Sayfa 4/7 İlkİlk ... 23456 ... SonSon
61 sonuçtan 31 ile 40 arası

Konu: Fethullah Gülen Bir Aksiyon İnsanı

  1. #31
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı

    İzlenimler, değerlendirmeler

    Dünyanın pek çok ülkesine yayılmış Türk okullarını Türkiye içinden ve dışından pek çok kişi ziyaret etti ve bunlar, izlenimlerini ve değerlendirmelerini ya yazarak, ya konuşarak dile getirdiler. Başbakan Bülent Ecevit, okullarla ilgili takdir ve değerlendirmesinde, bu okulların, diğer yararlarının yanısıra, Orta Asya ülkeleri ve Azerbaycan’a İran Şiiliğine has köktenciliğin etkisine girme*sinin önlenmesinde birinci derece faktör olduğunu vurguladı (Akşam, 14.03.1998).

    Okullarla ilgili daha başka izlenim ve değerlendirmelerden bazılarını özet olarak vermek yararlı olacaktır kanaatindeyim:

    Toplum nereye, devlet nereye?

    “Gezi boyunca tanıştığım, ayaküstü de olsa konuşma fırsatını bulduğum Türk öğretmenler hakkında edindiğim kanaat şu: Hemen hepsi, genellikle taşra kentlerinden ve dar gelirli ailelerden gelen, zekâ ve yetenekleri sayesinde görece iyi üniversitelerde okuma fırsatını bulmuş delikanlılar.

    “İnsan ne kadar olursa okusun, ne kadar dinlerse din*lesin, gezip gör*medikçe bazı şeyleri kavramak güç olu*yor. Son gezi, dünyayı kavrama uğraş*ıma yepyeni bir boyut açtı. Şimdi Orta Asya’da komünizm sonrası dö*nemin problemlerini, Orta Asya Türk-İslâm kültürünün özelliklerini, bölgede bütün güçlüklere rağmen iş yapmak, para kazanmak için didinen insanlarımızın ufkunu ve çalışkanlığını daha iyi kavrıyorum.

    “Diyebilirim ki, Orta Asya’da gördüklerim, yaşadığı*mız olanca olumsuz*luğun ortasında, toplumumuzun geleceğine olan güvenimi pekiştirdi. Türkiye nereye, Türk devleti ve siyaseti nereye gidiyor diye kendi kendime sorup duruyorum.” (Şahin Alpay, Milliyet, 01.11.1996)

    Merkezî niteliği olmayan sivil insiyatifin ürünü
    “Bir kere, bu okullar merkezi bir finansm*ana tabi değil. Her okul, Türkiye’de bir il ya da ilçe tarafından ya da zengin bir işadamı tarafından finanse ediliyor. Öğretmenlere gelince, genelde İngilizce eğitim veren bu gençler, Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden yetişiyor: Marmara Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi ve ODTÜ mezunları çoğunlukta. Hemen tümü, okulu bitirir bitirmez, öğretmenliğe başlamış. Maaşları pek az: 350-700 dolar arasında değişiyor. Yılda bir kez Türkiye’ye gelmek için yaptıkları yol masrafı dikkate alındığında, tasarruf imkânları hemen hiç yok.

    “Hemen belirtmek gerekir ki, bu okullar, sanıldığı gibi dini eğitim veren ya da eğitim faaliyetini dini bir çerçeveyle kuşatan okullar değil. Bu okullar, ders programları, üstün teknik donanımlarıyla, laboratuarlarıyla bildik Anadolu Lisesi modelinde kurulmuş durumdalar. Bu okullarda tesettürlü öğrenciye rastlamak mümkün değil. Dersler ise, Milli Eğitim Bakanlığı’nın hazırladığı tedrisat çerçevesinde yapılıyor. Din dersi bile okutulmuyor. Her ülke mevzuatının ve eğitim felsefesinin çerçevesinde faaliyet gösteriyorlar.

    “Amaç, din bilgisi aktarmak değil, şer’i hükümlere göre bir dizi sembolden olu*şan bir düzen bilinci vermek değil; çocuklarda ahlâkî değişim gerçek*leştirmek. Öğrenciler izlendiğinde geleneksel ve İslâmî değerlere dayanan müthiş bir saygı, bir öz disiplin çok açık hissediliyor.

    “Bu çerçeveden bakıldığında, Fethullah Hoca cemaatinin gerçekleştirdiği seferberli*ğin gücünü, Anadolu’ya özgü İslâmî ve milli geleneklerle meşruiyet kaynağı dışında mer*kezi niteliği olmayan, ‘sivil bir inisiyatif’ten aldığı söy*lenebilir. Bu sivil seferberlik, bir anlamda resmi devlet anlayışının yarattığı ve onun siyasal İslâm gibi türevlerinin besle*diği ‘kültürel kopuş’ ideolojisinin panzerihiri gibi görünmektedir.” (Ali Bayramoğlu, Yeni Yüzyıl, 31.10–2.11.1996)

    Türkiye’ye puan

    “Doğrusunu söylemek gererse, Fethullah Gülen Cemaati’nin liberal yapısını bilmeme rağmen, Orta Asya’daki okullarda dini bir eğitim ile cemaatini genişletmeye çalışan bir organizasyon göreceğimi sanıyordum. Geziden sonra bu önyargım değişti. Öncelikle, Cemaatin Orta Asya’da yaptıkları faaliyetlerin kendi hanelerinden çok, Türkiye’nin hanesine puan yazdırdığını gördüm.

    “Okullarda ağırlıkla Boğaziçi, ODTÜ ve Marmara Üniversitelerinden mezun, yaşları 25-30 arasındaki iyi eğitilmiş öğretmenler görev yapıyordu.”

    Üzeyir Garih: “Fethullah hoca bu konuda ilerici.”

    – Aşkabad’daki konuşmamızda, Fethullah Hoca Cemaati’nin Orta Asya’daki okullarına maddi destekte bulunduğunuzu ve bu desteği artırarak sürdüreceğinizi söylemiştiniz. Bu okullara neden destek oluyorsunuz?

    – Bu okullar, gördüğüm kadarıyla tamamen laik, Türk ürünü, insanını, Türk anlayışını oradaki çocuklara aşılayan, Türkmenistan’ın ilerideki bürokratlarını, işadamlarını Türkiye’ye yakınlaştıracak olan ve Türkiye ile Türkmenistan arasında büyük bir işbirliği yaratacak okullar.

    14 tane okulun ikisini, üniversiteyi dolaştım, bu okullar yarının bir İslâm birliği amaçlı, dinî esaslara dayanan birer misyoner okulu mudur diye. Fakat böyle olmadığını gözlerimle gördüm. Orada yetişen çocuk*ların da iyi yetiştiklerine şahit oldum. Ayrıca, bütün Orta Asya’daki yerleri koordine eden İstanbul’daki istişari toplantılara Milli Eğitim Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı, Milli İstihbarat Teşkilatı ve Cumhur*başkanlığı’ndan birer görevlinin katıldığını öğrendim. (Atılgan Bayar, Hürriyet, 01.11.1996)


  2. #32
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı

    “Okullar, Türkiye’nin vizyonu”

    “Hocaefendi, mefkuresizlikten bunalan Türk gençliğine mefkure vermiştir. Düşününüz, bu gençler yazın +35, kışın -65 derece olan bir memlekette bile cüz’i bir maaşla hizmet veriyorlar. Bu seferberlik ve feragat hissi, tarihin nadirattan rastladığı bir vakıadır. Bunların hedefi, güzel insanlar yetiştirip, onları tüm insanlığa hediye etmektir. 70’imden sonra da olsa, böyle bir ufku tanımış olmaktan dolayı çok mutluyum.

    “Hepiniz bu sevgi halesinin etrafında toplanınız. Vazifemiz, bu güzel hamleyi devam ettirmektir. Hiçbirimizin hayatı ebedi değildir. Allah ebedidir, iman ebedidir, sevgi ebedidir, hayır ebedidir.

    “Bir eski büyükelçi Ankara’da bana şunu söyledi: Ulanbatur’a sefir olarak tayin edilen genç hariciyeci, tecrübeli üstadına geliyor ve ‘Hiç bir bilgi yok, gideyim mi?’ diye soruyor. Tecrübeli büyükelçi, ‘Git biraz incele; şartlar müsait değilse dönersin’ cevabını veriyor. Tayyareden indiği zaman lacivert elbiseli bir beyefendi genç, bu yeni sefiri ‘Hoş geldiniz be*yefendi’ diyerek karşılıyor. Şaşıran sefirin ‘Siz kimsiniz?’ sorusuna, ‘Ben, buradaki iki Türk okulunun koordinatörüyüm. Teşrifinizi duyduk, hoş geldiniz demek için geldim. İkametiniz için yer hazırla*dım, sefaret için bina hazırladık Buyu*runuz, hizmete başlayınız. Biz de bekli*yoruz, Moğollar da bekliyor.’ cevabını alıyor.

    “Arkasından 29 Ekim Cumhuri*yet Bayramı gelince sefir yine düşünüyor, tahsisatı yok, imkânı yok ve ya*bancı bir yer, kimseyi bilmiyor. Yine yardımına lâcivert elbiseli o genç adam yetişiyor. Mekteplerin bir tanesinin salonunu açıyor ve 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamalarını Moğollarla bir*likte yapıyorlar. Genç sefir hayretler i*çinde Türkiye’ye dönüşünde, üstadım dediği eski sefire ağlayarak anlatıyor ve soruyor: ‘Bu ne ruh halidir, kimdir bunları yetiştiren?’

    “Sefirin, bunların kim olduğunu öğ*rendiği zaman, söyleyebildiği tek şey şu, ‘İmkânını bulsam da, gidip ellerini öpsem.’ Bir güzelliği anlamak ve bir güzelliği idrak etmek, güzelliği bilmek*le mümkündür. Bizler, hepiniz, hepimiz, güzelliği ve sevgiyi bilecek çağdayız. Sevgileriniz aramızdadır. Sevgilerinizi yaydığınız zaman bütün mekân*lar kudretli olur.” (Aydın Bolak, Ergün, 374–76)

    “Halka dayananlar kaybetmez”

    “Ülkemizden çıkarak, Asya’dan Avrupa’ya ve Amerika’ya kadar uzanan okullar zinciri, insanlık adına iftihar ve övünç tablosunu teşkil etmektedir. Okullarla birlikte ortaya çıkan hizmetin boyutları tam bir şeffaflıkla halkımızın önünde, hukuk devletinin gerekleri içerisinde, insanlığın küreselleşen ortak değerlerinin tercihleri üzerinde cereyan etmektedir. Bu hizmetleri akıllarına sığdıramayanlar, ‘hangi sıfatla?’ diyerek dünyevi şekillere takılı kalanlar veya bir şekilde karşı çıkanları yadırgamamak gerekir. Herhangi bir bireyin veya grubun hareketi izlenirken, eylemin kendi ulusuna, ülkesine ve insanlık camiasına vermeye çalıştıklarıyla, yani faydalı-yararlı oluşu cihetiyle ele alınması lâzımdır. Eğer karşı duranlar, kendi doğruları çizgisinde en az aynı düzeyde bir hizmeti ortaya koyamıyorlar, halkın ve hakkın iştirakinde buluşamıyorlarsa, haksızlıklarını ve bencilliklerini öne çıkarmış olurlar. Bu gibi olaylara tarihin her devrinde rastlarız. Bunlara bakıp küsmemek gerekir.” (Orhan Kilercioğlu, Zaman, 08.03.1998)

    “Okullar gurur veriyor”

    “Bu okullar, Batı kültürünün de etkisiyle şekillenen Türkiye kültürünü, Türkiye Türkçesini dünyaya taşıyor. İyi işleyen, başarılı olan bir sistem bu. Devletin bu okullara, gerek duyulursa mali açıdan yardım etmesi, destek vermesi gerekir. Okullar, Türkiye’nin dünyaya açılmasını ve dış dünya ile kültürel bağlar kurmasını sağlıyor. Ben, dış gezilerim sırasında bunlara bizzat şahit oldum.” (Sami Kohen, Zaman, 07.01.1998)

    “Hoşgörü Ekiyorsunuz”

    Süleyman Demirel (9’uncu Cumhurbaşkanı): Bu Okullar, ülkemiz ve halklarımız arasındaki işbirliğinin eğitim alanında da gelişmesinde, işbirliğinin bir bütün olarak her alanda dengeli ve kapsamlı şekilde ileriye götürülmesinde ve genç nesiller arasındaki karşılıklı anlayışın artırılmasında olumlu yönde katkıda bulunacaktır.

    İslam Kerimov (Özbekistan Cumhurbaşkanı): Özbekistan yönetimi bu iki halkın geleceğine, işbirliğine ve dostluğuna zemin hazırlayan âli işlerinize öz kefaletini vermeye hazırdır.

    Saparmurat Türkmenbaşı (Türkmenistan Cumhurbaşkanı): Hizmetleriniz, halkımızın millî kalkınış tarihine silinmez harflerle yazılacaktır.

    Cora Ganiyevic Yoldaşev (Özbekistan Milli Eğitim Bakanı): Sayın cumhurbaşkanımızın okulunuza bakış açısı çok alâ derecededir. Cumhurbaş*kanımız talebelerin zekiliğine ve hazır cevap olduklarına hayran olmuşlardır.

    Köksal Toptan (Milli Eğitim eski Bakanı): Dünya eğitim tarihinin en büyük eğitim çalışması Fethullah Gülen ve arkadaşları tarafından yapılıyor. Bu gayretli, vefakâr insanların gayretlerini bozmayalım. Önlerine set çekmeyelim. Yeni aydın tipi, Türkiye sevdalı*sı insanlar bu okullarda yetişiyor. Türk’ün İstiklal Marşı Çin’de, Tokyo’da, Kazakistan’da söyleniyor. Bu çalışma*lardan, gayretlerden geri kalmamak lâzım. Bizim sesimizi, soluğumuzu oraya götürenlere minnet, şükran borçluyuz.

