UHDUD ASHABI VE TREN
Daha sonra, bir münasebetle, Ashâb-ı Uhdud’un, hendeklere atılıp, yakılan mü’minler gibi algılandığını, halbuki, tam tersine, mü’minleri hendeklere atıp, işkencelere uğratanlar olduğunu belirttiler. Ardından, “uhdud” kelimesinde trene işaret bulunduğundan bahisle, trene Türkiye’de önceleri şimendifer dendiğini ve şimendiferin, İslâm âleminin istismar ve istilâsında çok önemli bir rolü olduğunu ifade buyurdular. Eskiden, Bengal’e kadar uzanan tren yolu olduğunu, seyahatlerin, sevkiyatların daha çok trenle yapıldığı ve bu sevkiyatın İslâm âleminin esaret altına düşmesinde önemli rol oynadığı izahatında bulundular. Buradan hareketle, çocukluk günlerine ait iki hatırasını naklettiler:
ÇOCUKLUK GÜNLERİNE AİT İKİ HATIRA
6-7 yaşlarındaydım. Tren, köyün hemen yakınından geçerdi. Bir defasında binmek için atladığımda ayağımı boşa atmış olmalıyım ki, yüzüm üstü düştüm. Alnımda bir yara açıldı. Sonra da, Allah rahmet eylesin, Nureddin amcam, “ne işin vardı trenin yanında?” diye, beni bir güzel dövmüştü.
Nûreddin amcamdan dayak yemeğe ramak kaldığım bir olayı daha hatırlıyorum. Yine 6-7 yaşlarımda iken, 5-6 çocuk ellerinde sopalarla etrafımı aldılar. Ben de kendimi, otlardan yapılma kamçıvârî bir şeyle savunuyordum. Fakat onlar daha fazla vurup beni hırpalayınca, amcam bunu görmüş olacak ki, “Sen, nasıl dövülürsün” diye üzerime yürüdü. Ben de kaçtım, sonra araya büyükannem mi girdi, öyle kurtulmuştum. Aile, böyle cedşâhî bir aile idi. Baba-anne, büyükbaba-büyükanne, amca-yenge hep beraber otururduk. 20 yaşımda Edirne’ye geldim. Sonra askere gittim ve Erzurum’a ancak, İskenderun’da askerde iken aldığım hava değişimi münasebetiyle 4 yıl sonra dönebildim. Bu arada, ailem köyden Erzurum’un içine taşınmıştı. Kale yanında, Kadıoğlu Çıkmazı’nda anneme ait bir eve yerleşmişlerdi. Bana gelen mektuplardan aldığım o adrese vardığımda kapıyı annem açtı. 20 yaşımda ayrılmış, 24 yaşımda dönmüştüm. Annem, önce tanıyamadı, yüzüme baktı baktı, sonra, “Sen, o musun, Fethullah mısın?” dedi. Bilâhare o evden de ayrıldık.
Babam, çocuklarının bir zenaat sahibi olmalarını isterdi. İstediği gibi oldu. Kardeşlerim matbaa işine girdiler ve bugün de devam ediyorlar. Hiç biri zengin olmadı. Kendi hallerinde hayatlarını sürdürüyorlar.
ABD’DE YAĞMUR DUASI
15.30 civarında sohbetten kalkıldı. Biraz rahatsız görünüyorlardı. Saat 18.05’de ikindi namazına duruldu. Namazdan sonra bir çay içimi kadar oturdular. Havanın bir-kaç gündür soğuk ve yağışlı olmasından bahisle, geçen sene yaşanmış bir hatırayı naklettiler:
Geçen sene burada kuraklık vardı. Uzun süre yağmur yağmadı. Arkadaşlara yağmur duasına çıkmalarını söyledim. Kendim gitmedim, neme lâzım, ben çıksam, yağmayabilirdi. Hz. Musa, kavmiyle yağmur duasına çıkar. Yağmur gelmeyince, “Ya Rabbi” der, “duaya çıkmamızı buyurdunuz, çıktık, yağmur gelmedi.” Cenab-ı Allah, “İçinizde mücrim var” der. Hz. Musa (a.s.) kim olduğunu sorunca da, “Ben Settâr’ım. Kullarımın günahlarını örterim, fâş etmem. Hepiniz tevbe edin, böylece o zat da tevbe etmiş olur” buyurur. Bu bakımdan, benim yüzümden yağmur gelmeyebilir diye, ben çıkmadım. Arkadaşlar çıktılar, ilk gün yağmur gelmedi. Kendilerine, “İlk gün hemen gelseydi, bunu kendinizden ve duanızdan bilebilirdiniz. Üç gün duaya devam edin” dedim. Üçüncü gün yağdı. İslâm’ın her şeyi ne kadar güzeldir. Yağmur duası için sahraya çıkılır, kurban kesilir, fakirler doyurulur, tasaddukta bulunulur. Sünnet’te görmedim ama, âdet olarak, elbiseler ters giyilir ve Allah’a büyük bir tevazu ve kulluk duygusu içinde dua edilir.
Daha sonra, 18.45 civarında odasına çekildiler.
***
20.30’da akşam yemeği yendi. Yemek esnasında da hayli rahatsız görünüyorlardı. Yemekten sonra oturmadılar. 22.15 sularında yatsı namazı kılındı. Namazdan sonra, mutadları üzere salona çıktılar. Şekeri 40’a kadar düşmüş. Fazla oturmayıp, yine odasına çekildiler.