Ve Bediüzzaman (1873-1960).. 20. asrın insanının kendisine muhtaç ve medyun olduğu bu büyük çilekeş, ‎‎1925’lerde Barla’ya sürgün edilmiş, bir kır bekçisiyle görüşmesi bile çok görülmüş; hapishanelerde ve tehcir-i ‎mutlaklarda yaşamaya zorlanmıştır. Hatta düşüncelerine ket vurulmak istenerek eser yazmasına bile fırsat ‎verilmemiştir. Fakat o büyük mücadele insanı, bütün engellemelere rağmen tıpkı vahyin yazılmasında olduğu ‎gibi, eserlerini sigara kağıtları, tahta parçaları gibi ibtidaî malzemelere yazdırmış ve o vâridât, bir yolu bulunup ‎dışarı çıkarılarak çoğaltılmıştır. İmam-ı Âzam, İmam-ı Hanbel ve diğer büyükler gibi Bediüzzaman da, o saf ‎ruha ve ulaşmak istediği rıza ufkuna yükselebilmek ve Efendimiz (s.a.s.)’in bıraktığı mirası alıp asrımızdaki ‎muhtaç sinelere taşıyarak devam ettirebilmek için 28 sene çile çekmiştir.‎

Asrımızın ufkunu süsleyen bu nur insan, “Seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey ‎bilmiyorum. Ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, memleket mahkemelerinde, memleket ‎hapishanelerinde geçti. Divan-ı Harplerde bir cani gibi muamele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket ‎sürgüne gönderildim.” sözüyle çileyle yoğrulmuş seksen küsur senelik ömrünün kısa bir serencamesini anlatır. ‎Başı yüce dağlar kadar yüksek ve dumanlı bu büyük çilekeşin, çektiği ızdırap ve amansız sıkıntıların verdiği bir ‎ruh haletiyle söylemiş olduğu “Zaman oldu ki, hayattan bin defa bıktım. Eğer dinim beni intihardan men ‎etmeseydi, şimdi Said, toprak olmuştu.” ifadeleri, dünyada iken ukbanın yamaçlarında dolaşan bir çilekeş ‎ruhun çekmiş olduğu çile ve ızdırabın derecesini göstermesi bakımından çok önemlidir.‎

Evet, çile ve mihnet çekmek, iman yolunda hizmet etmenin lazım-ı gayr-ı müfarıkı (ayrılmaz bir ‎parçası)dır. Gerçi insanın “Allah’ım! Bana mihnet, meşakkat ve sıkıntı ver ki, ben imânâ hizmet edeyim” ‎diyerek bunu istemesi yanlıştır; ama çile ve ızdırapla yoğrulmamış bir davanın da ilelebet payidar kalması ‎mümkün değildir. ‎

Kaynak:
Prizma > Perspektif