    Necati Çetinkaya (DYP eski, AKP yeni milletvekili): Orta Asya’daki tüm okulları görme imkânına kavuştum. Hakikaten gurur verici. Devletin yapamadığını hamiyetperver vatandaşlarımız gerçekleştirmiştir. Orada devlet başkanları, devlet yetkilileri, bize hayranlıklarını ifade etmişlerdir. Burada çağın çağdaş imkânlarıyla, dünyayı yakalayacak, kucaklayacak çapta beyinler yetişiyor. Bunu takdir etmemek fevkalade yanlıştır.

    Rıfat Serdaroğlu (DYP eski milletvikili): Okulların hepsi, Türk eğitim sisteminin iftihar etmesi gereken okular. Gerek yurt içinde, gerekse yurt dışında olan okullar, bizim öz benliğimizi yansıtan, millî ve manevî değerlerimizi dile getiren ve öğrencilerini çağdaş dünyaya, bilim ve teknolojiyle kucaklaştırarak hazırlayan okullar.

    Mikail Korkmaz (Eski RP milletvekili): Bu okulların her şeyi açıktır. Gizli bir şey yapılmıyor. Hocanın gizli bir şeyi yok. Aksine, bu okullar ile diğer özel okullar alanında rekabet ortamı oluştu. (Zaman, 23.03.1998)

    Dr. Gü*ven Karahan (DSP Balıkesir Milletvekili): Hocaefendi’nin yurtiçi ve yurtdışındaki eğitimle ilgili faaliyetlerini takdirle karşı*lıyorum. Bu okullar, irtica yuva*sı değildir.

    Orgeneral Halis Burhan (Hava Kuvvetleri emekli Komutanı): Tamamen çağdaş yöntemlerle eğitim yapan ve 21’inci yüzyıl bilgi toplumlarına insan yetiştiren bu müstesna müesseselerin ve tüm eğitim kadrosunun Türk dünyasına yapmakta oldukları katkılar her türlü takdirin üstündedir.

    Erdinç Türe (Emekli Tümgeneral): Gezi dolayısıyla geldiğimiz Özbekistan’da Türkiye’nin eğitim merkezleri açtığını da öğrendim ve çok memnun oldum. Ziyaretimde gördüm ki, eğitim tarafsız, ilmî, ciddî ve millî tarzda yürütülüyor.

    İlhan Atabaş (Emekli Tümgeneral): Özbek-Türk Taşkent Erkek Lisesi’ni derin takdir duygularımla gezdim. Gördüğüm güzellikler, Özbek balalarının istikbale çok güvenilir şekilde yetiştirilmekte olduğu intibaını vermiştir.

    Gülemre Aybars (Emekli Tuğamiral): Ülkem Türkiye’nin çok yakın dostu olan Romanya’nın bu güzel Karadeniz kenti, Köstence’deki Uluslararası Türk Lisesi’nin bu törenine katılmak benim için gerçek bir onur ve mutluluktur.

    Feyyaz Berker (TEKFEN Holding Yönetim Kurulu Başkam): Önemli olan, bir eğitim kalitesinin yakalanmış olmasıdır. Çevremde pek çok insan bu okulları görmüşler. Yapılan çağdaş eğitimi övgüyle anlatıyorlar; hattâ o ülkelerin yönetimdekilerinin dahi çocukları bu okullarda eğitim görüyor. Dünyaya açık, hoşgörülü, ideolojik bir yapıya sahip olmayan çağdaş eğitim bütün dünyada kabul edilmiştir.

    İshak Alaton (ALARKO Holding Yönetim Kurulu Başkanı): Rusya’da okul açılmasında ön ayak olduk. Türkmenistan Aşkabat’ta da bir okul açma düşüncemiz var. Bu, şirketimize saygınlık kazandırır.

    Şarık Tara (Enka Holding Yönetim Kurulu Başkanı): Yurtdışındaki özel Türk okulları hakkında hep güzel şeyler duydum ve bu okullarda çağdaş eğitim veriliyor.


  3. #33
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı

    Fethullah Gülen’in eğitim düşüncesi, ideali ve

    okullarla ilgili son ve önemli bir gözlem


    Önceki bölümde, Gülen’in İslâm’a yaklaşımıyla ilgili görüşlerini verdiğimiz Thomas Michel, 20 yıldır Moro hareketi mensuplarıyla devlet güçlerinin savaş verdiği ve nüfusun yarısını Müslümanların, yarısını da Hıristiyanların oluşturduğu Zamboanga kentinde Filipin-Türk Tolerans Lisesi’ni görünce, merakla bu okula gider. Kendi ifadeleriyle, “gerilla savaşı, adam kaçırma eylemleri, yaz baskınları, tutuklamalar, kaybolmalar ve cinayetlerin âdî vakalardan olduğu bu kentte”, söz konusu okulun bir kısmı Müslüman, bir kısmı Hıristiyan 1000’in üstünde öğrenciye yüksek kalitede eğitim vermenin yanısıra, onları nasıl büyük bir kaynaşma içinde bir arada barındırdığını hayretle müşahede eder. Daha sonra Kırgızistan’ı da dolaşan ve meselâ Bişkek’teki okulda hem eğitimin düzeyine, hem öğrencilerin dil öğrenme ve onu kullanma seviyelerine, hem de akademik olimpiyatlardaki başarılarına âdeta hayran olan Michel, bundan daha öte olarak, A.B.D’li, Koreli ve Türk öğrencilerin, Afganistan ve İranlı öğrencilerle nasıl yine mükemmel bir kaynaşma içinde eğitim aldıklarını görür. Öğretmenlerdeki dürüstlük, çalışkanlık, karşılıklı âhenk ve vicdanî şuur da dikkatini çeker. Bütün bunlar, Michel’i bu manzaranın arkasındaki felsefeyi tanımaya çeker ve bu okullar, kamoyunda Fethullah Gülen’le şu veya bu şekilde ilgili gösterildiğinden, o da, Gülen’in eserlerini okumaya girişir. Gördükleriyle eserlerde okuduklarını bir arada değerlendiren Peder Michel’in vardığı ve Nisan 2001 içinde Georgetown Üniversitesi’nde Gülen’le ilgili düzenlenen sempozyuma sunduğu tebliğde dile getirdiği sonuçları şöyle özetleyebiliriz:

    Gülen şöyle diyor: “Bu dönemde mektep bütünüyle skolastik düşün*cenin tesirinde kaldı ve hep onu solukladı; medrese, ilme ve düşünceye kapalı, inşa gücünden mahrum âdeta bir mefluç gibi yaşadı.. tekye-zaviye, aşk u şevkin yerine menkıbelerle teselli olmaya başladı.. kuvveti temsil edenler de, unutuldukları mülâhazasıyla sık sık kendilerini hatırlatma ve ispat etme kompleksine kapıldı; derken her şey altüst oldu ve millet ağacı, devrilecek şekilde temelinden sarsıldı” (Towards the Lost Paradise, 11).

    Gülen’e göre, modern lâik okullar, kendilerini modernist ideolojinin ön yargılarından kurtaramamış; medreseler, teknoloji ve bilimsel düşün*cenin meydan okumasını karşılayabilecek bir kabiliyet ortaya koya*mamış; eskiden manevî değerlerin gelişmesini güçlendiren tekyeler dinamizmini yitirmiş ve önceki asırlarda yaşamış velîlerin menkıbe ve kerametleriyle avunur hâle gelmiştir. Daha önceleri imana dayalı eneji ve hareketliliğin temsilcisi ve millî kimliğin sembolü olan askeriyenin verdiği eğitim ise, onların kendi içlerine kapanıp, kendilerini ispat etme gayretiyle, millî bünyenin arızasız bütünlüğü aleyhine yara almıştır. Dolayısıyla bugün sağlıklı bir eğitim adına yapılması gereken, bu eğitim yuvalarının ve sistemlerinin birbirlerini rakip veya düşman olarak görmeyip, birbirlerinden istifade edip, birbirleriyle bütünleşmeleridir. Eğer eğitimciler, aksiyon, düşünce ve ilhamla donanmış fertler yetiş*tirmek istiyorlarsa, bütün bu sistemleri bir bütünlük içinde değer*lendirip, kafa-kalp izdivacını gerçekleştirmelidirler (a.g.e. 12).

    Birbirlerine yardımcı olmaları, hattâ birbirleriyle bütünleşmeleri gereken bu kurumların rakip, hattâ düşman kurumlar haline gelmesi, Gülen’in, hiç olmaması gerektiğini söylediği bir çatışmaya yol açıyor: din-bilim çatışması. 19 ve 20’inci asırlarda bilim adamlarının, siyasilerin ve dinî liderlerin de bir tarafında yer aldığı bu anlamsız çatışma, eğitim felsefe ve yöntemlerinde kesin ayrışmalara yol açıyor. Modern lâik eğitimciler, dini, ona en müsbet bakışla, bir zaman kaybı, en kötü bir değerlendirmeyle, ilerlemeye engel olarak görüyorlar. Tartışma, din bilginlerini ise, ya modernleşmeye karşı çıkmaya veya dini, gerçek manâ ve fonksiyonu içinde bir din olarak değil, siyasi bir ideoloji olarak görmeye itiyor (Towards the Lost Paradise, 20). Gülen, buna çare olarak, içinde din bilginlerinin sağlam bir ilmî (bilimsel) formasyonla, bilim adamlarının ise dinî-manevî değerlere bağlılıkla yer aldığı bir eğitim modeli öneriyor ve ancak bu şekilde, süregelen din-bilim çatışmasının sona ereceğini, en azından, bunun saçmalığının ortaya çıkacağını belirtiyor (a.g.e. 39).

    Türkiye’de Fethullah Gülen’in hem sağ, hem sol, hem lâik, hem dinî çevrelerin hücumuna maruz kalması, bana göre onun, artık onulmaz gördüğü konularda taraf olmayı reddetmesidir. Bunun yerine o, mevcut tartışmaların ötesinde, onları aşacak geleceğe yönelik bir yaklaşımı temsil ve teklif etmektedir. Gülen, Türkiye Cumhuriyeti’nin modern*leşme hedefinin mevcut süreç içinde gerçekleşmeyeceği inancıyla, gerçek bir modernleşmenin komple insanlar yetiştirmekten geçtiğini düşünmektedir. Bu ise, mevcut eğitim akımlarının ana kolları üzerinde, günümüz dünyasının değişen taleplerini karşılayacak ve geleceği inşa edecek yeni bir eğitim sistemi örgülümekle mümkün olabilecektir.

    Gülen’in bu yaklaşımı, geçmişi günümüze taşımayı hedef alan gerici projelerden bütünüyle farklıdır. Kendisiyle birlikte anılan okullarda uygulanan eğitimin ne Osmanlı sistemini, ne de hilâfeti yeniden kurmayı hedef almadığını açıkça ifade eden Gülen, bu okulların geleceği inşaya yönelik olduğunu defalarca vurgulamakta ve bunu yaparken de, bir sözü hatırlatmaktadır: “Eski hal muhal; yani yeni hal, ya izmihlâl (çöküş).” (Lynne Emily Webb, Fethullah Gülen: Is There More to Him Than Meets the Eye?, 89)

    Modern eğitim kurumları, küresel bir pazar sistemine toptan üretim yapan fabrikalara benziyor. Buralarda, Gülen’in öne çıkardığı fikrî ve hissî derinlik, düşünce berraklığı, manevî eğilimler ve kültür zenginliği ihmal ediliyor. Dolayısıyla Gülen, bu türden kurumlara karşılık, üzerinde önemle durduğu bu unsurlara ağırlık veren bir eğitimden yana. (Towards the Lost Paradise, 16) O, çoğu insanın öğretmen olabileceği, fakat gerçek eğitimcilerin sayısının pek az olduğu görüşünde [Criteria or Lights of the Way (Pearls of Wisdom), 36]. Öğretmen de eğitimci de öğrenciye bilgi aktarır ve bir takım marifetler öğretir; fakat eğitimci, fazladan olarak, öğrencinin şahsiyet kazanmasında, düşünce ve tefekkürde derinleşmesinde ona rehberlik yapar. Ayrıca o, karakter inşa eder ve öğrencinin, nefsini disiplin altına alma, müsamaha ve sorumluluk duygusu gibi hasletlerle yetişmesine yardımcı olur. Bu noktada Gülen, öğrencideki karakter oluşumuna ilgi duymayıp, sadece maaş karşılığı öğreticilik yapanlara, “körlerin körleri gütmesi” olarak bakıyor.

    Gülen’in eğitimle ilgili yazılarında tekrarladığı bazı kavramları, yanlış anlamaya meydan vermemek için biraz açıklamak gerekiyor. Meselâ, sıkça kullandığı ‘maneviyat’ ve ‘manevî değerler’i, bazıları dar anlamda din olarak algılayabilir ve eğer bu bazıları, lâiklik üzerinde de hassas iseler, bu vurguyu, modern lâik topumlarda dini hakim kılma özlemi olarak değerlendirebilirler. Oysa Gülen, bu kavramları çok daha geniş manâda kullanıyor. Maneviyat, onun için, sadece dar anlamda dinî öğretiyi değil, ahlâk, mantık, ruhî denge ve samimiyeti de içine alıyor. Bunu anlamak için, onun kullandığı daha başka anahtar kavramlara bakmak yeterli. Meselâ o, sık sık ‘merhamet’ ve ‘müsamaha’dan bahsediyor (Prophet Muhammad as Commander, 3-4, 7, 11, 87, 94, 100; Prophet Muhammad: The Infinite Light (Aspects of His Life), 1:118-119-179; 2:96, 123, 131, 150; 1999’de Cape Town’da yapılan Dünya Dinleri Parlamentosu’na gönderdiği tebliğ: The Necessity of Interfaith dialogue: A Muslim Approach, 20: O, burada şunu kaydediyor: “Hz. Peygamber (s.a.s.), gerçek Müslüman’ı eliyle, yani davranışları ve diliyle zararı dokunmayan biri olarak tarif eder. Müslüman, evrensel barışın en güvenilir temsilcisidir.”) Gülen’e göre eğitimin fonksiyonu, bu tür nicelik kalıbına girmeyen sıfatları öğrencinin ikinci tabiatı haline getirmek ve onu, nefsî arzu ve eğilimleri açısından disipline etmektir.

    Gülen, kendilerini insanî niteliklere ve ahlâkî değerlere göre yaşamaya adamış ve faziletlerle donanmış öğrenciler yetiştirmekten söz ederken, bir Müslüman olarak İslâm’dan öğrendiği evrensel ahlâk düsturlarını ifade etmektedir. Şu kadar ki, bununla o, yalnızca Müslümanları kasdetmemektedir; çünkü kendi adıyla birlikte anılan okullarda gayr-ı Müslim öğrenciler de, hiçbir din değiştirme teklifine bile maruz kalmadan okuyabilmektedirler.

    Gülen, sık sık ‘kültürel ve geleneksel değerler’den de söz ediyor (Criteria or Lights of the Way [Pearls of Wisdom], 35, 44-45; Towards the Lost Paradise, 16). Yine bazıları, onun eğitimde kültürel ve geleneksel değerlere yer verilmesi çağrısını, Cumhuriyet öncesi Osmanlı toplumuna dönüş çağrısı olarak değerlendiriyor ve onu irticacı olmakla suçluyorlar. Oysa o, bunlarla Türkiye’nin, modern dünyaya vereceği çok şey bulunan uzun bir hikmet geçmişi olduğunu vurguluyor ve bu geleneksel hikmetin modern toplumların pek çok ihtiyacını karşılayacağı inancını taşıyor. Ona göre geçmiş, bu hikmet birikiminden dolayı kaldırıp atılmamalı ve ondan mutlaka faydalanılmalıdır. Bununla birlikte, geçmişi yeniden inşa etmek, gerçekleşmesi mümkün bulunmayan bir hayal olduğu gibi, bu konudaki her teşebbüs de dar görüşlülüktür ve başarısızlığa mahkûmdur. Gülen, geçmişi bir çırpıda reddetmeyi kabûl etmediği gibi, geçmişi aynen yeniden inşa etme düşünce ve çabalarını da abes görüyor. Bu bakımdan, irticacı suçlamalarını da kesin bir dille reddediyor:

    İrtica, geriye gidiş, eski hali bugüne taşıma demektir. Ben, yarını değil, ebediyeti hedef almış bir insanım. Ayrıca, ülkemizin yarını adına düşünüyor ve yapabileceğimi yapmaya çalışıyorum. Şu ana kadar hiçbir yazımda, sözümde ve faaliyetimde geriye dönme, ülkeyi geriye götürme anlamında irtica ile asla alâkam olmadı. Varsa, göstersinler. Ama, Allah’a iman, ibadet ve ahlâkî değerler gibi, zamanla sınırlı olmayan hususlara sahip çıkmayı da herhalde hiç kimse irtica ile yaftalayamaz. (Webb, 95)

    Gülen, kendi adıyla birlikte anılan okullarla ilgili suçlamalara cevap verirken, bu okullarda Türk Millî Eğitim Sistemi program ve müfredatının uygulandığını da vurguluyor ve buna ek olarak, bildiği kadarıyla, okulların sadece Türk Millî Eğitim Bakanlığı tarafından değil, bulundukları ülkelerin haber alma servisleri tarafından da sürekli kontrol ve teftiş edildiğini belirtiyor (Webb, 107). Okulları teftiş edenler, bu kurumlarda ne iddia edildiği gibi beyin yıkama, ne de siyasî ve rejim karşıtı propaganda izine rastlamış değiller. Ayrıca, bu okullardan mezun olan çok sayıda insan, yıllardır kamu sektöründe ve özel sektörde çalışıyor ve şu ana kadar hiç birinden bu konuda bir şikâyette de bulunulmamış. Gülen, suçlamalara cevabını şöyle bağlıyor:

    Ülkemizden 2 Cumhurbaşkanı, başbakanlar, bakanlar, milletvekilleri, ilim adamları, yüksek rütbeli emekli askerler, gazeteciler ve daha başka her görüşten, her seviyeden binlerce insan bu okullara gitti, onları gezdi, gördü ve geri döndüler. Okulların bulunduğu ülkelerden ve Türkiye’den gidip bu okulları görenlerden, iddia edildiği şekilde tek bir şikâyet gelmiyor; aksine, istisnasız hepsi bu okullardan övgü ile bahs ediyorlar (Webb, 105-106).

    Fethullah Gülen, geçmişin mirasından baskıcı, yosun tutmuş ve aslî gayesini ve ruhunu yitirmiş unsurların asla alınamayacağını söylüyor; fakat buna karşılık, aynı mirasta, yeni nesillerin geleceği inşada kullanmaları gereken özgürleştirici ve insanî pek çok unsurun bulunduğuna da dikkat çekiyor. Ona göre, mevcut şartları çok iyi değerlendirmek ve önceki nesillerin tecrübelerinden de istifade etmek gerekmektedir (Criteria or Lights of the Way [Pearls of Wisdom], 45). Açık ki onun düşüncesi, Türkiye’deki siyasî akımlar ve bu akımlar üzerinde cereyan eden tartışmalarla meşgul değil; bunun yerine o, bütün dünya toplumlarını kucaklayacak bir eğitim vizyonu geliştiriyor. Ve, bu vizyona göre şekillenecek bir dünya için mü’minlerin rolüne dikkat çekiyor: “Dünyamız adına 18’inci asır özünden uzaklaşanların ve muhakemesiz mukallitlerin; 19’uncu asır, kendini değişik fantezilere kaptırmış, geçmişiyle ve tarihî dinamikleriyle zıtlaşanların; 20’inci asır, bütünüyle yabancılaşanların, kendini inkâr edenlerin çağı olmuştur. Dört bir yanda tüllenen emarelerin teyidiyle, 21’inci asır ise, bir inanç ve inanmışlar asrı olacaktır.” (Towards the Lost Paradise, 103)

    Gülen, geleceği inşa edecek eğitimle meşgul. O, ıslah ediciler arıyor; yani, insanın hem fizikî, hem fizikî olmayan yanlarını kuşatan bir değerler sistemiyle donanmış insanların yetişmesini arzuluyor ve bunların toplumlarda meydana getirebilecekleri değişiklikleri bekliyor. Onun meşgul olduğu eğitim, tabiatı gereği, her şeyden önce ferdî dönüşümü esas alıyor. Bu fertler, ona göre, sınırlı ve parçalı düşünmekten kurtulmuş, muhasebe ve iç disipline sahip fertler olmalıdır. Ancak böyle fertlerdir ki, toplumlara müsbet anlamda kalıcı katkı sağlayabilirler:

    Dünyayı düzeltmeye kalkanlar, önce kendilerini düzeltmeli*dirler. Evet, önce içlerini kinden, nefretten, kıskançlıktan, dışlarını da her türlü uygunsuz davranışlardan temiz tutmalı*dırlar ki, çevrelerine misal teşkil edebilsinler. Kendi içini kontrol edememiş, nefsiyle savaşamamış, duygu âlemini fethe*dememiş kimselerin etrafa sunacakları mesajlar, ne kadar parlak olursa olsun, ruhlarda heyecan uyarmayacak, uyarsa da, sürekli tesir bırakamayacaktır. (The Necessity of Interfaith dialogue: A Muslim Approach, 30)

    Toplumdaki kriz, rakip eğitim sistemleri ve felsefeleri arasındaki işbir*liği eksikliğinden kaynaklandığı için, Gülen’in teklif ettiği yeni eğitim modeli, problemi kökünden çözmeğe yönelik bulunuyor. O, bu modelin, daha istikrarlı ve iç barışı sağlamış toplumlar inşa etme adına çok güçlü bir ümit olduğu inancında. Bu yüzden de, eğitim reformu, onun için toplumlarda gelişme ve terakkinin anahtar kavramını oluşturuyor.

    Türkiye’de olsun, Kırgızistan’da olsun veya Danimarka, Brezilya gibi başka ülkelerde olsun bütün okullar, tarihin çerçevelediği bir ortamda, fakat bu çerçeveyi aşmayı da hedeflemiş insanî bir temel üzerinde yük*seliyor. Kuşkusuz aralarında, bulundukları ülke şartlarına göre farklar olmakla birlikte, bu insanî temel, hepsinin ortak noktasını oluşturuyor.

    Gülen, bu temeli şöyle ifade ediyor: “Bir insanın insanlığı, öğrenip öğretmek ve başkalarını aydınlatmakla belli olur ve ortaya çıkar. Bil*mediği halde öğrenmeyi düşünmeyen; öğrendikleriyle kendisini yeni*leyip başkalarına da örnek olmayan, sureta insan görünse de, sireti (asıl mahiyeti) açısından düşündürücüdür!” (M. Fethullah Gülen: A voice of Compassion, Love, Understanding and Dialogue, 5) Gülen, bu insanî temeli, bilimsel çalışma, sanat, edebiyat, sosyal bilimler, karakter inşası ve en geniş anlamıyla maneviyat malzemeleriyle karıyor. Dolayısıyla, bu okulların öğrencilerinin üniversite sınavlarında sürekli üstün başarı göstermeleri ve Uluslararası Bilim Olimpiyatları’nda Matematik, Fizik, Kimya ve Biyoloji gibi sahalarda şampiyonlar çıkarmaları asla sürpriz olmuyor.

    Bu okulları, dünyadaki benzerlerinden ayıran en önemli faktör, karakter inşasına verilen önem. Gülen, okulu, öğrencilerin sadece bilgi ve hüner kazandıkları değil, hayat hakkında sorular sordukları, eşyanın manâsını anlamaya çalıştıkları, hayata belli bir katkıda bulunmayı düşündükleri ve hayatı, bu dünya ile öbür dünya arasındaki münasebet çerçevesinde algıladıkları bir laborutar olarak görüyor. Bundan da öte, eğitim üzerine yazdığı bazı yazılarında okuldan yarı dinî terimlerle söz ediyor ve ona kutsal faaliyetlerin kutsal mekânı olarak bakıyor: “Mektep, hayatî hadiselerin üzerine irfan hüzmeleri göndererek onları aydınlatır ve talebelerine çevrelerini kavrama imkânı hazırlar. Aynı zamanda, gayet hızlı olarak eşya ve hadiseleri keşfetme yolunu açar ve insanı düşünce bütünlüğüne, tefekkürde istikamete ve çokta teke götürür. Bu manâda mektep, ayn-ı mabettir ve o mabedin azizleri de muallimlerdir” (Towards the Lost Paradise, 98).

    Bilimsel çalışmaları karakter inşası, sosyal şuur ve aktif maneviyatla iç içe ele alan bir eğitim modeli, eleştirmenlere bir hayli idealistçe, hattâ ütopik gelebilir. Fakat okullar arasında kısmî seviye farklılıkları olmakla birlikte, diyebiliriz ki, Gülen’in tasarladığı eğitim sistemi, bu okullarda uygulanmasını bulmuş ve okullar, Gülen’in beklentilerini büyük ölçüde gerçekleştirmiş görünüyor. Bundan olacak ki, meselâ Bişkek’te ziyaret ettiğim bir orta okula kayıt için müracaat eden 5000 öğrenciden sadece 250’si kabûl imkânı bulabiliyor.


  4. #34
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı

    BİR ZİHİN YAPICI OLARAK FETHULLAH GÜLEN

    Fethullah Gülen’in eğitimciliği, kurulması için tavsiye ve teşviklerde bulunduğu okullar ve üniversiteye hazırlık kurslarıyla özdeşleşen ‘resmî’ eğitim hizmetlerinden ibaret değildir. Onun İslâm’a bakış açısını tahlil etmeye çalışırken arz edildiği üzere, Fethullah Gülen, insanı bütün zihnî fakülteleri, kalbi, ruhu, vicdanı ve bedeniyle bir bütün olarak ele almakta ve bu bütünde önceliği ruha ve bununla aynı veya ikinci derecede zihne vermektedir. Kendi bedenî eğitimini çok ihmal etmemesine rağmen, bir beden eğitimcisi olmadığı için bu konu üzerinde çok durmamış, fakat eğitime sürekli zihin ve ruh açısından yaklaşmıştır: Bunu, onun şu sözlerinde rahatlıkla görebiliriz: “Ter*biyenin bedene ait olan kısmını hemen hemen herkes bilir ama, asıl işe yarayan fikrî ve hissî terbiyeyi anlayan çok azdır. Oysaki, birinci şıkta daha ziyâde adalî güçleriyle beden insanları, ikinci şıkta ise ruh ve manâ insanları yetişir.” (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 150)

    Vaizlik görevi ve konferanslar

    Fethullah Gülen, 1959 yılında, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın açmış olduğu sınavı kazanarak imamlık hakkı elde etmiş ve Edirne Üç Şerefeli Camii’nde imamlığa başlamıştır. Olabildiğince heyecanlı, enerjik ve son derece hassas bir yapıya sahip olan Gülen, konuşmaktan daha çok dinlemeyi ve yazmaktan daha çok okumayı seven bir insan olarak, Üç Şerefeli Camii’nde görev yaptığı dönemde Cuma günleri Cuma namazından önce vaaz eder, daha sonra hutbeyi dinlemek için Selimiye Camii’ne gelir ve namazını orada kılardı. Aldığı maaşını kitaplara ve dergilere yatırır, onları okuduktan sonra pek çoğunu başkalarına hediye eder, günlerini yarı aç-yarı tok geçirirdi.

    Yanlışlara karşı olabildiğince duyarlı, doğruların en küçüğünü bile takdir eden heyecanlı yapısıyla, insanlarla zihin ve gönül alışverişinde bulunmak, Fethullah Gülen’in hayatının apayrı bir araştırma isteyen en önemli yanlarından biridir. Bu bakımdan o, tavsiye ve teşvikçiliğini yaptığı özel okul ve üniver*siteye hazırlık kurslarıyla kamuoyuna mal olan eğitim hamlesinden önce, esasen vaazlarıyla tanınırdı. 1962-1963 yıllarında İskenderun’da asker iken bile, komutanından aldığı izinle Cuma günleri şehirde bir camide vaaz etmişti. Askerlik görevinin ardından Edirne ve Kırklareli’nde devam eden meslek hayatı, 1966 yılında İzmir’e nakliyle birlikte ayrı bir safhaya girdi. Bir yandan İzmir Kestanepazarı Kur’ân Kursu’nda öğretmenlik yaparken, bir yandan da Kestanepazarı Camii’nde vaaz veriyordu. Artık o günden itibaren, daha sonra Edremit, Manisa ve İzmir Bornova’da devam edecek olan vaizlik hayatıyla önce İzmir’de, sonra Ege Bölgesi’nde, daha sonra da Türkiye’de Fethullah Hoca adıyla çok dinlenen bir vaiz olarak tanınacak ve vaazlarının alındığı bantlar pek çok kişiye ulaşacaktır.

    “Asrın Getirdiği Tereddütler”in giderilmesi ve sorulara cevaplar

    Fethullah Gülen, bu yıllarda yalnız vaaz vermekle kalmamış, İzmir’deki ilk senelerinde kahve sohbetlerinde bulunmuş, daha sonra Ege Bölgesi’nden başlayarak, tüm Türkiye’yi içine alacak konferanslar serisine başlamıştır. Bu konferanslarında tabiî ilimlerle Kur’ân arasındaki münasebet, İslâm’da sosyal adalet ve Darwinizm gibi konuları işleyen Fethullah Gülen, yine aynı yıllarda bazen namazdan sonra camide, bazen bir evde, bazen kırlarda kendisine özellikle üniversite öğrencileri tarafından sorulan sorulara ayrıntılı cevaplar vermiştir. Vaazlarının, konferanslarının ve kendisine sorulan soruların konularına baktığımızda, Fethullah Gülen’in hem aksiyon yanını, hem İslâm’a yaklaşımını ve özellikle bir eğitimci olarak hangi konulara ağırlık verdiğini daha kolay anlayabiliriz. Bazen üzerinde haftalarca durduğu vaaz konularının başlıcalarını Tevhid delilleri (Allah’ın varlık ve Birliğinin delilleri), bilâhare Ölüm Ötesi Hayat adıyla kitaplaştırılan ve birkaç ay devam eden seri Haşir Akidesi, yine aylarca devam eden Çocuk Terbiyesi, aile hayatı ve benzerleri oluştururken, 1989’da fahrî olarak yeniden başladığı vaazlarında ise bir yıl boyunca bütün yönleriyle Peygamberimiz Hz. Muhammed’i (s.a.s.) anlatmış, 1990-1992 yıllarında verdiği aylık vaazlarında ise daha çok marifetullah (Allah’ı tanıma), muhabetullah (Allah sevgisi), irade ve ruh insanı olma, anne-baba hakları, kardeşlik, merhamet ve sabır gibi konuları işlemiştir.

    Fethullah Gülen’in, yukarıda arz edildiği üzere, kendisine yöneltilen sorulara verdiği ayrıntılı cevaplar, daha sonra Asrın Getirdiği Tereddütler adıyla 4 cilt halinde yayınlanmış ve ciltlerden her biri, Türkiye’de en çok okunan kitaplar listesinde ilk sıraları almıştır. Fethullah Gülen’e sorulup da, onun cevapladığı bu soruların başlıcaları şunlardı:

    · Allah, tarif edilebilir mi? O’nun özü ve nitelikleri nelerdir?

    · Kur’ân, olmuş ve olacak her şeyden bahsediyor diyorlar. Bu, doğru mudur? Doğru ise, günümüzde fen ve tekniğe ait meseleleri de bunun içinde mütalâa edebilir miyiz?

    · Vahdet-i Vücut nedir ve itikadımızla telif edilebilir mi?

    · Cenab-ı Hak, bizim bu dünyada nasıl hareket edeceğimizi biliyor; emirlerine uyup uymayacağımızı da biliyor. Böyle iken, imtihana niye hüzum görüp, bizi dünyaya gönderiyor?

    · Kendisine peygamber gönderilmeyen bir topluluk var mıdır? Var ise, böylesi toplulukları inanç ve amel açısından sorumlu tutmak nasıl olur?

    · Peygamberimiz’in çok kadınla evlenmesi konusunda bizi aydınlatır mısınız?

    · İslâm, insanlığın iyiliği için gönderildiğine göre, köleliği neden ortadan kaldırmadı?

    · Tenasüh nedir ve İslâm inancıyla bağdaştırılabilir mi?

    · Allah’ın küllî iradesi ile beşerin iradesi arasındaki münasebet nedir? Günah işleyen bir insan, kendi iradesiyle mi, yoksa Allah’ın küllî iradesi çerçevesinde mi günah işler?

    · Allah, neden bazı insanlara çok mal, mülk, para verir ve onları zengin kılarken, niye diğerlerine fakirlik, elem, keder, musibetler veriyor? Ayrıca, Allah neden kullarını bir yaratmadı da, bazısını kör, topal veya bir başka sakatlıkla malül yarattı?

    · Azrail (a.s.) bir tane olduğu halde, aynı anda ölen binlerce insanın ruhunu nasıl alır?

    · Sperm bankaları konusunda ne dersiniz?

    · Esir var mıdır; varsa, nasıl bir şeydir?

    · Neden her şey ölüme dayalıdır; meselâ neden elementler bitkilerde, bitkiler hayvanlarda, bitkiler ve (yenebilen) hayvanlar insanlarda yok olarak, onların hayatına hizmet ediyor?

    · İnançsız birine önce neyi, nasıl anlatmalı?

    · Şeytan, Cehennem’e gideceğini bildiği halde, neden küfürde ısrar ediyor?

    · İslâm, emperyalist bir sistem mi meydana getirmiş ve fethettiği yerleri sömürmüş müdür?

    · Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.), “Bu ağızdan ancak hak çıkar” buyurması ile, hurmaların aşılanıp aşılanmaması konusundaki tavsiyesi ve neticede “ben de bir beşerim” demesi nasıl telif edilebilir?

    · Hz. Havva’nın Hz. Âdem’in eğe kemiğinden yaratılmış olması ne demektir?

    · Cin nedir, nasıl çağrılır; tedavide ve kayıp bulmakta kullanılabilir mi? Cincilik yapan hocaların İslâm’da yeri var mıdır?

    · Lût Kavmi, Nuh Kavmi gibi bazı kavimler, belli suçlardan dolalı helâk edilmişlerdi. Bugün bütün ahlâksızlıklar yaygın olduğu halde, neden aynı türde helâk görülmüyor?

    · İslâmiyet’in, din olarak nasslara dayanması ve dolayısıyla teslimiyet gerektirmesiyle, akıl ve mantığa uygun olması nasıl telif edilebilir?

    · İnsanımıza okuma alışkanlığını nasıl kazandırabiliriz?

    · Hayat ve gençlik hevesleri cihetinden gelen tehlikelerden nasıl korunabiliriz?

    · Çin’in tarih boyu ayakta kalmasının sebep ve hikmetleri nelerdir?

    · Günümüzde fen ve tekniğe ait meselelerle İslâmiyet’i anlatmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

    · Osmanlılarda harem konusunda bilgi verir misiniz?

    · İslâmiyet’in kısa zamanda yayılmasının ve 14 asırdır her türlü saldırıya rağmen maglûp edilemeyişinin sebepleri nelerdir?

    · Yoktan var olmaz, var yok olmaz iddiası konusunda ne dersiniz?

    Bunlar, değişik zamanlarda Fethullah Gülen’e sorulan ve onun ayrıntılı olarak cevap verdiği sorulardan sadece bazıları. Bunların dışında, yine kendisine, değişik zamanlarda, fakat bu defa kısmen aktüel konuların da dahil olduğu sorular da sorulmuş, onun bu sorulara verdiği yine ayrıntılı cevaplar, Prizma adlı kitap serisinde toplanmıştır. Şu ana kadar 3 cildi yayınlanmış bulunan bu kitap serisinde yer alan soruların bazıları ise şunlardır:

    · Dünyada cereyan eden hadiselere tarihî tekerrürler açısından baktığımızda karşımıza çıkan tablo nedir?

    · Günümüzde kültür hayatımızın bizden bekledikleri nelerdir?

    · İnsanın terakki ve tedennisinde rol oynayan vicdan ve nefsin mahiyetleri hakkında neler söylenebilir?

    · Günümüzde sosyal, idarî ve siyasî meselelere yaklaşımda tenkit ön planda görünüyor. Bu yaklaşım doğru mudur; değilse, bu konuda neler tavsiye edersiniz?

    · İslâm adına reaksiyoner çıkışlar hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

    · İrade ile imtihan olma ne demektir, açıklar mısınız?

    · Sağlıklı bir toplum yapısı için din-hikmet-kuvvet dengesi konusunda bizi aydınlatır mısınız?

    · Geleceği kucaklayacak bilgi toplumu nasıl bir toplum olacaktır?

    · Ülkemizdeki faili meçhul cinayetlerin Müslümanların üzerine yıkılması konusundaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?

    · Allah Rasûlü’nün ümmeti hakkında endişe ettiği şişmanlık, tembelik, çok uyuma ve yakîn azlığı arasındaki münasebeti izah eder misiniz?

    · İnsanlığın İftihar Tablosu (Peygamber Efendimiz) hakkında, “O, kendi olarak doğdu; kendi olarak yaşadı ve kendi olarak dünyadan göçtü” buyuruyorsunuz? Bu sözün manâsı nedir?

    · Temiz toplum ve temiz topluma ulaşma konusundaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?

    · İnsaniyet-i kübra (en büyük insanlık) ne demektir, izah eder misiniz?

    · Hümanizm düşüncesine nasıl bakılmalı?

    · İnsanların söz ve davranışlarının kâinat ve işleyişi üzerinde fizikî tesiri var mıdır?

    · His ve mantık dengesi nasıl ayarlanabilir?

    · Allah’ı tanıma ve anlatma konusunda bizi aydınlatır mısınız?

    · Bazılarına göre büyük çatışmalara gebe görünen 2000’li yıllarda daha iyi bir Türkiye ve daha iyi bir dünya için neler yapılabilir?

    Bunlar ve daha başka, cevaplarıyla birlikte kitaplara geçmiş sorular gibi, özel sohbetler ve bu sohbetler esnasında sorulan sorulara da cevap vermek, Gülen’in zihin inşa ediciliğinin yöntemlerinden biridir. Fethullah Gülen, mütevazi ve mahcup yapısına paralel olarak, genellikle kendisine soru sorulmadıkça konuşmaz. Bunun bir başka sebebi, alıcı olmayan, merak etmeyen, zihnî, tefekkürî derdi bulunmayan insanlara herhalde bir şey anlatılamayacağı veya anlatmanın gereksizliği de olabilir. Fethullah Gülen, yukarıdaki sorular türünde ve daha çok kısmen kalabalık bir grup önünde sorulan sorulara ayrıntılı cevaplar verir. Buna karşılık, gerek bu sorulara cevaplarında, gerekse daha küçük sohbet gruplarında sorulan sorulara verdiği cevaplarda, sorunun aydınlığa kavuşması kadar, irşadı esas ve dolayısıyla muhatabı dikkate alır. Yani, gerek soruyu soran, gerekse dinleyici konumunda bulunan diğer insanlar, sorunun aydınlatılmış olması kadar, cevaptan istifade etmeli ve onunla bir meselelerini çözmüş olmalı, ayrıca bu cevap, onların kalp hayatında bir tesir icra etmelidir. Bu bakımdan, cevap bazen, sorulan sorunun tam karşılığı olarak değil de, soruyu soranın ve diğer muhatapların en çok istifade edeceği şekilde gelebilir. Bunun yanısıra, Fethullah Gülen, çok defa bir sorudan hareketle muhataplara söylemek istediği bazı şeyleri söyler; bunlar, o soruyla doğrudan alâkalı olmayabilir; fakat cevapla bir mesaj verilmekte, bir hatırlatma yapılmakta, bir uyarıda bulunulmakta veya bir başka mesele çözülmektedir.

    Fethullah Gülen, gerek vaazlarında, gerek sohbetlerinde ve gerekse sorulara verdiği cevaplarda çok dikkatli konuşur. Hitabet gücü, herkes tarafından kabul edilen bir vakıadır. Bu, şüphesiz Allah vergisi olmakla birlikte, aynı zamanda üzerinde çalışılarak kazanılmış bir kabiliyettir de. Çocukken hızlı konuşan Fethullah Gülen, daha sonra bizzat kendi kendine diksiyon eğitimiyle mevcut hitabet gücünü kazanmıştır. İkinci olarak, Gülen, kelimeleri ve kavramları, yazarken olduğu gibi, konuşurken de yerli yerinde kullanır. Dili ve belâğati çok iyi bilen biri olarak, kendince yanlış bir kelime kullandığı hissine kapıldığı ve kanaatine vardığı bir yerde, hemen o kelimeyi değiştirir. Bundan başka, eğer kullandığı bir kelime veya cümlenin ya da dile getirdiği herhangi bir düşüncenin dinleyenlerin herhangi biri tarafından yanlış anlaşılabileceği sonucuna varırsa, o kişiyle daha sonra özel olarak görüşür, kendisine açıklamada bulunur ve muhtemel yanlış anlamayı izale eder.

    Gülen, hem cami vaazlarında, hem sohbetlerinde ve kendisine sorulan sorulara verdiği cevaplarda, konuya göre şüphesiz farklılıklar ve farklı derecelerde olsa da, aklın iknası kadar kalbin tatminine ve diğer melekelerin de gerekli gıdayı almalarına dikkat eder. Telmih, istiare, kinaye, tevriye gibi sanatları çokça kullanan Gülen, bu şekilde, hem söze farklı ve birden fazla manâyı, hem de fonksiyonu aynı anda yüklemiş olur. Dolayısıyla, onun üslubunu anlamayan veya kendisini ilk dinleyenlerin iltifat zannedecekleri bir sözle ikazda bulunurken, ikaz zannedecekleri bir sözle de iltifatta bulunuyor olabilir. Bundan dolayıdır ki, sözleri zaman zaman dinleyiciler tarafından farklı yorumlanabilir. Bu konuda yanlıştan kaçınmak için, onun düşünce yapısını, bakış açısını, üslûbunu ve dilini en azından belli ölçülerde kavramış olmak gerekir.

    Fethullah Gülen, kendisine sorulan soruların hiç birine yazılı olarak cevap vermemiştir. Önceden kendisine hangi soruların sorulacağını da tabiî olarak bilmemekte ve sorulan sorulara irticalî (o anda ve sözlü) olarak cevap ver*mektedir. Dolayısıyla, çok çeşitli konuları kapsayan bu sorulara verdiği cevaplar, onun ilmî şahsiyetini ve zihin yapıcılığını görmeye yetecektir. Burada, bu sorulardan ve cevaplardan, birkaç tanesine niyet etmiş olmakla birlikte, diğerlerini geçtikleri kitaplara havale ederek, bu çalışma çerçevesinde sadece iki tanesini örnek olarak sunmak istiyoruz:


  5. #35
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı


    Soru: İslâmiyet, Allah tarafından insanlığın hayrı için gönderilen bir din olduğu halde, köleliği neden yasaklamadı?

    Cevap: Konunun tarihî, içtimâî ve psikolojik yönleri bulunmaktadır. Önce, köleliğe karşı duyduğumuz tiksinti ve ürpertinin eski ve yeni bir kısım sebepleri olduğunu hatırlatmakta fayda var.

    Köleliğe karşı duyulan iç tepkinin sebepleri

    · Tarihî materyalizmin tarih ve dünya görüşü, yani, işveren-işçi; zengin-fakir; ezilen ve ezen gibi düşünceler... İçtimâînin tekâmülü içinde, tabiat ve fıtrat, kölelik ve esaret ve daha sonra, işçilik ve adil olmayan ücret gibi mefhumlar biraz da istismar edilerek öyle yaygınlaştı ki, hemen herkes ortada gezen bu düşünceleri, aksine ihtimal vermeyecek şekilde alkışlamaya başladı. Hiç olmazsa, aksine de ihtimal verilerek, ihtiyatlı davranılması gerekirken tek taraflı düşünüldü, tek taraflı karar verildi.

    · Tarihin eski devirlerinde, hususiyle Roma ve Mısır’da, kölelere yapılan vahşiyane ve zalimane muamele, içimizde burkuntular hasıl ediyor ve bizi tiksindiriyor. Onun içindir ki, asırlar sonra dahi olsa, kölelerin ehramlara taş çektiğini, bir saman çöpü gibi harcın içine karışıp kaybolduğunu, zalim idarecileri eğlendirmek için arenalarda aslanlarla boğuşturulduklarını ve boyunlarındaki utandırıcı tasma*larıyla görüyor, kölelikten de köleleştirenlerden de nefret ediyoruz.

    · Son olarak yakın tarihte ve günümüzde esirlere karşı yapılan gayr-ı insanî muamele; mürüvvetsizlik, her vicdan sahibi gibi bizim neslimizi de alâkadar etmiş, öfkelendirmiş ve ayağa kaldırmıştır.

    İşte bütün bu sebeplerden ötürü neslimiz kölelikten nefret etti ve onu müdafaa eden sistemlere de düşman oldu. Bu düşünce ve ona karşı reaksiyonda o, yerden göğe kadar haklıydı. Fakat, İslâm’a hücum ve tenkidinde büyük bir haksızlık işliyordu. Çünkü, kaynak itibariyle kölelik İslâm’a dayanmadığı gibi, mevcudiyeti de onunla devam ettirilmiyordu. Kölelik geçmişinde ve bugün, daima başka millet ve devletlere dayandı ve mevcudiyetini sürdürdü. Bu itibarla biz de, önce onu meydana getiren âmiller üzerinde durmak istiyoruz.

    Kölelik, harpler yoluyla oluşur ve sonra devamını isteyen milletler içinde devam edip gider. Müreffeh bir hayat yaşamayı hedef almış Roma, kendi tarihinin şehadetiyle, bir zevk ve safa devleti idi; elbise*lerin en güzelini giyerek, sofralarını çeşit çeşit süsleyerek, insanı utandırıcı en sefil arzular içinde, behimî bir hayat yaşıyordu. Bu israf ve sefahatin, bu lüks ve debdebenin devam etmesi için de, bitmeyen servet, sürekli ganimet, esirler ve hizmetçiler gerekti. Bunun için, Romalı harp ediyor, müstemlekeler (sömürgeler) kuruyor ve bu istikamette dünya üzerindeki hakimiyetini sürdürmek istiyordu.

    Müslümanlar, Mısır’ı fethettiklerinde bu havayı, bütün çirkinliğiyle orada müşahede etmişlerdi. Ticarî emtia mal pazarları gibi esir pazarları, kadın-erkek esirlerin en haysiyetsiz şekilde zincirler içinde o pazarlara götürülmesi ve açık-saçık olarak müşterilerin önünde teşhir edilmesi, akşamları dönüp evlerine gidenlerin, pis kokulu ve haşeratın gayet bol bulunduğu izbe ve dehlizlerde yatırılması, hattâ çok defa böyle bir yerde dahi, onlara yatıp istirahat etme imkânının verilmemesi, 50’sinin 100’ünün üst üste yığılıp bir yerde kalması, Müslümanların bilmediği ve görmediği şeylerdi. Ve, bundan da çok müteessir olmuşlardı. Onlar, uğradıkları her yerde, İslâmî prensiplerle bu yarayı tedavi etmelerine karşılık, Batılı, eski Roma ve Mısır’ın bu çirkin mirasını, her hangi bir rötuşlamaya tâbi tutmadan, olduğu gibi alıyordu.


  6. #36
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı

    İslâm’ın köleliği ele alış tarzı

    İslâm, evvelâ, köleliği bir vaka olarak ele aldı. Sonra, onların ne ticaret ne de eğlence metaı olmadığını hatırlattı ve insan olduklarına dikkati çekti: “Sizin bazınız bazınızdandır” (Nisa: 25) “Kim kölesini öldürürse onu öldürürüz; kim onu hapseder veya gıdasını keserse onu hapseder ve gıdasını keseriz; kim onu hadım yaparsa onu hadım yaparız” (Buharî, Müslim, Tirmizî) gibi İlâhi prensipleri ilân ederek, düşünceye istikamet verip, inhirafın önüne geçti. “Siz Âdem oğullarısınız. Âdem de topraktandır”(Müslim). “Biliniz ki, hiç bir Arabın Arap olmayana ve hiç bir Arap olmayanın da Arap olana, hiçbir beyazın siyaha hiç bir siyahın da beyaza üstünlüğü yoktur. Üstünlük takva iledir.” Yani bütün üstünlük ve meziyet, Yaratan’ın insana bakışı ve insanın bu bakış karşısında tavır ve davranışlarını düzeltmesine bağlanıyordu. İslâm’ın bu yumuşak havası sayesinde bütün bir mazisi esarette geçmiş, hadisin ifâdesiyle nice saçı başı dağınık (ve kapılardan kovulan, fakat Allah katında muhterem) kimseler vardı ki, eşraf ve ileri gelenlerden hep tazim (saygı ve ululama) görmüşlerdir.

    Hz. Ömer (r.a.), “Bilâ1 efendimiz, ve onu efendimiz Ebu Bekir (r.a.) hürriyete kavuşturdu” derken, bu manâya saygısını ifade ediyordu. İslâm, onları da, âlemşümûl kardeşliği içinde mütalâa ediyor ve her şeyden evvel, “Hizmetçi ve köleleriniz kardeşlerinizdir. Kardeşi elinin altında bulunan her fert, ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onların yapamayacakları işleri emredip onlara yüklemesin. Eğer zor işler teklif ederseniz, behemehal onlara yardım ediniz” (Buharî); “Sizden hiçbiriniz, bu kölemdir, bu câriyemdir, demesin. Kızım veya oğlum, yahut kardeşim desin” (Müslim, Ebu Davud) prensiplerini vazediyordu. Buna binaen, Hz. Ömer (r.a.) Mescid-i Aksa’nın teslim alınması için yaptıkları seyahatlerinde, Medine’den oraya kadar hizmetçisiyle bineği nöbetleşe kullanmışlardı. Hz. Osman (r.a.) devlet reisi olduğu devrede kölesinin kulağını çektiği için, halkın gözünün önünde, kulağını kölenin eline verip çektirmişti. Ebû Zer (r.a.), takım elbisesinin bir parçasını hizmetçisine giydiriyor, bir parçasını da kendi sırtına alıyordu... Bütün bunlarla kölenin de bir insan olduğu, hatta diğer insanlardan farkı olmayan bir insan olduğu anlatılıyor ve böylece bu birinci merhale sağlama bağlanıyordu.

    Bir büyük inkılâp

    Tekrar hatırlatmak gerekirse, dünyanın en terk edilmiş, en ücra bir yerinde, duyguları itibariyle bâkir bir topluluk için, bu büyük bir inkılâptı. Zira muasır (o çağdaki) millet ve devletlerin, kölenin insanlığı hususunu düşünmeye bile yanaşmadıkları bir dönemde, arenalardaki vahşi boğuşmalara, iş yerlerindeki insafsız kırbaçlara ve onların insanlıklarıyla istihza ve alay edilmesine karşılık en çaplı, en tutarlı ve en müsbet bir davranış, maşerî vicdanın (kamu vicdanı) kabulüne takdim ediliyordu. Bu yapıcı ve müsbet muamelenin köleler üzerinde de değişik bir tesiri olmuştu. Köle, müsavat (eşitlik) prensibiyle insanlığına kavuşup, efendisinin yanında yerini almasına, hattâ hürriyetini elde edip serbest bırakılmasına rağmen, efendisinden ayrılmak istemiyordu. Zeyd bin Harise ile başlayan bu durum, devam edip gitmişti. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) Zeyd’i hürriyete kavuşturup, babasıyla gidebilme hususunda serbest bırakmasına rağmen o, Efendimiz’in yanında kalmayı tercih etmişti. Ve daha sonra bir sürü köle de hep aynı şeyleri yapmışlardı. Zira, bunlar o kadar güzel muamele görmüşlerdi ki, kendilerini, efendilerinin ailelerinden birer fert sayıyorlardı. Efendileri de öyle biliyor ve titizlikle onların hukukuna riayete çalışıyorlardı. Esasen başka türlü yapamazlardı da. Çünkü bugün onlara malik görünseler bile, yarın kimin kime malik olacağını kestirmek mümkün değildi. Kaldı ki, prensipler de çok sağlam ve bu anlayışı ayakta tutacak güçte idi. “Kim kölesini öldürürse onu öldürürüz, kim kölesini hapseder veya gıdasını keserse onu hapseder ve gıdasını keseriz” (Buhari, Müslim). Bu türlü cezaî müeyyideler karşısında efendi, ihtiyat ve tedbir içinde, köle ise gayet emindi. Bütün bunlar, evvel ve âhir, tarihte eşi gösterilemeyecek büyük hadiselerdi ki, bu mevzûda İslâm’ın getirdiği şeylerin birinci merhalesini teşkil ederler.


  7. #37
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı

    Hürriyete kavuşturma merhalesi

    İkinci merhale, hürriyete kavuşturma merhalesidir. İnsanda asıl olan hürriyettir. Hür olan bir insanı köleleştirme büyük günahlardan sayılır ve bundan elde edilen geliri kullanmak ve istifade etmek ise, katiyen haramdır. Hürriyete dokunan her hareket ve davranış kınanmış olmasına mukabil, ona hizmet edici her hamle de, İslâm nazarında takdir görmüştür. Bir insanın yarısını hürriyete kavuşturmak, hürriyete kavuşturan için vücudunun yarısını âhiret azabından kurtarmak, bütününü azat etmek ise, vücudunun tamamını teminat altına almak sayılmıştır. İslâm’da köleleri hürriyete kavuşturma, uğrunda bayrak açılan bir mevzûdur. İslâm, yerinde onu bir vazife sayar, yerinde fazilet der, teşvik eder; yerinde efendi ve köle arasındaki anlaşma ve mukavelelerle ona giden kapıları açık tutar.

    Bu hususta gösterilen en çalımlı gayret de, her gayret gibi yine İslâm’ın zuhuruyla başlamış ve devam etmiştir. Peygamberimiz’in (s.a.s.) ve Hazret-i Ebu Bekir’in (r.a.) köle alıp âzat etme mevzuundaki gayretleri ve bu uğurda tükettikleri servet, herkes tarafından bilinen hususlar*dandır. Önceleri şahsî mal ve servetlerle sürdürülen bu faaliyet, daha sonraları devletçe ele alınıp yapılan vazifeler arasında mütalâa edilmeye başlandı. Peygamberimiz (s.a.s.) 10 kişiye okuyup yazma öğreteni hürriyete kavuşturuyor ve bunu malî imkânsızlıklar içinde kıvrandığı bir devrede yapıyordu. Daha sonraki devre, hususiyle Ömer b. Abdülaziz döneminde ise, zekâtın sarf yerlerinden biri şekliyle tatbikat zemini buluyor ve sağdan soldan gelen yığın yığın esir, hazineden paraları ödenerek hürriyete kavuşturuluyordu. Bunlardan başka, bazı dinî vazi*felerdeki hatalar, bazı davranışlardaki inhiraflar ve bir kısım günah irtikapları, hep köle hürriyete kavuşturma mükellefiyetini getiriyordu. Yemin edip, sonra da yemini bozmada, zıhar muamelesinde (o zamanki Araplar arasında meşhur olan, hanımına “annemin sırtı gibi ol” deyip, onunla münasebeti kesme), adam öldürme cinayetinde hep bir tutsağın âzat edilmesi tavsiye ediliyordu. “Kim hataen bir mü’mini öldürürse, onun keffareti bir mü’min kölenin âzâdı ve ölenin ehline teslim edilmek suretiyle ödenecek bir diyettir” (Nisâ: 92). Bir cinayetin hem cemiyete, hem de öldürülenin ailesine bakan yönleri bulunduğundan, diyet, maktûlün ehline verilmiş bir tarziye vesilesi olduğu gibi, esiri hürriyete kavuşturmak da, topluma hür bir fert kazandırma ölçüsüyle cemiyete ödenmiş bir hak sayılmaktadır. Buna göre de, bir ölü karşılığında diğer bir insanın hürriyete erdirilmesi, âdeta bir ferdi diriltmeye denk tutulmuştur.

    Bunlardan başka İslâm’da “mükâtebe (yazışma)” ve “tedbir” yolları ile de, köleler hürriyete kavuşturulur. Bunlardan birincisi; efendisiyle köle arasında, üzerinde anlaşabilecekleri bir miktar mal vermek şekliyle yapılan yazışmadır. Böyle bir yazışma ile köleye hürriyet yolu açılır. Kur’ân’ın bu mevzudaki açık beyanından anlıyoruz ki, kölenin bu hususta getireceği teklifi, efendi kabûl ettikten sonra, geriye, üzerinde anlaşmaya varılan paranın kazanılıp getirilmesi kalmaktadır. İkincisi ise, efendinin vefatı veya herhangi bir hadiseye bağlamakla yapılan hürriyet vadidir ki, “ben vefat edince sen hürsün” şeklinde, söz verdikten sonra, tedbir yapılmış ve esire artık hürriyet yolu açılmıştır.

    Bundan başka, sevap maksadıyla hürriyete kavuşturma faaliyeti, her türlü tavsifin üstünde geniş bir yer işgal etmektedir. Geçmişte yüzlerce tutsağı birden salıverip de, bununla Allah’ın ihsan ve lûtfunun umulduğu devirler olduğu gibi, mübarek aylar ve mübarek gün ve geceler gözetilerek, esirlerin alınıp hürriyete kavuşturulduğu devirler de olmuştur. Burada denebilir ki, kölelerin hürriyete kavuşturulması ve onlara insanca muamele yapılmasında ne kadar ileriye gidilirse gidilsin, hattâ isterse hepsi birden hürriyete kavuşturulsun, yine de köleliğin kabûl edildiğini, hükümlerin buna göre getirilmiş olduğunu ve fıkıh kitaplarında da ahkâmın bu istikamette cereyan ettiğini görüyoruz ki, bu da, köleliği kabûllenmekten başka bir şey değildir.

    İnsanlığın dem ve damarına işlemiş pek çok fena huy ve âdetleri, bir hamlede kaldıran İslâm’ın köleliği kaldıramaması düşünülemez. Kaldırabilirken kaldırmaması, onu tahkir etme manâsına gelmez mi?

    Uluslararası savaş hukuku sonucu kölelik

    Her şeyden evvel bilinmelidir ki, İslâm köleliği icat etmediği gibi, onun koruyucusu ve devam ettiricisi de olmamıştır. Kölelik, devletlerin ve milletlerin savaşlar münasebetiyle oluşturdukları bir müessesedir. Devletler arasında harpler devam ettiği müddetçe – ki, insanlık tabiatını değiştirmedikten sonra kıyamete kadar devam edecektir – esirlik ve köleliğin önüne geçmek de, tek başına hiçbir milletle mümkün olmayacaktır.

    Şimdi düşünelim: Biz bir devletle harbe tutuştuk; esir aldık ve bizden esir aldılar. Bu esirlere karşı yapılacak çeşitli muamele şekilleri vardır:

    1. Bazı zalim idarelerde olduğu gibi, hepsini öldürme;

    2. Yahut esir kamplarında bakım ve görümlerini yapıp muhafaza etme;

    3. Veya onlara kendi memleketlerine dönüp gitme imkânlarını sağlama;

    4. Yahut da, alıp onları mü’minlere dağıtıp, ganimetten bir parça sayma. Şimdi geriye dönüp, teker teker bunların üzerinde duralım:

    1. Evvelâ hangi vicdan ve insaf, kadın-erkek, çoluk-çocuk bütün insanları acımaksızın öldürmeye taraftar olur. Aradan asırlar geçmiş olmasına rağmen, Kartacalılara reva görülen zulümler, halâ Romalının alnında utandırıcı bir leke olarak kendini göstermektedir. Buhtunnasır’ın acımaksızın yaptığı muamele, firavunların gadri ve cevri, beşerin hafızasından silinmeyen zulüm tablolarındandır. Uzağa gitmeye ne lüzum var: Balkanlar’da bizim çekip gördüklerimiz, Rusya’da doğranan 30 milyon kurban, Naziler tarafından katledilenler... Bütün bunları hoş görecek bir insan gösterilebilir mi?

    2- Esir kamplarının tiksindiriciliği de bundan geri değildir. 20’nci asır, esir kamplarının en çirkinlerine şahit olmuştur. Bilumum Balkanlardaki esir kampları, hususiyle Edirne (Sarayiçi), vahşilere rahmet okutturacak kadar şenâetlerle doludur. Amerikalılar, Japon kamplarından şikâyet ederler. Eğer Sarayiçi’nde memeleri kesilen ve iffetleri payimal edilen kadınların, ağaç kabuğu yiyerek ölüme terk edilen erkeklerin, Azerbaycan ve Rusya’daki mağdurların uğradıkları zulümleri görselerdi, Japonlardan çektiklerini de, onlara çektirdiklerini de çok hafif ve ehemmiyetsiz addedeceklerdi. İkinci Cihan Harbi’yle, hem Avrupa, hem de Asya, esir kamplarını en acı şekilleriyle hem gördü, hem de yaşadı. Demek ki, bu yol ve bu usûlü denemek ve tatbik etmek, insaf ve insanlıkla bağdaştırılması mümkün olmayan bir vahşet ve hunharlıktan başka bir şey değildir!..

    3- Esirleri kendi memleketlerine iade gibi insanî bir yolu takdirle karşılarız; ancak, onlar bizden aldıkları esirleri öldürüyor ve iade etmi*yorlarsa, bu, kendi insanımıza karşı vefasızlık ifadesi olur.. hele iade ettiğimiz kimselerin, bizden bir kısım malûmatlarla yurtlarına ve birlik*lerine dönmeleri; hem düşmana strateji kaptırma, hem de kendi birlik*lerimizde moral çöküntüsüne mukabil, düşmanı cesaretlendirme, güç*lendirme ve daha dinamik olarak saldırıya geçmelerine yardımcı olmadan başka bir şey değildir. Belki böyle bir iade muamelesi, ancak, devletlerin karşılıklı anlaşmalarıyla kabul ve tatbik edilebilir ki, bu da dün ve bugün sık sık başvurulan hususlardan biri olmuştur. Bundan sonra da başvurulabilir ve bir ölçüde köle döküntüleri önlenmiş olur. (Nitekim İslâm, düşmanıyla ilk karşılaşması olan Bedir Savaşı’nda alınan esirleri, hem de karşı tarafın en ileri gelenleri oldukları halde, bir esirin 10 kişiye okuma-yazma öğretmesi kaydıyla serbest bırakmış ve bu yolu açmıştır. Bu yol, her zaman açık ve tercih edilecek yoldur; fakat, yine devletlerin karşılıklı anlaşmalarına ve beynelmilel hukuka bağlıdır.)

    4- Bütün bunlardan sonra geriye, esirlerin, harbe iştirak edenler arasında taksimi mevzuu kalıyor ki, İslâm, duruma göre işte bu geçici esir etme yolunu tercih etmiştir. Ne öldürme, ne toptan imha yolu... Ne esir kampları ve oradaki mezalim, ne de düşmanı cesaretlendirecek bir yol; belki bütün bunların çok üstünde ve insanın tabiatına yakışır bir yol... Her mü’minin hanesindeki esir, doğruyu, güzeli yakından görme imkânı bulacak; gördüğü iyi muamele ve insanca davranışlarla gönlü fethedilecek – nitekim binlerce misaliyle öyle olmuştur – sonra da hürriyete kavuşturularak, Müslümanların istifade ettiği bütün haklardan istifade etme imkânı kendisine verilecektir.

    Bu yol ve bu usûllerle binlerce mükemmel insan yetişmiştir. İmam Mâlik’in hocası Nâfî’den ve İmam Ebu Hanife’den alın da, Tâvus bin Keysan ve Mesruk gibi yüzlerce Tabiîn imamını, onlardan Kuzey Afrika fatihi Ukbe b. Nafi’den İspanya fatihi Tarık b. Ziyat’a kadar büyük komutan ve devlet adamlarını da içinde sayacağımız büyük bir “Mevâlî (hürriyete kavuşturulan esirler)” topluluğu hep bu yolla yetiştirilmiştir. Bununla beraber, biz bu uygulamaya geçici dedik; çünkü bu şekilde bir uygulama tekrarlansa bile, İslâm’da hürriyetin esas olması, esaretten kurtulma hususunda istifade edilecek yolların çokluğu ve dinin değişik yollarla bu mevzûda yaptığı ısrarlı teşvikler, köleliğin ârızî ve tebeî (aslî bir kurum değil; şartların getirdiği ve mecburiyet gereği başvurulan bir yol) olduğunu gösterir. Ne var ki, dünya devletleri aynı şey üzerinde ittifaka varacakları âna kadar, başka kesimlerde kölelik üretilecek ve işlettirilecektir. İslâm’ın bu mevzûda tek başına verdiği hükümler ise, sadece kendi bağlıları dairesi içinde kalacaktır. Nitekim o, hükmünü vermiş ve prensiplerini ortaya koymuştur. Cihan sulhünü temine gayret gösterenler, sadece bu prensiplere âlem-şümûl (cihan çapında) uygulama zemini hazırlamakla mükelleftirler. Zaten bu da, İslâm’ın tadil ve ıslah etmek üzere ele aldığı hususlardandır ki, en vahşi ve gayr-i insanî bir durumdan hayra ve güzelliğe çıkarma yolunu gösterir. Ve kendi sınırlarını aşan hususları da geleceğin devlet idarecilerine teklif eder.

    Bu mevzuda diğer bir husus da, Müslüman topluluğun bütün fertlerinin, İslâmî manâda olgunlaşmış olmamasıdır. Esasen dinin, herkesi melekler seviyesine çıkaracağına dair herhangi bir tekeffülü, yani üzerine aldığı bir sorumluluk yoktur. Onun, kudsî prensiplerine sımsıkı sarılmak suretiyle yükselip melekleşenler olduğu gibi, kendini tam aşamamış bir kısım ham-ruhlar da bulunabilecektir. Ve böylelerin teferruata ait meselelerde ihmal ve kusurları da görülecektir. İşte bu tip insanlarda, köleliğin yaşaması arzusu ve bu hususta diğerlerinin, yani kölelik üreten milletlerin yanında bulunmaları da olabilecektir.


  8. #38
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı

    İslâm, köleliği neden bütünüyle kaldırmadı?

    Bir mesele kaldı ki, o da, belli devirlerde, hürriyete kavuşturma yolları mevcutken ve biliniyorken, uzun zaman mü’minlerin ellerinde esir ve köle bulundurmuş olmalarıdır. Bu ise, anlatılanlarla pratiğin bir dere*ceye kadar tenakuzu gibidir. Evet, ilk asırdan başlayarak, belli devir*lerde mü’minlerin bu müesseseyi işlettiğini görmekteyiz. Fakat, bunda, biri efendilerle, diğeri kölelerle alâkalı iki ciddi sebep ve sâik vardır:

    Biraz evvel temas ettiğimiz gibi, İslâm, tatbikatta mükemmel insan yetiştirme teminatını, insandaki irade ve hürriyetle bir arada mütalâa eder. (Yani her insan, iradesiyle imtihandadır. Allah, kimseyi zorlamaz. Herkes, her bakımdan mükemmel bir dini yaşamada iradesiyle imtihan olduğundan, iradesinin hakkını veremeyip, nefsinin altında kalanlar her zaman olacaktır.) Bu sebeple, eksik ve kusurlu fertler, olgun insanlara ait bir kısım işleri eksiksiz yapamayacaklardır. İşte, bu türlü fertlerin, Muhammedî terbiye ile olgunlaşacakları âna kadar, bu işin tam tatbikat bulmaması bir bakıma normaldir. Kaldı ki, üç beş sergerdanın behîmî hislerini yaşamalarını vesile ederek İslâm’ı karartmağa çalışmak da, haksızlık ve insafsızlıktır.

    İkinci şık, kölelerin kendileriyle alâkalıdır. Bu hususta da, İslâm’ın tatbikatı, insan tabiatını hesaba katma ölçüsü içindedir ve orijinaldir. İlk Müslümanlar, meseleyi köleleri evvelâ insan olduklarına inandırma, hürriyete karşı olan yabancılıklarını giderme, onlara aile kurma ve hür insanlar olarak topluma karışma yolunu gösterip, kendilerini hayata alıştırma gibi terbiye edici prensiplerle ele almışlardır. İtiyat ve alış*kanlıklar, insanda ikinci bir tabiat meydana getirir. Bunu giderme ve eski hâli diriltme, bir vahşi hayvanı terbiye kadar zordur. Kölelik de öyledir. Ve o, bir fıtrat deformasyonudur. Islahı uzun zaman ister. İşte mü’minler de, bunu yapmışlardır. Her mü’min, “kardeşim” deyip bağrına bastığı kölesine, müstakil çalışma, müstakil kazanma, yuva kurma ve aile idare etme gibi hususları teker teker öğretmiş, onu bunlara alıştırmış ve âzadında zarar söz konusu olmayacaksa ve hayır ümit ediyorsa, sonra da hürriyete kavuşturmuştur. Eğer bu sürece tâbi tutulmadan o istidat ve kabiliyetleri köreltilmiş insanlar, sırtlarında bir “âr” olarak taşıdıkları insanlıkla topluluk içine salınsalardı, akvaryum balıkları veya kafes kuşları gibi, içtimâînin karmakarışık dolapları karşısında şaşkına dönecek ve eski hallerine sığınma hissine kapılacaklardı. Bu ise, köleler adına hiçbir hayır ifade etmeyecekti. Nitekim, hayat kanunlarına karşı cahil pek çok köle, daha sonraları, arz edildiği şekilde hareket etmiştir. Amerika cumhurbaşkanlarından Abraham Lincoln’ün bir hamlede bütün köleleri hürriyete kavuşturması, kölelerin yeniden eski efendilerinin yanına dönmesi şeklinde neticelenmişti. Başka türlü olması da düşünülemezdi. Bütün hayat boyu veya hayatının bir kısmında esir yaşamış bir insan, hep emir almağa alışmıştır. Belki çok güzel işler verdiği de olmuştur; ancak, makine gibi dıştan idare edildiği için, böyle biri, 50 yaşında da olsa, çocuk mesabesindedir. Hayatı bilen ve hayata açık olan birinin yanında, talim ve terbiye görmeye, hayat ve onun kanunlarını öğrenmeye ihtiyacı vardır. Bu husus, değil hürriyetini yitirmiş köleler için, belki müstemleke haline getirilmiş ve uzun zaman istismar edilmiş pek çok milletlerde de hissedilen bir hastalıktır. Evet, bu milletlere dahi, uzun zaman terbiye verilip şahsiyet ve benlik kazandırılmazsa, yabancı devletlere ve yabancı milletlere karşı bağlılıktan ve alkış tutmaktan geri kalmayacaklardır. Hattâ diyebiliriz ki, şahsiyetini yitirmiş milletlere yeniden benlik şuuru kazandırmak, esirlere insan olduklarını öğretmekten daha zordur.

    İşte İslâm, köleye benlik, insanlık şuurunu kazandırmakla işe başlamış, onun inhiraf etmiş ruhuna denge getirmiş, kalbine hürriyet anlayış ve aşkını yerleştirmiş, sonra, âdeta “iste vereyim” der gibi yapmış, ardından da onu hayata salıvermiştir. Zeyd bin Harise’nin yetiştirilip hürriyete kavuşturulması ve arkasından da soylu bir kadınla evlen*dirilmesi, sonra, içinde eşrafın da bulunduğu bir İslâm ordusuna kuman*dan tayin edilmesi, kademe kademe planlanan hedefin gözetilmesinden başka bir şey değildir. Bilâl-i Habeşî’nin (r.a.) ilk Müslüman saflarda yerini alması, Huzeyfe’nin kölesi Salim’in (r.a.) Müslümanlar nazarında gıpta edilecek bir mevkide olması, Selman-i Pâk’in Ehl-i Beyt-i Rasûlûllah’tan sayılması, kölenin Müslümanlık’ta ve Müslümanların hânelerinde ne hâl aldığının canlı misâlleridir. Bu misalleri, yüzlerceye çıkarabiliriz. Ancak soru-cevap çerçevesinde bu kadar kabarık muhteva sıkıcı olur mülâhazasıyla kısa kesiyorum...


  9. #39
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı

    Mevâlî (âzat edilmiş kölelerden) âlimler, velîler

    İslâm literatüründe “Mevâli” diye bir tabir vardır. Bunlar, esir olarak Müslümanların eline düşmüş ve sonradan hürriyetlerine kavuşturulmuş insanlardır. Bunlar arasında her zaman saygıyla andığımız ve kıyamete kadar da anacak olduğumuz deha çapında büyükler vardır. Allah Rasûlü’nün kendi öz torunlarından ayırt etmeyecek kadar sevdiği Üsame b. Zeyd (r.a.), bizzat Allah Rasûlü tarafından Bizans’a karşı hazırlanan ordunun başına kumandan olarak verilmişti. Asker arasında Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi insanlar vardı. Ve Üsame, o gün ancak 18 yaşlarında mevâliden bir insandı. Zaten babası Zeyd b. Harise de Mûte’de orduya kumanda etmiş ve orada şehid düşmüştü. İmam Mâlik gibi birisini yetiştiren Nâfi, mevalîdendi. Abdullah b. Ömer, “En çok sevdiklerinizi Allah yolunda infâk etmedikçe hakikî iyiliğe ulaşa*mazsınız” manâsına gelen âyet inince, âyetin tesiri ve coşturuculuğuyla çok sevdiği cariyesi Mercâne’yi hürriyete kavuşturmuştu. İşte bu Mercâne, daha sonra birisiyle evlenmiş ve ondan da Nâfi olmuştu. Abdullah b. Ömer, Nâfi’yi alır, sever ve bağrına basardı. Ümmetin allâmesi İbn Ömer, daha sonra onu elinden tutup ilmin zirvelerine çıkardı. İslâm dünyasının en parlak yıldızlarından biri olan Nâfî, işte böyle mevaliden bir zattı. İmam A’zam Ebu Hanife, Mesrûk, Tâvûs b. Keysan ve daha niceleri hep mevâlîdendi. Hattâ Emeviler devrinde şehirlerdeki en büyük âlimler sayıldığında, ortaya çıkan isimler hep mevâlîdendi. Bu seviyede insanlığa ulaşmak için böyle bir kölelik ve sonra hürriyete kavuşma vetiresinden geçmek gerekiyor ise, böyle bir vetireyi bizim şu hürriyetimize tercih etmek, akıllıca bir yol olsa gerektir.

    Şimdi sormak gerekiyor: Medenî denilen ve temellerinde en acımasız bir köle ticareti yatan şu dünyada ırk ayrımı ve üstü kapalı müstemlekecilik halâ geçerli iken, meseleye teori ve uygulama planında bu ölçüde neşter atan bir din, herhangi bir şekilde suçlanabilir mi? Yeter ki, şartlanmışlıktan vazgeçilmiş olsun!...

    Hülâsa olarak diyebiliriz ki, İslâm, köleliği getirmedi; bilâkis onu tadile koyuldu ve kurutma yollarını gösterdi. Şayet harpler, esirlik vakıası ve bir kısım sefil ruhların, müstemlekeci devletlerin bunu teşvik ve en acımasız şekilde uygulamaları olmasaydı, kölelik, İslâm’ın o yüce ve pak bünyesinde herhangi bir şekilde asla yer alamazdı. İslâm, karşısına çıkan kölelik için, onu ıslah ve sonra da tedricen kaldırma yolunda hükümler getirdi ve onu, ortadan kalkıncaya kadar da mutlak hayra ve mutlak güzele yöneltti. İslâm’ın başlattığı ferdî köleliği kaldırma ve fitnenin yeryüzünden kalkması hedefiyle cihan sulhünü sağlayarak, onu dünya yüzünden de silme hamlesiyle bugün ferdî kölelik kurutulduğu gibi, devlet ve milletlerin köleliklerinin de sona ermesi niyaz ve dileği ile sözlerime son veriyorum. (Asrın Getirdiği Tereddütler, c:1, s: 98-113)

    Burada, bir biyografi çalışmasının çerçevesi izin vermiş olsa idi, Fethullah Gülen’in yine irticalen, meselâ tenasüh konusunda, esir (ether) konusunda sorulan sorulara verdiği cevapları da, sadece birer misal olarak iktibas etmek yerinde olurdu. Fakat, bir biyografi çerçevesi buna müsait olmadığı için, bir başka soruya verdiği kısa bir cevabı kaydetmekle yetineceğiz:

    Soru: “Efendimiz (s.a.s.)’in insanları istidat ve kabiliyetine göre kullanması fetanetinin bir boyutudur. O, kimi nerede istihdam ettiyse mutlaka isabetli olmuştur” deniliyor. Halbuki, Hz. Halid, irşad adına gittiği Yemen’de muvaffak olamamıştır. Bu hususu nasıl izah edebiliriz?

    Cevap: Hz. Halid’in irşad için Yemen’e gönderilmesi ve bir müddet sonra geriye alınıp yerine Hz. Ali’nin vazifelendirilmesi bir vakıadır. Ama bu vakıanın Efendimiz (s.a.s.) için söylenen yukarıdaki hükümle çelişkili bir yanı yoktur. Şöyle ki:

    Evvelâ, Hz. Halid, hassas bir insandır. Hattâ bazı zayıf rivayetlerin anlattığına göre, daha İslâm’a girişinin ikinci gününde, sefere çıkan bir seriyyeye katılamadığı için evine çekilmiş ve sabaha kadar ağlamıştı. Bundan da anlaşıldığı üzere, onun irşad ve tebliğ adına dahi olsa, bazı beklentileri vardı. O, her zaman aktifti ve vazife peşindeydi. Böyle bir kabiliyet ve istidadı yerli yerinde kullanmak oldukça zor bir meseledir. Bu zorluğun bir yönü, istihdam edene ait olsa – ki Efendimiz (s.a.s.) için böyle bir durum söz konusu olamaz – diğer yönü de, istihdam edilene aittir. O esnada Hz. Halid, kendisine verilen her vazifeyi yapabileceğine inanmakta idi. Onun içindir ki, Efendimiz (s.a.s.), Hz. Halid’i Yemen’e göndererek, âdeta eline bir metre verdi ve ona, “Kendi boyunun ölçüsünü kendin al” dedi. Böyle bir tecrübeye Hz. Halid’in ihtiyacı vardı. Öyleyse irşad adına yapılan böyle bir gönderme işi, Yemenlileri olmasa bile, Hz. Halid’i irşad etme bakımından fevkalâde isabetli ve yerindedir.

    İkincisi: Yemenliler, fıtrat itibarıyla sert ve haşindi. Öncelikle Hz. Halid’in gönderilmesi, onların huşûnetini tadil etme gayesi de güdüyordu. Nitekim Hz. Halid, üzerine aldığı bu misyonu hakkıyla eda etmiş ve kendisinden sonra gelecek Hz. Ali’ye hizmet edebileceği müsait bir zemin hazırlamıştır. Eğer Hz. Halid bu gayeye yönelik Yemen’e gönderildiyse, yine isabet ortadadır.

    Üçüncüsü: Önce Hz. Halid’in, sonra Hz. Ali’nin Yemen’e gönderilmesi, Hz. Ali’nin irşad ve tebliğdeki performansını ispata müteveccih (yönelik) de olabilir. Hz. Ali’nin muvaffakiyeti, onun Sahabe arasındaki seçkin mevkiini daha da kuvvetlendirmiştir. Hz. Ali’nin ileride yükleneceği misyon adına böyle bir teyide ihtiyacı vardı.

    Dördüncüsü: Allah Rasûlü (s.a.s.) biliyordu ki, o işin ehli Hz. Ali idi. Ama, ilk anda onun gönderilmesi, bilhassa İslâm’a yeni girenlerin aklına yanlış düşünceler getirebilir ve bu tayin bir akraba kayırılması şeklinde yorumlanabilirdi. Bu ise, bir lider olarak Allah Rasûlü’nün bulunduğu durumun nezaketine muvafık olmazdı; dolayısıyla da, yanlış düşünce sahiplerinin mahvına sebebiyet verebilirdi. İşte bütün bunları önlemek için Allah Rasûlü, Yemen’e önce Hz. Halid’i gönderdi. O, irşad ve tebliğde, askerî sahada yakaladığı başarı baremini tutturamadı.. Ardından Hz. Ali vazifelendirildi. Bu vazifelendirmenin töhmete bulaşacak hiçbir tarafı yoktu. Zaten Hz. Ali de, elde ettiği başarılarla, bu ikinci tayinin isabetini ispat etmişti.

    Düşünülse daha başka hikmetler de söylenebilir. İşte bütün bunlar ve bunlara benzer hikmetler içindir ki, Allah Rasûlü, Hz. Halid’i Yemen’e göndermiştir.. Ve O’nun bu istihdamı hikmetler açısından gayet isabetli olmuştur. (Fasıldan Fasıla 2, 271–73)

    Fethullah Gülen, tefsir, hadis ve fıkıh gibi İslâmî ilimlere, usulleriyle birlikte oldukça vâkıftır. Fakat, bu sahalarda herhangi bir eser kaleme almamıştır. Bununla birlikte, zaman zaman özel mahiyette ders verdiği olur ve bu alanlarda yetiştirdiği talebeler mevcuttur. “Ömrüm Sünnet’i araştırmakla geçti” diyen Gülen, hadis ve siyerde, özellikle siyer felsefesinde “yed-i tûlâ sahibidir” dersek, mübalâğa etmiş olmayız. Bunlardan başka, hâl olmasının yanısıra, ayrıca bir ilim dalı olan Tasavvuf’ta da, bir uzmandan, yani ‘mutasavvıf’tan öte bilgi ve tecrübe sahibi bulunan Gülen’in, Doğu, Batı felsefelerine de önemli ölçüde vukufiyeti vardır. Ayrıca, ‘tabiî’ bilimlerin prensipleri, oturdukları temeller ve dayandıkları kanunlar hakkında da ansiklopedik bilgi sahibidir. Kısaca Gülen, âlim-ârif-entelektüel’in kesişme veya birleşme noktasıdır.


  10. #40
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı

    Gülen’de entelektüel boyut ve Gülen’in eserleri

    Fethullah Gülen, aynı zamanda düzenli yazan bir yazardır. Eserlerinin pek çoğu, yaptığı sohbetlerin, derslerin ve kendisine sorulan sorulara verdiği cevapların bir araya getirilmesinden oluşmuş da olsa, bizzat kaleme aldığı eserler de vardır. Gerçi bunların hiç birini bir kitap olarak yazmamış, sadece, kavramlar çerçevesinde Tasavvuf’u, belki daha doğru bir tabirle, İslâm’ın ruhî hayatını anlattığı Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde bir sıra takip etmişse de, bizzat kaleminden çıkan diğer kitapları, makalelerinin derlenmesinden oluşmuştur. Yüksek, önemli ölçüde orijinal ve bizzat Gülen’e has bir üslûpla yazılan bu makaleler, 01.02.1979 tarihinden bu yana aylık “ilmî, edebî, ahlâkî” Sızıntı dergisinde; Temmuz-Ağustos-Eylül 1988 yılından beri 3 aylık “dînî-ilmî-ahlâkî” Yeni Ümit dergisinde ve Ekim-Kasım-Aralık 1998 yılından bu yana 3 aylık “kültür-edebiyat-sanat” dergisi Yağmur’da düzenli olarak çıkmaktadır. Bunlardan İngilizce’ye çevrilenler de, Ocak-Şubat-Mart 1993’ten beri İngiltere’de Truestar ve daha sonra A.B.D.’de Light şirketi tarafından yayınlanan 3 aylık İngilizce “eğitim, bilim ve kültür” dergisi The Fountain’da yayınlanmaktadır.

    Denebilir ki Fethullah Gülen, Türk edebiyatına, hattâ dünya edebiyatına, ne yazık ki farkına varması gerekenlerin farkına varmadığı biri bütünüyle yeni, diğeri, benzerleri tarihte olsa da, yine kendine has bir nitelik ve üslûpta iki yenilik getirmiştir. Bunlardan birincisi, onun resimleri konuşturmasıdır. Sızıntı’nın ilk sayılarında başlayan bu resimleri konuşturma, yani her resmin altına, o resimle uyumlu bir mesaj, bir ölçü, bir düşünce, bir değerlendirme koyma, çok defa aynı konuda yazılacak bir makaleden çok daha anlamlı, canlı ve etkileyici bir yöntem olarak, Fethullah Gülen tarafından büyük bir sabır ve maharetle sürdürülmektedir. Fethullah Gülen’in, düşüncelerini ifade ve inanç, düşünce ve davranışlar adına yol gösterme adına kullandığı, tarihte emsali az, Türkiye’de hemen hemen hiç görülmeyen diğer teknik, düşünce mesajlarını ‘hikmet parıltıları’ şeklinde, yoğun anlatım diyebileceğimiz müstakil cümleler ve paragraflar halinde sunmaktır. Yine Sızıntı’nın hemen her sayısında gördüğümüz bu tekniğin ürünleri, bu çalışma boyunca kendisinden önemli iktibaslarda bulunduğumuz Ölçü veya Yoldaki Işıklar adıyla bir kitap halinde toplanmış bulunmaktadır.

    Fethullah Gülen’in şiirleri ve şairlik yönü de, yine onun üzerinde durması gerekenler, yani hiç olmazsa edebiyatçılar tarafından, ne yazık ki ihmal edilen bir konudur. Gülen, Türkçe gibi, Arapça ve Farsça’yı da iyi bilen, Osmanlıca’ya, bu arada edebiyata ve edebî sanatlara vâkıf, belâğatı bilmenin ötesinde okutan, Doğu’nun ve Batı’nın önemli ediplerini, kendisi ifade etmemiş de olsa, onu eskiden beri tanıyan bazı yakın arkadaşlarına göre Camus ve Sartre gibi varoluşçuları Fransızca asıllarından okuyacak ölçüde çok iyi tanıyan, hafızasında Türkçe, Arapça ve Farsça olmak üzere en az 1000’i aşkın şiir bulunan – kendisini asla öyle görmese de – bir ediptir. O, hiçbir zaman “sanat sanat içindir” veya “sanat toplum içindir” gibi düşünce, tartışma ve tercihlere pirim vermeden, dimağının nesre sığmayan ürünlerini, kalbinin terennümlerini çocukluğundan beri mısralara dökmüş ve bunlardan Kırık Mızrap adlı şiir kitabı ortaya çıkmıştır.

    Gülen için şiir, dağları ve ovaları, vadileri ve yarları, denizleri ve karaları, inişleri ve yokuşları, çiçekleri ve ağaçları, hüzünleri ve sevinçleriyle, İmam-ı Gazzalî’nin, “İmkân çerçevesinde kâinat şu halinden daha güzel olamaz” diyerek kemâlini ifade ettiği varlığın ve insanın dünyasının düzenini, çokluk içindeki birliğini, karmaşık görünen âhengini seslendirmelidir. Bizzat kendi ifadesiyle, “şiir, kâinatın ruhunda saklı bulunan güzellik ve tenasübün, varlığın çehresindeki tebessüm ve dil-rubâ keyfiyetin şairane ruhlarda ifade edilmesinden başka bir şey değildir. Şiir, öteleri kurcalama yolunda duyulan ‘hay-hû’ veya bu uğurdaki cehdin iniltileridir. Şiir, ‘O Bilinmez Mevcud’u aramayı hedef seçtiği için, düşüncede buğu buğu esrar, geçilen yollarda alaca karanlık ve çok yönleriyle kapalı bir iklime ait zor anlaşılır çok buudlu bir ses olmakla birlikte, gerçek şiirin ikliminde gözler aydınlığa erer, uzaklar yakın olur ve ruhlar sönmeyen bir azim ve şevke ulaşır.” (Kırık Mızrap 1-2, 461–63)

    20. asır Türk edebiyatında başta Necip Fazıl, Yahya Kemal, hattâ Mehmet Akif Ersoy olmak üzere önemli şairler yetişmiştir. Bunlardan ayrı olarak, zamana bağlı değişik akımların etkisinde fanteziler, anlaşmazlıklar ağında şiir söylemeğe çalışanlar da olmuştur. Gülen’e göre, “şiirde her duyulup düşünülen şey tasavvur edilebilmeli, tasavvurlar firesiz olarak muhakemeden geçirile*bilmeli ve şairin iç dünyasında birer esinti halinde beliren bu gizli unsurlar, kelime ve cümlelerle soluklanacakları âna kadar mevcudiyet ve canlılıklarını koruyabilmeli” ve “kelimelere başkaldırmış” bir mesaj, bir inilti halinde ruhlara aksetmelidir (a.g.e. 462) Şiir bizatihî gaye olamayacağı için, onda da irşad esas alınmalı ve dolayısıyla herkes onda kendini bulabilmelidir. Bu yüzden, gerçek bir şair, ötelerle sermest, Sonsuz’la kesilmeyen bir alış-veriş içinde, eşyanın düzenine ve perde gerisine vâkıf, ruhları perçeminden kavramış, söyleyişinde zahiren basit gibi görünse de, şekle şekil, manâya manâ olarak değer ve yer veren ve her manâya kendine has elbiseyi giydirebilme kabiliyetiyle her seviyedeki insana seslenebilen evrensel kişidir. Dolayısıyla, onun kelimelerinde, mısralarında, beyitlerinde ve kıtalarında yaprak yaprak gül açar; deniz görmemiş bir hayvan bakıcısının ilk defa denizi gördüğünde onu güzel bir otlağa benzetmesi gibi, her şeyi dünyevî aklın zahirî nazarına göre değerlendirenler, onun ifadelerini tek katmanlı sığ bir su birikintisi sansalar da, esasen onun şiiri inildikçe sonuna ulaşılamayan ve dibi bulunamayan, her bir samimi cehdde ele inci-mercan veren bir okyanus gibidir. İşte, kanaatimce Gülen’in şairliği bu çerçevede değerlendirilmelidir.

    Fethullah Gülen’in hemen bütün eserleri, Türkiye’de en çok okunan kitaplardandır. Şu ana kadar yayınlanmış bulunan kitapları ve bunların 2001 yılı ortaları itibarıyla satış rakamları şöyledir:


    Kitabın adı
    Baskı sayısı ve son baskı yılı


    Baskı

    adedi

    1-
    Sonsuz Nur 1
    13

    2000
    86500

    2-
    Sonsuz Nur 2
    9

    2000
    58000

    3-
    Sonsuz Nur 3
    9

    2000
    53000

    4-
    Asrın Getirdiği Tereddütler 1
    18

    2000
    87000

    5-
    Asrın Getirdiği Tereddütler 2
    14

    1998
    69500

    6-
    Asrın Getirdiği Tereddütler 3
    12

    2000
    61800

    7-
    Asrın Getirdiği Tereddütler 4
    11

    2000
    68400

    8-
    İnancın Gölgesinde 1
    13

    1998
    90900

    9-
    İnancın Gölgesinde 2
    12

    1998
    82850

    10-
    Fatiha Üzerine Mülâhazalar
    7

    1998
    36800

    11-
    Kitap ve Sünnet Perspektifinde Kader
    8

    1998
    66500

    12-
    İrşad Ekseni
    2

    2000
    38767

    13-
    İ’lâ-yı Kelimetullah veya Cihad
    8

    2000
    64850

    14-
    Ölüm Ötesi Hayat
    11

    1998
    55500

    15-
    Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
    8

    1998
    52650

    16-
    Varlığın Metafizik Boyutu 1-2
    1

    1998
    Gazete hediye

    17-
    Çağ ve Nesil
    16

    2000
    73050

    18-
    Buhranlar Anaforunda İnsan
    14

    2000
    62050

    19-
    Yitirilmiş Cennete Doğru
    12

    1998
    54200

    20-
    Zamanın Altın Dilimi
    12

    1998
    60800

    21-
    Günler Baharı Soluklarken
    8

    1997
    48000

    22-
    Yeşeren Düşünceler
    4

    1998
    53000

    23-
    Fasıldan Fasıla 1
    9

    1998
    103000

    24-
    Fasıldan Fasıla 2
    6

    1998
    76000

    25-
    Fasıldan Fasıla 3
    5

    1998
    60000

    26-
    Prizma 1
    7

    1998
    99500

    27-
    Prizma 2
    4

    1998
    41500

    28-
    Prizma 3
    7

    1999
    55000

    29-
    Ölçü veya Yoldaki Işıklar 1
    13

    2000
    72550

    30-
    Ölçü veya Yoldaki Işıklar 2
    12

    1998
    63800

    31-
    Ölçü veya Yoldaki Işıklar 3
    8

    1998
    45000

    32-
    Ölçü veya Yoldaki Işıklar 4
    8

    1998
    61000

    33-
    Ölçü veya Yoldaki Işıklar (Büyük Boy)
    6

    2000
    37000

    34-
    Renkler Kuşağında Hakikat Tomurcukları 1
    2

    1993
    10000

    35-
    Renkler Kuşağında Hakikat Tomurcukları 2
    2

    1993
    10000

    36-
    Hüzmeler ve İktibaslar
    5

    1997
    19000

    37-
    Kırık Mızrap 1
    8

    2000
    49000

    38-
    Kırık Mızrap 2
    3

    2000
    22000

    39-
    Ruhumuzun Heykelini Dikerken
    1

    1998
    35774

    40-
    Çocuk Terbiyesi
    1

    2000
    Gazete hediye

    41-
    Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar
    1

    2000
    Gazete hediye

    42-
    Işığın Göründüğü Ufuk
    8

    2000
    60000




    Fethullah Gülen’in şu ana kadar yayınlanmış bulunan bu kitaplarından Sonsuz Nur, 2 cilt halinde ve “Prophet Muhammad: The Infinite Light” (yeniden edit edilen son baskısı: “Prophet Muhammad: Aspects of His Life”); Asrın Getirdiği Tereddütler’den seçme bir cilt “Questions This Modern Age Puts to Islam” (yeniden edit edilen son baskısı “Questions and Answers about Faith”); İnancın Gölgesinde, tek cilt halinde “Essentials of Islamic Faith”; Kalbin Zümrüt Tepeleri, “Key Concepts in the Practice of Sufism”; makalelerinden yapılan seçmeler “Towards the Lost Paradise”, makale, şiir, ölçü veya hikmet parıltıları ve resim değerlendirmelerinden oluşan Renkler Kuşağında Hakikat Tomurcukları, “Truths Through Colours”; Ölçü veya Yoldaki Işıklar’dan yapılan seçmeler “Criteria or Lights of the Way” (yeniden edit edilen son baskısı “Pearls of Wisdom”) adlarıyla İngilizce’ye çevrilmiş; ayrıca, Cihad’la ilgili yazdıklarından yapılan bir özetle, Sonsuz Nur adlı kitabında Peygamberimiz’in askerî yanını anlattığı bölüm “Prophet Muhammad as Commander“ adıyla yayınlanmıştır.

    Fethullah Gülen’in eserlerinden Sonsuz Nur, Asrın Getirdiği Tereddütler’den bir cilt, İnancın Gölgesinde, makalelerinden bir cilt, Ölçü veya Yoldaki Işıklar’dan yine bir cilt Almanca’ya; Sonsuz Nur, Asrın Getirdiği Tereddütler’den bir cilt, Kitap ve Sünnet Perspektifinde Kader, Ölçü veya Yoldaki Işıklar ve İ’lâ-yı Kelimetullah veya Cihad Arapça’ya; Asrın Getirdiği Tereddütler’den bir cilt Rusça’ya; İnancın Gölgesinde Bulgarca’ya ve Kırık Mızrap 1, Arnavutça’ya çevrilip yayınlanmıştır. İnancın Gölgesinde, İspanyolca ve Yunanca’ya da çevrilmektedir.

    Fethullah Gülen’le etraflı röportaj gerçekleştiren Eyüp Can, bu röportajını Ufuk Turu adıyla; Nevval Sevindi, Fethullah Gülen ile New York Sohbeti adıyla kitaplaştırmışlardır. Bunlardan ayrı olarak, Gülen’in, 1989-1991 yılları arasında fahrî olarak İzmir, İstanbul, Ankara gibi illerde verdiği vaazları videoya alınmış ve resmî izinle yayına arz edilmiş, aynı şekilde, özellikle 1973-1980 yılları arasında resmi devlet memuru olarak verdiği vaazlar, konferanslar teybe kaydedilmiş ve yine resmi izinle yayınlanmıştır.



Sayfa 4/7 İlkİlk ... 23456 ... SonSon

Benzer Konular

  1. fethullah gülen şiirleri
    By SiLa in forum Bediüzzaman, Çalışmaları
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 21.06.09, 20:31
  2. Fethullah Gülen Turnalara Tutun da Gel
    By SiLa in forum Bediüzzaman'ın Hayatı
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 16.06.09, 19:31
  3. Bediüzzaman: Mahrumiyette filizlenen aksiyon insanı
    By Konyevi Nisa in forum Risale-i Nur
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 25.01.09, 09:58
  4. Fethullah Gülen Hocaefendi(1941 - .... )
    By Konyevi Nisa in forum İslam Büyüklerimiz ve Alimlerimiz..
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 04.07.08, 13:52

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •