Sayfa 1/7 123 ... SonSon
61 sonuçtan 1 ile 10 arası

Konu: Fethullah Gülen Bir Aksiyon İnsanı

    Share
  1. #1
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Fethullah Gülen Bir Aksiyon İnsanı

    FETHULLAH GÜLEN: BİR AKSİYON İNSANI


    Fethullah Gülen, Türkiye’nin İslâm konusunda daha hassas kesimlerince öncelikle bir âlim, bir vaiz olarak tanınırdı. Daha sonra, hakkında 1995 yılından itibaren medya vasıtasıyla ve hoşgörü-diyalog faaliyetleri münasebetiyle bilgi edinmeye başlayanlar tarafından ayrıca bir entelektüel ve her iki kesim tarafından, eğitim ve hoşgörü-diyalog teşebbüsleri ön planda bir aksiyon insanı olarak bilinmeye başladı. Dolayısıyla Fethullah Gülen’in aksiyonunu, önce Müslümanlara, daha sonra bütün insanlığa yönelik ilmî ve İslâmî-manevî eğitimciliği ve bununla paralel olarak veya birbirini destekler mahiyette yürüyen, birinci derecede veya kademede Türkiye’yi, ikinci derecede Türk topluluklarını ve akraba toplulukları, daha sonra da imkân dahilinde bütün yeryüzünü muhatap alan eğitim seferberliği, ikinci olarak da, özellikle büyük dinler mensupları arasındaki hoşgörü-diyalog çalışmaları oluşturur.

    Fethullah Gülen’in aksiyoner yanını eğitim ve hoşgörü-diyalog faaliyetleri başlıkları altında ele almadan önce, onun aksiyonunun hedefi, bu aksiyonda takip ettiği yol, bu yolun prensipleriyle birlikte ana dinamik ve malzemeleri üzerinde tahlillerde bulunmak yerinde olacaktır. Fakat önce, Fethullah Gülen’in aksiyona yüklediği anlam ve muhtevaya bakmamız gerekiyor:


    TEORİSİ, HEDEFİ VE DİNAMİKLERİYLE
    FETHULLAH GÜLEN’İN AKSİYONU
    FETHULLAH GÜLEN’DE AKSİYON DÜŞÜNCESİ


    Fethullah Gülen, aksiyon ile düşünceyi birlikte ele alır; fakat belki çok*larından farklı olarak, önceliği aksiyona verir. Ona göre, “hakikî var olmanın yolu aksiyon ve düşünceden geçer; kendini ve başkalarını değiştirebilecek mahiyetteki bir aksiyon ve düşünceden.”

    Hayatta boşluğa yer tanımayan Gülen, “hayatımızın en önemli, en zarurî hadisesi aksiyondur. O uğurda pek çok şey kaybetme pahasına da olsa, sürekli aksiyon, sürekli düşünce ile bir kısım sorumluluklar altına girerek, bir kısım problemleri göğüsleyerek âdeta kendi kendimizi mahkûm edip hep hareket etme mecburiyetindeyiz. Eğer kendimiz olarak hareket etmezsek, başkalarının hamle ve aksiyon dalgalarının, düşünce ve plan girdaplarının tesirine girerek, onların hareket fasıllarını temsil etme zorunda kalırız” der.

    Onun bu düşüncesi son derece önemlidir. Önceki bölümde siyasî-ideolojik İslâmî anlayış ve hareketleri tahlil ederken kısaca temas ettiğimiz gibi, İslâm’a çağımızda siyaset ve ideoloji penceresinden yaklaşıp, aksiyonlarını bu temele oturtanlar, büyük oranda reaksiyoner olmaktan kurtulamamışlardır. Çünkü meseleyi bu temelde tesbit edip, bu temel üzerinde yürüyenler, mevcut gündemi genel-geçer kabul ederek, ona göre tavır belirlemek zorunda kalmışlar, dolayısıyla İslâm’ı sürekli olarak bu gündemin peşinden koşturmuşlardır. Bu reaksiyonerliğin getirdiği yenilgi ve başarısızlıklar, görüşlerinde sürekli reviz*yona yol açtığı gibi, İslâm’ın da yanlış anlaşılıp, yanlış tanınmasına sebep olmuştur. Oysa Gülen’in düşüncesinde aksiyon esas olup, bu da, “kendimiz olarak,” yani yolunu belirlemiş, düşüncesini sağlam blokajlar üzerine oturtmuş, mevcut siyasetin dışında, dini ideolojiye indirgemeden hareket etmek demektir. Bu şekilde aksiyoner olamayan, sürekli reaksiyonda kalmaya, yani tepkici olmaya mahkûmdur.

    Gülen, bir adım daha atar ve aksiyonu, yaratılışın gayesini yerine getirme eylemi olarak görür. Bu anlamda aksiyon, ona göre, insanın hayatının tamamı gibidir; düşünce de, bir iç aksiyon olarak, bu hayatın bir boyutudur:

    Daha enfes bir yaklaşımla aksiyon; insanın, en samimi ve içten karar*larla bütün varlığı kucaklaması, onu tahlile alması ve onun içindeki koridorlardan sonsuza yürümesi, sonra da Nâmütenâhi’den (Son*suz’dan) aldığı bir sır ve kuvvetle zekâ ve iradesinin bütün gücünü kullanarak, kendi âlemini, hilkatle (yaratılışla) hedeflenen gerçek yörün*gesine yerleştirmesidir. Düşünceye gelince, o da bir iç aksiyondur. Sis*temli ve hedefli düşünce, varoluş vetiresinde (süreç) karşımıza çıkan bütün muammaları yine kâinattan sorarak, her şeyin cevabını ondan almaktır. Diğer bir ifadeyle, topyekün varlıkla kendi arasında bir akra*balık tesis ederek, her yanda her şeyin diliyle hakikati arayan şuurun faaliyette olması demektir. Düşünce sayesinde insan ruhu, âlemle sarmaş-dolaş olur ki, sürekli kendi içinde derinleşir.. akl-ı maâşın dar kalıplarını yırtarak dışarıya taşar ve ruhun derinliklerine sinmiş vehim*lerden kurtulur; kurtulur ve yanıltmayan doğrulara uyanır. Tâbir-i diğerle düşünce, insanın kendi derinliklerinde metafizik tecrübelere yer hazırlamak için yine kendi içinde boşalmasıdır. Bu, düşüncenin ilk basamağı ise, o merdivenin son basamağı da, hareketli düşünmektir.

    Gülen, insanın özüne erme ve başkalarının ermesi için de çalışma olarak gördüğü aksiyonun, bu fonksiyonu yerine getirebilmesi için, İslâm temelli olması gerektiğini vurgular. Çünkü İslâm, insanı maddenin ve bedenin hayat seviyesinden kalp ve ruhun hayat seviyesine yükselten yol olması hasebiyle, aksiyonu gerçek yörüngesine oturtur. Denebilir ki aksiyon, bu manâda İslâm’ı yaşamanın adıdır Böyle bir yöneliş ve öze eriş, insanın mahiyetindeki istidatları inkişaf ettirdiği gibi, varlık ve bekasının da teminatı olmuştur. Evet, “onun kendi iç âleminde kalp ve ruhun hayat seviyesini paylaşması, ibadet, zikir ve fikirle gerçekleştiği gibi, bütün bir varlığı kucaklaması, kendi nabızlarının atışında Yaratıcı’yı duyması ve beyninin her fakültesinde O’nu hissetmesi de, yine ibadet şuuruna, zikir ve fikir cehdine bağlıdır. Zaten, hakikî mü’minin her davranışı bir ibadet, her düşüncesi bir murakabe, her konuşması bir münacat ve marifet destanı, varlığı her müşahedesi bir tecessüs ve tetkik, başkalarıyla münasebeti de Rahmânî bir şefkattir. Bu ölçüde ruhaniliğe ermek, sezgilerden mantık ve muhakemeye, mantık ve muhakemeden de ilham ve İlâhî varidata açık olmaya bağlıdır. Farklı bir ifadeyle, tecrübe aklın süzgecinden geçiril*meden, akıl fetânet-i a’zama (Hz. Muhammed ve O’nun birinci derecede vahye dayalı yolu) teslim olmadan, mantık aynı sevgi haline gelmeden, sevgi de İlâhî aşka inkılâp etmeden insanın bu zirveyi yakalaması zordur. Gerçekleş*tirilebildiği takdirde, böyle bir bakış zaviyesi sayesinde, ilim dinin bir buudu haline gelir ve onun hizmetçisi olur.. akıl ilhamın elinde her yere ulaşabilen bir ışık tayfı kesilir.. tecrübî müktesebat da (bilgi, kazanım) varlığın ruhunu aksettiren bir prizma mahiyetini alır.. ve her şey marifet, muhabbet ve zevk-i ruhanî neşîdeleriyle gürler.”

    Gülen, bütün bir toplum planında din, ilim, felsefe, sanat kanatlarıyla yürümesi gereken aksiyonun, nesilleri âvârelikten kurtarıp, yarının fikir, hüner, marifet ve zanaat sahipleri yapacağı inancındadır. Ona göre, “bu sayede bütün sokaklar, mektep koridorları gibi irfanla tütecek.. hapishaneler birer ilim yuvası haline gelecek.. yuvalar da birer Cennet köşesi gibi tüllenecektir. Her yerde din ile ilim el ele yürüyecek.. iman ile akıl sarmaş-dolaş her yere meyvelerini saçacak.. istikbal ümit, emel ve azmin bağrında, ütopyalarda olduğundan daha rengin ve daha zengin göğerip gelişecek.. televizyonlar, radyolar, gazeteler, mecmualar çevreye feyiz, bereket ve ışık yağdıracak.. ve bir takım tarih dışı kalmışlardan başka herkes, her gönül, Cennet’e benzeyen bu baharda kevser yudumlayıp dolaşacaktır...” (Ruhumuzun Heykelini Dikerken, 52–9)


  2. #2
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı

    FETHULLAH GÜLEN’İN AKSİYONUNDA ANA HEDEF

    Fethullah Gülen’in hedefi, ne yapmak ve nereye varmak istediği konu*sunda Türkiye’de büyük spekülasyonlar olduğu gibi, bugün dünyanın belli başlı güç merkezleri de, denebilir ki, onu mercek altına almış bulunmaktadırlar. Türkiye’de rejim konusunda hassas çevreler kadar, İslâm’a kendi siyah göz*lükleri arkasından bakanlar ve Fethullah Gülen’in aksiyonundan kendi men*faatleri veya ideoloji adına ürkenler, onu ‘teokratik diktatörlük’ kurmakla suçlamakta, bununla da, ne teoride, ne vakıada uygun düşmeyen bir tanımlama olarak İslâm devletini kasdetmektedirler. Oysa, tarihte, İslâm’ın en keskin düşmanları ve pek çoğu itibariyle neredeyse bütün mesailerini onu farklı göstermek için çalışan oryantalistler dahil, İslâm’a teokratik diktatörlük olarak bakan olmamıştır. İslâm üzerine yüzeysel çapta araştırma yapan herhangi bir kimse bile, İslâm ile teokrasinin yan yana gelemeyeceğini anlar. Dolayısıyla, bu suçlamanın altında ya cehalet veya Gülen’i olduğundan, hem de korkunç derecede farklı gösterme gayreti ve İslâm’ı teokratik diktatörlük olarak mahkûm etme gayesi yatmaktadır.

    Söz konusu spekülasyonları şüphesiz göz önünde bulundurarak, Fethullah Gülen’in aksiyonuyla neyi hedeflediğini kendi eserlerinden ve ona objektif bakmaya çalışan gözlemcilerin izlenimlerinden takip edebiliriz.

    Fethullah Gülen, pek çok yazısında ve sohbetlerinde, bütün maksadının Allah’a kullukla O’nun rızasını kazanmak olduğunu açıklıkla ifade eder. Çünkü, ona göre “insan bir seyyah, kâinatlar da, onun mütalâasına takdim edilmiş rengârenk meşherler, zengin ve rengin kitaplardır. Seyyah, bu kitapları okumak, irfanını arttırmak ve insanlığa yükselmek için bu âleme gönderilmiştir.” Dolayısıyla, Gülen’in hedefi, her insanın da hedefi olması gereken, seyahattir; “eserleriyle kendini bize tanıttırmak isteyen, gözlerden gizli O Zât’ın yolunda” O’na varmak gayesi taşıyan bir seyahat. “Çünkü” der Gülen, “biz ve her şey, O’nu tanımak ve tanıtmak üzere buraya geldik ve bundan daha yüce bir vazife de bilmiyoruz. Biz hepimiz, O’nun varlığının gölgeleri, O ise, her şeyin menbaı ve merciidir.” Sonra da şöyle devam eder:

    Ey Yüce Yaratıcı! Cihanın bütün mülk ve saltanatı Senin bayrağın altında Sana boyun eğmekte ve sultanlar Senin kapında Sana kölelik yapmaktadır! Her şey Sana koşar, Sen’den varlık dilenir; Sen ise kendinden varsın! Emanet varlıklar, var olur, şekillenir sonra da söner giderler; Sen ise, bütün bunlardan berî’ ve müstağnîsin! Teksin, eşsizsin, ihtiyaçsızsın! Bütün varlıklar, birliğinden medet umar. Birliğin, çölde kalmışların kevseri ve cennetidir. Bu yerler, Senin emrinle yerinde durur. Gök kubbe, Senin kudret ve iradenle düzenini kurar. Eğer bütün bunlar Sana dayanmasaydı, yıldızlar, bağı çözülen tesbih taneleri gibi bu kâinatın bağrında dağılıp gidecekti.

    Biz hepimiz, Seninle mutluluğa erdik. Seni tanımakla saadeti tattık. Sana işaret ve remizde bulunmayan mutluluktan kaçıyor ve Seni unutturan saadeti de lânetliyoruz. Evet, Seni söylemeyen her şeye karşı susmak ve küsmek ve Seni hatırlamayanları da unutmak gerektir.

    Ey rahmeti sonsuz Yüce Yaratıcı, bizler Senin kapının bendeleri ve bu uğurda dünya ve ukbadan geçmeye kararlı kullarız. (Ölçü ve Yoldaki Işıklar, 14-17)
    Fethullah Gülen’e göre, işte bu seyahatin adı kulluktur. Peygamberlerin gönderiliş gayesi, yani dinden gaye de, insanların Allah’ı tanıyıp, O’na kulluk yapmalarını sağlamaktır. Allah, Kur’ân-ı Kerim’de: “Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk yapsınlar diye yarattım” (Zâriyât/51: 56) buyurarak, bu gerçeğe işaret etmektedir. Demek oluyor ki, bizim esas yaratılış gayemiz Allah (c.c.)’ı bilip tanımak ve O’na hakkıyla kul olmaktır. Bir başka âyette, “Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona; ‘Benden başka ilâh yoktur; o halde Bana kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım” (Enbiya, 21/25) denilerek, yine aynı noktaya işaret edilmektedir (Sonsuz nur 1, 66)
    Yine, Fethullah Gülen’e göre, insan bütün hayatını bu ana maksat etrafında örgülemeli, o kadar ki, günler, haftalar bu gayeye göre ayarlanmalı, ayarlanıp okuma, ibadet ve düşünce ile aydınlatılmalıdır. Gerçek insanlık mertebesine ulaşmanın yolu da budur. (Fasıldan Fasıla 2, 147–48)

    Fethullah Gülen, çok açık olarak, “dünyevî bir ikbal arzumuz ve dünya ile bir alâkamız yoktur. Biz, karşısında cennetlerin bile ucuz kaldığı Allah’ın (c.c.) rızasına talibiz. Vali olmak, milletvekili olmak, bakan olmak, zengin olmak vs. bunun karşısında ne anlam ifade eder ki? Rıza-yı İlâhî’ye talip olan, böylesine küçük ve hasis şeylere itibar eder mi? Evet, gönlümüzde dünyaya karşı hiçbir arzu, hiçbir meyil, hiçbir iştiyak olmamalıdır. Kaldı ki, bizim için manevî terakkiye bile talip olmamak çok önemli bir esastır. Hasılı, namaz kılarken Cennet’i görseniz, ondan bile kaçmalısınız” der (Fasıldan Fasıla 1, 90).

    Fethullah Gülen’in arzu ettiği dünyayı ve hayallerindeki yarını görmek de, onun aksiyonundaki hedef konusunda bize net bilgi verebilir. O, bu konuda şunları yazar:

    Gözlerimi yummuş, iman, ümit ve hayallerimin resmedip belirlediği çerçevede geleceği; insanî değerlerin katlanıp derinleştiği, duyguların bütünüyle uhrevîleştiği, bedenin, aynı ruhî değerleri paylaştığı ve öteden beri his dünyamızda arayageldiğimiz “yitirilmiş cennet”in tasavvur*larımızı aşan, en nadide parçalarından meydana getirilmiş, zamanın enfes bir altın dilimini gönül gözlerimle temaşa ediyor ve onun vari*datının gelip gelip hülyalarıma, rüyalarıma aktığını duyar gibi olu*yorum.. duyar gibi oluyorum da, o dönemin talihli insanlarının, engin inanç, engin tevekkül ve engin teslimiyetleri sayesinde, ömürlerini manevî haz ve lezzetlerin en büyüleyici atmosferinde sürdürürken, bu engin haz ve bu lezzetlerin biricik sahipleriymiş gibi, kalblerinin hep iyilik ve güzellikle attığını, gözlerinin hoşgörü ve müsamaha düşün*cesiyle açılıp kapandığını, dünyayı tıpkı bir cennet gibi duyup yaşa*dıklarını ve hemen her zaman kendi duygularında olduğu kadar bütün gönüllerden, hattâ topyekün varlığın içinden en rengin bir şiiri dinle*diklerini daha şimdiden tasavvur edebiliyor, ümitlerimin medlerinde onlarla beraber saadetlerin en enginlerini paylaşıyor ve gelecek nesil*lerin talihlerine tebessümler yağdırıyorum.

    Öyle ki, ümit ve iman dünyamda tüllenen bu yeni baharın genç tenli, uzun boylu masmavi günlerinin içinde hayat, hülyalarıma o kadar yumuşak, o kadar sıcak ve o kadar renkli boşalır ki, her zaman onda cennetlerin tasavvurlarüstü derinliklerini duyar gibi olurum.. olur ve bütün varlıkla kucaklaşır, bütün canlıları şefkatle selâmlar, bütün insanları muhabbetle bağrıma basar ve kendi kendime: “Yaratan’ın kâinatları var etmedeki gayesi de bu olsa gerek” derim. Evet bu dünyada, hoyratlık, kabalık, hırs, tûl-i emel (uzun vadeli dünyevî arzular), münakaşa, cidal (kavga), hıyanet, ihanet, yalan, gadir, zulüm, irtikap, ihtilas (yolsuzluk) yoktur. Bu dünyada civanmertlik, incelik, dirilme azmi, yaşama sevgisi, mülâyemet (yumuşaklık) ve diyalog; hakka karşı saygılı olma, emanet duygusu, vefa hissi, doğruluk ruhu, adalet ve istikamet düşüncesi vardır. Bu dünyanın insanları hakikî manâdaki kin, nefret ve kavgayı lügatlerinden söküp atmış, hayatlarını sevgi, yumuşaklık ve insanlarla münasebet üzerine kurmuşlardır. Onlar, çevrelerindeki insanları oldukları gibi kabul eder; farklı anlayış, farklı yorum ve farklı davranışları vuruşma vesilesi görme yerine, düşünce enginliklerini sergileme fırsatı bilerek, insanlara insanca yaşamanın varyantlarını gösterirler. (Yeşeren Düşünceler, 88-90)

    Konuşma ve yazılarında ‘ışık’ mazmununa çok yer veren Fethullah Gülen, bazı yazı ve sohbetlerinde ‘ışık evler’den söz eder. Onun düşünce ve aksiyonunda ileriye dönük siyasî maksat arayanlar bu evleri ‘örgüt ve hücre evleri’ gibi görüp, öyle takdim etmeye çalışsalar da, esasen Fethullah Gülen’in bu konuda söyledikleri ve yazdıkları, onun aksiyonundaki hedefi bütün açıklığıyla ortaya koyucu niteliktedir.

    Fethullah Gülen, ‘ışık evler’ mazmununu niçin kullandığını şöyle açıklar:

    Asrımız ilim asrıdır ve bundan sonra da ilim hükmedecektir. Bir insanın gerçek insan olması da kafasının müspet ilimlerle, kalbinin de inançla aydınlanmasına bağlıdır. Aydınlanmanın kaynağı ‘ışık’ olduğu için, bazı talebeler kendi aralarında, kaldıkları evlere ‘ışık evleri’ demiş olabilirler. Ben de beğenerek bu tabiri kullandım. (Aksiyon, 6.6.98)

    Fethullah Gülen’in ‘ışık evler’le ilgili olabildiğince renkli tasviri, hem yukarıdaki sözleriyle, hem de onun İslâm ve aksiyon anlayışıyla tıpa tıp aynıdır:

    Tadını, havasını, rengini, rayihasını ötelerden alan ışık evler, dünyada, ukba yamaçlarına kurulmuş ve fizik-ötesi âlemlerin rasathaneleri gibidirler. Onların aydınlık ikliminde en mübtedî insanlar bile, mikro âlemin en sırlı koridorlarında rahatlıkla dolaşabilir.. ve makro âlemin en girift, en ürpertici derinliklerini bir solukta geçer; geçer de, hareket noktasının aydınlığı sayesinde kara deliklerin merkezine ışıktan tahtlar kurarak, inanca açık sinelere tefekkür, marifet ve zevk-i ruhanî tayfları salarlar.

    Işık evler, çevrelerindeki bina yığınları itibariyle, tıpkı hâle içinde yıldızlar topluluğuna nur âyetini tefsir eden bir mehtap veya ebedî nur, ebedî huzur arayanları firdevslere ulaştırma yolunda kurulmuş birer han gibidirler... Bu evlerde, imanı, ibadeti, duayı, zikri, fikri, uhuvveti (kardeşlik), vefayı ötelere ait derinlikleri ile duyup-yaşama bahtiyarlığına erenler, âdeta her an yeniden doğar, baharlar gibi duygularıyla yeşerir, derken çeşit çeşit vâridatla dolgunlaşan o kendilerine has hava, bütün gönüllerini bir saadet vadiyle kaplar ve çok defa onların, hayra açık sinelerinde Cennet yaylalarının ferahlatıcı esintileri duyulur.

    Evet, bugün büyüğüyle-küçüğüyle ışık evler, yıllar ve yıllar imana, imandaki huzur ve itmi’nana susamış gönüllere, rahmet yüklü bulutlar gibi, gönderdiği bol bol “âb-ı hayat” ve insanımızın gönül tepelerine saldığı marifet, muhabbet, ruhanî zevk şualarıyla diriliş üfleyen bir İsrafil Sûru ve vicdanlarını şahlandıran Cebrail solukları olmuştur... Ama, kalplerinin balansını, imana, Kur’ân’a, iman ve Kur’ân’ın gönüllere boşalttığı irfana göre ayarlayamamış tali’sizler, ne bu ufku kavrayabilir, ne de gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve beşer tasavvurlarını aşan bu derûnî hazları idrak edebilirler.

    Bu ışık evlerin kendine has özellikleri vardır. Buralar öncelikle insanların, insanlık yanlarından ötürü meydana gelebilecek boşlukların kapatıldığı yerlerdir. Bu ışık komplekslerinde yetişen ruh ve manâ erleri, Allah’ın vâridat adına kendilerine vermiş olduğu ışıkları, bomboş dimağlara boşaltarak onları mamur edeceklerdir.

    Her akşam, işinden, okulundan, dairesinden ayrılıp bir “vahâ”ya koşuyor gibi, ışık evlere koşup gelenler, bu evlerin kendilerine has büyüleyici duygularına dalar, şurada-burada zihinlerine ilişen kötü duygu ve tutkulardan sıyrılır, başları cennetlere ulaşmış gibi derin bir huzura ererler. Her akşam ve her vazife dönüşü, ışık evlerin müdavimleri için, hayata yeniden dönüş ve kendilerini idrak ediş demektir. Onlar, her yirmi dört saatte bir kere yeni bir “ba’sü ba’de’l-mevt”i görür, ruhlarındaki cennetlerde dolaşır ve renkli tali’lerine tebessüm eder, kendilerinden geçerler.

    Bu ruhu temsilin sırf bir derinliği olarak başımızı yere koyduğumuzda, “Allahım keşke kaldırmayı müyesser kılmasan da, bu secdem sana kavuşmakla noktalansa!” diyecek kadar, engince namaz kılma.. gözünü başka şeylere kaydırmayacak ölçüde Allah’ın huzurunda samimiyetle durup malâyanî şeylere kapalı kalma ve âdeta Cennet’te Cenâb-ı Hakk’ın cemalini müşahede ediyor gibi bir konsantrasyona girip ellerini dizlerine bitiştirerek, ene (ben)den, nahnu (biz)den sıyrılarak Hüve’ye (O’na) bakan bir göz olma.. evet bu ölçüde O’na yönelme..

    Namazsız-niyazsız veya namazı ruhuyla eda etmeksizin gerçek manâda mü’min olmak mümkün değildir. Allah (c.c), “Kurtulan mü’minler, yüreklerini çatlarcasına namazı eda edenlerdir” (Mü’minun/23: 1-2) buyurmaktadır. Bu kudsî evlerde kalanların da namazları, namazsız cihanları fethetmelerinden çok daha mühimdir.

    Gelin – Allah aşkına – hakkıyla namaz kılalım.. oruç tutalım.. Hem öyle kılalım, öyle tutalım ki, yaratıldığı günden beri rükudan başını kaldırmayan melekler, “vay be, böylesi de varmış!” desinler. Öyle bir zikir ve fikirle bütünleşelim ki, bizi gören mele-i a’lânın sakinleri, “ancak bu insanlar dünyayı ihya edebilir” desinler. Talihli insanlar ya da birer Hak eri olarak binbir türlü feyizlerle muhat o evleri, o meme musluklarını çok iyi değerlendirelim. Ahmak insanların yaptığı gibi kahkahalarla, dünya-ukba adına hiçbir manâsı olmayan laf ü güzaflarla vaktimizi heder etmeyelim. Ve ışık evleri bütün dünyayı ışıklandıracak birer ışık kaynağı haline getirelim. (Sızıntı, Ağustos 1990, Ocak-Şubat 1992; Prizma 2: 10-18)


  3. #3
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı

    Aydınlar, Fethullah Gülen’i ve aksiyonunu nasıl anlıyor?

    Fethullah Gülen’in hedefi konusunda Türk aydınlarının çok büyük çoğunluğu, esasen farklı bir düşünce içinde değildir. Bununla birlikte, içlerinde büyük ölçüde yanlış bilgiden ve bir kısmı itibariyle de peşin yargılı düş*manlıktan kaynaklanan bir tavırla onu doğrudan doğruya siyasî gaye gütmekle suçlayanların varlığını da kaydetmemiz gerekiyor. Meselâ, Cumhuriyet gazetesi onu, hakkında hem şeriatçılık hem kürtçülük iddiasında bulunduğu Bediüz*zaman Said Nursî’nin bir devamı olarak takdim eder. Cumhuriyet’e göre Said Nursî, Şeyh Said isyanına katılamadığı için güya ona mektup yazmış ve bu mektupta üzüntülerini belirtip, Şeyh Said’in öcünü alacağını belirtmiştir (19.03.1980). Oysa gerçek bunun tam tersidir. Daha önce de geçtiği üzere, açıkça “Din, dâhilde (memleket içinde) menfîde kullanılmaz” (Sünuhât, 47) diyen Bediüzzaman, Şeyh Said isyanına katılmak için Kör Hüseyin Paşa vasıtasıyla kendisine yapılan teklifi, “Dâhilde (ülke içinde) kılıç kullanılmaz. Kılıç, haricî (dış) düşmana karşı çekilir. Bu zamanda tek kurtuluş çaremiz, Kur’ân ve iman hakikatleriyle aydınlatma ve yol göstermedir. En büyük düşmanımız olan cahilliği yok etmektir. Birkaç cani yüzünden, binlerce masum kadın ve erkekler telef olabilir” diyerek açıkça reddetmiştir (Hulusi Turgut’un araştırması, Sabah, 01.02.1997). Daha sonra da, dönemin hükümetinin kendisini Şeyh Said isyanıyla ilgili görmediğini (Lem’alar, 41) ve mesleğinin ve talebelerinin Şeyh Said isyanı ve Menemen hadisesi gibi hadiselerle müna*sebetinin ve bu türden olaylara karışmalarının mümkün olamayacağını belirtmiştir (Şualar, 363).

    Yine Cumhuriyet’ten İlhan Selçuk, Fethullah Gülen’i Bediüzzaman Said Nursî’nin devamı gösterme gayreti içinde, Said Nursî ile ilgili tarihî gerçekleri ya bilmeden yazar, ya da bilerek çarpıtır. Ona göre Saidi Nursi, “dinsellikten çok siyasayı yeğlemiş bir eylemcidir. 1873’te Bitlis’te doğmuş, öğrenimini ta*mamlayamamış, 1909’da ‘İttihadı Muhammedi Fır*kası’nın kuruluşuna katılarak politikaya atılmış, ‘31 Mart İrtica Ayaklaması’nda suçlu görülerek Isparta’ya sürülmüş, Şeyh Sait isyanından sonra İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıp cezalandırılmış; yazdık*larının toplamına “Risâle-i Nur” adını vermiş… Nurcu*luk “Nakşibendilik”in bir ayağı imiş ve “İslâm’da sap*kınlık” diye nitelene*bilirmiş. Said Nursi, daha çok si*yasal kavgasıyla ün yapmış (Cumhuriyet, 26.02.1998).

    İlhan Selçuk’un bu satırlarındaki iddialarının neredeyse tamamı yanlıştır. Said Nursî, 1873 yılında değil 1876’da doğmuştur. Öğrenimini tamamla*yamama diye bir şey söz konusu değildir. 31 Mart’la alâkası olmamış, var iddiasıyla yargılanıp beraat etmiştir. Bilhassa bu ayaklanma münasebetiyle İsparta’ya sürgün edildiği iddiası, sadece İlhan Selçuk’un hayal hazinesine aittir. Bediüzzaman, İsparta’ya ancak 1925 yılında gelmiştir. Şeyh Sait isyanından sonra, değil İstiklâl mahkemesinde yargılanıp cezalandırılma, bu konuda kendisi hakkında herhangi bir suçlamada bile bulunulmamıştır. Nurculuk, Nakşibendiliğin bir ayağı olmadığı gibi, hangi akımın İslâm’da sapkınlık olarak nitelenebileceği İlhan Selçuk’un sahasına giren bir konu değildir. Said Nursî, siyasal kavgasıyla değil, iman ve Kur’ân hizmetiyle ün yapmıştır. Tarihe mal olmuş bir şahıs hakkında bir paragrafta bu kadar yanlış yapılması, Fethullah Gülen hakkındaki benzeri iddiaların gerçekliği ve bu iddiaları yapanların samimiyet, karakter ve bilgi düzeyleri hakkında kanaat oluşturmaya yeter zannediyorum.

    Profesör Ali Yaşar Sarıbay’a göre Fethullah Gülen hareketi, “bir sivil toplum hareketi olup, bu hareket, insan haklarına ve demokrasiye uygun bir İslâm yorumu geliştirerek, Türkiye’de demokrasinin yerleşmesine katkıda bulunabilir. Lâik milliyetçilik etnik temele dayandığı için birleştirici değil, parçalayıcı bir fonksiyon icra ederken, Gülen hareketi, toplumda dinî değerler vasıtasıyla bütünleşmeyi ve toplumun “bir arada” ve “beraber” yaşamasını büyük ölçüde kolaylaştırabilir (Milliyet, 18.10.1995). Türkiye’de kültürel, sosyal ve siyasal olmak üzere üç ayrı İslâmî yapılanmanın olduğu görüşünü savunan Hakan Yavuz’a göre, Said Nursî ekolü dini rasyonelleştiren, bireye niçin inandığını anlama imkânı veren, insanın şuurlanmasını ve kendisiyle barışık, uyumlu ve huzurlu bir insan ve toplumu esas alan, ayrıca Cumhuriyet devrimlerinin ahlâk alanında bıraktığı boşluğu dolduracak, esnek ve çağın söylemiyle uyum içinde yerel bir söylemi temsil etmektedir. Yavuz’a göre, Fethullah Gülen’de de hoşgörü ve insana verilen değer ön plana çıkıyor. Onun İslâm yorumu, günümüzün gereklerine cevap verecek nitelikte. Gülen, çağdaş bir âlim-aydın (Milliyet, 18.09.1996)

    Taha Akyol, Gülen’i, “birleştiricilikten ve dolayısıyla insanlar arasında ayrım yapan değil, onların paylaştığı ortak noktaların öne çıkarılmasından yana, eğitimde kalite ve rekabeti vurgulayan ve araştırma zihniyetini ön plana çıkaran, çoğulcu, barışçı ve geleceğin Türkiyesi için çok yararlı bir insan (Milliyet, 19.10.1995) olarak değerlendirir.

    Şahin Alpay, Fethullah Gülen’i, “İslâm diniyle modernliği ve bilimi bağdaştırma gayretinde farklı bir Jön Türk” olarak tanımlıyor ve onun hakkındaki düşüncelerini şöyle sürdürüyor: “Görebildiğim kadarıyla Hocaefendi, İslâm’ın siyasî bir ideoloji, bir parti felsefesi olarak kullanılmasına, toplumun inananlar ve inanmayanlar diye iki kutba bölünmesine karşı çıkıyor. Farklı inanan ve farklı düşünenlerin birbirlerine saygılı, hoşgörülü olmalarını; toplumda barış ve uzlaşmayı savunuyor. Bence Hocaefendi’nin çabaları, dini yerli yerine oturtmamıza yardımcı olabilir. Ben, Hocaefendi’yi, din ile siyaseti ayıran, halkı kamplara bölebilecek düşmanlık kültürüne karşı çıkan, hoşgörülü bir İslâm anlayışının gelişmesine katkıda bulunan bir din adamı olarak algılıyorum. Hocaefendi’nin yaptıklarına saygı gösterilmeli.” (Milliyet, 29.07.1995)

    Sosyolog Nilüfer Göle, Gülen hareketini, “geçmişle gelecek, gelecek ile modernlik arasında ilintiler kuran muhafazakârlığın manâlandırdığı modernlik” olarak niteliyor. Göle, şöyle diyor:

    Fethullah Gülen’in düşüncesi, bireyin tanımında tevazuu, toplumsal dokuda muhafazakârlığı, medeniyet kurulmasında da İslâm’ı cazip kılmaktadır. Geleneksel bastırılmışlık ile modern taşkınlık arasında örselenmiş bireye Allah ile münasebetini kaybetmemiş insanların tevazuu ve hoşgörüsünü örneklemektedir. Batı bireyinin akılcı küstahlığı ve yalnızlığı karşısında, imanı ve marifeti ‘kalp kültürü’nde birleştiren ‘muhabbet’ insanlarını müjdeleyerek, yeni bir özgüven kapısı açmaktadır. Türkiye’de ilk defa muhafazakâr düşünce ile siyasi liberal hoşgörünün derin bir terkibine şahit oluyoruz. (Ergün, 97–8)

    Ali Bayramoğlu, “Fethullah Gülen hareketi”ni, siyasî İslâmî hareketlerin yerel İslâmî geleneklere savaş açmasına karşılık, bu geleneklere sahip çıkan, İslâm’ı bu gelenekler açısından yorumlayan, İslâmî gelişmeler açısından siyasî İslâm’a, belki de zamanın ruhuna meydan okuyan, farklılıkları reddetme yerine kabul eden, Anadolu geleneklerine özgü sivil toplum kurumlarına vakıflar yoluyla hayatiyet kazandıran ve İslâm’ı çağın geleneklerine uygun yorumlayan bir hareket olarak görüyor. Bu hareket, kültürel sürekliliği kabul ediyor ve İslâm’ın çoğulcu niteliğini ortaya koyuyor. (Yeni Yüzyıl, 08.07 / 13.07 / 26.08. 1995)

    “Cemaatler, tarikatlar bu toplumun ve demokrasinin birer gerçeği. Çatışmayı, kutuplaşmayı değil, hoşgörü ve diyalogu savundukları sürece de toplumsal barış ve yumuşamada önemli bir yere sahip olurlar” diyen Hasan Cemal’e göre, siyasî İslâmî çizgiyi benimseyenlerin totalci bir anlayış geliştirmesine karşılık, Fethullah Gülen, şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınan çoğulcu bir çizgiye sahip (Sabah, 14.02.1995). Demokratik Sol Parti’den milletvekili olarak Parlamento’ya da giren Süleyman Yağız ise, “Fethullah Gülen ve hareketi, asla irtica ile, mürtecî gruplar ve siyasal İslâmcılarla bir arada mütalâa edilemez” yargısında bulunuyor (Takvim, 03.04.1997). Ünlü televizyon programcısı Mehmet Ali Birand, Fethullah Gülen’in radikal akımlarla hiçbir ilişkisinin olmadığını vurguluyor ve onun, “çok muhtaç olduğumuz bir Türkiye’nin nasıl olması gerektiğini” gösterdiğini belirtiyor. Birand’a göre Fethullah Gülen, uzlaşı ve hoşgörü dolu ve hakkındaki, “yavaş yavaş devlete yürüyen bir insan” olduğu suçlamalarının hiçbir doğruluk payı yok. O, gerçek dindarlara saygı gösterilen bir Türkiye istiyor; yoksa dini kullanarak siyasî bir hedefe yürümek gibi bir niyeti asla taşımıyor (Sabah, 11.05.1997).

    Ünlü sanat eleştirmeni Atilla Dorsay, uzun yıllar, Fethullah Gülen’i herhangi bir tarikat lideri gibi görüp, onu zararlı bir kişi olarak takdim eden bir gazetede çalıştığını ve bu sebeple onun hakkında kuşkular beslediğini belirttikten sonra, “fakat daha sonra Hoca’yı izledim ve onu kendisini hep geri planda tutma mahviyetkârlığı içinde ve çeşitli dinlerden cemaat liderlerini onurlandıran barıştırıcı ve diyalogcu bir tutum içinde gördüm” diyerek, Gülen hakkındaki nihaî kanaatını ifade ediyor. Ona göre Fethullah Gülen, “çağdaş bir manevî lider, çağdaş bir din ve inanç adamı. Gülen’in takıyye içinde olmadığını söyleyen Atilla Dorsay, “bir fetret döneminden geçmekte olan Türkiye”nin, manevî ve bilge kişiliğiyle Fethullah Gülen’e ihtiyacı olduğunun altını çiziyor (Yeni Yüzyıl, 02.02.1997; Zaman, 23.06.1995)

    Gazeteci Ahmet Tezcan, Fethullah Gülen’i, “İslâm’ı sömüren bir anlayışı üstlenmemiş, ruhanî kimliği ön planda, başka din ve inançtaki insanlara saygılı, âşık ve katıksız bir gönül adamı” olarak tanımlıyor (Akşam, 13.03.1998). Cenk Koray için ise, “Fethullah Gülen denince insanın aklına müthiş bir terbiye, inanılmaz bir edep, özümsenmiş bir tevazu ve okyanuslarca hoşgörü geliyor” (Akşam, 13.03.1998).

    Başbakan Bülent Ecevit, Gülen’in “derin din bilgisi, zengin bir felsefe, tarih ve sanat kültürünü birbiriyle birleştirdiği”ni belirtiyor ve “Türk halk tasavvufundaki Allah ve insan sevgisine dayanan hoşgörülü İslâm anlayışının değerini hatırlattığı”na vurgu yapıyor. Ona göre Gülen, “ulusal özelliklerimizi ve birikimimizi de yansıtan bir İslâm anlayışını geliştirmekten yana ve İslâm’ın evreselliğinin buna engel olmadığı”na inanıyor. Ecevit, Gülen’i ayrıca, “İslâm’ın çağdaşlıkla, demokrasiyle ve gelişmeyle bağdaşabileceğini belirten ve ulusal kimliğimizden kopmaksızın Batı’ya açılabileceğimizi, ancak Batı’ya açılırken, Asya ile bağlantımızı da güçlendirmemiz gerektiğini vurgulayan” biri olarak da takdim ediyor (nakl: Ergün, 96–7).

    Çetin Altan’ın değerlendirmesi ise şöyle: “Hoca, dünya egemenliği peşinde koşan bir insan değil. İslâm’ı gerçek manâda yaşamak istiyor. Bu haliyle daha verimli, daha boyutlu ve daha üst düzeyde bir görünüm sunuyor... Küçük Asya, zaman zaman evrensel boyutlarda insan yetiştirmiştir. Müslümanlık, dünya ile ters düşmez. Önemli olan, insanın gerçek insan olması, Müslüman’ın gerçek Müslüman olmasıdır. İslâmiyet, bazılarının zannettiği gibi gelişmeye, ilerlemeye hiçbir şekilde engel değildir. Fethullah Hoca, “İslâm’da dogmalara yer yok” diyor. Bu, çok önemli ve çok ilginç. Çünkü, dünyayı gerçekleriyle kavramış bir insan. Müslümanların problemlerini doğru kavramış ve ona çözümler üreten evrensel söyleme sahip bir kişilik. Hazineden geçinen insanlar, devrimci olamazlar. Emeği olmayan insanlar, yaşamayı ve yaşama yön vermeyi beceremezler. Onların öyle bir problemleri de yoktur. Fethullah Hoca devrimci değil, ama emeği olan bir insan, hazineden de geçinmiyor.” (Ergün, 98–9)

    Güngör Mengi, başyazarı olduğu sabahta Gülen ve hareketi hakkında diğerlerinden farklı düşünmüyordu. Şu satırlar, ona ait: “Fethullah Hoca’nın başlattığı tartışma, dinci köktenciliğe karşı devletin sağladığı güvenceden çok daha sağlam bir sigortayı sisteme kazandırabilir. Fethullah Hoca’nın açtığı kapı, İslâm’ı kendi ulusal kimliğimizle yaşama imkânını bize kazandırmak yolunda aşama olabilir. Lâikliği yıllarca yanlış anladık, lâikliği siyasette dinle ilgilen*memek sandık. O nedenle dini savunmasız bıraktık. Kültürün temelini oluşturan bu büyük güç, o yüzden sömürücülerin oyuncağı oldu. Toplumun yolunu açmak, barışı ve hoşgörüyü güven altına almak için dinin çağdaş kafalar ve kurumlar tarafından sahiplenilmesi gerekiyor. Son günlerin gelişmeleri bu ihtiyacı bize öğrettiyse ne mutlu..” (Sabah, 16.02.1995)

    Bekir Coşkun da, Fethullah Gülen’i akıllı İslâm’ın temsilcisi olarak görüyor ve şöyle diyordu: “Özellikle bu içinde bulunduğumuz günlerde hangimizin bu hoşgörüye ve barışa gereksinimi yok?... Bendeniz zaten gözü sulu birisi olarak, Fethullah Gülen’in niye çok ağladığını şimdi daha iyi anlayabiliyorum... Hoşgörü ve barış... Belki de bu sihirli iki kelimede düğümlenen ulusumuzun geleceği, sicim sicim gözyaşları ile çözülebilir... En azından; ağlamak, en yoğun düşünmektir.” (Hürriyet, 30.01.1997)

    Fethullah Gülen’le önemli bir röportaj geliştiren ve hakkında ciddî araştırmalarda bulunan antropolog Nevval Sevindi, Fethullah Gülen’de “derviş geleneğinin uzantısı olan çilekeşlik, iç dünya ve sevgi ile yaşamı anlamlandırma”nın temel bir yer işgal ettiğini, bununla birlikte, onda büyük bir direncin köklerinin de kendini hissettirdiğini belirtiyor. Ona göre Gülen, bireye inanıyor ve insanın kendi içinde derinleşmeden, hesaplaşmadan, kafa ve kalp bütünlüğünü sağlayamayacağını düşünüyor. “Gazali’nin aydın semasında Pascal unutulmasın, Mevlâna ile semaa kalkarken Pastör’ü laboratuvarda selâmlama eksik bırakılmasın” diyerek, Türkiye için oldukça önemli bir kültür sentezine gebeliğine işaret ediyor.

    Sevindi’ye göre Gülen, “dövene elsiz, sövene dilsiz olmayı” erdem kabul ediyor. Çirkin siyasetin ve siyasetçinin onun tansiyon ve şekerinde büyük payı var. O, kendini yenilemeyi devamlı varolabilmenin tek şartı olarak görüyor. Hür teşebbüse inanıyor ve onu gönülden teşvik ediyor. O’nun dünyasında eğitimle kalkınma kol kola ve gelecek için ekonomik olanla kültürel olanın beraberliği esas. Cehalete karşı ilim dinamiğini, yoksulluğa karşı çalışmayı, dayanışmayı ve zenginliği öneriyor.

    “Ulusal kültür sentezini üretemeyen, Selçuklu/Osmanlı sentezini inkâr eden aydınlar asla halka ulaşamadılar. Tabanı olmayan, şabloncu bakış onları hep savurdu. Onlar sömürge valisi zihniyetini atamadıkları için, doğan ve yükselen Türk burjuvazisine ideoloji üretemediler. Bu ülkenin kendi tarihinden, koşullarından ve kültüründen sentez üretemeyen aydınlar ve bürokrasi hep dayatmacı oldu. Kendi dışında her şeyi küçümsedi” diyen Nevval Sevindi, Fethullah Gülen’in şabloncu olmadığını, elindeki malzemeden yeni bir değer üretebilmiş ve bilgiyi bir taş yığını olarak değil, bir piramit ya da bina oluşturacak zihnî faaliyet ve süreç şeklinde gören biri olarak, modern Türkiye’de kültürel İslâm’ın sentezini ortaya koyduğunu vurguluyor. Sevindi’ye göre Gülen, ayrıca, Anadolu’nun “gönül gözü” ile baktığı, muhabbet ettiği ve gönül müslümanlığıyla sevdiği bir İslâm anlayışını temsil ediyor. (Fethullah Gülen’le New York Sohbeti, nakl: Ergün, 103-104)

    Musevî vatandaşlarımızdan Jefi Kamhi de, Gülen’in İslâm’a yaklaşımını, “asırlar boyunca bütün insanlara sevgi ve saygı gösteren, gittikleri yerlere baskı ve din savaşı değil, tersine, hürriyet götürüp, insanları hürriyetlerine kavuşturan Türklerin Müslümanlığının devamı” olarak değerlendiriyor ve ekliyor: “Gülen hocanın temsil ettiği hoşgörüyü ecdatlarım Osmanlı’dan ve Türkiye’den görmeseydi, ben şimdi hayatta olmazdım.” (Zaman, 11.03.1998)

    Bilkent Üniversitesi Siyasal Bilimler ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde, Prof. Dr. Metin Heper gözetiminde mastır tezi olarak Fethullah Gülen’s Views on Islam and Democracy (Fethullah Gülen’in İslam ve Demokrasi konusundaki Fikirleri) ismi altında Gülen Hareketi’ni inceleyen Berrin Koyuncu, çok yönlü tartışmalardan sonra şu sonuca varmaktadır:

    İslam’ın Fethullah Gülen tarafından yeniden yorumlanması, Türkiye’de demokrasinin yerleşmesi için bir destek oluşturmaktadır. Bu bağlamda, Fethullah Gülen’in büyük önem taşıyan fikirleri demokrasi, hoşgörü ve Türk Müslümanlığıdır.

    Fethullah Gülen’in Fener Rum Patriği Barthelomeos ile bir araya gelmesi, Cumhuriyet döneminde sivil bir toplum liderinin Hıristiyan bir dinî liderle ilk defa buluşması demek olduğundan, hoşgörü ve sivilliğin habercisi olarak algılanmalıdır. Fethullah Gülen, bir toplumun sıhhat ve mutluluğu için en önemli şeyin hoşgörü olduğunu söylemekte ve hoşgörünün de insan ve bilim sevgisiyle gerçekleştirilebileceğini ifade etmektedir.

    Fethullah Gülen, ayrıca ‘Türk Müslümanlığı’ tezini de geliştirmiş bulunmaktadır. Bu kavramın dilimize girmesi, çoğulcu ve özgürlükçü Anadolu Müslümanlığını İslam’ın politize edilmesinin karşısına çıkarmaktadır. Fethullah Gülen, İranlıların ve Türklerin İslam’ı yorumlamaları birbirinden farklı olduğu için Türkiye’nin hiçbir zaman bir İran olamayacağı düşüncesindedir. O, bir milletin kültürünün İslâm’ın yorumlanmasında anahtar rol oynadığı görüşünü savunmaktadır. Bursa Uludağ Üniversitesi’nden Siyasal Bilimler Profesörü Ali Yaşar Sarıbay, Fethullah Gülen’in diyalog, dogmalarla savaş ve faydasız bir Batı düşmanlığını reddetmesi düşüncelerinin önemine parmak basıyor.

    Berrin Koyuncu’nun Gülen Hareketi konusunda vardığı neticeleri, Amerika Indiana Üniversitesi Orta Avrasya Bölümü’nde misafir öğretim üyeliği yapan sayın Bülent Aras da paylaşmaktadır. Middle East Quarterly dergisi’nin Eylül 98 sayısında yayınlanan makalesinde sayın Aras şu değerlendirmelere yer vermektedir

    Gülen, İslam’ın çok büyük oranda ferdî hayatı ilgilendirdiğini ve ancak bazı hükümlerinin devletle alâkalı olduğunu belirtiyor. O, İslam’ın devletle alâkalı yanına da çağdaş realitelerin ışığında yaklaşıyor. Bu da onu, demokrasinin şu an için en iyi yönetim biçimi olduğunu sonucuna götürüyor.

    Gülen, Anadolu halkının İslâmî anlayış ve yaşantısının başka ülkelerdekinden farklı olduğu görüşünde. Türkiye’de ibadet ve düşünce özgürlüğü olması gerektiğini de sık sık vurguluyor. O, toplum barışı için iki anahtar teklif ediyor: Hoşgörü ve diyalog. “Bu ülkede, ancak birbirimize hoşgörüyle davranarak barış ve güvenliği temin edebiliriz” diyor. (Alistair Bell, Turkish Islamic Leader Defies Radical Label, Reuters, 7 Ağustos 1991) Fethullah Gülen’e göre, kimse kimseyi ne bir dine bağlı, ne de ateist diye kınamamalıdır (The Turkish Daly News, 18 Şubat 1995). Onun hoşgörü ve diyalog konusundaki tavır ve düşünceleri sadece Müslümanları değil, Hıristiyanları ve Yahudileri de kapsıyor.

    Kabaca, 1997’den bu yana devam eden sürecin ülkede meydana getirdiği ağır atmosfere rağmen ve Gülen hakkında bir takım iddialara basamak yapılan Haziran 1999 tarihindeki kaset hadisesinden sonra da, görüşlerini aktardığımız bu yazar, bilim adamı ve gazeteci aydınların, bir-iki istisna dışında, hiç biri, görüşlerini değiştirmediler. Toktamış Ateş gibi, Gülen hakkındaki düşüncesinde herhangi bir değişikliğin olmadığını televizyon kanallarında açıkça ifade edenlerin yanısıra, başbakan Bülent Ecevit de, Gülen’in irtica ile alâkasının bulunamayacağını ve onun adıyla birlikte anılan, özellikle Orta Asya’daki eğitim faaliyetlerinin bölgede İran Şiiliğine dayalı köktenciliğin önünde set oluşturduğunu açıkça ifade etti.

    Fethullah Gülen’in aksiyonundaki hedefi irdelerken, yukarıda sözünü ettiğimiz, Haziran 1999’da bir medya bombardımanı halinde ortaya konan kaset hadisesine kısaca temas etmekte yarar görüyoruz. Fethullah Gülen’e ait olarak yayınlanan bu kasetlere dayanılarak, bazıları, Fethullah Gülen’in aslında devleti ele geçirme adına gizli gizli siyasî bir hedefe doğru yürüdüğü iddiasını seslendirdiler. Bu konuda yapılan yorumları ve Gülen’in cevaplarını bir tarafa bırakarak, sadece yayınlanan kasetlerin mahiyetine ve yayınlanma tarzına bakmak, iddiaların doğruluğu ve tutarlığı konusunda bize bir fikir vermeye yetecektir.

    Bu kasetlerden hareketle Fethullah Gülen hakkında Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi savcılığınca açılan davanın iddianamesine baktığımızda, kasetlerde ne türden kesintiler ve montajlar yapıldığını kolayca görebiliyoruz. Meselâ, iddianamede üzerine 9 rakamı konulan ve ATV’de yayınlanmış bulunan kasette, “Camiden çıkmış, unutmuş, başında takke var diye karakola götürülüyor ve orada ölüyor” cümlesinden sonra, aynı konuşmanın NTV’de yayınlanan (9 numaralı) çözümünde, “şef dönemi” deniyor. Bu ifadeyi, aynı kasedin ATV’de yayınlanan nüshasında bulmak mümkün değildir. Demek ki, kaseti yayınlayanlar, bu sözleriyle Fethullah Gülen’in, ihtimal Mustafa Kemal dönemini kasdettiği izlenimi vermek için, “şef dönemi” ifadesini çıkarmışlardır.

    Yine, aynı konuşmanın yer aldığı ATV’de yayınlanan kasette, “İmana ve Kur’ân’a hizmet düşüncesini evlerimizde gerçekleştirmeye çalışıyoruz” şeklindeki cümle, kasedin NTV’de yayınlanan çözümünde yer almamakta; aynı şekilde, ATV’de yayınlanan 8 no.lu kasette yer alan, “Allah, şimdilik Benim adım bu evlerden yükselsin ve Benim adım bu evlerde anılsın, kitaplar okunsun, Ben’den bahisler açılsın, geçmişte camilerde yapılan müzakereler yapılsın” ifadeleri, yine aynı kasedin NTV’de yayınlanan çözümünde bulunmamaktadır. Tersi olarak, bu kasedin NTV’de yayınlanan çözümünde, “o evlerin sâkinleri olarak, büyük dervişler gibi en mükemmel şekilde orucu, en mükemmel şekilde namazı, en mükemmel şekilde tefekkürü icra ederek, tekye ve zaviyede aranan manâyı tam temsil edemezseniz, Hz. Muhammed Mustafa’ya ihanet etmiş olursunuz” cümleleri, aynı kasedin ATV’de yayınlanan çözümlerinde yoktur.

    NTV’de yayınlanan 10 no.lu kasedin çözümünde, “Halk Partisi’nin yaptığı kötülüğü sizin tahmin etmeniz mümkün değil, yani benim çocukluğum, Halk Partisi yıkıldığı zaman bile 11 yaşındaydım. Çok fazla bilmem ama, bununla beraber benim gördüklerim bile 300 sayfalık kitap yapar... yani ben bugün diyorum, SHP, CHP, DSP canları cehenneme...” ifadeleri de çarpıtılmış ve değiştirilmiştir. Aynı sözler, 8 no.lu kasedin çözümünde şöyle yer almaktadır: “Halk Partisi’nin yaptığı kötülüğü sizin tahmin etmeniz mümkün değil, yani benim çocukluğum, Halk Partisi yıkıldığı zaman bile 11 yaşındaydım. Çok fazla bilmem ama, bununla beraber benim gördüklerim bile 300 sayfalık kitap yapar. O döneme ait. O zulüm dönemine ait, böyle bir dönemde o, istibdat altında esir iken diyor ki, ‘Bu işi yapan %5’tir. %95’i masumdur bu insanların.’ Evet... Bugün bence SHP, CHP, DSP canları cehenneme...” Bu sözlerin, CHP döneminin zulümlerinin, o partinin tamamına mal edilmemesi gerektiğini, o zulümleri işleyenlerin parti içinde yer alan %5’lik bir ekip olduğunu vurgulamak ve %95’lik bir çoğunluğu temize çıkarmak için söylendiği açıktır. Bu sözlerin aslı, “Bugün bence SHP, CHP, DSP canları cehenneme diyemezsiniz” olduğu ve sözün gelişi de bunun böyle olduğunu apaçık gösterdiği halde, her iki kasette “diyemezsiniz” çıkarılmıştır.

    Söz konusu kasetlerde, Gülen’in asıl maksadını açıkça ortaya koyan, yazılarında ve sohbetlerinde sık sık yer verdiği, “büyük dervişler gibi en mükemmel şekilde orucu, en mükemmel şekilde namazı, en mükemmel şekilde tefekkürü icra ederek, tekye ve zaviyede aranan manâyı tam temsil edemez*seniz, Hz. Muhammed Mustafa’ya ihanet etmiş olursunuz” türünden cümleler çıkarılmış, onun maksadını tam tersi yönde gösterecek müdahalelerde bulunulmuştur.

    Gülen hakkındaki spekülasyonları Türk medyasında en gerçekçi değerlendirenlerden biri Dr. Tankut Tarcan olmuştur. Tarcan, “Ecevit’in Gülen’e Bakışı Münasebetiyle Bir Bakışın Analizi” başlığı altında, Cumhuriyet’te Mustafa Balbay’ın bir yazısına cevap olarak kaleme aldığı yazısında, Gülen’le ilgili irtica iddiaları ve Gülen’in niyeti, ne yapmak istediği ve yarın ne yapacağıyla ilgili olarak şu görüşlere yer vermiştir:

    Bir akımı irtica ile suçlamak, önce irticadan ne anladığımızı açıkça ortaya koymakla mümkün olur. İrticadan kastımız, İslâm mıdır? Sayın yazar, her dinsel eğitimin irticaya dayanacağını var sayıyor. İndirgemeciliğe ve ucuzculuğa bundan daha görkemli bir örnek olamaz! Ya o eğitim veya anlayış, doğası gereği irticaya karşıysa? Demek istiyorum ki, günümüzde İslâm’ın örneğin bir terör dini olduğu, terörü yüreklendirdiği öne sürülüyor. Oysa, Kur’ân’da en ağır cezalar terör ve anarşi karşısında öngörülen cezalardır. Buna karşılık, bazı Müslümanlar terörist olabiliyorsa, bu İslâm’ın suçu olamaz. Aynı şekilde, bazılarının yanlış anlamalarından veya bazı ülkelerdeki sosyal-siyasal koşulların neden olmasından dolayı İslâm’ın çoklarınca siyasal bir ideoloji olarak algılandığı ve o şekilde kullanılmaya çalışıldığı bir realitedir. Fakat, İslâm’ı bunun tam tersi olarak algılayanlar ve onu erdemli bireyler yetiştirme sistemi olarak görenler, diğerleriyle aynı kategoriye mi konmalı? Yıllardır bilime karşı diye eleştirilen İslâm’ı, manevî veya ahlâkî ilkelerden soyununca, insanlığa yarar kadar zarar da getiren bilimle bir noktada birleştirmişsiniz ve bunu okullar açarak kanıtlamış ve hattâ dinsel duyguları bilime hizmetçi yapmışsınız. Bu, adeta bir tez düzeyine yükselmiş. Ülkemiz adına bundan gocunmanın anlamını kavramada doğrusu güçlük çekiyorum. Bilimi ve doğurduğu teknolojiyi, bütünüyle insanın yararına kullanmak, ahlâkî ilkelere bağlı bilim adamları ve devlete hizmet verecek yöneticiler - çalmayan, yolsuzluk yapmayan, yönetici olmayı halka hizmetçi olmak şeklinde değerlendiren memur ve yöneticiler - yetiştirmek; alkol, uyuşturucu ve şiddetten uzak, insanlara saygılı bir gençlik üzerinde durmak, karşı çıkılacak bir şey midir? Böyle bir şeye, eğer bir yanlış anlama veya yanlış bilgilendirmeden kaynaklamıyorsa, ancak hırsızlığın, yolsuzluğun, halka baskının, alkol ve uyuşturucu bağımlılık ve ticaretinin meydana getirdiği bataklığı kendi çıkarlarına daha uygun görenler karşı çıkabilir.

    Gülen’in yarın ne yapacağı, “100 kilometre ile değil de, 5 kilometre ile giden bir siyasal hareket” mi olup olmadığı konusunda karar vermek de gayet kolay.

    Gülen hareketi, İslâm tarihinde tasavvuf ve ilmî ekolden gelenlerin sürdüregeldiği bir harekettir. Ana özelliği gereği siyaset dışıdır. Yalnızca lâikliğin egemen olduğu günümüz sisteminde değil, İslâm’ın ad olarak da olsa siyasal iktidarda bulunduğu geçmiş dönemlerde de siyasete bulaşmama tezi üzerine oturan bir harekettir bu. İslâm fıkıh ekolleri önderlerinin hiç biri, hadisçilerin hiç biri, tefsircilerin hiç biri, önemli tasavvuf büyüklerinin hiç biri siyasete karışmamış, bu konuda daima bölücü değil, birleştirici olmayı yeğlemiş ve “Başınızdaki yöneticilere sövmeyin. Onlara dua edin. Siz iyi olursanız Allah da onları iyi eder. Siz kötü olursanız, onlar da kötü olur” şeklindeki Peygamber öğütleri çerçevesinde davranmışlardır. İlginçtir, Said Nursi, halifeliğin, daha lâyık oldukları halde, neden Peygamber ailesinden gelenlerde kalmadığı sorusuna yanıt verirken, “dünya saltanatı aldatıcıdır. Halbuki onlar, başka bir saltanata, âhiret saltanatına namzettiler. Bu yüzden, Allah onlara dünya saltanatını vermedi.” der. Gülen de aynı şekilde, siyasetle uğraşmayı, “bulunduğum mevkiden inmek kabul ederim, ben Allah’ın rızasını arıyorum, O’dan büyüğü yoktur” diyor. Fakat, bizim bazı aydınlarımız ve devlet çarkının bazı kanatları her İslâmî hareketi, siyasal bir hareket olarak görme yanlışına düşüyor. İslâm’ın siyasal bir hareket halinde algılanması, son yüzyılda, Orta Doğu’daki baskıcı rejimler karşısında başkaldıran insanların İslâm’ı adeta bir ideoloji olarak sunmalarından kaynaklanmıştır. Gülen hareketiyle Refah hareketi de zaten bundan dolayı anlaşamamakta, uyuşamamaktadır; siyasete yürüme stratejisi açısından değil, İslâm siyasal bir ideoloji olarak mı, bir “din” olarak mı algılanmalı noktasında uyuşamamaktadır; yani farklılık temeldedir; yüzeyde ve stratejide değildir

    Gülen hareketi, İslâm’ın İran veya Suûdî Arabistan varyasyonunun tersi olduğu ve bunlarla barışamayacağı en objektif bir gerçek iken, onunla Suudîler arasında bağlantı kurmak, sonra onu oradan ABD’ye uzatmak, ayıpların en büyüğü; bir gerçeği tam tersi olarak sunmaktan farksız. Kaldı ki, biz yıllardır Batılılaşmaya ve onun başı olarak Amerikalılaşmaya çalışmıyor muyuz? Amerika’nın “en sadık müttefiki” değil miyiz? Bir hareketi bir yandan İslâm’dan kaynaklanmakla suçlayacak, bir yandan en önemli özelliklerinden birini anti-Batıcı ve anti-Amerikancı olmak teşkil eden siyasal İslâm’la aynı görecek, bir yandan da onu Amerika bağlamında ele alacaksınız. Bu kadar çelişki, muhataba sadece saygısızlıktır. İnsanların kendilerine saygıları olmayabilir. Ama, onlardan muhataplarına saygılı olmayı beklemek, en azından üstlendikleri fonksiyonun ve insana saygının gereğidir.

    Kısaca: Gülen hareketi, Türkiye’nin yarınlara büyük bir ülke olarak yürümesinde destek olucu bir potansiyel sunmaktadır. Merak etmeyin, askerlik dışında ellerine hayatta silah almamış ve bıçak bile taşımayan insanların devleti ve ülkeyi ele geçirme davası gütmeleri için deli olmaları gerekir; şimdiye kadar, hiçbir zaman böyle bir söylevi seslendirmemiş, aksine tam tersini savunmuş ve silahla, örgütle, kavga ile, devrim gibi şeylerle ilgisiz insanların devleti ele geçirmelerinden korkmak için de, insanın ya aklından zoru, ya yetersiz bilgilenmiş veya kandırılmış, ya da başka çıkarlar adına hareket ediyor olması gerekir. Tarihte de bu şekilde hiçbir devlet ele geçirilmemiştir. Kur’ân, “fitne katilden beterdir” der. Bunu prensip edinmiş, ülke içinde her türlü “fitne”nin şiddetli karşısında olmuş, sürekli nizam, intizam ve asayiş demiş bir hareketin siyasal hesapları olmaz. (Ergün

  4. #4
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı

    FETHULLAH GÜLEN’İN AKSİYONUNDA CİHAD VE/VEYA TEBLİĞ

    Bugün, gerek tarihte uğradıkları anlam kayıp ve kaymalarından, gerek Müslümanların onları yanlış anlayıp yanlış temsil etmelerinden, gerekse İslâm’a karşı ve düşman çevrelerin, bu arada ve özellikle son asırlarda oryantalistlerin onları farklı görüp, farklı göstermelerinden dolayı, pek çok temel İslâmî kavram yanlış anlaşılmaktadır. Bu türden yanlış anlayışa kurban giden en önemli kavramlardan biri cihaddır.

    Rahatlıkla diyebiliriz ki, Fethullah Gülen’in aksiyonunun adı da cihaddır. İslâm’da ve onun terminolojisinde cihadın ne anlama geldiğine geçmeden önce, Fethullah Gülen, neden cihad ve tebliğ kelimelerini ön plana çıkarmaktadır, bu konu üzerinde kısaca durmakta yarar var.

    Önce şu hususu hemen belirtmek gerekir ki, Fethullah Gülen, dinî kimliği ön planda olan bir aksiyon insanıdır. O, ülkesine ve insanlığa hizmeti birinci derecede, dinî değerlerin yerli yerine oturması ve insanların hayatında kendilerine özgü gerçek fonksiyonu yerine getirmesinde görmektedir. Dolayısıyla onun, dinî kavramlarla konuşması gayet normaldir.

    İkinci olarak, her ilmin, hattâ her mesleğin kendine ait kavramları vardır. Bu kavramlar bilinmeden veya yerlerine başka kavramlar koyarak o ilim anlaşılamaz; anlaşılamadığı gibi, yanlış da anlaşılır. Bunun yanısıra, birden fazla ilim ve meslek dalında kullanılan kavramlar da vardır ki, bunların her ilim ve meslek dalındaki anlam ve muhtevaları bilinmeden, yine o ilim ve meslek dalı yanlış anlaşılmaktan kurtulamaz. Meselâ, ‘ameliyat’ veya artık Türkçe’de de kullanılan şekliyle ‘operasyon’ kelimesinin askerlikte, tıpta ve matematikte ayrı anlam ve muhtevası vardır. O, askerlik dilinde harekât (operasyon), tıpta ameliyat (operasyon), matematikte işlem manâsına gelir. Bunun gibi, eğer İslâm’ı doğru anlamak gerekiyorsa, bu takdirde o, kendi kavramlarıyla takdim edilmeli, fakat bu kavramlar anlam ve muhtevalarıyla çok iyi bilinip, yerli yerinde kullanılmalıdır. O bakımdan, Fethullah Gülen’in bir aksiyon olarak cihad ve tebliği ön plana çıkarması, normal olmanın ötesinde bir zorunluluktur.

    Bu kısa açıklamanın ardından, önce cihadın ne manâya geldiğine bakabiliriz:

    Cihad, Arapça cehd veya cühd kökünden isim olup, takat nisbetinde bir çabayı ifade eder (İsfahanî, 101). Dolayısıyla cihad, bizzat Fethullah Gülen’in tarifiyle, her türlü meşakkat ve zorluğa göğüs gerip, çalışmak, çabalamak ve gayret etmek gibi manâlara gelir. Cihad, yine Gülen’e göre ve terim anlamıyla, insanın kendi özüne ermesi veya insanların özlerine erdirilmesi işidir (İ’lâ-yı Kelimetullah veya Cihad, 13; Asrın Getirdiği Tereddütler 3, 186).

    Gülen, cihadla ilgili açıklamalarına şöyle devam eder:

    Peygamberlik, Allah tarafından bazı müstesna insanlara verilen bir pâye, bir meslektir. Onların işleri, Allah’ın anlatılması ve getirdikleri dinin tebliğ edilmesidir. Bu vazife, peygamberlik mesleğinin gereğidir. İnsanlar arasında birçok meslek dalı ve o mesleğin gerekli kıldığı bir çok vazifeler vardır. Bir berberin, bir marangozun, bir saracın veya başka bir meslek erbabının kendilerince ufuk-nokta kabul ettikleri bir gaye ve hedefleri mevcuttur; ve bulundukları yeri de hedefe göre değerlendirmeye tâbi tutar ve öyle kıymet verirler. Peygamberlik mesleğinde hedef şudur: Allah’ın tanıtılması ve insanlığın O’nu tanı*makla sonsuzluğu yakalaması, dünyaya gelirken iniş kavsiyesi (hele*zonik iniş çizgisi) çizen insanın, yeniden dönüp bir arşiye (helezonik çıkış çizgisi) çizerek Allah’a ulaşması.. şu fâni âlemde beka cilveleri göstermesi... yoklukta varlığa ait renkleri duyup hazzetmesi ve düşünceleriyle ebediyet gamzeden bir gökkuşağı olması... öyle zafer takı gibi bir gök*kuşağı ki, zafer taklarının altından bir kere geçilir ve gidilir. Ama, onlar gökkuşağından taklar gibi, saatler ve saatler geçilip gidilmeyecek şekil*de insanın başının üstünde tüllenir durur. İşte insan, böyle bir ebede namzet olarak gelmiştir ve insanda bu düşünce, duygu ve mahiyetindeki bu hakikatı tahakkuk ettiren de (gerçekleştiren) ancak nübüvvetin manâ*sını taşıyan ve nübüvvet vazifesini yerine getiren peygamberlerdir. Dolayısıyla peygamberlik mesleği, Allah yanında en nezih, en kudsî bir meslektir ki, Cenâb-ı Hakk, Zât-ı Ulûhiyeti’nden sonra onların risaletine dikkat çekmiştir. İşte böyle kudsî bir mesleğin en kudsî vazifesi de cihaddır. Mademki her meslek neticede varacağı ve elde edeceği noktaya göre değerlendirilecek ve o mesleğe değer atfettiren husus da varacağı netice olacaktır; öyleyse bu en mukaddes mesleğin vardırmak istediği noktaya vesile ve vasıta olan hareket tarzı da aynı seviyede mukaddes bir iş olacaktır. (İ’lâ-yı Kelimetullah veya Cihad, 39-40; Asrın Getirdiği Tereddütler 3, 188–89)

    Cihadı peygamberlik mesleğinin adı olarak değerlendiren ve bunun hedefini de, “Allah’ın tanıtılması ve insanlığın O’nu tanımakla sonsuzluğu yakalaması, dünyaya gelirken iniş kavsiyesi (helezonik iniş çizgisi) çizen insanın, yeniden dönüp bir arşiye (helezonik çıkış çizgisi) çizerek Allah’a ulaşması.. şu fâni âlemde beka cilveleri göstermesi... yoktan varlığa ait renklerle oynaması ve düşünceleriyle ebediyet gamzeden bir gökkuşağı olması” şeklinde tanımlayan Gülen, bir hadis-i şeriften hareketle, cihadı büyük cihad ve küçük cihad olmak üzere iki kategoride ele alır ki, bu ayrım, cihadın anlam ve muhtevasını bilmek için son derece önemlidir.

    Fethullah Gülen’e göre, insanın gücünü kullanarak, kendini zorlayarak, hayat akışına ters mânilere karşı göğüs gererek kendi özüne ermeye çalışması büyük cihad, buna karşılık, başkalarının da özleriyle bütünleşmeleri için gayret etmenin adı da küçük cihaddır. Allah Rasûlü’nün ifadesiyle büyük cihad, nefisle cihaddır ki, insanlığın temizlenmesi, saflığa ermesi, Allah katında arzu edilen niteliği kazanması, yani, âyetlerle zihnin yanlış kabullerden, yanlış düşüncelerden ve batıl inançlardan, ibadet, istiğfar (bağışlanma dileme), riyazet (az yeme, az içme, az uyuma…) gibi kendine özgü amellerle de kalbin günahlardan arınması, arınmış kalp ve zihinle Kitab’ın ve hikmetin öğrenilmesi ve gerekli daha başka bilgilerin kazanılması eylemidir. (İ’lâ-yı Kelimetullah veya Cihad, 19-35; Asrın Getirdiği Tereddütler 3, 194, 198-200)

    Cihadı, önceki bölümde anlamını verdiğimiz ve peygamberlerin gönderiliş gayesini ve misyonlarını açıklayan âyet çerçevesinde açıklayan Fethullah Gülen, bu konudaki açıklamalarını şöyle sürdürür:

    Peygamberler, insanların, gözlerinden perdeyi aralamak ve onların, Cenab-ı Hakk’ın âyetlerini okumalarını temin etmek için gönderil*mişlerdir. Böylece onların gönül ve kalblerindeki engeller yıkılacak; eşya ve hadiselere bakış keyfiyetleri tamamen değişecektir. İnsanların körlük ve sağırlık hesabına geçen günleri, peygamberlerin getirdikleri nur sayesinde bir manâ ve değer kazanacaktır. Evet, âyât-ı tekvîniyeyi (Allah’ın kâinat ve hayat için koyduğu ve bilimlerin konusu olan kanunlar) okuma ve anlama ancak onlarla mümkün olmuştur. Nebîdir insanları temizleyen ve onları özlerine erdiren. Çünkü insanlar madenler gibi işlenmeye muhtaçtırlar. Belli bir potada erimelidirler ki, üzerlerindeki işe yaramayan kısmı atarak arzu edilen keyfiyeti elde edebilsinler. İstenilen keyfiyet ise, hiç şüphesiz, Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu hüviyete kavuşmuş olmaktır. Bu hâle ermek ise, ancak nebîlerin irşadıyla mümkün olabilecektir. Onların eritici ve erdirici potasına girmeden saf ve som altın veya gümüş hâline gelmek asla mümkün değildir.

    Âyette dikkat çekilen bir husus da, Nebî’nin Kitab’ı ve hikmeti öğret*mesidir. Eğer Kitap’tan maksat Kur’ân ise – ki öyledir – hikmet Kur’ân’dan başkasıdır. Yani hikmet, Efendimiz’in Sünnet-i Seniy*yeleridir. Nebî, bunların ötesinde bir de bizlere, o güne kadar bilmediklerimizi öğretecektir. Kıyamete kadar gelecek insanların Nebî’den öğrenecekleri çok şey olacaktır... Şahsî hayat adına, kalb tasfiyesine giden yolları bizler, Allah Rasûlü’nden öğreniyoruz. O’nun talebeleri arasında öyleleri yetişiyor ki, Hz. Ali gibi, “gayb perdesi kalksa yakînimde bir artış olmayacak” diyebilenler... Şah-ı Geylanî gibi yerde iken gökteki esrarı sezenler.. Fudayl b. İyaz, İbrahim Edhem, Bişr-i Hafî gibi daha binler ve yüzbinler... İnsanlık, hayatın her sahasında, O’ndan bugüne kadar akıl erdiremediği birçok meseleyi öğrenmiş ve gelecekte de cehaletin bütün karanlıklarından O’nun getirdiği nur sayesinde kurtulup, ışık cümbüşleri arasında birer aydınlık tûfânı idrak edecek; ilim fen ve tekniğin doruğuna bu ışıktan merdivenlerle tırmanacaktır. (İ’lâ-yı Kelimetullah veya Cihad, 13; Asrın Getirdiği Tereddütler 3, 186)

    Daha sonra cihadın önemine temas eden Fethullah Gülen, küçük cihad ile ilgili olarak da şunları ifade eder ve iki cihad şeklini birbiriyle karşılaştırır:

    Küçük cihad, sadece cephelerde elde edilen bir cihad şekli değildir; (yani o, mutlak anlamda savaş demek değildir.) Bu şekilde bir anlayış cihad ufkunu daraltmak olur. Halbuki cihadın yelpazesi şarktan garba kadar geniştir. Bazen bir kelime, bazen bir susma, bazen sadece yüzünü ekşitme, bazen bir tebessüm, bazen bir meclisten ayrılma, bazen de meclise sadece dahil olma, kısacası, yaptığı her işi Allah için yapma, sevgi ve öfkeyi O’nun rızasına göre ayarlama, bütünüyle bu cihadın şümûlüne girer. Hayatın her sahasında, cemiyetin her kesiminde, onu (hayatı ve toplumu) iyileştirme adına sürdürülen her türlü gayret de, yine cihadın manâsına dahildir. Bu cihad bir manâda maddîdir. Manevî cepheyi teşkil eden büyük cihad ise, insanın iç dünyasıyla, nefsiyle olan cihadıdır ki, bunların ikisi birden yerine getirildiği zaman denge korunmuş olur. Aksine, bunlardan biri eksik olduğu zaman hakikattaki muvazene (denge) bozulur.

    Küçük cihad, dinin emirlerini fiilen yerine getirmek ve o mevzuda kendinden bekleneni eda etmektir. Büyük cihad ise, bu emirleri ihlâsla ve şuurla yerine getirme; kin, nefret, haset, benlik, gurur, kendini beğenme gibi varlığında ne kadar yıkıcı ve tahrip edici his ve duygu varsa, bütününe birden savaş ilan etme demek olup, hakikaten zor ve çetin bir cihaddır ki, bu zorluğu ve öneminden dolayı buna büyük cihad denmiştir. Eğer insan cihadı bütünüyle dışa karşı yapılan davranışlara bağlıyor ve bir iç murakabesinden uzak bulunuyorsa, o tehlike mıntı*kasına girmiş sayılır. Asr-ı Saadet’in insanı, harp meydanlarında kavga verirken arslanlar gibi dövüşür, gece olunca da hepsi birer derviş kesilir ve sabahlara kadar ibadet ve zikirle Cenab-ı Hakk’a kullukta bulunurlardı. Sanki onlar, gündüzleri gözleri hiçbir şey görmeyen o cengâverler değil de, bir köşede inzivaya çekilmiş zahidlerdi. (Asrın Getirdiği Tereddütler 3, 198, 206-208)

    Kısaca, Fethullah Gülen’e göre, İslâmî bir kavram olarak cihad, gerçek insan olma, potansiyel insan olmaktan kâmil insan olmaya yükselme eylemidir. Bu, imanla, ilimle ve insanın tabiatındaki her türlü menfî duygu, kötü huy ve tahrip edici arzularla savaşmakla mümkün olur. Dini ihlâsla, şuurla yaşamak bunun yoludur. Buna karşılık, insanın sadece kendisiyle meşgul olması bencillik olup, o, başkalarını da aynı hedefe yönlendirmeli ve bu konuda hem malıyla, hem de bizzat uğraşarak elinden geleni yapmalıdır. Bu ikinci iş ise, küçük cihaddır. Dolayısıyla, niyetinde samimi ve Allah için öğrencisine insanlığa giden yolları öğreten bir öğretmen ile, bu gayeye yönelik okul yaptıran insan, cihad yapan insandır. Aynı niyetle, aynı maksatla ve insanları gerçek kemalâta erdirme adına yapılan her iş, cihadın kapsamına girer. Bu her iki cihad şeklini, yani büyük ve küçük cihadı yerine getirebilen insan, gerçek ve olgun insandır. Bunlardan büyük cihadı yerine getirmeyip, dini hep başkalarına anlatılacak kurallar mecmuası gibi görenler kaybetmişlerdir. Çünkü onlar, eylemlerinde samimi, ayrıca başarılı da olamazlar. Buna karşılık, sadece kendisiyle meşgul olup, “kendisi için istediğini başkaları için de istemeyen”, dolayısıyla onların iyiliği için de çalışmayan, bir bencildir; zamanla büyük cihadın da başarıya ulaşamaz ve yosun tutan durgun sular gibi pas bağlar.

    Küçük cihadın önemli bir şekli, gerektiğinde cephelerde, dış düşmana karşı verilir ki, bu, bir insanlık realitesidir. İslâm, savaşı reddetmemiş, fakat onu sınırlamış, onun için kurallar getirmiş ve onu mukaddes bir hedefe bağlamıştır. Bu hedef ise, insanlarla Allah arasındaki, yani insanla hür vicdanı ve kalbi, iradî tercihi arasındaki engelleri kaldırmak; inanç hürriyetini sağlamak, Allah’a giden yolları açık tutmaktır. Bundan başka, fakat bunun boyutları olarak, bozgunculuğa meydan vermemek, adaleti sağlamak, vatanı savunmak; mal, can, aile sahibi olma ve akıl sağlığı gibi, temel insan hakları ve özgürlüklerini garantiye almak da, aynı hedefe dahildir. Aksi halde savaş, bir ayaklanma olur, bozgunculuk olur ve İslâm, yeryüzünde bozgunculuğun olmamasını ister. Fethullah Gülen, bu konuda ise şunları ifade eder:

    Efendimiz (s.a.s.) bir hadislerinde yine bu iki cihadı bir arada zikreder: “İki göz vardır ki, Cehennem ateşi görmez: Harp meydanları ve cephelerde nöbet tutan askerin gözü ve bir de Allah korkusundan ağla*yan göz.” Sınır boylarında veya harp meydanlarında, en tehlikeli anlarda nöbet tutarak uykuyu terkeden insanın cihadı maddî cihaddır. Bu cihadı yapan insanın gözü Cehennem ateşine maruz kalmayacaktır. Bir de manevî ve büyük cihadı yerine getiren göz vardır ki, o da Allah korkusundan ağlayan gözdür. Evet, bu iki göz de Cehennem’i ve onun azabını görmeyecektir. Allah korkusuyla ürperip ağlayan göz; düşmanın geleceği yerleri gözetleyen, nöbet bekleyen, memleketin başına gelecek felâketler karşısında göğsünü siper eden, müesseseler kuran, yaşatma zevkiyle yaşama hazzından uzak kalan insanların gözleri Cehennem ateşi görmeyecektir. Bu itibarladır ki, sadece meseleyi, sağda-solda diyalektik yapıp, millete bir şey anlatma şeklinde cihad yapıyorum zannedenler, anlattıklarını ne ölçüde tatbik ettiklerini kontrol etme*yenler, sadece vakit öldürüyor ve bir de kendilerini aldatıyorlar demek*tir. İçlerini zapt u rapt altına alamamış, riyanın burnunu kıramamış, kendini beğenmeyi ayaklar altına alıp ezememiş, başkalarına iş buyur*mayı ve gösteriş yapmayı omuzlarından silkip atamamış insanların yaptığı dış müdahaleler huzursuzluk kaynağı ve kuru gürültü olmaktan başka bir şey ifade etmeyecektir. Meseleyi yalnız manevî cihad şeklinde ele alan ve “kendi kavgamı vermeden başkalarıyla uğraşmam doğru olmaz” deyip, bir köşeye çekilenler, çekilip nefsine derece kazan*dırmayı her şeyin üstünde görenler ve dışa karşı yapılan mücahedeye iştirak etmeyenler, bunlar da en hafif ifadeyle, İslâm’ı yogileştirme gayretine düşmüşler demektir. (İ’lâ-yı Kelimetullah veya Cihad, 13; Asrın Getirdiği Tereddütler 3, 215–17)


  5. #5
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı

    Tebliğ

    Fethullah Gülen’in, aksiyonuna ad olarak kullandığı bir diğer kavram ‘tebliğ’dir. Cihad gibi, bu kavram da tamamen Kur’ânî bir kavram olup, İslâmî terminolojide önemli bir yere sahiptir.

    Tebliğ, sözcük olarak, “gerek yer, gerek zaman, gerekse nitelik açısından maksada ulaşmak, sona varmak, nihayete ermek” manâlarına gelen Arapça ‘Be-Le-Ğa’ fiilinden türemiş bir masdardır (İsfahanî, 60). Kavram olarak ise, Allah’ın vahyini insanlara en mükemmel ve onların en iyi derecede anlayıp, idrak edecekleri ölçüde ulaştırmak demektir.

    Fethullah Gülen, tebliğ üzerinde hassasiyetle durur. Ona göre tebliğ, bir açıdan cihadın bir boyutuyla eş anlamlı olarak, her peygamberin varlık gayesidir Peygamberler, Biz neyiz? Nereden geliyor ve nereye gidiyoruz? Bu yolculuğumuzda rehberimiz kimdir? şeklinde bütün filozofları ve düşünürleri meşgul eden soruları cevaplandırmış, bize hayatın gayesini, ölümün hakikatını öğretmiş ve bunlarla ilgili olarak bütün endişe ve korkularımızı gidermişlerdir. İşte onların bu gerçeklerle ilgili mesajları insanlara iletmeleri, varlıklarının gayesi olup, bu yaptıkları işe tebliğ diyoruz (Sonsuz Nur 1, 200-201).

    Tebliğ’in önemli bir cephesi veya boyutunu “Emr-i bil-maruf, nehy-i anil-münker”, (yani, toplumda iyilikleri yayma, kişileri bu iyiliklere teşvik etme ve kötülüklerin önünü alma ve kişilerin onlardan uzaklaşmasını sağlama) görevi oluşturur. Fertlerin ve toplumların hayatiyeti için son derece önemli olan bu görev ihmal edilirse, toplumda kötülükler yayılırken, iyilik ve güzellikler kaybolmaya yüz tutar. Şüphesiz bu görevi yerine getirmenin kendine özgü yöntemi olup, Osmanlılardaki ihtisap müessesesi gibi, tarihte bu maksatla kurumlar oluşturulmuştur. Bu görevi yerine getirmenin çok önemli bir yolu veya boyutu nasihattır ki, bir hadis-i şerifte (Peygamberimizin sözü), “Din nasihattır, din nasihattır, din nasihattır” buyurulur. Yani din, fertlerin ve toplumun hayatında nasihatla hayatiyetini koruyabileceği gibi, ferdler ve toplum da sürekli nasihata, hatırlatmaya muhtaç olup, ancak bu şekilde pörsümeden canlı olarak kalabilir. Hadisin devamında, nasihatla başka bir gaye ve herhangi bir menfaat güdülmeyip, onun Allah ve Rasûlü için yapılması ve onunla Allah ve Rasûlü’nün insanlara anlatılıp sevdirilmesi gerektiği, ayrıca, idareciler dahil, herkese nasihatta bulunulabileceği, bulunulması gerektiği ifade edilir (Buhari, “İman”; Müslim, “İman”, HN: 82).

    Fethullah Gülen, tebliğle birlikte, iyiliği yayma, kötülüklerin önünü alma vazifesi ihmale uğrayınca toplumun maruz kalacağı musibetleri Peygamber Efendimiz’den şöyle nakleder:

    – Nasıl olacak haliniz, kadınların açılıp saçılarak sokağa döküldüğü, kötülüklerin her tarafta yayıldığı ve hakkı söylemenin terk edildiği gün?

    Mü’minler topluluğunda bu tür şeylerin olabileceğine ihtimal vermeyen Sahabe, hayretle sordu:

    – Bunlar olacak mı ki ya Rasûlellah?

    Allah Rasûlü (s.a.s), “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, daha şiddetlisi de olacak” buyurunca, etrafa garip bir hava çöktü ve Sahâbe dehşet içinde yeniden sordu: “Bundan daha şiddetlisi nedir ya Rasûlellah?” Bunun üzerine İnsanlığın İftihar Tablosu, “Bütün kötü*lükleri iyi ve bütün iyilikleri kötü gördüğünüz gün hâliniz nice olacak bir bilseniz?!” buyurdular.

    Tebliğe ait vazife yapılmayınca izzet, şeref ve haysiyetin yerini zillet ve hakaretin alacağı muhakkaktır. Fıtrat kanunları çiğnenirse, bunların neticelerine de katlanmak gerekir! Bu hep böyle olmuştur, akl-ı selim sahibi kimselerin başka şey beklemeleri de düşünülemez. Bu yüzden, bunları vicdanına sığdıramayan Sahabe, hayretle bir daha sordu:

    – Bu da olacak mı ya Rasûlellah? Yani iyilikler men edilip, kötülükler emredilecek mi?

    – Daha şiddetlisi bile olacak!

    – Bundan daha şiddetlisi de nedir, Ey Allah’ın Rasûlü?

    – Kötülükler karşısında susup ve bizzat onu teşvik ettiğiniz gün vay halinize! (Yani, çoluk-çocuğunuzu akıntıya saldığınız, onları başıboş bıraktığınız, hattâ onlara halinizle, dilinizle, davranışlarınızla kötülüğü emrettiğiniz zaman.. daha da kötüsü neslinize Allah’ı unutturduğunuz ve Peygamber’i gönüllerden sildiğiniz gün hâliniz içler acısı demektir.)

    Artık Sahâbe’de hayret ve şaşkınlık son haddine varmış, dizlerde derman kalmamış, göğüsler daralıp, nefesler tıkanmaya başlamıştı ki, dermansız, bitkin ve titrek bir sesle:

    – Bu da mı olacak ya Rasûlellah?

    – Evet. Hattâ ondan da şiddetlisi olacaktır. Allah (c.c)’a yemin ederim ki, O şöyle buyurur: “Celalime yemin olsun ki, bu duruma gelmiş bir cemiyetin içine çağlayanlar gibi fitneleri salıveririm...” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid’den, İ’lâ-yı Kelimetullah veya Cihad, 114–16 )

    Fethullah Gülen’in tebliğ üzerinde hassasiyetle durması, hakkında açılan davanın iddianamesinde, onun güya devlete yürümesinin bir delili gibi sunulmaktadır. Oysa, Gülen’in tebliğle neyi kasdettiği ve tebliğin gayesi olarak neyi gördüğü eserlerinde gayet açıktır. Meselâ:
    Seyyid Şerif imanı şöyle tarif ediyor: “İman, insanın aklını kullanması veya âfâkî (dış dünya üzerinde)ve enfüsî (kendi iç dünyasında) tefekkür neticesinde Allah’ın, insanın içinde yakacağı bir meşaledir.” Öyleyse Nebî’nin ve dava-yı Nübüvvet’in varisleri olan tebliğ ve irşad erlerinin esas vazifesi bu meşaleyi tutuşturmak olmalıdır (Fasıldan Fasıla 2, 55).
    Allah Rasûlü (s.a.s.) en inatçı, küfre âdeta kilitli insanlardan bile hiç ümidini kesmemiş ve fasıla vermeksizin tebliğ ve irşadına devam etmiştir. Bizim için esas olan Allah’a bir insan kazandırma, insanların küfr-ü mutlakını kırarak, onlara âhiret duygusunu aşılamadır. Bence bir insana bağışlanabilecek en büyük hediye de, işte bu olsa gerek. Bu da ancak, küreselleşen ve gün geçtikçe küçülen bir dünyada, diyalog ile, müsamaha ve mülâyemetle (yumuşaklık) olacak şeylerdendir (Fasıldan Fasıla 2, 152).

    Yaptığımız tebliğ ve irşad faaliyetleri ile, Rabbimizin bizden razı olacağı hususunda vicdanlarımız iman ve itminan içinde. İşte Cennet’te bile yeni bir ufuk, ulaşılacak yeni bir merhale olan rıza makamına talip olan bizlerin, ne siyasî, ne idarî, ne askerî, ne de daha başka dünyevî şeylere talip olmamız düşünülemez. Bu payeyi bırakıp da hükümdarlık, başbakanlık, milletvekilliği vs. dememiz bir tenezzül (inme, alçalma) ifadesidir (Fasıldan Fasıla 3, s:137).

    Bizim esas vazifemiz; müttakînden (Allah’a tam itaat edenler), zâhi*dînden (dünya zevklerine önem vermeyenler), mukarrabînden (Allah’a yakın olanlar), râdiyyînden (Allah’tan razı olanlar), mardiyyînden (Allah’ın kendilerinden razı olduğu kimseler), mahbûbînden (Allah’ın sevdikleri), muhibbînden (Allah’ı sevenler), safiyyînden (kalbleri tertemiz olanlar), ulemâdan (âlimler), sülehâdan (her yaptıkları sağlam, doğru ve sulh için olanlar) olmaktır. Evet, a’zamî takvayı, a’zamî ihlâsı, a’zamî verayı (en küçük günahlardan, hattâ bazı mübahlardan kaçınma) hedefleyip onlara ulaşmaktır. Hâl böyle iken, şimdilerde bütün bunlar bizim kavlî (dille yapılan) dualarımızda vird-i zebânımız (sürekli tekrarımız) değilse ve bunları fiilen yakalamaya çalışmıyorsak; hattâ geceleri gündüzleri bu istikamette değerlendirmiyorsak, vücudumuzun mikroplara karşı mukavemeti yok demektir (Prizma 2, s:106).


  6. #6
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı

    FETHULLAH GÜLEN’İN AKSİYONUNDA TEMEL İLKELER

    Fethullah Gülen, aşağıda ayrı başlıklar halinde ele alınacağı gibi, ister eğitim alanında, ister hoşgörü-diyalog alanında, isterse zihnî ve kalbî eğitim alanında olsun, aksiyon adına bir takım temel ilkelerin üzerinde önemle durur. Bunları, belli başlıklar altında şu şekilde özetleyebiliriz:

    Hedefe sadece Allah’ın rızasını yerleştirme: ihlâs
    “İnanan insanlar, her şeylerini Allah’ın rızasını kazanma etrafında bir dantela gibi işlemelidirler. Kaldı ki, zaten aksi düşünce, (haşa) Allah ile pazarlık manâsına gelir. Yani “ben bu şekilde çalışırsam, idarî sistem de böyle böyle olur ve olmalı..” gibi, kulluk anlayışına olabildiğince ters, yakışıksız şeyler içine girilir. Ve tabii ki, bir kere böyle bir fasid daireye giren insanın da artık ondan kurtulması çok zordur” (Prizma 1, 84–5)) diyen Fethullah Gülen’e göre insan, yaptığı her işte Allah’ın rızasını kazanmayı hedef almalı; yani her yaptığını Allah için yapmalı, ondan dünya adına en küçük bir çıkar, tanınıp-bilinme, kendisinden bahsedilme gibi gayeler beklememelidir. Bunun adı, İslâmî literatürde ihlâstır. Eğer, özellikle din adına yapılan bir işte ihlâs yoksa, yani o işte sadece Allah’ın rızası gözetilmiyorsa, o işle beklenen gayeye ulaşılamayacağı gibi, o işte başarılı bile olma, kişiye âhireti adına hiçbir şey kazandırmayacaktır. Gülen, bu konuda şöyle der:

    Hedefte Allah’ın rızasının olması, her mü’min için bir kemal mese*lesidir. Ve bu konuda ölçü şudur: İnsan, yaptığı her şeyi emredildiği için yapmalı, her işinde Allah’ın hoşnutluğunu hedeflemeli ve yapılan işlerin neticesini de burada değil, ötede beklemelidir. İşte halis kulluk!. Bütün mesele de bu kulluğu yakalamaktır. Böyle bir kulluk için halis niyet şarttır. Niyet, yani belli bir düşünceye programlanmak, bazen amelden de öte tesirli bir iksirdir. Mükemmel niyet, mükemmel insanların şiarı; avam için ise zorlardan da zor bir gaye. Elbet insan kendini zorlamalı.. olabildiğince zorlamalı ki, niyetle aynı çizgide, hattâ ondan da öte imana ermek ve bu imanla rıza makamını elde etmek mümkün olabilsin. Şahsî çıkarlardan arınmak, menfaat düşüncelerini kafadan çıkarıp atmak, tenperverlikten (rahat düşkünlüğü) sıyrılmak ve daima ruhu kanatlandırıcı ideallerle meşgul olmak.. ve bunlardan da önce, Allah’ı bilip tanımada her an ayrı bir marifet peteği örmekle meşgul oluyor gibi fikrî, ruhî ameliyede bulunmak, işte rızaya ulaştıracak vesilelerden sadece birkaçı.! Rıza, makamların en büyüğüdür ve Peygamberâne bir azim ister. Yani bütün mülahazaları kafadan çıkarıp atma ve hayatı Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğuna göre planlama, dizayn etme. İşte rıza ve işte rızadan gaye..! (Fasıldan Fasıla 2, 30-31)

    Görevi yapıp, neticeyi Allah’a bırakma

    Fethullah Gülen, insana düşenin, neyi yapması gerekiyorsa hâlis niyetle onu yapması ve neticeyi Allah’a bırakması olduğu üzerinde de hassasiyetle durur. Ona göre, yapılan işlere şahsî kaprisler ve arzular karışmamalı, yapılması gereken ne ise ve nasıl yapılması gerekiyorsa, o iş o şekilde yapılmalıdır. Eğer insan, işe kendi arzu ve kaprislerini karıştırırsa, hataya düşebilir, niyetindeki duruluk bozulabilir ve neticede ortaya bir kaos çıkar.

    İkinci olarak, başkalarına hidayet verme, onların düşünce, davranış, inanç ve yaşayışlarını değiştirme insanın elinde değildir. Kalpler, Allah’ın ‘Eli’ndedir; hidayet eden, insanları doğruya yönelten O’dur. Fakat burada insana düşen bir görev vardır ki, o, cihad ve tebliğ konusunda üzerinde durulduğu gibi, doğru olan mesajı başkalarına götürmek için meşru olan her yolu kullanmalıdır. Bundan sonrası Allah’a kalmıştır: O, dilerse, karşıdakilerin kabiliyeti varsa, mesajı onlara kabûl ettirir, dilemezse, karşıdakilerin kabiliyeti, o konuda bir iç yönelişi yoksa, kabûl ettirmez. Kur’ân-ı Kerim’de, bu konuda Peygamber Efendimiz’e bile, “Sen, sevdiğine hidayet veremez, onu doğruya iletemezsin; fakat Allah, dilediğine hidayet verir” (Kasas/28: 56) buyurulur. Gülen’e göre, nice peygamberler, mantık ve muhakeme, ilham ve vâridat (kalbe doğuş) insanları gelip-geçmiştir ki, arkalarından bir-iki kişi ya gitmiş ya da gitmemiştir; “zira iman, kulun kalbinde Allah’ın yaktığı bir ışıktır ve bunu yakmak da sadece ve sadece O’na aittir.. evet onu ancak O yakar. Kimse, başka türlü düşüncelerle, vehimlerle ve ileriye dönük beklentilerle bu işi bulandırmamalıdır.”

    Evet, insan kendine düşeni yapmalı, Cenab-ı Hakk’ın işine karışmamalıdır. Toprağa tohum atmak insan görevi, ona güneşin ısı ve ışığını gönderme, ona neşv ü nema verme ise Cenab-ı Hakk’ın işidir. (Fasıldan Fasıla 1, 102).

    Gaye ve vasıtayı çok iyi belirleme
    Fethullah Gülen, her işte ve hamlede, önce hedef ve maksadın çok iyi belirlenmesi gerektiğini belirtir. Yukarıda ifade edildiği gibi, her insanın hedefinde, öncelikle Yüce Yaratıcı ve O’nun hoşnutluğu olmalıdır. Yoksa, araya çeşitli putların girmesine, batılın hak görünmesine, heva ve hevesin fikir suretine bürünmesine ve gaza namıyla cinayetler işlenmesine gidilebilir...

    Hakk’ın hoşnutluğu istikametinde yapılan işlerin zerresi güneş, katresi derya ve bir ânı ebedler kıymetindedir. Vesile ve vasıtaların kıymeti, maksada ulaştırıcılığı ve ulaştırmadaki arızasızlığı ölçüsündedir.

    İslâm, gayeye giden her yolu meşru görmez; gaye meşru olduğu gibi, ona giden yol da meşru olmalıdır. Gayr-ı meşru yol, insanı hedefin aksine götürür. Dolayısıyla, bir Müslüman, hedefe varacağım diye her yolu deneyemez. Önemli olan, gerekeni gerektiği şekilde ve meşru çerçevede yapmaktır. Vasıta, meşru olmanın da ötesinde, hakka saygıyı ve hakikat düşüncesini geliştirici özellikte olmalıdır. Ayrıca, zamanla gayenin unutulup, vasıtalarda boğulma da söz konusu olabilir ki, bu, yolda yürüme adına büyük bir tehlikedir. Bir mimarî şaheseri olarak bir mabet yapılabilir; fakat bu, kubbesi altında bir araya gelen cemaatte sonsuzluk düşüncesini mayalamıyorsa, değeri ancak maddî yapısı ve malzemesi kadardır. Bir okul, öğrencilerini ümit ve inançla şahlandırmıyor, bilgi ile kanatlandırmıyorsa, o, ancak insanın yolunu kesen bir tuzak olabilir. Büyük küçük her müessese kurucusu, o müessesenin kuruluş gayesini, varoluş hikmetini sık sık hatırlamalıdır ki, iş hedefinden saptırılmasın ve semereli olsun. Hedef ve kuruluş gayesi unutulmuş mabetler, yuvalar, okullar, tıpkı yaratılış gayesini unutan bir insan gibi, kendi zararına ve ters bir çizgide işler durur.

    Gülen’in üzerinde önemle durduğu bir diğer nokta, insan, düşünce tekel*ciliği ile, doğruyu yalnızca kendinde ve kendisiyle aynı düşüncede olanlarda görmemeli, başka düşüncelere de hayat hakkı tanıyıp, onları da mutlaka nazara almalıdır. Özellikle, aynı inanç, aynı duygu ve düşünceyi paylaşan insanlara karşı duyulan kin ve nefretler, hedef ve gaye düşüncesinden mahrumiyetten başka bir anlam ifade etmez. Kâinatın çarkının kendi bozuk hendesesine göre dönmesini düşünenler, nefsin âzat kabul etmez kölelerinden başka bir şey değildirler. (Ölçü ve Yoldaki Işıklar, 193–94)

    Müsbet hareket ve reaksiyoner değil, aksiyoner olma

    Yukarıda da değinildiği gibi, Fethullah Gülen, reaksiyonerliğe, yani tepki*ciliğe şiddetle karşıdır. Ona göre, reaksiyoner hareketler, karşı tarafın nefretiyle oturup-kalkmaya, buğz ve kinle hareket etmeye sebep olur. Bu hareketler, birer gayr-ı memnunlar hareketi olup, arkada ancak hasret, hicran ve enkaz bırakır.

    Gülen, “bu milletin bugünü ve yarını adına ne yapılırsa yapılsın, tahrip hesabına olmamalıdır ve ne olursa olsun, bu ülkenin birlik ve dirliğine zarar vermemelidir. Yani yapalım derken, nesiller boyu tamir edilemeyecek yıkma*ların içine girilmemelidir. Aksi takdirde, hem maksadımızın aksiyle tokat yer, hem gelecek nesillerin lânet ve nefretine uğrar, hem de ukba adına çok şeyleri kaybedebiliriz” uyarısında bulunur.

    Reaksiyoner veya tepkici değil aksiyoner olmanın, bir başka ifade ile, yapılması gerekeni yapma, inşa ve tamir ile meşgul olup, asla tahriple uğraş*mamanın adı “müsbet hareket”tir. İşte bu esas, Gülen’in aksiyonunun en önemli özelliklerinden biridir. O, sık sık, “Ey iman edenler! Size düşen, kendinize bakmanız, ne yaptığınızı, ne ile meşgul ve ne durumda olduğunuzu kontrol et*menizdir. Siz, doğru çizgide olduğunuz sürece, sapıp gidenlerin sapması size zarar vermez” anlamındaki Maide Suresi 105’inci âyeti okuyarak, müsbet dav*ranışı hatırlatır ve “Önemli olan ve yapılması gereken, karanlığa sövmek değil, bir mum yakmaktır” der. (Prizma 1, 83–4; Ruhumuzun Heykelini Dikerken, 33)


  7. #7
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı

    Kolektif şuur ve meşveret (danışma)

    Fethullah Gülen için, kolektif şuur ve meşveret (danışma), herhangi müsbet bir hareket için vazgeçilmez öneme sahiptir. O, kolektif şuuru, şahsî çıkarları yerine toplumun menfaatlerini düşünen, toplumun bugünü ve yarınıyla bütün*leşmiş; ümit, vefa, ihlâs ve samimiyet üzere yürüyen; şöhret yerine mahviyet, tevazu ve hacaleti (kusurları ve yapamadıklarından dolayı sürekli utanç duyma) ve kendini düşünme yerine başkalarını düşünmeyi esas alan görev ve ideal in*sanlarının ortak aklı olarak değerlendirir. Bu akıl, her işinde Allah’a dayanmakla beraber, giriştiği her işte tedbir hatası yapmayan ve gerekli bütün sebepleri yerine getiren, çevresinde olup bitenler karşısında son derce duyarlı, ne dünyevî ne de âhiretle alâkalı işlerde duygusal davranmayan, hamle ve hareketlerini Allah’ın hoşnutluğu terazisinde tartan, eşya ve hadiselerle zıtlaşmayan, hayat ve kâinatla ilgili, bilimlerin konusu olan İlâhî kanunlara uygun hareket eden bir akıldır (Yeşeren Düşünceler, 99-102).

    Meşvereti “en hayâtî bir vasıf, en esaslı bir kural” olarak gören Gülen’e göre danışma, herhangi bir hususta verilecek kararların isabetli olabilmesinin ilk şartıdır. “İyiden iyiye düşünülmeden, başkalarının fikir ve tenkitleri alınmadan fert ve toplumla alâkalı verilen kararlar, çok defa hüsran ve fiyasko ile neticelendiği görülmüştür” diyen Gülen, kendi düşüncelerine kapalı ve başkalarının fikirlerine de saygılı olmayan birinin, üstün bir fıtrat, seviyeli bir dimağ, hatta dâhi bile olsa, her düşüncesini meşverete sunan sıradan ve düz bir insana göre daha çok yanılmalara maruz kalacağı görüşündedir. O, en akıllı insanın, meşverete en çok saygılı ve başkalarının düşüncelerinden de en çok yararlanan insan olduğunu savunur. Gülen, daha da öte gider ve “iş ve planlarında kendi fikirleriyle yetinen, hattâ onları zorla diğer insanlara da kabul ettirmeye çalışanlar, önemli bir dinamizmi elden kaçırdıkları gibi, çevrelerinden de sürekli nefret ve istiskal görürler. Evet, bir insanın teşebbüs ettiği herhangi bir işinde en güzel neticelere ulaşmasının ilk şartı meşveret olduğu gibi; onun kendi gücünün kat kat üstünde önemli bir kuvvet kaynağına sahip olmasının yolu da başka değil yine meşverettir. Evet, herhangi bir işe teşebbüs etmeden evvel, her türlü danışma ve araştırma yapılmak sûretiyle, sebepler bazında ve tedbir planında kusur edilmemelidir ki, neticede kaderi tenkit ve çevreyi suçlama gibi, musîbeti ikileştiren zararlı davranışlara girilmesin” der (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 154–55; Ruhumuzun Heykelini Dikerken, 38–9).

    Bazıları, Fethullah Gülen’in çevresinde bir hiyerarşinin olduğunu ve bu hiyerarşide ferdî düşüncelere yer olmadığını iddia etmektedirler. Oysa bu, doğru değildir. Danışmayı sürekli vurgulayan Gülen, dönemin, ferdî dehalar değil, kolektif şuur dönemi olduğu üzerinde hassasiyetle durur. O, kendisiyle ilgili meselelerde bile, etrafına, bilgi ve samimiyetine güvendiği kişilere mutlaka danışır. Hiçbir şeyi, hiçbir işi empoze etmez; ancak kişilere mal olmuş, zihinlere ve kalplere yerleşmiş düşünce ve niyetlerin uygulanabileceğine inanır. Dola*yısıyla, fikri olan herkes, onun karşısında fikrini söyleyebilir. Bu bakımdan, Gülen ve onun düşüncelerine yakınlık duyan insanlar arasında herhangi bir hiyerarşiden bahsetmek mümkün değildir. Nitekim, adı bu insanlarla birlikte anılan kurumlarda bazı bayan öğretmenlerle birebir görüşme ve röportaj yapan Elisabeth Özdalga da aynı sonuca varmaktadır:

    “Gülen cemaati”nin bir parçası olmak, bireylerin otoriter bir liderliğin elinde pasif aletler olduğu anlamına gelmiyor. Gülen’e atfedilen yapı içinde totaliterliğe yer yok. Kendileriyle görüştüğüm Zeynep, Ayşe ve Hatice, bireysel inisiyatif ve otonomiye sahipler. Her biri, çalıştıkları kurumda, kendine güven içinde ve bağımsız bireyler gibi davranıyorlar. (Following in the footsteps of Fethullah Gülen: Three woman teachers tell their stories: Georgetown Üniversitesi’nde yapılan sempozyuma sunulan tebliğ.)

    Bu tesbiti yapan Özdalga, sadece ahlâkî bir hiyerarşiden bahsediyor ki, bu da, yerinde bir tesbittir. İslâm, kişiler arasındaki üstünlüğü takvaya, yani bilgi, iman ve ahlâktaki mertebeye bağlar ve kişileri hayırlarda yarışmaya çağırır. Dolayısıyla bu prensip, İslâm toplumlarında, bilhassa Müslüman-Türk toplumunda aile ve toplum düzeninde olağanüstü güzellikte karşılıklı sevgi, saygı ve yardımlaşmayı doğurmuştur ki, eğer Gülen’in düşüncelerini şu veya bu şekilde ve ölçüde benimseyen insanlar arasında böyle bir sevgi, saygı görülüyor ve bu bir hiyerarşi olarak algılanıyorsa, hiç kuşkusuz bu, ahlâkî hiyerarşidir; yoksa, iddia edildiği gibi cemaat veya teşkilat hiyerarşisi değildir. Kaldı ki, Gülen’i en çok rahatsız eden hususlardan biri, hiyerarşi düşüncesi, kişilerin başkalarından üstün oldukları vehmi, “önde veya abi olma” duygusudur.

    Bazıları bir hiyerarşiden söz ederken, Fethullah Gülen, kendisi ve düşüncelerine saygı ile, tavsiye ve teşviklerine önem veren insanlar hakkında ‘cemaat’ kelimesinin kullanılmasını bile kabul etmemektedir. Ona göre, benzer fikirler taşıyan, bilhassa aynı dine inanan insanların tabiî olarak bir araya gelmesi ve kanunlar çerçevesinde olmak kaydıyla, birlikte bir takım faaliyetlerde bulunması gayet tabiîdir. Meselâ, bayram namazı vacip bir namazdır ve ancak cemaatle kılınabildiğinden, Müslümanlar, bu namazı kılmak için camide kendiliklerinden bir araya gelir ve bir cemaat oluştururlar. Cuma namazı farzdır ve yine ancak cemaatle kılındığından, Müslümanlar Cuma günleri kendiliklerinden camide bu namazı eda ederler. Hacc’a gücü yetenler ve gitmek isteyenler, hiçbir teşkilat veya zorlama olmadan, Hacc’a gider ve milyonlarca Müslüman Hacc’da bir araya gelir. Hıristiyanlar pazar günü kilisede, Yahudiler ibadetleri için sinagogda toplanırlar. (Aksiyon, 6-12 Haziran 1998)

    Peygamberimiz (s.a.s.), bir hadis-i şeriflerinde, “Bir yolculukta üç kişi olduğunuz zaman, aranızdan birini imam seçin” buyuruyor. İmam, rehber demektir; İslâm’da cemaat halinde bulunmak ve namazları cemaatle kılmanın büyük değeri vardır. Bu bakımdan, Müslümanların bir arada olması, yine bir hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, bir vücudun organları şeklinde birbirlerine destek verip, birbirlerinin dertleriyle dertlenmeleri çok tabiî ve İslâm’ın özünden kaynaklanan bir olgu olup, kastedilen anlamda bir cemaat oluşumu demek değildir.

    Doğru ve güvenilir olma
    Fethullah Gülen, “doğruluk, peygamberliğin mihveridir” der. Peygam*berlik, doğruluk yörüngesi üzerinde hareket eder. Peygamberler, gerçek dışı hiçbir söz söylemedikleri gibi, aldatma, kandırma gibi bayağı huy ve davranışlar da onların semtine uğramaz. Dolayısıyla, doğru olma, doğrularla beraber olma, aksiyonun en önemli ve aslî temellerinden biridir.
    Doğruluk gibi, emanette emin ve emniyet insanı olma da, hem İslâmî-insanî bir haslet, hem de aksiyonda temel prensiplerden biri olarak, yine çok büyük öneme sahiptir. Fethullah Gülen’in düşüncesinde ve gerçekte mü’min, inanan ve emniyet telkin eden insan demektir. Kur’ân-ı Kerim, peygamberleri birer emniyet insanları olarak ön plana çıkarır ve onların emniyet insanı olmalarını birinci vasıfları olarak anar (Şuarâ/26: 107, 125, 143…) Bu bakımdan, mü’min, tam bir güven kaynağıdır. O, kimseyi çekiştirmez, eliyle ve diliyle kimseye zarar vermez; kimsenin gıybet ve dedikodusunu yapmaz; kimsenin malına, ırzına ve namusuna göz dikmez. Güvenilir olma, peygam*berlerin en önemli sıfatı olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerim’e Peygamber Efendimiz’e getiren Hz. Cebrail’in de en önemli sıfatıdır. Gerçek bir aksiyon da, dolayısıyla emniyet üzerine kurulmalı, onda yalan ve aldatma, kısaca emniyeti suistimal edecek en küçük bir söz ve davranış yer almamalıdır. (Sonsuz Nur 1, 99-101; 174–76)

    Fetanet
    Fetanet, peygamberliğin en önemli sıfatlarından biri olduğu gibi, bir aksiyon için de vazgeçilmez sıfatlardandır. Fetanet, kuru akıl ve mantığa takılı kalmama, aklı vahyin ışığında kullanıp, kuru akıl ve mantığı vahye dayalı akılla aşma demektir. Bu akılda ruh, kalp, his ve bütün zihnî melekeler (fakülteler: mantık, muhakeme, tefekkür, düşünce vb.) bir arada ve bir bütünlük halindedir. Bu aklın en önemli bir boyutu hikmettir, daha doğrusu hikmet, yani eşya ve hadiselerin nedenini, niçinini kavrama, her durumda doğru düşünüp doğru karar verebilme gücü, bir bakıma bu akılla özdeştir veya onun bir başka adıdır.

    Evet, fetanet, kuru akıl ve mantık olmadığı için, İslâm’ı kuru akıl ve mantığa hapsetme anlamında, “İslâm akıl dinidir” iddiası boş bir iddiadan ibarettir. İslâm, öncelikle vahye dayanır, fakat akla hitap eder ve kendisini, yukarıda sözünü ettiğimiz akla kabul ettirir. Onun bu akla ters gelen hiçbir kuralı, hiçbir hükmü yoktur. Fakat bu, her akıl, onu tam olarak anlayabilir ve onu yargılayabilir demek değildir. Aklı öncelikle yönlendiren, ona yol gösteren, ışık tutan ve onu kalp, his ve bütün zihnî melekelerle bütünlük içinde dinamik bir güç haline getiren İslâm’dır. İşte bu potada erimiş akıldır ki, İslâm’ı gerçek manâda anlayabilir ve ona itiraz edecek hiçbir nokta bulamaz. Yine eşya ve hadiseleri gerçek yörüngesinde değerlendirebilen, onlardaki manâları çıkara*bilen, kâinatı gerçek mesajı okuyabilen de, ancak bu akıldır. İşte, ‘fetanet’ dediğimiz ve peygamberliğin de önemli bir sıfatı olan bu akıl, aksiyonun da en önemli temellerindendir. (Sonsuz Nur 1, 253–54)


  8. #8
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı

    Günahlardan uzak durma ve tevbe

    Fethullah Gülen, pek çok yazı ve sohbetlerinde günah ve tevbe, tevbenin ötesinde inabe ve evbeden söz eder. Tevbede duygu, düşünce ve davranışlarda, İlâhî emirlere muhalefetten onlara uymaya, onlara karşı durmadan onlara uygun hareket etmeye yöneliş söz konusu olmasına mukabil, inabede, insanın bu uyma ve uygun hareket etmesini bile sorgulaması, en iyi davranışlarında bile bir kusurun, ihlâssızlığın olabileceği endişesiyle burkuntu duyup Allah’a yönel*mesi; evbede ise, günahların neticesinde ceza görme korkusuyla Allah’a sığınma, manevî makam ve dereceleri koruma gayretiyle Allah’ta fani olmanın ötesinde, Allah’tan başka her şeye, her mülâhazaya kapanma söz konusudur (Kalbin Zümrüt Tepeleri 1, 22).

    “Günah bir iç çöküntü, bir terslik ve fıtratla zıdlaşmadır. Günah, iradenin yüzüne atılmış bir tükrük ve rûha içirilmiş bir zakkumdur. Günah, insana bahşedilen bilumum istidat ve yüce duyguları söndüren bir fırtına ve kalbî hayatı çepeçevre saran zehirli bir dumandır” diyen Gülen, “günaha giren kimse, kendini, vicdânî azaplara ve kalbî sıkıntılara bırakmış bir talihsiz ve bütün rûhî meleke ve kabiliyetlerini şeytana teslim etmiş bir zavallı ve talihsizdir. Bir de o günahı işlemeye devam ederse, bütün bütün ipi elden kaçırır ve artık, ne bir irade, ne bir direnme, ne de kendini yenilemeye mecâli kalmaz” ikazında bulunur. İnsanın ebediyet yolculuğunda önünü adım başı kobra gibi günahların kesebileceğini belirten Fethullah Gülen, bir hadis-i şeriften hareketle, Yara*tıcı’ya eş ve ortak koşmayı, haksız yere cana kıymayı, anne ve babanın hukukunu çiğnemeyi, yalan yere şahitlikte bulunmayı, cepheden kaçmayı, iffetlilerin iffetiyle oynamayı en büyük günahlar olarak sayar. Bununla birlikte o, vatanın sağa-sola peşkeş çekilmesini, ormanların ve bağların bozulup çöle çevrilmesini, Müslüman bir milletin kendi özünden uzaklaştırılıp, ruhuna yabancı düşüncelerle mihrabının yıkılması ve minberinin yerinin değiştiril*mesini, nesilleri, inançtan, düşünceden, hak ölçüsünden ve istikametten mahrum hedefsiz, idealsiz birer yığın haline getirip, milletin nefsine, nesline, dinine ve malına saldırtmayı, sonra da bunları cezalandırma adına sehpalar kurmayı da, tarih karşısında ve Hakk Divanı’nda bağışlanmayacak günahlar arasında zikreder. Ardından da, “bütün bunlardan daha büyük bir günah vardır ki, o da, ortalığı yangına ve sele veren bu büyük mücrimlerin, edip eylediklerini günah bilmemeleridir. Evet, Allah ve tarih karşısında affı kabil olmayan tek günah varsa, işte o da budur: Günahın günah olduğunu bilmeme, günahtan ürpermeme günahı” der ve bu en büyük günah sezilip, muhasebenin demir pençesine teslim edileceği âna kadar, toplumun kendini yenilemesi, hattâ ayakta kalmasının zor olduğu ikazında bulunur. (Çağ ve Nesil, 125–28)

    Fethullah Gülen, günahlar karşısında tevbe adına da şu şartlardan bahseder:

    · Gönülden pişmanlık duymak,

    · Eski hataları ürperti ile hatırlamak,

    · Haksızlıkları gidermek, hakkı tutup kaldırmak,

    · Sorumlulukları yeniden gözden geçirip, ihmal edilen mükelle*fiyetleri yerine getirmek,

    · Hata ve inhiraflarla ruhta meydana gelen boşlukları ibadet ü taat ve gecelerdeki yakarışlarla doldurmak,

    · Boşa geçen zamanlar için âh u enin edip ağlamak; duygu ve düşüncelere kasdî olarak Allah’tan başka gaye ve yönelişler bulaşmış olabileceği endişesiyle sarsılıp inlemek. (Kalbin Zümrüt Tepeleri 1, 20)

    Aksiyonun mayası aşk
    “Gönlünü Allah’a iman ve O’nun marifetiyle onarmış, donatmış bir insan, derecesine göre bütün insanlara, hattâ bütün varlığa karşı derin bir muhabbet ve engin bir aşk duyar; duyar da bütün ömrünü, topyekün varlığı kucaklayan aşkların, vecdlerin, cezbelerin, incizapların ve ruhanî zevklerin gel-gitleri arasında yaşar” diyen Gülen’e göre, aşk olmadan, neticesi itibariyle kalıcı hiçbir hamle ve hareketi gerçekleştirmek mümkün değildir. Özellikle ukba (âhiret) ve öteler boyutlu hareketler, mayasında aşk olmadan istenilen sonuca ulaşamaz. “Allah karşısında var eden ve var olan münasebetler içinde yerimizi belirlemek, varlığımız O’nun varlığının, ziyasının gölgesi olması itibariyle yaratılmış olmanın hazlarını duymak, O’nun hoşnutluğunu yaratılışın gayesi kabul edip, hep o hoşnutluğu avlamaya çalışmak çerçevesiyle sunacağımız İlâhî aşk, sınırsız ve sırlı bir güç kaynağıdır.” Aksiyon insanları bu kaynağı ihmal etmemeli, onu köpürte köpürte yaşamalıdırlar.

    Gülen’e göre Batı, aşkı, maddede ve filozofların arkasında felsefenin sisli-dumanlı ikliminde tanımış, tatmış ve yol boyu şüphe ve tereddütler yaşamıştır. Oysa, varlığın kaynağına Kitap ve Sünnet adesesiyle bakarak, Yaratan’a karşı gönüllerde tutuşturulan sevgi, aşk ve humma, O’nun sevgisiyle bütün varlığı sevme, bütün varlığa alâka duyma manâsında metafizik bir olgudur. İnsan, bu aşkla kalpte ve duyguda temizliğe ve saflığa erer, bu aşkla derinlik kazanır ve heyecan ve şevk ikliminde tam bir imanla aksiyonunu yerine getirir. (Fasıldan Fasıla 2, 127)

    Düşüncede bütünlük ve davranışta disiplin


    Fetanetin bir diğer boyutu veya Gülen’in aksiyonunda ayrı bir aksiyon dinamiği ya da malzemesi, kafa-kalp bütünlüğüne ulaşma, zihni, gerçek yörüngesine oturmuş bilimlerle, Allah’ın eşya ve hadiselerdeki icraatını kavrayarak aydınlatma, kalbi dinî ilimlerle ve saffet, samimiyet, ihlâs ve günahlardan uzak durma ile temiz tutma, bu şekilde komple insan olup, küllî düşünebilmedir. İslâm anlayışını tahlil ederken üzerinde durulduğu üzere, bu bütünlüğü veya küllî düşünebilmeyi medrese-mektep-tekye üçlüsüyle sembolize eden veya müşahhaslaştıran Fethullah Gülen, askiyonda bu üçlüye bir de disiplini ilâve eder ve bunu da ‘kışla’ ile sembolize eder. Çünkü, disiplin denince akla öncelikle kışla gelir. Benzetme sanatında, kendisine benzetilenin, benzetme yönünde cinsleri içinde en üstün vasfa sahip olması, benzetmeye ayrı bir kuvvet katar. Dolayısıyla, disiplinin en iyi uygulandığı yer kışla ve askerlik mesleği olması dolayısıyla, Gülen disiplini kışla ile sembolize eder. Fakat bu, Gülen’ın, bütün aksiyonunda veya kurumlarda askerliğin ve kuvvetin hakim olmasını anlamına gelmez. Gülen için hak kuvvette değil, kuvvet haktadır ve o, hakka ve kanuna tâbi ve hikmetin emrinde bir kuvvetten yanadır. Ona göre, hakka ve kanuna tâbi olmayan, başıboş ve dilediğini yapan kuvvet çılgındır ve ancak tahrip sebebidir:

    Kuvvet, hakkın elinde, mantık ve muhakeme rehberliğinde bir kısım proplemleri çözebilecek potansiyel bir güç sayılsa da, his yörüngeli kaba düşüncenin elinde her zaman bir tahrip aleti olagelmiştir. Evet, İskender’in başını döndürüp bakışlarını bulandıran, Napolyon’un dehasını delik-deşik eden, Hitler’i çağın deli tekesi haline getiren, işte bu kuvvet çılgınlığıdır. Ne acıdır ki, günümüzde hak da, mantık da, muhakeme de bu çılgın kuvvet karşısında beraber yenik ve âdeta bir esaret yaşamakta. (Sızıntı, Aralık 1995)

    Şüphesiz uzmanlaşmayı reddetmeyen, fakat ona, ancak bütünden kopma*dan ve bütün çerçevesinde, bütünün parçaları hakkında daha öte bilgi ve tecrübe sahibi olmak şeklinde değer veren küllî düşünme, ne yazık ki günümüz dünyasında, modern düşüncede görülen en büyük eksiklik ve hatalardan biridir. Modern düşünce, kâinatı, insanı ve hayatı parça parça ele almakta ve dolayısıyla parçalar arasında bütünlük de kuramadığı için, parçalar üzerinde nicelik yönünden, yani bilgi yığını itibariyle çok ileri gitse de, kalite ve nitelikte alabildiğine sığ kalmaktadır. Oysa, komple insan, küllî düşünebilen, eşya ve hadiseleri, insanı ve kâinatı bütünlüğü içinde kavrayıp, parçalara bu bütünlük içinde yer veren ve aralarındaki bağı görebilen insandır. İşte ancak böyle insanlardır ki, istenen manâda gerçek aksiyonun yönlendiricisi olabilirler. İslâm dünyası, son asırlarda bu bütünlükten, kafa-kalp birlikteliğinden uzaklaştığı, medreseden bilimleri uzaklaştırıp, okula din ve maneviyatı sokmadığı, kuvveti de hak, hikmet, mantık ve muhakeme yörüngesine alamadığı için, yıkılmaktan kurtulamadığı gibi, istenen anlamda bir dirilişi de gerçekleştirememiştir. İşte Gülen’e göre, gerçek bir diriliş ve kalkınma için, bu bütünlüğün sağlanması şarttır (Fasıldan Fasıla 3, 121; Prizma 1, 126–27, 190)


  9. #9
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı

    İhtiyat, tedbir ve sebeplere riayet

    Fethullah Gülen’in aksiyon adına üzerinde durduğu hususlardan biri de tedbir, ihtiyat ve sebeplere riayettir. Ona göre, dünyada hiçbir hareket, hiçbir iş, hiçbir hedef mucizelere, Allah’ın yardımları beklentisine bina edilmez. Allah, karşılıklı-karşılıksız yardım edebilir; umulmadık kapılar açabilir. Fakat dünya hikmetler yurdudur; burada sebepler geçerlidir ve Allah burada, her işi, her başarıyı bir sebebe bağlamıştır. O bakımdan, her işe kendi sebepleriye yürünür ve bu sebepleri eksiksiz yerine getirmek, sonra da neticenin beklentisi içinde Allah’a tevekkül etmek, her işte şarttır ve başarının kaynağıdır. Gülen, sık sık, “dünyada sebeplere o kadar sarılmalı ki, görenler, ‘bunlar birer esbapperest (yani bütün bütün sebeplere bağlı)’ demeli; sebepleri yerine getirdikten sonra da Allah’a o kadar tevekkül etmeli ki, görenler bu defa, ‘bunlar tevekkülden başka bir şey bilmiyor’ demeli” hatırlatmasında bulunur.

    Gülen’in, bazı dar görüşlüleri uyarma adına söylediği, esasen tarihî ve sosyolojik bir gerçeği de ifade eden, “Dengeli bir hizmet eri, söyleyeceği şeyleri hemen söylemez. O bilir ki, söylenmesi gereken her şeyi şimdi söylerse, kendisine hayat hakkı tanımayanlar çıkabilir. Şartlar aleyhine ağırlaştırılabilir, dolayısıyla da sıkıntılı bir atmosfere düşebilir.” (Fasıldan Fasıla 1, 119) sözleri, onun aksiyonunda siyasî gaye arayanlar tarafından farklı yorumlanmış ve Gülen’e ‘takıyye’ isnadında bulunulmuştur. Oysa, bu sözün anlamı açıktır. Her sözün her yerde söylenmeyeceği, konuşurken yerin, zamanın, şartların, muhatabın dikkate alınması gerektiği, bir sözün anlamı üzerinde düşünürken, “onu kimin, ne için veya hangi maksatla, kime, hangi şartlarda” söylendiğinin mutlaka nazara alınması gerektiği, herkesin bildiği kurallardandır. Gülen, bununla, muhataplara doğruların nasıl anlatılması gerektiği konusunda bir hatırlatmada bulunmakta ve her doğruyu, her yerde, herkese ve uluorta söylemek o doğruya ihanet olduğu gibi, beklenen tesirin tersini de yapa*bileceğini ifade etmiş olmaktadır. Tarih boyu yeni bir inançla gelen veya toplumun o ana kadar kabullerinin dışında tezler ortaya atan, hattâ yaratılış ve ‘tabiî’ olaylarla ilgili, insana bağlı olmayan ve insanların kabul veya reddiyle değişmeyecek sabit gerçekleri ifade eden bilim adamlarının karşılaştıkları, kimsenin meçhulü değildir. Sokrat, Galile, Bruno zehirle idam edilir, hapse atılır ve yakılırken, buna sebep, herhalde siyasî bir gaye peşinde olmaları değildi. Hz. İsa’yı çarmıha, Hz. Zekeriya’yı testere ile biçmeye, Hz. Yahya’yı ağaç kavuğunda ölüme mahkûm edenler de, herhalde bu peygamberler devlet kurma peşinde koştular diye onlara böyle davranmadılar.

    Gülen, aksiyonun sıhhati adına ihtiyat konusunda şu görüşleri serdeder:

    İhtiyat, bir iş ve bir hamlede zarar ihtimallerine karşı ve maruz kalınan musibetler neticesinde âh u vâha düşmemek için ehemmiyetli bir davranıştır. Sebep ve vasıtalara sarılmada gerektiği gibi hazırlanamamış nice müteşebbis vardır ki, neticede ya dizini döver veya kadere taş atar. Evet onlar, önce tedbirde kusur ederler, sonra da kaderi tenkitle hataya düşerler.

    Bir insanın, umduklarını elde etmesinde, tedbir ve ihtiyat büyük bir sermayedir. Bu hususta gösterilecek küçük bir gevşeklik veya ihmal ise, neticede suçlamalara sebebiyet verecek büyük hatalardandır. Akıllı insan, meydana gelmesi muhtemel mazarratlar daha ortaya çıkmadan, onları bertaraf etmek için çareler bulmuş ve yerli yerine yerleştirmiş olan insandır.

    İnsan, her işi bir ön plan ve tedbirle ele almalıdır. Netice itibariyle de maddî-manevî bir fayda ve fazilet vadetmeyen şeylerden katiyen sakınmalıdır. Böyle bir ilk tedbirle ele alınmayan her teşebbüs bir abes ve abesle iştigal ise, kişinin aklının noksanlığına ve çocukluğunu yaşamasına delâlet eder.

    Teşebbüsler gibi tedbirler de, Hakk’ın inayetine arz edilmiş birer davetiyedir. Ve aynı zamanda bunlar, bir hakikatın iki yüzünden ibarettir. Bunlardan birinde meydana gelecek kusur, çok defa inayetin kesilmesine ve dolayısıyla da muvaffakiyetsizliğe sebebiyet verecektir. Arızasız yol ve yürüyüş ise, her lâhza basiret üzere olmakla kabildir. Ne mutlu bunu idrak edenlere..! (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 196)


  10. #10
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı

    GÜLEN’İN AKSİYONUNDA ANA DİNAMİKLER

    Fethullah Gülen’in aksiyon anlayışında belli başlı ilkeler üzerinde dur*duktan sonra, şimdi de onun aksiyonundaki ana dinamiklere kısaca bir göz atabiliriz:

    Diğergâmlık

    Fethullah Gülen’e göre, aksiyonun çok önemli bir unsuru, “yaşatma zevkiyle yaşamaktan vazgeçme” anlamına gelen diğergâmlıktır. Fedakârlık, hasbîlik ve diğergâmlık duyguları ile gönlü dopdolu olan fertler ve böyle fertlerden oluşan bir çoğunluk meydana gelmedikçe, bir toplumun ve milletin ciddî manâda dirilmesi mümkün değildir. Allah Rasûlü (sa.s.) dünya malı adına geride bir şey bırakmadığı gibi, Hz. Ebu Bekir’in de, vefatında taksim edilecek mirası yoktu. Hz. Ömer ise, vefatına yol açan hançer darbesini aldığı zaman, “bakın bakalım, malım borcumu ödeyecek mi? Ödemezse Adiyy oğullarından, onlarda da yoksa Kureyş’ten borç alıp ödeyin” vasiyetinde bulunmuştu. (Fasıldan Fasıla 1, 65)

    “Sadece kendini düşünen, ya hiç insan değildir veya eksik bir varlıktır. Gerçek insanlığa giden yol, başkalarını düşünürken gerektiğinde kendini ihmal etmekten geçer” diyen Gülen, diğergâmlığın, hepsi de aynı sonuca çıkan farklı boyutlarını şöyle ifade eder:

    İnsan, kendi ayıpları karşısında savcı, başkalarının kusurları karşısında da, onlar hesabına avukat olmalıdır.

    Olgun insan ve gerçek dost, Cehennem’den çıkışta ve Cennet’e girişte bile “buyurun” demesini bilendir.

    Hakikî insan, şartlar ne olursa olsun, kendi kovasına süt sağarken, başkalarının kovasını da boş bırakmaz. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 121)

    İnsanın Hakk katındaki yüceliği, himmetinin yüceliğiyle ölçülür. Himmet yüceliğinin en bariz emaresi ise, insanın, başkalarının mutluluğu adına şahsî haz ve zevklerinden fedakârlıkta bulunmasıdır. Bilmem ki, toplumun selâmeti uğruna, haysiyet ve şerefini ayaklar altına almak, hatta kükremesi gerekli olduğu yerlerde dahi öfkesini yutarak dayanmasını bilmek, şahsî saadetinin bahis mevzûu olduğu her yerde isteklerine hacir koymaktan daha büyük bir fedakârlık tasavvur edilebilir mi? (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 197)

    Gülen, diğergâm ruhlar için, şu ifadeleri de kullanır: “İnsanları aydınlatma yolunda koşanlar, hep onların saadetleri için çırpınıp duranlar, hayatın çeşitli uçurumlarında onlara el uzatanlar, kendilerini idrak etmiş öyle yüce ruhlardır ki, bunlar, içinde yaşadıkları cemiyetin koruyucu melekleri gibi, toplumu saran musibetlerle pençeleşir, fırtınaları göğüsler, yangınların üzerine yürür ve muhtemel sarsıntılar karşısında daima tetikte bekler dururlar.” (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 208)

    Sevgi, ümit ve merhamet

    Fethullah Gülen’in aksiyonun ana malzemeleri içinde sevgi, merhamet ve ümidin ayrı bir yeri vardır.

    Fethullah Gülen’e göre sevgi, insanoğlunu varlığa uyaran ilk nağme ve içinde sallandığı ilk beşik olup, geleceğin aydınlık ve mesut dünyalarını ancak muhabbetle şahlanmış sevgi kahramanları kuracaktır: “dudaklarında muhabbetten tebessüm, gönülleri sevgiyle harman, bakışları insanî duygularla buğu buğu; herkese ve her şeye şefkatle gamze çakan; doğup-batan güneşlerden, yanıp-sönen yıldızlardan hep muhabbet mesajları alan sevgi kahramanları”. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 192)

    Gülen için sevgi, dünyaya gelen her varlıkta en esaslı bir unsur, en parlak bir nur, en büyük bir kuvvettir ve bu kuvvetin yeryüzünde yenemeyeceği hiçbir hasım yoktur. Sevgi, evvelâ bütünleşebildiği her ruhu yükseltir ve ötelere hazırlar. Sonra da bu ruhlar, sonsuzluk adına doyup duydukları şeyleri bütün gönüllere hakim kılma yoluna girerler. Bu yolda ölür ölür dirilir; ölürken “sevgi” der ölür, dirilirken de sevgi soluklarıyla dirilirler.
    Gülen, “sevmeyen ruhların olgunlaşıp insanî semalara yükselmelerine imkân yoktur” der. Ona göre, böyleleri yüzlerce sene yaşasalar dahi olgunluk adına bir çuvaldız boyu yol alamazlar. Sevgiden mahrum sineler, bir türlü egonun karanlık labirentlerinden kurtulamadıkları için, kimseyi sevemez, sevgiyi sezemez ve varlığın sinesindeki muhabbetten habersiz olarak kahrolur giderler. (Yitirilmiş Cennet’e Doğru, 96)
    Fethullah Gülen’e göre, sevgiyi sevip düşmanlığa düşman olmak, inançla coşan bir kalbin en ayırt edici vasfıdır. Herkesten nefret ise, ya gönlü şeytana kaptırmışlık veya bir cinnet eseridir. O, “Sen insanı sev, insanlığa hayran ol” der. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 101)
    Gülen, kâinatın mayası ve ona hakim sevginin tezahürleri konusunda şu renkli tasvirlerde bulunur:
    Güneşin çehresinde sevginin izleri vardır. Sular buhar buhar o sevgiye doğru yükselir; yukarılarda damlalaşan su habbecikleri, o sevginin kanatlarıyla kanatlanır ve nâralar atarak başaşağı toprağın bağrına inerler. Güller, çiçekler sevgiyle gerilir ve gelip geçenlere tebessümler yağdırırlar. Yaprakların bağrına taht kuran jaleler, durmadan çevrelerine sevgi dolu gamzeler çakar ve sevgiyle raksederler. Koyun, kuzu sevgiyle meleşir ve birleşir; kuşlar ve kuşcuklar sevgiyle cıvıldaşırlar ve sevgi koroları teşkil ederler. Her varlık, kâinattaki yeri itibarıyla bu geniş sevginin bir yanını, parlak bir senfonizma ile seslendirmekde, iradî ve gayr-i iradî, varlığın sînesindeki derin aşk ve muhabbeti göstermeye çalışmaktadır. Sevgi, insan ruhunda öyle derin izler bırakır ki, o uğurda yurt-yuva terkedilir, icabında ocaklar söner ve her vadide ayrı bir mecnun “Leylâ!” der inler. Ruhundaki sevgiyi kavrayamamış sığ gönüller ise bu işe delilik derler..! (Yitirilmiş Cennet’e Doğru, 96–7)
    Fethullah Gülen, iman, düşünce ve aksiyon hayatında en çok önem verdiği hususlardan biri olan diğergamlığın, yani başkaları için yaşamanın kaynağı olarak da sevgiyi görür. İnsanlar arasında bu sevgiden en çok hisse alanlar en büyük kahramanlardır: içlerindeki kinleri, nefretleri söküp atmaya muvaffak olmuş en büyük kahramanlar... Ölüm bu kahramanların soluklarını kesemez. Hazan onların çiçeklerini solduramaz. Aslında her gün iç dünyalarında ayrı bir sevgi meşalesi tutuşturup, kalblerini sevginin, mürüvvetin fideliği ve bahçesi hâline getiren ve duygu dünyalarında açtıkları yollar ve tünellerle bütün gönüllere girmesini bilen bu çalımlı ruhlar, öyle yüksek bir divandan “ebed-müddet” yaşama hakkını almışlardır ki, değil ölüm ve fânilik, kıyametler dahi onların çiçeklerini solduramaz ve kadehlerini deviremez. (Yitirilmiş Cennet’e Doğru, 96–7)
    Gülen’in hem İslâm anlayışında, hem de aksiyonunda merhamet ve ümidin de çok önemli yeleri vardır. “Sonbaharda dalından bir yaprağın düştüğünü görsem, kolum kopmuş gibi acı duyarım” diyen, bunun için odasındaki çiçeklerin solmasına, kurumasına ve yapraklarını dökmesine asla tahammül edemeyip, odasında bu duruma gelmiş çiçek bulundurmayan, karınca gibi bir hayvanın bile ayak altında kalıp ölmesine tahammül edemeyen Fethullah Gülen’e göre, gökler ötesinden gelen merhamet mesajlarıyla yer düzene kavuşmuş, sema tesviye görmüştür. Makro-âlemden mikroâleme kadar her şey, hayranlık uyaran bu âhenge ve çelik çavak işleyişe merhamet sayesinde ermiştir. Bu hareket ve işleyişte her şeyin, ebedî var oluşta kazanacağı hâl ve alacağı durumun provası yapılmaktadır. Ve bütün varlıklar, bu istikamette bir çırpınış içindedir. Her çırpınışta nizam ve intizam nümayan (görünmekte), her sıçrayışta merhamet şûle-feşândır (parlamaktadır).

    Bu âlemde her şey, ama her şey, merhamet düşünür, merhamet konuşur ve merhamet vadeder. Bu itibarladır ki, kâinata, bir merhamet senfonizması nazarıyla bakılabilir. Ayrı ayrı ses ve soluklar, tek ve çift bütün nağmeler, öyle bir ritim içinde akıp akıp gider ki, bunu görmemek ve anlamamak kabil değildir.

    Gülen, bunları söyledikten sonra, kâinattaki bütün merhamet ve şefkatlerin oluşturduğu esrarlı koroya hükmeden, her şeyi çepeçevre sarmış en geniş ve nihayetsiz rahmeti, yani Hakk’ın rahmetini sezip hissedemeyenleri talihsiz ruhlar olarak niteler ve şöyle der:

    Bütün bu olup bitenler karşısında insan, şuur ve iradesiyle, idrak ve düşüncesiyle “konsantre” olarak bu engin rahmeti kavrama ve soluklarıyla ona kendi nağmesini katma sorumluluğu altındadır. İçinde yaşadığı topluma, insanlığa, hattâ bütün canlılara, bir insanlık borcu olarak merhamet etme mükellefiyetindedir. O, bu yolda merhamet ettiği nisbette yücelir; gadre, zulme, insafsızlığa düştüğü ölçüde de horlaşır, hakirleşir ve insanlığın yüzkarası olur. Bir bâğiye (kötü yola düşmüş kadın), susuzluktan kıvranan zavallı bir köpeğe merhamet edip su içirdiği için cennetlere yükseldiğini ve evindeki kediyi, aç bırakıp, ölümüne sebebiyet veren bir başkasının ise, yıkılıp Tamu’ya gittiğini, en doğru sözlüden işitiyoruz. (Sızıntı, Kasım 1980)

    Gülen için ümit ise, her şeyden evvel bir inanç işidir. İnanan insan ümitlidir ve ümidi de inancı nisbetindedir. Bu itibarladır ki, sağlam inanç mahsulü çok şeyler, bazılarınca harika zannedilmektedir. Aslında ümit, azim ve kararlılık, iman dolu bir kalbe girince, beşerî normaller aşılmış olur. Bu seviyede gönül hayatına sahip olamayanlar ise, bunu fevkalâdeden sayarlar. Hele insan, inanacağı şeyi iyi seçebilmiş ve ona gönül vermişse, artık onun ruh dünyasında, ümitsizlik, karamsarlık ve bedbinlikden asla söz edilemez.

    Fethullah Gülen’e göre ümit, insanın kendi ruhunu keşfetmesi ve ondaki iktidarı sezmesinden ibarettdir. Bu sezişle insan, kâinatlar ötesi Kudreti Sonsuz’la münasebete geçer ve onunla her şeye yetebilecek bir güç ve kuvvete ulaşır. Bu sayede zerre güneş, damla derya, parça bütün ve ruh kâinatın bir soluğu haline gelir. ‘Solmayan renge, sönmeyen ışığa, batmayan güneşe’ dilbeste olan bir ruhtur ki, gecesi sabah aydınlığında, gündüzü Cennet bahçeleri gibi rengârenktir. Böylelerinin karanlık bilmeyen ufuklarında güneşler kol gezer ve değişen mevsimler, farklı manzaraların büyüleyici meşherleri gibi birbirini takip eder durur. Veyahut her biri bir ulu ağaç gibi, semaya doğru ser çekmiş ve kök kök üstüne zeminin derinliklerine inmiştir ki, ne karın, dolunun şiddeti, ne de tipinin, boranın yakıp kavuruculuğu onları müteessir etmez. Sonsuza bağlanmış ve ümitle dolu bu gönüller, bahar demez yaz demez; hazan demez, kış demez, kucak kucak meyvelerle gelir ve o görkemli kametten bekleneni yerine getirirler (Çağ ve Nesil, 1-3).


Sayfa 1/7 123 ... SonSon

Benzer Konular

  1. fethullah gülen şiirleri
    By SiLa in forum Bediüzzaman, Çalışmaları
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 21.06.09, 20:31
  2. Fethullah Gülen Turnalara Tutun da Gel
    By SiLa in forum Bediüzzaman'ın Hayatı
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 16.06.09, 19:31
  3. Bediüzzaman: Mahrumiyette filizlenen aksiyon insanı
    By Konyevi Nisa in forum Risale-i Nur
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 25.01.09, 09:58
  4. Fethullah Gülen Hocaefendi(1941 - .... )
    By Konyevi Nisa in forum İslam Büyüklerimiz ve Alimlerimiz..
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 04.07.08, 13:52

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •