” diyerek oyunları bir tasnife tâbi tutar ve sonra da izahlarda bulunur. Ona göre, oyun sayesinde kapalı ve içine dönük çocuklar, ruhî gerilimden kurtularak serbest nefes alabilirler. Genellikle, bencil ve kapalı çocuklar, yalnız kaldıkça bulanık düşüncelerden bir türlü kurtulamazlar. Bu ise, onların hayallerinin kötülüklere ait şeylerle meşgul olmasını ve dolayısıyla de sürekli olarak ruhlarının hırpalanmasını netice verir. Meşrû çizgide her oyun, tatminsizlikten gelen çeşitli sıkıntı ve üzüntüleri gidermede oldukça faydalıdır. Bilhassa henüz yapacakları sürekli bir iş olmayan çocukların enerji fazlalığının atılması için oyun, hemen hemen tek yoldur. Oyunda, muhakkak bir gaye ve hedef gözetilmelidir. Ne var ki, belli bir yaşa kadar, küçük çocuklarda buna riayet etmek oldukça zordur. Bu itibarla, onlar için daha ziyade oyunların eğlendirici olanları tercih edilmelidir.

    Gülen, bu açıklamalarından sonra, oyunları “kabaca” ikiye ayırır ve bu iki sınıf veya tür oyun hakkında bilgiler verir:

    1. Eğlendirici mahiyette olan oyunlar.

    2. Yetiştirici ve geleceğe hazırlayıcı mahiyette olan oyunlar. Bedeni geliştirici fizikî hareketlerden ibaret olan oyunlar da bu gruba girer.

    Hem eğlendirici hem de yetiştirici oyunlar henüz çocukluk çağından çıkmamış olanlar için düşünülebilirse de, ergenlik çağına gelmiş olanlar için yetiştirici ve onları istikbale hazırlayıcı oyunlar üzerinde durulmalıdır. Sırf eğlendirici olan oyunlarda, başka her hangi bir gaye gözetilmez. O oyunlar, sadece vakit geçirmek için oynanır. Ancak, bazen bu tür oyunlarla bedenî yorgunluklar giderilerek, vücut, hattâ zihin ve ruh da dinlendirilmiş olabilir. Ne var ki, böyle bir dinlenme daha faydalı ve ruh için daha elverişli bir yolla yapılabiliyorsa, o yolu seçmek uygun olur. Meselâ, bazıları zihnî yorgun*luklarını ve ruhî gerilimlerini gidermek için tavla, poker ve benzeri oyunları oynarlar; fakat bu oyunlarla dinlenmek şöyle dursun, çok defa yorgunluklar ve sıkıntılar bir kat daha artar. Halbuki bunun yerine, bir kültürfizik veya beden hareketini gerektiren bir ibadet, dinlendirici ve içe rahatlık verici olur. İnsanlar, bedenî yorgunlukları ve o yorgunlukları giderecek usulleri çabuk öğrenebilirler; fakat çok defa zihnî ve ruhî yorgunlukları, hırpalanmaları ve onları dinlen*direcek yol ve usulleri bilemezler. Bunun içindir ki, eğitime ait her meselede olduğu gibi, oyunda da mutlaka rehbere ihtiyaç vardır. Hattâ, rehbersiz ne kültürfizik yapılmalı, ne de zihin ve ruhu dinlendirmeye gidilmelidir. Yoksa, bazen dinlendirme adına kalp ve ruh, farkına varılmadan örselenmiş olur.

    Oyunlardan sonra, çocukların oyuncakları konusunu ele alan Gülen, “çocukların oynayacakları oyuncakları seçmede de dikkatli olunmalıdır” der ve önemli bir uyarıda bulunur: “Bazı oyuncaklar son derece yararlı olmasına karşılık, üzerinde durulmadan ve araştırılmadan çocuğun içine atıldığı her oyun veya eline tutuşturulan her oyuncak, onun duyguları üzerine indirilmiş bir balyoz tesiri yapabilir. Çocuğun fikrî ve ruhî gelişmesini hedef almayan ve duygularının gelişmesine yaramayan her oyun ve oyuncak, bizim hesabımıza israf, yavru adına da bir zaman kaybı ve yorgunluktur.”

    Çocukların oynayacakları oyun ve oyuncakların, eğitim adına takip edilmesi gereken aslî prensiplerle çakışmaması ve mutlaka çocuğun düşünce ve his dünyasını kucaklayıcı ve yükseltici mahiyette olması gerektiğini vurgulayan Gülen, bu konuda da şu izahatı yapar:

    Bu itibarla da çocuk, yalanla, aldatmacalarla ve bir hakikatın uzantısı olmayan hayalî şeylerle iğfal edilmemelidir. Evet, onda insanî duygu ve melekelerin gelişmesi gibi, yüce mefhumlar da, katiyen yalan ve hayale bina edilmemeli ve edenlerin de mutlaka aldanacağı bilinmelidir. Bilmem ki, çocuğa yalanların doğru, hayalî şeylerin hakikatlar gibi gösterilmesi kadar, onun için daha zararlı bir şey tasavvur edilebilir mi?... Yalan, hayat vermez. Hakikatlara ışık tutsun diye yalan ve hayalî şeyler kullanmak, en yüce gerçekleri çocuğun nazarında değersiz ve kıymetsiz hale getirmekten başka bir şeye yaramaz.

    Çok yararı olmamakla birlikte, vakit israfına sebep olmayan ve kumar, benzeri şans oyunları ve zararlı eğlenceler sınıfına girmeyen oyunlar da çocuğa yasaklanmayabilir. Şu kadar ki, her halükârda, terbiyeye ait her meselede olduğu gibi oyun ve eğlencede de ana hedef, çocuğu yüce duygularla donatmak ve onu maddî manevi sıhhatli kılmak olmalıdır. Oyun çeşitlerinin yasak edilenlerinde ise, ne çocuğu insanlığa yükseltmek, ne de duygularını inkişaf ettirmek söz konusudur. Aksine bunlarda, çocuğun duyguları itibariyle zaafa uğradığı, yıprandığı, hattâ bir ölçüde eriyip mahvolduğu görülür (Sızıntı, Mart-Mayıs 1982).


  7. #27
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı

    FETHULLAH GÜLEN VE DÜNYAYA YAYILAN TÜRK OKULLARI

    Bugün, Fethullah Gülen ve eğitim denince kamuoyunda akla önce Türkiye’de ve Türkiye dışında Türk müteşebbislerin açtığı yüzlerce okul geliyor. Herkes biliyor ki, Fethullah Gülen’in bu okullarla münasebeti, sadece günümüz dünyasında başta Türk insanı olmak üzere, bütün insanlığa en iyi hizmet nasıl verilmeli ve bu hizmet vermenin en temel yolu olan sağlıklı bir eğitim nasıl olmalı konusunda serdettiği fikirler ve yazılı-sözlü tavsiyelerinden ibaret. Onun bu konudaki düşüncelerini dikkate alan ve uygulamaya koymayan çalışan birkaç müteşebbisin Türkiye’de açtığı birkaç okul gerçekten başarılı olunca, daha başkaları başka yerlerde aynısını yapmaya girişiyor ve bu sistem, Demir Perde’nin yıkılmasıyla birlikte bağımsızlıklarını kazanan Asya’daki Türk ve akraba cumhuriyetler başta olmak üzere, bütün yeryüzü sathında bir yayılma gösteriyor.

    Gülen, bu yayılmayı cami kürsüleri dahil olmak üzere, her platformda açıkça tavsiye ve teşvik ediyor. Buna sebep olarak da, önce, yukarıda üzerinde durmaya çalıştığımız üzere, sağlıklı bir eğitimin herkes için geçerli evrensel önemine ve insanlara hizmetle Allah’ı razı etmenin yolunun birinci derecede bundan geçtiğine atıfta bulunuyor. Yeni Türkiye dergisine (sayı: 15, 1997, s: 685-692) bu konuda yazdığı uzun makalede önce, bugünkü insanlığın neye en çok muhtaç olduğunun üzerinde duruyor ve özetle şunları kaydediyor:

    Gerek rönesans ve reform hareketlerinin, gerekse coğrafî keşiflerin temelinde maddî ihtiyaçların tatmini yattığından ve yine bu ihtiyaçların zorladığı ilmî hareketler Kilise’ye ve onun temsil ettiği Orta Çağ Hıristiyan skolastisizmine karşı geliştiğinden, neticede din-ilim çatışması, dinden kopma ve nihayet materyalizm ve komünizm, içtimaî coğrafyada ise bütün dünyayı kaplayan sömürgecilik, menfaat üzerinde sonu gelmez çatışmalar, nihayet iki dünya savaşı ve bloklaşmalar, son dönemler Batı tarihinin en göze çarpan hususiyetleri olarak karşımıza çıkmıştır.

    Zikredilen bu faktörlerin tesiri altında son asırlarda Batı’nın entelektüel mahfillerini en çok meşgul eden konunun din-ilim çatışması olmasının yanısıra, 18’inci asırda başlayan aydınlanma hareketi insanı sadece akıldan, onu takip eden pozitivist ve materyalist akımlar ise sadece maddeden veya cesetten ibaret gördükleri için, Batı’da bilhassa manevî buhranlar birbirini takip etmiştir. Esasen, bilhassa son asrın tamamını kaplayan ve iki dünya savaşında zirveye ulaşan menfaat çatışmalarını en fazla besleyen unsurun da bu manevî buhranlar ve manevî tatminsizlik olduğunu söylemek asla mübalâğa olmayacaktır.

    Bu noktada, farklı bir tarihe ve asliyetini korumuş bir inanç sistemine sahip olarak, iktisadî ve dolayısıyla içtimaî, hattâ askerî yönden köklü münasebetler içinde bulunduğumuz Batı’ya ve genelde bütün insanlığa vereceğimiz temel bazı şeylerin bulunduğuna inanıyorum. Bunların başında, insan anlayışımız ve insana bakışımız vardır. Esasen bu bakış, bize has, yani subjektif bir bakış olmayıp, insanın gerçekten ne olduğunu ortaya koyan en objektif bir bakıştır. Evet, herkesin itiraf edeceği üzere insan, ne sadece cesetten, ne sadece akıl ve muhakemeden, ne sadece hislerden ve ne de sadece ruhtan ibaret bir varlıktır. O, pek çok ihtiyaçlar ağında kıvranan cesedi; cesetten daha derin ihtiyaçları olan ve başına geçmişin elemlerini ve geleceğin endişelerini saran, ayrıca, bütün varlığı kurcalayarak, onu “Ben neyim? Bu dünya neyin nesidir? Hayatın ve ölümün benden istediği nedir? Beni dünyaya kim, hangi maksatla göndermiştir? Nereye gidiyorum ve bu hayatın hedefi nedir? Bu dünya yolculuğunda rehberim kimdir?” sorularına cevap aramaya iten aklı; akıldan daha öte tatmin isteyen hisleri ve ona öz insanî hüviyetini kazandıran ruhu ile bütün, yani komple bir varlıktır. İşte, bütün sistemlerin veya gayretlerin etrafında döndüğü insan, bütün bu yönleriyle komple bir varlık olarak ele alınıp değerlendirildiği ve bütün ihtiyaçları tatmin edildiği zaman gerçek mutluluğa ulaşabilecektir. Bu noktada onun gerçek terakkî ve asıl varlık yönüyle tekâmülü de ancak eğitimle mümkündür.

    Bu şekilde, eğitimin önemine temas eden ve Türk insanı olarak dünyaya vereceğimiz çok şey olduğuna inanan Fethullah Gülen, eğitime, yine bizde olup da, dünyanın mahrum ve muhtaç bulunduğu bir başka değer açısından daha yaklaşıyor:

    Hâzık birer hekim edasıyla dertlerimize eğilen mütefekkirlerimizin tesbitine göre, başka dinlerin sâlikleri akıl, ilim ve bürhanı bir tarafa itip, meselâ Orta Çağ’da Hıristiyanların yaptığı üzere, hiyerarşik ve profesyonel bir yapılanma içinde bulunan din adamları sınıfını körü körüne taklit edebilirlerdi ama, bütün meselelerini akla ve ilme tasdik ettiren Kur’ân, Müslümanları delile ve araştırmaya çağırıyordu ve Müslüman, kör bir taklitçi olamazdı. Kaç asırlık birikmiş dertlerimizin temelinde, bütün dikkatlerimizi ve himmetimizi İslâm’ın zahirine hasredip, onun sadefinde yatan cevheri keşfedememiş olmamız; belli bir dönemden sonra taklide yönelip, Allah’ın Kelâm Sıfatı’ndan gelen Kur’ânının bir başka ifadesi olarak, Allah’ın Kudret ve İrade Sıfatları’nın tecelli meşheri kâinattaki İlâhî kanunların keşfinden ibaret bulunan ‘müsbet’ ilimlerle İslâm arasında çelişki olduğunu vehmedip, bu ilimleri ihmal etmemiz; ilimde, düşüncede ve idarede istibdat; âdeta bütün millet fertlerini ve müesseselerimizi sarmış bulunan ümitsizlik ve onun yol açtığı düzensizlik, işlerimizde karmaşıklık; çalışmada işbö*lümüne riayet edememe gibi hususlar yatıyordu. Kısaca, bizim en önemli üç düşmanımız vardı: Cehalet, fakirlik ve iftirak (iç ayrılıklar). Bunlara karşı ilim, çalışma-servet ve ittihat (birleşme) silâhlarıyla mücadele edecektik. Bütün bu problemlerin en büyüğü cehalet oldu*ğundan, cehalete karşı tabiî olarak eğitimle karşı koymak gerekiyordu. Ayrıca eğitim, her zaman için ülkemize hizmetin en önemli yolu olma*sının yanısıra, bütün insanlığa hizmet ve dünyanın küçülüp, adeta bir köy halini aldığı çağımızda, bütün insanlarla, medenîlerle diyalog yo*lunun da en önemli vasıtasıydı. Sonra eğitim, her şeyden önce bir insanî hizmetti. Çünkü insan, yeryüzüne öğretim ve eğitim yoluyla mükem*melleşmek için gönderilmişti. Bir kısım mütefekkirlerimiz, “Eski hal muhal; ya yeni hâl, ya izmihlâl” diyerek, gözleri ve dikkatleri hâle ve geleceğe çeviriyor; bir yandan, Hıristiyanların ruhanî reisleriyle, ara*mızda medar-ı münakaşa olan mevzuları muvakkaten medar-ı bahs etmemek gerekir kanaati içinde veya “Bir ayağım merkezde, diğer ayağım pergel gibi 72 âlemin içinde” diyen Mevlâna gibi diyalog kapılarını açarken, bir yandan da, “gelecekte insanlık ilim ve fenne dökülecek ve gelecekte akıl ve söz hükmedecek” diyerek, akıl, ilim ve belâğata (söz sanatı) teşvikte bulunuyorlardı. Nihayet, siyaseti ve doğ*rudan siyasetle uğraşmayı bir tarafa itmekle de, asrımızdaki ve gelecek asırlardaki gerçek dinî ve millî hizmetin temel çizgilerini bir bir ortaya koyuyorlardı.

    Fethullah Gülen, eğitimle ilgisini ve bunun sebeplerini bu şekilde ifade ettikten sonra, Türkiye’de başlayan ve ardından önce Asya’ya, sonra bütün dünyaya yayılan eğitim hamlesinin arkasındaki itici faktörü de şöyle dile getiriyor:

    Saint Martin, “Meyveler olgunlaştıkça Batı’ya döküldü. Ağacın kökü Asya’dadır. Doğu’dan fışkıran kaynak, bütün varlıklar susuzluklarını gidersin diye ırmak ırmak Batı'ya boşandı” der.

    Bir Batılının itiraf kokan bu tesbit ve değerlendirmesinde mübalâğa payı var mıdır bilemem; niyetim bir Batı-Doğu ayrımı yapmak da değil. Fakat, köklerimizin yattığı Asya’ya varlığımızın en derininde duyduğumuz hicran ve hasretten kaynaklanan duygularımızı süzecek akıl ve muhakeme imbikleri elbette ülkemizde vardı. Bunların içine girince, ayakları yere değmeyen hamasî duygulardan ziyade, akıl ve mantık ile hisleri, kafa ile kalbi, madde ile manâyı en mükemmel şekilde birleştirerek, içinde yaşadığımız çağın ve bu çağın siyasî, içtimaî ve iktisadî çemberinin idraki içinde ve dolayısıyla tamamen hikmet çizgisinde davranmak gerektiği ortaya çıkıyordu.

    Temelde bu anlayış içinde, şahsıma yönelen bazı hüsn-ü zanları ülke, devlet ve millet hizmetine kanalize etmeye çalışmış ve insanımızı okullar açarak, eğitim ve insan yetiştirme işinde devlete yardımcı olmaya çağırmıştım. Cehaleti yenme eğitimden, fakirliği yenme çalışmak ve servet sahibi olmaktan, iç bölünmeleri ve ayrılıkları önleme birleşmeden, diyalogdan ve hoşgörüden geçiyordu ama, her türlü problem en nihayette insana dayanıyordu. Evet, yeryüzünde bütün problemler insanla başlayıp insanla bittiğinden, ister iyi yürüyen, arızasız veya az arızalı içtimaî bir sistem ve toplum düzeni, isterse kabir ve kabrin öte yanı için olsun, en tesirli vasıta eğitimdi.

    Bugün dünya, evet, gerçi ulaşım ve haberleşme vasıtalarının alabildiğine gelişmesiyle bir köy haline gelmiş bulunmaktadır. Milletler adeta birbirlerinin kapı komşuları gibidirler. Fakat unutmamak gerekir ki, bilhassa böyle bir dünyada millî varlıkların korunması, ancak her milletin kendine ait hususiyetleri koruması ile mümkün olabilir. Bir bütünü oluşturan milletler ve ülkeler mozayiğinde kendine ait hususiyetleri, kendine ait nakış ve desenleri koruyamayan milletler yok olup gitmeğe mahkûmdur. Bizim aslî hususiyetlerimiz, her millette olduğu gibi, bir milleti millet yapan unsurlardır: dindir, dildir, tarihtir, vatandır. Yahya Kemal’in derin bir hasretle ifade ettiği, İslâm’dan ve Asya’dan getirip asırlardır ‘Küçük Asya’da, yani Anadolu’da, Avrupa’da ve hattâ Afrika’da yoğurduğumuz kültürümüzdür, medeniyetimizdir. Bugün, nasıl Batı ülkelerinde Hıristiyanlığa, hem de militan ve misyoner Hıristiyanlık olarak kabûl edilen Evancelizm’e bir dönüş varsa, aynı şekilde, Demir Perde’nin yıkılmasının ardından, bir zaman bu perdenin gerisinde kalmış olan ülkeler, Rusya dahil, yeniden kendi inanç, kültür ve milliyetlerine dönüyorlarsa ve bütün bunlar küreselleşmeye aykırı olmak şöyle dursun, küreselleşme ile gelen anlayışın bir gereği sayılıyorsa, aynı şekilde, bu milletler mozayiğinde var olmamız ve saygı görmemiz, eskisinden daha çok olarak, tabiatıyla evrensel değerleri reddetmeyecek ve çağın gereklerine uygun şekilde kendi millî benliğimizi derinden idrakle mümkün olabilecektir.

    Bu hususta ikinci bir mesele ise şudur: Halkımız arasında “komşu komşunun külüne muhtaçtır” diye bir söz vardır. Eğer, elinizde başka*larının ihtiyaç duyacağı külünüz yoksa, kimse size bir değer verme*yecektir. Bu noktada, yukarıda temas olunduğu üzere, bizim insanlığa vereceğimiz alacağımızdan daha fazladır. Bugün, ‘Derin Türkiye’ de*nilen ve daha çok gönüllü kuruluşlarca temsil edilen halk kesim*lerimizin şirketler ve vakıflar kurup, büyük bir hizmet neşvesi içinde dünyanın dört bir yanına çil çil serptikleri eğitim müesseselerinin her tarafta kabûl görmesi ve maddî imkânlar açısından karşılaşılan büyük zorluklara rağmen, çok kısa zamanda Batılı emsalleriyle boy ölçüş*menin de ötesinde, yer yer onları bile geride bırakması, bu söyle*diklerimizin inkâr kabûl etmez delili olsa gerektir.

    Gülen, bu tahlillerinin arkasından, “Neden önce Asya?” sorusuna ise, özetle şu cevabı veriyor:

    Sovyet Bloku’nun dağılıp, bu blokun içinde âdeta esir ülkeler olarak yer alan ve şimdi Türkî Cumhuriyetler olarak adlandırdığımız kardeş ülkeler birer birer bağımsızlıklarını kazandılar. Küçülen bir dünyada varlığını sürdürebilmesi ve bunun da ötesinde, devletler, milletler muvazenesinde kendine yakışan şerefli yeri alabilmesi için dış ittifaklara tabiî olarak ihtiyaç duyan ülkemizin ilk elden uzanması gereken yer, Asya’daki bu kardeş ülkeler olabilirdi. O zamanki en zirvelerde yer alan devlet büyüklerimiz de bu yönü işaret ediyorlardı. Ülkemizin tanıtılması ve milletlerarası pek çok problemimizin çözülmesinde büyük devletlerin desteğini sağlamak için lobilere ihtiyaç duyuyor ve bu lobilere önemli miktarlarda para ödüyoruz. Bunun yerine, tabiî ittifakların oluşturulması ve yakın ve uzak planda bugün olduğu gibi düşmanlardan değil, dostlardan müteşekkil bir çevre ile sarılı bulunmamız, elbette ülkemizin lehine olacaktı. Ayrıca, bu ülkeler, ekonomik açıdan da çok rahat münasebette bulunabileceğimiz ülkelerdi. Devlet ve bizzat özel sektörün buralara bir an önce girmesi ve buralarda teşebbüs öncülüğünü ele geçirmesi, hem bu ülkeler için, hem de bizim için şüphesiz hayırlara vesile olacaktı. Devletimiz bütün bunların üstesinden gelebilir miydi, gelemez miydi, takdirini ehl-i insafa bırakıyorum.

    Bir diğer mesele olarak, Asya, bizim atayurdumuzdur. Tarih kitapla*rında ve derslerinde, yıllardır çocuklarımıza Asya’dan dünyaya yayıl*dığımızı okutuyoruz. Asya’dan bu tarafa akın akın göç etmiş ve sürekli batıya yönelmişiz. Tanrı Dağları gibi, Altaylar’ın, hattâ Urallar’ın da bizim için Toroslar’dan, Ağrı Dağı’ndan veya Türkiyemizin bir başka dağından farkı yoktur. Seyhun, Ceyhun bizim için Dicle ve Fırat’la aynı manâyı ifade eder. Ayrıca, Mekke ve Medine’de doğan dinimiz, ilk açılımını Asya’ya yapmış, bilhassa Mâverâünnehir’de yetişen âlim*lerimiz, hadisçilerimiz, fakihlerimiz ve irşad erlerimizle sonraki asırlara taşınmış ve çoğu yerlerde olduğu gibi bir kabuk değil, bir öz, bir manâ ve bir ruh halinde asırlarca bizde yaşamıştır. Bize İslâm’ı dupduru bir su halinde akıtan kanal Asya olmuştur. 10 asır önce Asya’dan bu tarafa yönelen tarihî göçü, eğitim ve müteşebbislerden oluşan yeni muhabbet fedaileriyle, yeni ‘Yesevî dervişleri’yle, ilim ve eğitim dervişleriyle geri çevirmemiz bir vefa borcunun ödenmesi demektir. Bu tarihî ve sosyolojik süreçte, Tanzimat’tan bu yana kendisiyle bütünleşmeye çalıştığımız halde bir türlü kabûl görmediğimiz, aslî şahsiyet ve hüviyetimizi ortaya koymaktan çekindiğimizden dolayı hep istiskalle yüzgeri edildiğimiz Batı karşısında şahsiyetli ve müzakereci bir konum kazanıp, Batı ile münasebetlerimizin onlar için de daha yararlı olacak şekilde denk ülkeler planında cereyan etmesi, varlık temellerimizin Asya’da çok sağlam olmasına bağlıdır. Asya’dan, ata diyarlarımızdan koptuğumuzda köksüz, dolayısıyla yerlerde sürüm sürüm ve kurumaya mahkûm bir ağaç gibi oluruz.

    Bu satırlarının ardından Gülen, bu okulların inşa ve finansmanında emeği geçen insanımıza takdirlerini arz ediyor ve bu okullarla olan münasebetini ise şöyle izah ediyor:

    Devletimiz özel okullar açma izni verince, ellerinde olanı yazın yazlıkta, kışın kışlıkta harcayıp, zevk safa içinde hayat sürüp Âhiret’e öyle intikal etmektense, kazançlarını ülke hizmetine, insanımızın ve her bakımdan kardeşlerimiz olan insanların hizmetine yatırmayı tercih eden ve bunu bir ibadet neşvesi içinde yerine getiren hizmet gönüllülerinin Türkiye gibi, Türkiye dışında açtıkları okullardan da tek tek haberdar olmam esasen mümkün değildir. Bu okulların açılmasında sadece bir tavsiye ve teşvik edici olmam hasebiyle, okul açan şirketlerin pek çoğunun adlarını bile bilmediğim gibi, hangi okulun nerede bulunduğundan da çok fazla haberim yoktur. Fakat, basına yansıdığı ve değerli basın mensuplarımızın ilgili dizilerinden takip edebildiğim kadarıyla, Azerbaycan’dan Filipinler’e, Çarlık Rusyası’nın başkenti Petersburg’dan ve Musevî vatandaşlarımızdan değerli işadamı sayın Üzeyir Garih’in de referans ve yardımlarıyla Komünist Rusya’nın başşehri Moskova’da açılanından Yakutistan’a kadar, İran, Suriye, Suudi Arabistan gibi, açılmalarına izin vermeyen ülkelerin dışında hemen her ülkede bu okulların açılmış bulunduğu artık herkesin bildiği bir husustur.

    Ülke ve millet sevgisiyle dopdolu yazar ve düşünürlerimizin görüp geldikten sonra yazdıklarında da bizzat ifade ettikleri gibi, bu okullar, Türk gönüllü kuruluşlarınca finanse edilmekte, pek çoğunda, belki hepsinde öğrencilerden alınan ücretler bu finansman işine önemli katkı sağlamakta, okulların açıldığı ülke yöneticileri ise, yer ve bina tahsis etme, müdür ve gerektiğinde öğretmen verme gibi hususlarda ciddî yardımcı olmaktadırlar. Ülke, millet ve insanlığa hizmeti hayatının gayesi yapmış ve gerçek yaşama lezzetini yaşatmakta bulmuş gönüllü öğretmenler kadrosu ise, az bir maaşla ve şevkle çalışmakta, başlangıçta, okulların keyfiyetini tam kavrayamamış olmaktan dolayı bazı dış misyon görevlilerimiz geri durmuşlarsa da, bugün pek çoğu itibariyle okullara destek vermekte olup; hattâ, ülkemizin son iki Cumhurbaşkanı sayın merhum Turgut Özal ve Sayın Süleyman Demirel’in yanısıra, değerli Meclis başkanımız Mustafa Kalemli de bunların bazılarını bizzat ziyaretleriyle şereflendirerek, yüksek desteklerini esirgememişlerdir.

    Şüphesiz Türk devleti kadar, hattâ daha da öte lâik olup, lâiklik üzerine titreyen bu ülke yöneticileri, değerli gazeteci aydınlarımızın ve adlarını tek tek burada anamayacağım daha başka pek çoklarının benzer tesbitler çerçevesinde anlattıkları bu okullardan ülkelerinin geleceği adına en ufak bir endişe taşımıyorlar. Hattâ, Moskova’daki okulun açılışında konuşan, Moskova Millî Eğitim Müdürü, “Rusya’nın son tarihinde iki önemli hadise vardır. Bunlardan biri Gagarin’in aya çıkması, diğeri ise burada bir Türk okulunun açılmasıdır” diyor ve bunu tarihî bir hadise olarak tavsif ediyor.

    Bazıları için hayat, şu dünya misafirhanesinde geçen üç-beş günden ibaret ve hayatın hedefi de nefsî arzu ve istekleri tam tamına tatmin etmek olarak görülebilir. Bazılarının hayat ve dünya görüşleri daha başka, buna göre hayatlarına kattıkları manâ da daha farklıdır. Benim için dünya hayatı, ruhlar âleminden başlayıp nihayette Cennet veya – Allah korusun – Cehennem’de devam edecek sonsuzca bir yolculuğun birkaç nefeslik kısmından ibarettir ve bu hayat, sonsuz Âhiret hayatının şekillendiği süre olması hasebiyle çok mühimdir. Dolayısıyla, dünya hayatı, ancak sonsuz hayatı kazanma ve hayatı verenin rızasına ulaşma yolunda harcanmalıdır. Bunun da yolu, Allah’a kulluk ve bu kulluğun en ayrılmaz buudu olarak en yakınlarımızdan başlayarak, bütün ülkemize ve milletimize ve sonra bütün insanlığa, bütün varlığa hizmetten geçmektedir. Bu hizmet hakkımız, onu başkalarına anlatıp aktarmak ise vazifemizdir.


  8. #28
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı

    Yurt dışı eğitim açılımına kısa bir bakış

    Fethullah Gülen’in bu düşünce ve duygularla teşvik ettiği Anadolu insanı, kendi içinden çıkardığı bazı müteşebbisleriyle, önce Asya’da, sonra bütün dünyada bir eğitim seferberliğine girişti. Bu eğitim seferberliği ve onun meyvesi olan okullarla ilgili seri bir röportaj yapan Hulusi Turgut’un verdiği bilgilere göre (Yeni Yüzyıl, 15/01–04.02.1998), ilk kafile, 11 Ocak 1990 günü 11 kişi halinde Sarp kapısından Gürcistan’a giriş yapıp, Batum’a ulaştı. Burada 2 gün kalan kafile, daha sonra başkent Tiflis’e geçti. 37 kişilik ikinci kafile, 28 Mayıs 1990 günü yanlarında kitaplar ve hediyelik eşyalarla yola koyuldu. Önceki kafilenin yolunu izleyen bu yeni grup, Tiflis’ten sonra Kazan ve Gence üzerinden Bakü’ye ulaştı. Geçtikleri yollarda gerek Gürcüler, gerek Azerîler, kendilerine büyük bir yakınlık ve alâka gösterdiler.

    Türk müteşebbis ve şirketlerinin bu şekilde başlayan yurt dışı eğitim hamlesine Cumhurbaşkanı Turgut Özal ve ardından Süleyman Demirel ciddi destek verdiler. Bu her iki cumhurbaşkanı, çeşitli ülkelerin devlet veya cum*hurbaşkanlarına yazdıkları mektuplarla, zaman zaman başgösteren tıkanık*lıkların açılmasında yardımcı oldular. Bu eğitim hamlesi, beraberinde Türk müteşebbisine ekonomik girişimlerin de yolunu açtı. Gerçi bu girişimler, eğitim hamlesi seviyesinde olmadı ve Türkiye, bu konuda diğer pek çok ülkeden daha yavaş, ürkek davrandı ve geri kaldı. Bununla birlikte, Cenk Koray’a göre asıl kazanç, yine Türkiye hanesine aitti:

    Kazakistan bağımsızlığına kavuşunca yabancı ülkeler buraya akmış*lardı. Koreliler bakır madenlerinde, Amerikalılar petrol kuyularında, Almanlar bankacılıkta egemenlik kurmuşlardı. Oysa en önemli kaynağa Fethullah Hoca sahip çıkmıştı: insana. Bakır bir gün biterdi ama insan en değerli yatırım unsuru idi. (Akşam, 16.05.1997)

    Cenk Koray’ın tesbitiyle, Asya insanına yapılan bu yatırım, gerçekten kabul görmüş bir yatırımdı. Okullar, bulundukları ülke yönetimleri ve halkları tarafından, çok az ve sınırlı istisnalar dışında yakın kabûl gördü. Meselâ, Türkmenistan’da devlet başkanı Saparmurat Türkmenbaşı, burada açılan okulların ilk mezunlarını verdiğinde bir mesaj gönderiyor ve mesajında, okullar kadar, bizzat Türk devlet ve halkına da takdir ve teşekkürlerini ifade ediyordu:
    Türkmen-Türk Kolejlerinin ilk mezun vermesi münasebetiyle he*pinizi içten kutlarım. Mezunlara hayatlarında ak yol ve baht arzu ederim. Sizler, Korkut Ata’nın, Oğuz Han’ın, Köroğlu’nun, Sultan Sancar’ın, Yunus Emre’nin, Mah*dumguli’nin ve bunlar gibi binlerce büyüklerin nesli olduğunuzu hiçbir zaman unutmayın. Tarihe silinmeyecek sayfalar yazan bu eroğlu erlerin ruhuna sahip olun.
    Bağımsızlığımızın ve egemenliği*mizin daha ilk günlerinde Türkiye Cumhuriyeti, Türk halkı, Türkme*nistan’a dostluk ve kardeşlik elini uzattı. Yurdumuzda bağımsızlık ve tarafsızlık yıllarında kazanılan ba*şarılara dili, dini, yolu bir olan Türk kardeşlerimizin özel desteği*nin olduğunu gururla vurgulamak*tayım. Bu destek, gelişip büyüyen nesil*lere bilim ve terbiye verme ko*nusunda daha açık görünmektedir. Yur*dumuzda 15 adet Türkmen*-Türk eğitim kurumunun başarıyla faaliyet vermesi, Türkmen gençlerinin binlercesinin Türkiye Cumhuriyeti’nden eğitim almaları bunun parlak misalidir. (Hulusi Turgut’tan nakl: Ergün, 326)

    Bir diğer misal olarak, Arnavutluk’ta başkent Tiran’da açılan koleje Harp Akademileri Komutanlığı binasının bir kısmı tahsis ediliyordu. Bu, hem okula beslenen güvenin, hem de ona verilen desteğin önemli bir ifadesiydi. Ayrıca, şu anda Arnavutluk Cumhurbaşkanı bulunan Recep Meydanî, fizik profesörü olarak bu okulda öğretmenlik yapmıştı. Moskova’daki Türk-Rus okulunu ziyaret eden Hürriyet gazetesi yazarı Ferai Tınç ise, Moskova Devlet Eğitim Komitesi Başkan Yardımcısı Kuznetsov’un bu okul hakkında heyecanla, “Bu okul, Türkiye ve Rusya’da yeni va*tandaş nesli yetiştirmek isteyen ve birbiri*ni seven insanların sevgilerinin meyvesi*dir” dediğini aktarıyordu (Hürriyet, 19.01.1998).

    Okulların böyle bir kabule mazhar olmasının sebeplerini, bunları yerinde gören gazeteci ve yazarların verdikleri bilgiler ve yaptıkları değerlendirmeler çerçevesinde şöyle sıralayabiliriz:


  9. #29
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı

    Okulların başarısındaki faktörler

    Bu okullar, her şeyden önce çok iyi ve kaliteli bir eğitim-öğretim vermektedir. Bu husus, okullardan mezun olan öğrencilerin hemen hepsinin üniversitelere girme şansı bulmalarının yanısıra, çok kısa zamanda bölgede ve dünyada gerçekleştirilen bilim olimpiyatlarında en üst dereceleri ve madalyaları almalarıyla ispatlanmıştır. Hulusi Turgut’un, söz konusu dizideki tespitine göre, bilim olimpiyatlarında bu okullar, Türkiye’deki emsallerine rakip olmuşlar ve birbirleriyle yarışmaktadırlar. Meselâ, 1996 yılında Ukrayna’da yapılan Dünya Biyoloji Olimpiyatlarında, daha çok bu okulların öğrencilerinin temsil ettiği Türkmenistan, iki altın ve iki gümüş madalya kazanıp, takım halinde de birinci olmuştur. Başarılarından dolayı, bulundukları ülkelerde yabancı misyon temsilcilikleri, çocukları için genellikle bu okulları tercih ediyor; meselâ, Romanya’da görev yapan Çekoslovakya, Endonezya, Kongo, Güney Afrika, Hindistan, İran ve daha başka ülkelerin diplomatlarının ve işadamlarının çocukları, Bükreş’teki okulda okuyorlar.

    Okullar üzerinde doktora çalışması yapan ve Fethullah Gülen hakkında bu yıl Georgetown Üniversitesi’nde düzenlenen sempozyumda onlarla ilgili tebliğ sunan Alman Volkswagen Vakfı araştırma grubundan, Almanya içinde ve uluslararası çapta Makedonyalı eğitim araştırmacısı Bekim Agai, aynen şöyle demektedir: “Okullar, çok iyi teçhiz edilmiş ve bölgede başka hiçbir okulun veremediği bir eğitim-öğretim veriyor. Bunun sonuçları, ulusal, hattâ uluslararası alanda çok büyük bir başarı olarak dönüyor.”

    Bu okullar, sadece üst düzeyde öğretim vermekle kalmıyor, ayrıca çok iyi de bir eğitim veriyor. Bekim Agai, bunu, “öğrencilerini hem fenler sahasında, hem de başkalarına faydalı insanlar olma sahasında eğitiyorlar” sözüyle ifade ediyor. Pek çok yerde, meselâ Kırgızistan’da ve Romanya’da, önceki rejimin tesirleri altında âdeta çöken aile yapısı yeniden kurulmaya başlıyor ve bu okullara devam eden öğrenciler sayesinde, dağılmış bulunan pek çok aile yeniden birleşiyor. Cenk Koray’ın kaydettiğine göre, ananevi Türk terbiyesiyle yetişen öğrenciler, “kendi ülkemizde yok olmaya yüz tutmuş büyüğe saygı, küçüğe sevgi, hoşgörü, sabır, iyilik, doğruluk gibi hasletlerle yetişiyorlar” (Akşam, 16.05.1997). Ali Bayramoğlu, okullarla ilgili bu konudaki izlenimini, “Amaç, din bilgisi aktarmak değil, şer’i hükümlere göre bir dizi sembolden olu*şan bir düzen bilinci vermek de değil; çocuk*larda ahlâkî değişim gerçek*leştirmek. Öğrenciler izlendiğinde geleneksel ve İslâmî değerlere dayanan müthiş bir saygı, bir öz disiplin çok açık hissediliyor” sözleriyle ifade ediyor (Yeni Yüzyıl, 02.11.1996).

    Hulusi Turgut, okullarla ilgili dizisinde, söz konusu okullardaki öğren*cilerin büyük ölçüde alkol ve sigarayı bıraktıklarının altını çizerken, Mehmet Altan da, Moskova’da iki hanım velinin, “ingilizce eğitim yapıldığı ve sigara içilmediği için çocuklarımızı bu okullara gönderiyoruz” dediklerini aktarıyor (Sabah, 22.01.1998). Okullarda verilen bu başarılı ve dikkat çekici ‘eğitim’dir ki, onları belki öğretimdeki başarılarından daha çok cazip kılıyor.

    Bu okulların ve Türkiye’deki emsallerinin, başka eğitim kurumlarında en azından o ölçüde olmayan en önemli bir diğer özelliği, bulundukları yerlerde bir uzlaşma, toplumsal barış, hoşgörü ve huzur ortamı teşkil etmeleridir. Meselâ, Van’daki izlenimlerini anlatan Nevval Sevindi de (Yeni Yüzyıl’dan Ergun, 316–17), Nazlı Ilıcak da (Akşam, 25.03.1997), ilk planda bu noktaya yer veriyorlar. Sevindi, “Van’ın tarihinde ilk kez bir kız öğrenci Hacettepe Tıp Fakültesi’ni ve bir öğrenci de ilk defa Bilkent Üniversitesi’ni kazanmış ve şehri sevince boğmuş” şeklinde okulların başarılarını birer cümle ile ifade ederken, izlenim*lerinde ağırlığı, okullardaki “sevginin gücü”ne veriyor ve konuyla ilgili şu iki olayı ön plana çıkarıyor; ardından da kendi duygularını dile getiriyor:

    “İnsanlığın ve Şark’ın en büyük düşmanı cehalettir, fakr u zarurettir ve ihtilaftır” diyen Bahattin bey, okula gelen PKK’lı iki öğrenciyle yaşadığı ilginç “macera”yı anlatıyor. Kürtçe konuşarak onlarla yakın ilişki kurmuş, dertlerini dinlemiş. Onları yedirip içirip yatırmışlar. Ama bu iki çocuk, on beş gün boyunca her türlü saldırganlığı yapmış. Camları kırmışlar, eşyaları tahrip etmişler. Sonradan ortaya çıktığına göre, amaçlanan, müdürü kızdırmak ve sonunda yiyecekleri bir tokat ya da kovulma sonucu, “işte Türkler bize böyle davranır” diyebilmekmiş. Oysa hep sevgiyle yaklaşılan çocuklar sonunda dayanamayıp, şöyle konuşmuşlar: “Bizi öyle doldurmuşlardı ki, sizden nefret ediyorduk. Okulu yakmak için gelmiştik, ama içimizden gelmedi. Şimdi geri dönüp onların yüzüne öyle tüküreceğiz ki, sesini Van’dan duyacaksınız!”

    Kâmil Şatır anlatıyor: “Doğunun Vanlı çocukları kadar zekî çocuklar görmedim. Dünya birincisi bile yetiştirdik. Öğretmenlerimiz, yatılı öğrencilerin gece üstlerini örter. Öğrencilerin odalarında masalar var, istedikleri saate kadar çalışırlar. Birbiriyle anlaşan çocukları aynı odaya koyarız ve ortak çalışıp, eğlenmelerini sağlarız. Burada yatılı bölüm mecburî. Çünkü Hakkari Yüksekova’dan gelenler var. Muş’ta bir veli kapıda çöktü ve ağladı: ‘Bu çocuğu almazsanız gidecek bu’ dedi. ‘İki oğlum öldü; bunu size vereyim kurtulsun. İki öküzüm var, birini satıp vereyim, kulunuz köleniz olayım’ diyen adamın çocuğunu alamadık ve o çocuk dağa gitti. Acısı yüreğimde. Cizre’den gelen bir öğrenci, ‘Türkleri düşman gibi görüyordum; ta ki, dershane açılıncaya kadar’ diye bize mektup yazdı. ‘Sizleri çok sevdim. Eğer önceden buralara gelseydiniz, belki de buralarda hiç terör olmazdı. Amcam dağa gitti; belki o da gitmezdi’ diyordu mektubunda.”

    Mektubu okuyunca içim ezildi ve Kâmil beyin sözcükleri kar taneleri gibi uçuşup durdu göz yaşlarımla birlikte: “Daha önce örgüte katılıp kaybolanların hesabını kim verecek? Şırnak, Silopi’ye dershane lazım, hemen açılsın ne olur!”

    Mehmet Altan, aynı noktaya, “geçiş döneminin sıkıntıları Türk okullarına sızamıyor. Burada ‘sevgi, saygı’ ritüeli hakim. Aileler, çocuklarının nerede, nasıl yaşadıklarını biliyorlar ve bundan memnunlar” sözleriyle parmak basıyor. Bekim Agai ise, okulların bir istikrar ve barış vahası olduğunun altını çiziyor.

    Orta Doğu Teknik Üniversitesi Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü’nde Profesör Füsun Akkok gözetiminde Türkmenistan ve Kırgızis*tan’daki okullar üzerinde, öğrenciler, öğretmenler ve velilerle birebir görüşerek araştırma yapan Cennet Engin Demir ve Ayşe Balcı’nın vardığı sonuçlar da farklı değil. Onlar da, okulları tercihte bilhassa dil, fen bilimleri ve kompütür öğretimindeki başarının yanısıra ve bundan da öte, öğrencilerin ahlâklı, dürüst, disiplinli ve çalışkan yetişmelerinin, anne-babalarına ve arkadaşlarına iyi davranmalarının ön planda geldiğini kaydediyorlar. Her iki araştırmacının değerlendirmeye aldıkları şu husus, okulları tanımada son derece önemli:

    Türk okullarının, araştırmaya katılan herkesin kabul ettiği en önemli ortak özellikleri, öğrencilerin çok iyi yetişmesi, çalışkanlığı, dürüstlük, hayatta hedef sahibi olmaları, ahlâk ve modern hayat tarzını kavrayan bir rasyonellik. Weber’in de parmak bastığı üzere, bu değerler, ABD’de kapitalizmin ve pazar ekonomisinin gelişmesinde önemli etkenler. Öğrenciler, değerleri okumayı ve onları tanımayı da öğreniyorlar. (The role of Turkish Schools in the educational system and social trans*formation of Central Asian countries: The case of Turkmenistan and Kyrgyzstan, http://literacyonline.org/products/i...carlf_dem.html)

    Okullarla ilgili olarak altı çizilmesi gereken bir diğer husus, öğretmenlerin, aynı zamanda iyi birer eğitimci olmaları ve fedakârlıkları. Bu, hemen bütün gözlemcilerin dikkatini çeken ve özellikle vurguladıkları önemli bir nokta. Meselâ, Cennet Engin Demir ve Ayşe Balcı, öğretmenlerin ve idarecilerin, çok iyi bir okul-veli münasebeti kurduklarını ve velilerin bundan çok memnun olduklarını, bunun yanısıra, öğretmenlerin öğrencilerine sürekli yardım ve hem onlara hem de velilere karşı çok olumlu tavır içinde bulunduklarını belirtiyorlar. Ekonomist araştırmacı Mustafa Öze de, izlenimlerinde birinci derecede bu noktaya dikkat çekiyor: “Türk öğretmenleri yaşları 20-25 yaşları arasında değişiyor. Hepsi genç ve idealist. Yirmi dört saatleri öğrencilerini eğitmeye hasrettikleri her hallerin*den anlaşılıyor. Aylık gelirleri 300-500 dolar arasında değişiyor Yani onları bu işe sevk eden maddî sa*ikler değil, idealizm.” (Ergün, 346)

    ABD McGill Üniversitesi’nden Berna Turam, kamuoyunda Gülen’le birlikte anılan okulların, sivil toplum projesi çerçevesinde lâik kurumlarla inanç arasında köprü örmeyi hedeflediğini belirtiyor ve “Gülen, Türk Müslüman*lığı’nın modern ve millî versiyonunu temsil ediyor” değerlendirmesinde bu*lunuyor. Turam, Gülen’in, Türkiye’nin sivil toplum olma ve uluslar arası top*luluğa katılma arzularının gerçekleşmesinde önemli bir rol oynadığını da kaydederek, ardından şunları ekliyor:

    Müfredat, İslâm’ı veya Türkiye’yi öncelemiyor. Eğitim, lâik. Din eğitimi yok, sadece dinler tarihi dersi var. Bu bakımdan, okulların bırakın bir cemaatin davasını, millî çıkarları bile ön plana alamayacağı açık. Bununla birlikte, İngilizce her ne kadar ana eğitim dili ise de, Fethullah Gülen, Türkçe’yi uluslar arası iletişim dili haline getirmeyi amaçlıyor. Kendileriyle konuştuğum öğretmenler de, Türkçe’yi güzel kullanmanın önemine değindiler. Kazakistan’da görüştüğüm öğrenciler, Türkçe’yi çok iyi biliyor ve mezunlar, Kazakistan’la Türkiye arasında köprü oluşturma mevkiindeler.

    Okullar, önceki rejimden kalma ahlâk dışı tavır ve davranışları izale ediyorlar. Uluslararası bilim olimpiyatlarındaki başarı, ahlâkçı bir eğitim, disiplin ve kültür unsuruyla birleşiyor. Okulların takip ettiği eğitim modeli, lâik öğretimle inanç-akıl, modernite-gelenek arasındaki çatışmacı yaklaşımları uzlaştırma yönünde işliyor. Öğretmenlerde çok yüksek bir fedakârlık ve kendini unutmuşluk gözleniyor. Okulların finansmanında yardımcı olan dindar-dine kayıtsız işadamları, okullarda kusursuz Türkçe konuşulmasından ve Türk Millî Marşı’nın okun*masından gurur duyuyorlar. Bununla birlikte, okullarda küresel bir genişleme amacı görülmüyor. Türklerin Sovyet hegemonyasının yerini alacağı şeklinde başta duyulan şüphelere rağmen, okullar, ülkeler ve medeniyetler arasında diyalog köprüsü olma fonksiyonu görüyor. İnsanî hedef ise en ön planda. (National Loyalties and International Alliances, Sempozyum tebliği.)


  10. #30
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı

    Okullarla ilgili finansman konusu ve Gülen’de

    ekonomi düşüncesi


    Türkiye’de, bir yandan vatandaş eğitim ve diğer sosyal hizmetler konusunda bağışa ve daha başka fedakârlıklara çağırılırken, bilhassa yurt dışındaki özel okullar konusunda olağanüstü denecek derecede bir fedakârlık sergileyen müteşebbisler ise, bazı mahfiller tarafından kuşkuyla karşılana*bilmektedir. Sermayeyi, ona sahip olanların inancına göre tasnife tâbi tutup, bazısını, bu bazısı şahsî çıkar kaygısından tamamen uzak ve Türkiye’nin bütünüyle yararına da olsa, dışlama ve önleme teşebbüslerinde bulunan resmî otorite adına hareket ediyor görünen bazılarının bu tavrını, ülkemizin lehine görmek asla mümkün değildir. Tamamen kasdî, ideolojik, hattâ yıllardır kapalı ülke ekonomisini kendi avantajlarına değerlendirerek büyüyen olabildiğince sınırlı bir sermaye çevresini korumaya yönelik olan bu tavır, bugün için ve hattâ yarın adına ülkemiz ve milletimiz önünde en büyük engellerden biridir.

    Bu tesbitten sonra, şu noktanın da altını çizmekte fayda var: Fethullah Gülen, başka konularda olduğu gibi, ekonomik konularda da düşüncelerini zaman zaman kamuoyunun dikkat ve değerlendirmelerine arz etmiştir. Onun bu düşünceleri, şüphesiz bir ekonomistin düşünceleri olmamakla birlikte, hayatı bir bütün olarak ele aldığımızda, onun aksiyonunun ekonomi cephesine bakan bir takım genel prensipler mahiyetindedir. Meselâ o, Sızıntı dergisinin Mart-1988 tarihli 110. sayısında yayınlanan “Erozyonlar ve Millet Ruhu” isimli yazısında, Türkiye’nin, “En büyük şehirlerden en küçük kasabalara, en küçük kasa*balardan da en ücra köylere kadar mutlaka imar” edilmesi ve bunun için, asırların birikimi sosyo-ekonomik meselelere, gelişen dünya şartları dikkate alınarak ve çağın şartları ile düşünce hayatımıza yeni boyutlar kazandırılarak çözümler bulunması gereğini vurgulamakta ve şunları ifade etmektedir:

    Evet, bütün ruh u canımızla, ülkenin, en münbit ovaları, en bereketli yaylaları ve en feyizli ırmaklarıyla cennetlere çevrilmesini istiyor ve diliyoruz. Modern teknikle ziraata yeni buudlar kazandırılmalı; yıllardan beri emekleyip duran sanayi inkişaf ettirilip, gelişmiş ülkelerle rekabet edecek seviyeye ulaştırılmalı; el değmemiş yeraltı, yerüstü zengin*liklerimiz değerlendirilerek insanımızın istifadesine sunulmalı; hudut kapılarından dünyanın dört bir yanına ihracat konvoyları akıp gitmeli; ne pahasına olursa olsun, Türk parası dünya borsalarında, bu şanlı milletin şerefine uygun, o mutena yerini almalı ve yıllardan beri sözü edilegelen “Milletin güçlendirilmesi” ve “halkın refah seviyesinin yükseltilmesi” gibi vaadler, bir an evvel mutlaka gerçekleştirilmelidir. Ancak, bütün bunlar yapılırken de, millet ruhu kulak ardı edilmemeli; nesillerin kalb ve kafalarını hedef alan bilumum talim ve terbiye müesseselerinin yabancılaşmasına meydan verilmemelidir. Batının ilim ve irfanı, sanat ve tekniği alınıp değerlendirilmeli; ama, millî ruh ve millî düşünce çiğnenmemeli, tarihî seciyemiz yıpratılmamalıdır.” (Ayrıca bkz: Yitirilmiş Cennete Doğru, s 130-132).

    Gülen, bir başka değerlendirmesinde ise şunları söylemektedir:

    Her mü’min, – meşru dairede olmak şartıyla – mutlaka zengin olmalıdır. Gerektiğinde sermayeler birleştirilmeli, yurt dışında, yurt içinde, yatırımın geçerli ve rekabete açık olan türlerinde mutlaka yatırıma gidilmelidir. Müsbet ve dinî ilimlerle yetişmiş insanlar vasıtasıyla gelecek asırları kucaklamak için ekonominin bu mevzudaki müessiriyeti (etkinliği) unutulmamalıdır. Bu açıdan, mü’minlerin yurt içinde ve yurt dışındaki servet yollarını keşfedip, zengin olmaları şarttır. Zira, her şeyleriyle Allah yolunda ve ülke, insanlık adına hizmete kilitlenmiş bu insanların ticarette çalışmaları, parayı koruma korkuları – niyetlerinden dolayı – düşman karşısında nöbet tutmadaki korku gibi birer sevap vesilesi olabilir. Hayır yolunda ve o hayra vesile olacak hemen her meşru sebep bir ibadettir. Öyleyse bu ülkenin ekonomi ve eğitim açısından kalkındırılması, birlik ve beraberliğimizin temin edilmesi, hep alan, isteyen ülke olmaktan kurtulması mülâhazasıyla yapılan sınaî, iktisadî her teşebbüs bir ibadet hükmündedir. (Prizma 2, 33–4)

    Fethullah Gülen, bundan ayrı olarak, ticaretin her zaman, her yerde ve herkes için geçerli bazı temel şartları üzerinde de durmuştur. Ona göre, teknik ve teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, gelecek adına ticaret ve onun vadettiği şeylerin rolü, tahminlerin üstünde şimdikinden de ileride olacaktır. Her şeyde olduğu gibi, ticaret ve zanaatta da ilim ve ihtisasın ehemmiyeti büyük olmakla beraber, bilhassa bu iki mesleğin çıraklık esasına dayandığı da asla hatırdan çıkarılmamalıdır. Kitaplarda anlatılan nice meseleler vardır ki, mahir bir kalfa ve çıraklıktan gelme bir ustanın maharet prizmasından geçmedikten sonra bekleneni vermesi söz konusu değildir.

    “Haram-helâl mülâhazasına bağlı olarak alış-veriş yapan bir tüccarın, işinin başında geçirdiği ve geçireceği dakikalar ibadet sayılır” sayılır diyen Gülen, ticaretin ruhunun doğruluk, emniyet, yaşanan devri idrak, müşteriye karşı fevkalâde nazik ve terbiyeli davranmak olduğunu vurgular. Ona göre, tüccarlar, zanaatkârlar, tatlı dilli, güler yüzlü, oldukça mütevazi, sözlerinde sabit ve asla usanmaz, üşenmez olmalıdırlar. Hemen her meslek erbabı için çok ehemmiyetli olan bu hususlar, halkla içli-dışlı olmaları ve onların menfaat ve zararları ile alâkadar bulunmaları itibarıyla, bu iki sınıf için daha da önemlidir. Gülen, ticaret konusunda bir önemli noktaya daha parmak basar: “İş yerlerini alışılagelenden her gün bir saat önce açıp bir saat sonra kapatanların, ayları 35, seneleri de 420 yirmi güne ulaşır.” (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 168–69

    Türkiye’nin her bakımdan refahını ve devletler dengesinde alan, borç*lanan ve mahkûm bir ülke değil, veren ve söz sahibi bir ülke olmasını arzulayan Fethullah Gülen, bu maksatla, Türk müteşebbisine eğitimin yanısıra, ekonomi alanında da dışa açılma tavsiyelerinde bulunmuştur. Meselâ, Orta Asya’ya açılma konusunda onun şu sözlerini okuyoruz: “Ticarî ve sınaî sahada Orta Asya’ya açılma konusunda şunları ifadeye çalıştım: Orta Asya’ya açılmada çok geç kaldık. Bunda devlet ve millet olarak hazırlıksız yakalanmamızın payı oldukça büyük. Hele ticarî ve sınaî yatırım sahalarında, eğitim alanında olduğu kadar bile başarılı olamadık. Hadiseler beklenildiğinin aksine tabiî seyri içinde gelişti ve milletçe gereken performansı gösteremedik. Halbuki çeşitli kurullar teşkil edip, Orta Asya’nın ticarî ve sınaî sahalarla alâkalı ihtiyaç haritasını çıkartarak, iş adamlarımızı oralara hem de bilinçli olarak teşvik edebilirdik. Yani bir anlamda rehberlik hizmeti verip, neticeyi değiştirebilirdik. Devlet, bu mevzuyu daha köklü bir şekilde ele almalıydı. Yani enformasyon büroları kurarak, kanunî düzenlemelerde bulunarak, oralara gidip yatırım yapacak iş adamlarımıza kolaylıklar göstermeli, ülkeler arası düzeyde anlaşmalar yapıl*malıydı. Ne var ki, bütün bunların yapıldığını söylemek oldukça zor. O halde, madem ki devlet çapında bu mesele ele alınmıyor, – hepsi elde edilemeyen bir şey bütün bütün terk edilmemeli – düsturunca millet olarak, halk olarak biz bize düşeni yapmalıydık veya halen de yapabiliriz. Bu uğurda boşa geçen her saniye, bizim dünyamız adına büyük bir kayıptır.” (Fasıldan Fasıla 2, s 259–60)

    Gülen, aynı konuda bir televizyon programında ise şunları söyler: “Evet, günümüzde ticarî hayatla iştigal eden her müteşebbisin, küçük küçük, köşe başlarında yer alan bakkal dükkanlarıyla yarınlara yürünemeyeceğini bilmesi gerekir. Öyleyse, güvenilir ve piyasayı bilen, kabiliyetli, kapasiteli insanların önderliğinde büyük ortaklıkların tesis edilmesi mutlaka gereklidir. Gümrük Birliği’ne girme, Orta Asya ülkelerine açılma gibi gelişmelerle Türkiye’nin ufku açılmakta ve ticarî hayatta yeni bir dönem başlamaktadır. Bu gelişmelerin ülke ve insanımız adına geniş imkânlar sağlayacağı kanaatindeyim. Bütün bu fırsatların yerinde ve zamanında değerlendirilmesi için de büyük sermaye ortaklıklarının kurulması, yerinde bir takım finans kurumlarının garantörlüğünde dış dünyaya açılmanın vaktinin gelip geçtiği düşüncesin*deyim.” (Fethullah Gülen İle Canlı Yayında Gündem, s 112–13).

    Fethullah Gülen, böyle bir gaye adına, hem eğitim hem de ekonomi alanında Türk müteşebbisine sürekli tavsiyelerde bulundu ve kendisine karşı kamuoyunda duyulan saygıyı ülke hizmetine yönlendirdi. Onun tavsiyelerini dikkate alan, ona olan itimadıyla yola çıkan bazı müteşebbislerimiz, hem eğitim alanında hem de ekonomi alanında Türkiye içinde ve dışında belli ölçülerde bir faaliyet ortaya koydular ve koymaya da devam ediyorlar. Türkiye’de önemli ölçüde maksatlı spekülasyonlara konu edilen okulların finansmanı işte bu teşebbüslerde aranmalıdır. Devletin hiçbir katkısı olmadan, tamamen ülkesini ve milletini düşünen, büyük çoğunluğu itibarıyla, bu yolla Allah’ın rızasını ve Âhiret’i kazanacağını ümit eden pek çok Türk müteşebbisi, hayırlarda yarışmayı hayat felsefesi haline getirmiş bulunan ecdadıyla paylaştığı aynı çizgide bir gönüllüler hareketi ortaya koydu. Bu hareketin içinde, toplumun her kesiminden, her düşünceden insanları, hattâ bir cinayete kurban giden Üzeyir Garih gibi gayr-ı Müslim vatandaşlarımızı da görmek, bu ülkenin tarihini ve milletinin karakterini bilenler için hiç de şaşırtıcı olmasa gerektir.

    Bu şekilde, denebilir ki, gönüllü bir eğitim ve aynı seviyede olmasa da, ekonomik atılım seferberliği başladı. Önce Türkiye’de İzmir, İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerde açılan birkaç okulun başarılı olduğu görülünce, başka şehirlerde oturan bazı müteşebbisler, gerek kendi çocuklarını benzeri okullarda okutabilmek, gerekse bu şekilde ülkeye bir hizmet verebilmek için yeni okullar yapmaya giriştiler. Böylece pek çok şehirde şirketler oluştu ve 1991’den itibaren Asya’ya açılım başlayınca bu şirketler, benzeri okulları bu defa yurt dışında yapmaya başladılar. Ortaya çıkan bir doğurgan daire, büyüyerek, kapsamına pek çok ülkeyi aldı. Bu eğitim atılımı, beraberinde ticarî atılımları getirdi ve pek çok Türk müteşebbisi, yurt dışında iş ve ticaret imkânları araştırmaya girişti. Neticede kazanan, aşağıda geleceği üzere, göz*lemcilerin de tesbitiyle, hem Türkiye, hem de okulların bulunduğu ülkeler oldu. Hulusi Turgut, okullarla ilgili yaptığı ve Yeni Yüzyıl gazetesinde yayınlanan uzun araştırmasında bu hususa parmak basmaktaır:

    Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, Kafkasya ve eski Demir*perde ülke*lerinde okul açmak için olağanüstü çaba harcayan ekipler, her gittiği yerde bürokratlarla çok iyi ilişkiler kuruyor, kısa sürede onların güve*nini kazanıyorlardı.

    Bu arada, Türkiye’den iş yapmak üzere gelen müteşebbislere yardımcı olan okul kurucuları, onların hatırı sayılır derecede imkânlara kavuş*malarını sağlıyorlardı. Zaman içerisinde bu işa*damları iyi paralar kazan*maya başlayacak, okulların finansman açığını da seve seve kapatma gayreti içerisine gireceklerdi. Kısacası, yurtdışındaki okulların finan*sörleri de böylelikle ortaya çıkacaktı. Türk işadamları, yurtdışında kendilerine imkân sağlayan bu eğitim gönüllülerinin yardımlarına karşılık, onlara gönülden destek olma yoluna gidecekti.

    Beş kıtaya yayılan okullar için Türkiye’de şir*ketler kuruldu. Bu şirketler, yurtdışında açacakla*rı okullar için Türk Milli Eğitimi’ne başvurup, izin aldı. Ardından, görev alacak eğitimciler belir*lendi. Bugün sayıları 4 binin üzerinde olan öğret*menler, ülkemizin en gözde üniversitelerinden yetişmiş gençler arasından seçildi. Yaşları 22-35 arasındaydı. Hepsi, çok iyi derecede bilimsel eği*tim görmüş ve mükemmel İngilizce öğrenmişti.

    Bu okulları açanlar, Asya’daki okulları açmak için şu şirketleri kurdular:

    Çağ Öğretim İşletmeleri A.Ş., Feza Gazetecilik A.Ş., Şelale A.Ş., Eflak A.Ş., Kazak Türk Liseleri Genel Müdürlüğü, Sebat A.Ş., Silm A.Ş., Taş*kent Eğitim Şirketi, Serhat Eğitim Öğretim ve Sağlık Hizmetleri A.Ş., Tolerans Vakfı, Ufuk Eği*tim Vakfı, Toros Eğitim Hizmetleri Turizm ve Ti*caret A.Ş., Ertuğrul Gazi Eğitim Öğretim A.Ş., Karaçay Çerkes Toros Eğitim Hiz. Tur. ve Tic. A.Ş., Palandöken Eğitim Öğretim Hiz. A.Ş., Du*nae 94 Şti., Özel Burg A.Ş., Dostluk Yurdu Der*neği, International Hope Ltd Company, Fezalar Eğitim Öğretim Ticaret Limited Şirketi, Çağlar Eğitim Mal. Ltd. Şti., Balkanlar Eğitim ve Kültür Vakfı, S.C. Lumina SA Şirketi, Gülistan Eğitim Yayın ve Ticaret Ltd. Şti., Sema Eğitim Öğretim İşletmeleri A.Ş., Samanyolu A.Ş., Türkiye Sağlık ve Tedavi Vakfı, Yayasan Yenbu Indonesia Vakfı.


Sayfa 3/7 İlkİlk 12345 ... SonSon

Benzer Konular

  1. fethullah gülen şiirleri
    By SiLa in forum Bediüzzaman, Çalışmaları
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 21.06.09, 20:31
  2. Fethullah Gülen Turnalara Tutun da Gel
    By SiLa in forum Bediüzzaman'ın Hayatı
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 16.06.09, 19:31
  3. Bediüzzaman: Mahrumiyette filizlenen aksiyon insanı
    By Konyevi Nisa in forum Risale-i Nur
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 25.01.09, 09:58
  4. Fethullah Gülen Hocaefendi(1941 - .... )
    By Konyevi Nisa in forum İslam Büyüklerimiz ve Alimlerimiz..
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 04.07.08, 13:52

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •