Sayfa 2/11 İlkİlk 1234 ... SonSon
108 sonuçtan 11 ile 20 arası

Konu: Ölçü veya Yoldaki ışıklar

  1. #11
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Ölçü veya Yoldaki ışıklar

    Tasavvuf

    Tasavvuf, İslâm hakikatinin insan vicdanı tarafından duyulup hissedilmesi mesleğidir. Bu itibarla da onu, yaşadığı hayatın şuurunda olmayanlar idrak edemeyecekleri gibi, başkalarına ait menkıbelerle teselli olanlar da anlayamayacaklardır.

    * * *

    Tasavvuf, neticesi itibarıyla, insanın kendi aczini, fakrını, hiçliğini kavrayarak, varlığının esasını teşkil eden Hakk’ın vücûdunun şuâları ve sıfatlarının tecellileri karşısında bütünüyle eriyip yok olmanın bir başka unvanıdır.

    * * *

    Tasavvuf, insan ruhunun saflaşıp kendi özüyle bütünleşmesi, bütün zaman ve mekânları aşarak bir bilinmez buuda ulaşması keyfiyetidir. Ve işte ancak bu sayededir ki, her fert, Mirâc-ı Nebevî ile açılan kapıdan geçerek, gidip Rabbine ulaşır ve bir nevi mirâca mazhar olur.. tabiî, kendi istidât ve kabiliyetine göre bir mirâca...

    * * *

    Felsefe ve hikmet, insanın düşünce ufkunu genişletir ve onun, eşya ve hâdiseleri tanımasına yardımcı olurlar. Tasavvuf ise, idrak edilmez bir buutta eşya ve hâdiselerin Yaratıcısıyla insanın temasını temin eder ve onu Allah’ın dostu ve enîsi haline getirir.

    * * *

    Tasavvuf, tarikat ehlinde de görüldüğü gibi, zikir ve fikir yoluyla insan ruhunun, nâmütenâhî olan “Kemâlât-ı İlâhiyye”den feyiz alarak aydınlanmasından ibârettir. Başlangıcı, insan benliği mikyas yapılarak sonsuza bir kısım farazî hatlar koymakla başlar; nihâyeti de, benlik ve benlik sırlarından vazgeçip, her şeyi O’ndan bilmekle noktalanır.

    * * *

    Tasavvuf, felsefenin elinin ulaşamadığı ulûhiyet gerçeğinin, kalb eli, kalb ayağı ve kalb gözüyle araştırılması yoludur. Aklın, yalın ayak ve baş açık hayalleriyle ters yüz edildiği bu yolda kalb, bir üveyk gibi kanatlanır, kendi kadirşinas kriterleriyle o Mevcûd-u Meçhûl’ü tanımaya çalışır. Sonra da, elde ettiği irfanını, “mâ arafnâke hakka mârifetik” (Seni hakkıyla bilemedik) sözleriyle ilân eder.

    * * *

    Tasavvuf, İslâm’ın ruhudur. Onsuz İslâm düşünülemez. Tarikatlar ise, bunu sistematize etmişlerdir.


  2. #12
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Ölçü veya Yoldaki ışıklar


    Kültür

    Kültür, bir milletin, kendine has çizgide gelişip yükselmesinde sık sık başvuracağı önemli bir kaynaktır. Millet hayatının âhenk ve istikametiyle, kültür kaynaklarının duruluğu arasında her zaman sıkı bir münasebet mevcut olmuştur.

    * * *

    Kültür, bir cemiyetin dil, terbiye, âdet ve san’at gibi duygularından doğmuş, sonra da işlene işlene o toplumun hayat tarzı hâline gelmiş, hemen her parçası çok ehemmiyetli bir kısım esasların bütünüdür. Bu esasları görmezlikten gelmek körlük, toplumu onlardan uzaklaştırmaya kalkışmak ise, onu yolsuz, yöntemsiz hâle getirerek, şaşkına çevirmek demektir.

    * * *

    Kültür, milletlerin az-çok birbirleriyle teması neticesinde, bir ölçüde medeniyet gibi, bir toplumdan diğer topluma da geçebilir. Ancak, bu geçişte millî ruh imbikleri iyi çalışmaz, gerekli tasfiye ve ayıklama yapılamazsa, neticede kültür ve medeniyet bunalımı kaçınılmaz olur.

    * * *

    Gerçek kültür; hakikî din, yüksek ahlâk, fazilet ve hazmedilmiş ilimlerin potasında kaynaya kaynaya olgunlaşır. Dinsizlik, ahlâksızlık ve cehaletin hakim olduğu bir atmosferde ne gerçek kültürden bahsetmeye, ne de o atmosferde yetişen insanın bu kaynaktan faydalanmasına imkân yoktur.

    * * *

    Başka milletlerin kültür ve medeniyetiyle güya gerdeğe girip, kendi varlık ve bekâsını devam ettirmeye çalışan toplumlar, dallarına başkalarına ait meyveler takılmış ağaçlar gibidirler ki, hem gülünç, hem de aldatıcıdırlar.

    * * *

    Kültür, millet ve cemiyetin tabiatından doğar ve gelişir. Bir ağacın çiçek ve meyveleri ne ise, bir toplumun kültürü de odur. Kendi kültürünü olgunlaştıramamış veya kaybetmiş milletler, meyve verememiş veya meyveleri dökülmüş ağaçlara benzerler. Bugün olmasa da yarın kesilip, odun olarak kullanılmaları mukadderdir.

    * * *

    Her milletin hayatında “kültür” çok ehemmiyetli bir yer işgal eder. Bir milletin geçmişiyle iç içe ve ruh köküne sımsıkı bağlı bir “kültür”, o milletin yaşama ve yükselme yollarını açar ve aydınlatır. Aksine, her gün değişik bir anlayış ve düşünceyle sürekli zikzaklar çizmek o milleti çürütür, yerle bir eder.


  3. #13
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Ölçü veya Yoldaki ışıklar

    Hürriyet

    Hürriyet, ruhun yüksek duygu ve yüksek düşüncelerden başka herhangi bir kayıt kabul etmemesi, hayır ve faziletten başka hiçbir prensibin esiri olmaması demektir.

    * * *

    Nice kimseler vardır ki, bukağı ve zincirler içinde bulunmalarına rağmen, hep vicdanlarının hür semâlarında uçar dururlar ve bir lâhza olsun esaret ve mahkûmiyet hissetmezler. Ve nice kimseler de vardır ki, saray ve kâşânelerin baş döndüren, bakış bulandıran ihtişam ve debdebesine rağmen, gerçek hürriyeti kendi derinlikleriyle bir türlü duyup tadamazlar.

    * * *

    Hürriyeti mutlak serbestlik olarak anlayanlar, bilerek veya bilmeyerek, hayvanî hürriyetle insanî hürriyeti birbirine karıştırmaktadırlar. Oysaki, beden ve cismaniyetin karanlık isteklerini gerçekleştirme yolunda serâzât gönüllerin ona sığındıkları hürriyet, tamamen bir hayvanlık şiarı olmasına karşılık; ruhun önünden engelleri kaldırarak vicdanın şahlanmasına imkân hazırlayan hürriyet ise, tamamen bir insanlık şiarıdır.

    * * *

    Hürriyeti, kayıtsızlık ve lâubâliliğe düşmeden, insan dimağının, kendisini maddî-mânevî terakkiden alıkoyacak bağlardan âzâde olması şeklinde de yorumlayabiliriz.

    * * *

    Hürriyet, insana: “Hak düşüncesine bağlı kalıp, başkalarına zarar vermedikten sonra istediğini yapabilirsin.” demektir.

    * * *

    Makbul hürriyet, hürriyetin medenî olanıdır. O da, din ve ahlâkın elmas zincirleri, sâlim düşüncenin altın kemerleriyle bağlı bulunan hürriyettir.

    * * *

    Dînî duygu ve dînî düşünce tanımayan, ahlâka değer vermeyen ve fazilet fidanlığı olmayan hürriyet, her milletin nefret edip kaçtığı uyuz illeti gibi bir illete benzer ki, buna tutulan toplumlar, er-geç rahatlarını yitirecekleri gibi, zamanla çevrelerini kaybetmeleri de kaçınılmaz olacaktır.




  4. #14
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Ölçü veya Yoldaki ışıklar

    Medeniyet

    Medeniyet zenginlik, sûrî kibarlık, bedenî hazları tatmin ve cismâniyetin sefâhetler içinde yüzüp gezmesi değildir. O, gönül zenginliği, ruh nezaketi, görüş derinliği ve başkalarına hayat hakkı tanıyıp, onları da kabul etmek demektir.

    * * *

    Gerçek medeniyet, daima ilim ve ahlâkın atbaşı götürüldüğü iklimlerde tahakkuk ettirilebilmiştir. Bu itibarladır ki, her şeyi sadece ilimle ele alan Batı Medeniyeti, hep meflûç olarak kalmış; ilme karşı fermuarını çekip kendi içine kapanan Doğu Medeniyetleri ise, hâlihazırdaki durumları itibarıyla, kısmen de olsa bir vahşet içinde bulunmaktadırlar. Geleceğin medeniyeti, Batı’nın ilim ve fenleri, Doğu’nun da inanç ve ahlâk felsefesi fidanlığında boy atıp gelişecektir.

    * * *

    Ahlâk ve fazilete dayanmayan, akıl ve vicdan havuzlarından beslenmeyen medeniyet, insanlığın mutluluğuna değil, sadece birkaç zengin, birkaç da hevâperestin heveslerine hizmet eden gelip geçici bir şehrâyindir. Yazıklar olsun, onun yanıp sönen ışıklarına aldananlara!

    * * *

    Medeniyet, tabiat ilimleri ve çeşitli fenlerde çok ileri olmak; vapurlar, trenler, uçaklar gibi modern imkânlara sahip bulunmak; büyük şehir, geniş cadde ve yüksek binalarda yaşamaktan ibaret zannedilmemelidir. İnançlı ve istikametli ellerde, her biri sadece medeniyetin birer vesilesi sayılan bu şeyleri medeniyetin kendisi kabul etmek, aldanmışlıktan başka bir şey değildir.

    * * *

    Fertlerin medenî olmaları, insanın özünde bulunan iyi şeylerin nüvelerini geliştire geliştire ikinci bir fıtrat kazanmalarında aranmalıdır. Onu kılık kıyafet ve cismanî zevklerin her çeşidinden istifadeden ibaret sayanlar, bir kısım muhakemesizler ile bir düzine de bedenî hayatın altında ezilmiş talihsizlerdir.

    * * *

    Vahşî, bedevî milletlerin, hunhar, zâlim ve yağmacı olduklarında şüphe yoktur. Ne var ki, onların bu hâli herkes tarafından çok iyi bilindiğinden, başkaları için fazla zararlı olmadıkları da bir gerçektir. Ya, modern silahlarla mücehhez ve her zaman kan içme fırsatını kollayan medenî bedevîlere ne demeli..!

    * * *

    Medeniyet, şayet bir milletin kendi varlığını anlatması ise, bu muhteşem hutbenin malzemesi, o milletin ilmî, ahlâkî ve teknolojik eserleri olmalıdır. Zira, içtimaî terbiye ve çeşitli hüner ve san’atlar medeniyete bir şekil verir; ahlâk ise, belâgatlı bir lisan olarak onu ilân eder.


  5. #15
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Ölçü veya Yoldaki ışıklar

    Terakki

    Bir milletin gelişip ilerlemesi, o millet fertlerinin fikrî ve hissî sahada terbiye görmelerine bağlıdır. Fertlerinde düşünce ve iç aydınlığı gelişmemiş milletlerin terakki etmesi de beklenemez.

    * * *

    Milletlerin yükselmesinde, millet fertlerinin gâye ve hedef birliğine varmış olması şarttır. Birinin ak dediğine diğerinin kara dediği bir toplumda, kâh sağa, kâh sola toslamalar olsa da, kat’iyen yükselme ve gelişme kaydedilemez.

    * * *

    Müşterek bir terbiye görmemiş nesiller, aldıkları farklı kültüre göre, hep ayrı ayrı kamplara ayrılmış ve birbirlerini düşman görmüşlerdir. Kendi içinde böyle didik didik olmuş bir toplumdan terakki beklemek, muhal olmasa da, imkânsız denecek kadar zordur.

    * * *

    Her terakki, önce bir tasavvur ve düşünce hâlinde belirir; sonra kitlelere kabul ettirilir; daha sonra da, el ele ve gönül gönüle kenetlenmiş fertlerin himmetiyle gerçekleştirilir. Aksine düşünce plânında ilme vize ettirilmemiş veya ifade edilememe talihsizliğine uğramış her terakki hamlesi neticesiz kalmaya mahkumdur.

    * * *

    Bir şeyin daha temiz, daha parlak, daha düzenli ve daha iyisi, onun terakki etmiş olanıdır. Buna göre, mevcutla iktifa himmetsizlik, mevcudu aşarak, daha muntazam, daha seviyeli eserler ortaya koymak ise terakkidir.

    * * *

    Ovayı-obayı çoraklaştırmak, bağı-bahçeyi çöplüğe çevirmek, bir alçalma ve tedennî; çorakları ıslah, çöplükleri de bağ ve bahçe hâline getirmek bir terakkidir. İleri milletlerin memleketleri cennet, dağları bağ, mâbetleri de âdeta muhteşem birer saraydır. Buna karşılık, geri kalmış memleketlerin şehirleri harabe, sokakları çöplük, ibadethâneleri de birer küflü dehlizdir.

    * * *

    Toplumların ilerleyip yükselmesinde okuyup yazmanın tesiri inkâr edilmeyecek kadar büyük olmakla beraber, millî kültürle nesiller belli bir istikamette terbiyeye tâbi tutulmadıkları için beklenen neticeyi elde etme mümkün olmamıştır ve olamayacaktır da...

    * * *

    Her terakki hamlesi, hâlihazırı iyi değerlendirmeye ve geçmiş nesillerin tecrübelerinden istifade etmeye önem verildiği ölçüde neticebahş olur. Aksine, her yeni nesil, öncekilerin tecrübelerinden istifade etmeyi düşünmüyor ve herkes kendine göre bir yol tutup gidiyorsa, o taktirde, böylesi çocuksu tutum ve davranışlarla hep didişip dursalar da, bir arpa boyu yol alamazlar.


  6. #16
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Ölçü veya Yoldaki ışıklar

    San’at

    San’at, terakkinin ruhu ve duyguları inkişaf ettiren yolların en önemlilerindendir. Bu yolu kullanma fırsatını kaçıran bahtsız istidâtlar, bütün bir hayat boyu, tıpkı meflûç insanlar gibi, bir yanları hep ölü olarak yaşarlar.

    * * *

    San’at, gizli hazineleri keşfedip açan sihirli bir anahtar gibidir. Onunla açılan kapıların arkasında fikirler sûret urbası giyer; hayaller de âdeta cisimleşir.

    * * *

    İnsanları denizlerin sonsuzluk ve derinliklerinde, semâların yükseklik ve maviliklerinde dolaştırıp seyahat ettiren bir düşünce üveyki varsa o da san’attır. San’at sayesinde insan, yerlerin ve göklerin enginliklerine yelken açar, zaman ve mekân üstü duyuşlara ve sezişlere ulaşır.

    * * *

    Beşer hissiyatını muhafaza ile, her lâhza o hissiyata hedeflerin en yükseklerini gösterip, hassas ruhları derinlikten derinliğe sevkeden âmillerin başında san’at gelir. San’at olmasaydı, insanın müdahale ve ihtırâ dünyasında hâlihazırdaki mevcut güzelliklerin hiçbirini göremeyecektik. Ve o âteşîn san’atkâr ruhlar da, bütün tasarı, plân ve tasavvurlarıyla toprağa gömülüp gideceklerdi...

    * * *

    İnsanoğlunun iç derinliklerini tasvir eden en birinci levha san’attır. Evet, san’at sayesindedir ki, en derin duygu ve düşünceler, en çarpıcı tespitler, en içli arzular, bir plâğa kaydediliyor gibi kaydedilmiş ve âdeta ölümsüzleştirilmişlerdir.

    * * *

    San’atın imana refâkati sayesinde değil miydi ki, bu muhteşem dünya şaha kalkmış mâbetleri, şehâdet parmakları gibi öteleri gösteren minareleri, her biri başlı başına birer mesaj sayılan, mermerlerin alınlarındaki mübarek desen ve motifleri, çeşit çeşit hat san’atları, pırıl pırıl tezhipleri, solmayan işlemeleri ve kelebek kanatları kadar güzel nakışlarıyla, seyrine doyulmayan bir güzellikler galerisi hâline gelmişti.

    * * *

    Gerçek ilim, san’atla kendini gösterir. San’at adına ortaya herhangi bir eser koyamamış birinin, öyle çok fazla şey bileceği de söylenemez.

    * * *

    İnsan melekelerinin canlılığı, san’at ruhuyla çok alâkalıdır. San’atsız bir insan, ölü olmasa da, diri de sayılmaz.

    * * *

    San’atkâr ruhlarca geçerli olmayan, itibar ve revaç bulmayan bütün san’at gayretleri, şekille ruhu birbirinden tefrik edememeden kaynaklanmaktadır.

    * * *

    San’at adına bir esere itibar ve teveccühün, onun zâtından ziyâde, ruhundaki san’at ve maharete ait olduğunda şüphe yoktur.

    * * *

    Demiri altından, bakırı bronzdan daha kıymetli yapan san’attır. Evet, san’at sayesinde en kıymetsiz madenler, altın, gümüş ve elmastan daha kıymetli hâle gelirler.

    * * *

    Düşünce çizgimizdeki bütün güzel san’atlar, mübarek san’atkâr ruhların insanlığa ölümsüz armağanları olduğu gibi, vaktimizi bize bildiren saatten, güçsüzleştiği zaman gözlerimize güç kazandıran gözlüklere; uzak mesafeleri yaklaştıran telsiz ve telefonlardan, dünyanın dört bir yanındaki sesleri, sûretleri celbedip oturduğumuz odaya aksettiren televizyonlara; bizleri bir yerden bir yere taşıyan tren, otobüs ve tayyarelerden, mekik ve fezâ gemilerine kadar insanlık için huzur ve refah vesilesi sayılan bütün vasıtalar da, yine san’ata açık bu ince ruhların eserleridir.

    * * *

    San’ata kapalı bütün ruhlar, varlıkları-yoklukları birbirine denk; kendilerine, ailelerine, milletlerine yararlı olmayan, hatta zararlı olabilen bir kısım kuru kalabalıklardan ibarettirler.


  7. #17
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Ölçü veya Yoldaki ışıklar

    Edebiyat

    Edebiyat, bir milletin ruhî yapısı, düşünce dünyası ve irfan hayatının beliğ bir lisânıdır. Aynı ruhî yapı, aynı düşünce sistemi ve aynı irfan hayatını paylaşmayan fertler, aynı millete mensup olsalar da, birbirlerini anlamaları mümkün değildir.

    * * *

    Söz, fikirlerin bir dimağdan diğer dimağa, bir ruhtan diğer ruha intikalinde en önemli vasıtalardandır. Bu vasıtayı başarıyla kullanabilen fikir erbâbı, ruhlarda mayaladıkları düşüncelere çok kısa zamanda yığın yığın temsilciler bulur ve fikirleriyle ölümsüzlüğe ererler. Bu imkâna sahip olamayanlar ise, bütün bir hayat boyu çektikleri fikir sancılarıyla beraber, iz bırakmadan silinir giderler.

    * * *

    Her edebiyat türü, kullandığı malzemenin farklılığı ve maksadı edâ şeklindeki hususiyetleriyle, başlı başına bir anlatma yolu ve o türe mahsus bir dildir. Bu dilden herkes bir şeyler anlayabilse de, o dili hakikî mânâsıyla kullanan ve onunla konuşan, sadece şâir ve ediplerdir.

    * * *

    Altın ve gümüşü sarraflar anladıkları gibi, söz cevherini de ancak söz sarrafları anlar. Yere düşmüş bir çiçeği hayvan ağzına alır çiğner; kadir bilmezler, ona basar geçer; insanlar ise, onu koklar ve göğüslerine takarlar.

    * * *

    Yüksek düşünce ve yüksek mefhumlar, mutlaka zihinlere nüfûz edecek, gönüllerde heyecan uyaracak ve ruhlarda kabul görecek âlî bir üslûpla anlatılmalıdır. Yoksa bir kısım lâfızperestler, mânânın sırtındaki yırtık ve perişan urbaya bakarak, içindeki cevherleri değersiz görebilirler.

    * * *

    Edebiyat olmasaydı, ne hikmet o debdebeli yerini alabilir, ne felsefe gelip bu günlere ulaşabilir, ne de hitabet kendinden bekleneni verebilirdi. Ne var ki, hikmet, felsefe, hitabet de kendi sahalarıyla alâkalı kendi zenginliklerini, bitmeyen bir sermaye olarak edebiyatın önüne sermiş ve ona ölümsüzlük kazandırmışlardır.

    * * *

    Edipler ve şâirler, iç ve dış dünyalarda (enfüs ve âfâk) görüp hissettikleri güzellikleri seslendiren birer neyzene benzerler. İnsanlar, onlar vasıtasıyla bu çok elemanlı korodan yükselen seslerin mânâ ve mahiyetini kavrar; yoksa duygular yoluyla gelip onların ruhlarını saran alevlerden habersiz kimselerin, neyi de, neyden yükselen feryâdı da anlamalarına imkân yoktur.

    * * *

    Kaynağı duru ve sâfî olduktan sonra, her san’at dalı, her san’at eseri, ayrı ayrı iklimlerin ayrı ayrı güzelliklerini ve o iklime ait çiçek ve meyveleri, onlardaki tat ve kokuları ifade etmeleri bakımından hemen hepsi de güzel, sevimli ve nefistir.

    * * *

    Edebiyat vak’ası da, tıpkı diğer san’at çeşitleri gibi, sezi, eşya ile bütünleşme, hedef ve zaman üstü olma hâl, keyfiyet veya buutlarıyla ölümsüzlüğe ulaşır. Bunun için de, san’atkârın, bütün görülüp sezilenleri aşarak, gönlünü ötelerden gelen esintilere hazırlayıp açması çok önemlidir.

    * * *

    Maksatları ifadede, kullanılacak manzum ve mensûr her söz, düşünce pırlantasına mahfaza olmalı; onun yerine geçmemeli ve ona gölge etmemelidir. Bu mahfaza zebercetten de olsa, muhteva, maksat ve hedefi gölgelediği ölçüde, söz tesir ve ihsas gücünü kaybeder ve böyle bir sözün uzun ömürlü olmasına da imkân yoktur.

    * * *

    Lisan, bir düşünce ve bir anlayışı ifade vasıtası olmanın yanında, san’at, güzellik, edep mevzularıyla da sımsıkı alâkalıdır ve herhalde “edebiyat” sözcüğü de, onun bu yanının ifadesidir.

    * * *

    Edebiyatta esas unsur mânâdır. Bu itibarla da, söylenen sözlerin kısa, fakat zengin ve dolgun olmaları önemlidir. Bu hususu bazı kimseler, eskilerin beyân ve bedî mevzularında ele aldıkları teşbih, istiâre, kinâye, telmih, cinas, iâde gibi söz ve mânâ san’atlarıyla anlatmak istemişlerse de; bence, en derin söz, ilhamla coşan heyecanlı ruhlarda, varlığı sarıp sarmalayıp gönlüne yerleştirmesini bilen engin hayallerde, dünya ve ukbâyı bir hakikatin iki yüzü gibi bir arada mütalâa etmeye muvaffak olmuş inançlı ve terkipçi dimağlarda aranmalıdır.

    * * *

    Yeryüzünde ayrı ayrı medeniyet ve kültürlerin bulunması gibi, ayrı ayrı edebiyat türlerinin bulunması da tabiîdir. Ne var ki o, ruhundaki edep, güzellik sevgisi ve tabiat kitabına ait çizgi ve nağmelerle, çok yüzlülüğü içinde, yine de tek bir bütün ve tabiî âlemşümûldür.

    * * *

    Değişik bir kültür ve medeniyet fidanlığında gelişip olgunlaşan Divan Edebiyatı, bir kısım kimseler tarafından ağır, ağdalı ve mânâsız görülüyorsa, böyle bir anlayışın sebeplerini kendi ufkumuzun darlığında aramalıyız. Rica ederim, Kitap ve Sünnet’in semâvî tayfları altında, ötelerden gelen bir nuru sonsuza kadar taşımaya azmetmiş kahramanların heyecanlı sînelerinde ve cihanları yeniden şekillendirme düşüncesiyle şahlanmış yüksek ruhlarda mayalanan bir edebiyatı, ölü bir dönemin cansız cenazelerinin anlamasına imkân var mıdır..?!

    * * *

    Her gerçek, önce insan ruhunda bir öz hâlinde belirir; sonra hissedilir; sonra da sözle, kalemle, çekiçle canlandırılır, kristalleştirilir ve nokta nokta, çizgi çizgi san’at eserinin çehresinde veya bir san’at eseri hâlinde ifade edilmeye çalışılır. Böyle bir eserin, zaman ve mekân üstü buutlara ulaşması ise, tamamen inanç ve o inançtaki aşkın dereceleriyle alâkalıdır.

    * * *

    Bazen aynı yöre ve aynı ülkenin insanları arasında dahi edebî boşalma ve edebî gerilim başka başka olabilir. Dış yüzle alâkalı bu farklılık, eşya ve hâdiselere bakış açısındaki farklılıklardan ve bir de, inanç ve daha başka değerleri kabul edip etmemeden kaynaklanmaktadır. Nasıl dağın doruğundakine göre derenin dibindekine ait nağmeler mânâsız birer mırıltı ise, derenin dibindekine göre de zirvedekine ait sözler, öyle mırıltı sayılabilirler.

    * * *

    İyi bir san’at eseri, onu meydana getiren unsurların mükemmeliyetiyle, unsurların mükemmeliyeti de onları teşkil eden cüz’ifertlerin mükemmeliyetiyle yakından alâkalıdır. Özün sağlam olmadığı bir yerde temiz bir duygu, temiz bir duygunun bulunmadığı bir yerde de hep canlı kalabilecek “kor” gibi eserlerin ve alevden ifadelerin meydana getirilmesi imkânsızdır.

    * * *

    Her san’atkâr gibi edebiyatçı da, kâinat gerçeğindeki renk, şekil ve çizgilerde hep kendine ait bir şeyler aramaktadır. O, aradığını bulup ifade edebildiği gün kalemini kırar, fırçasını atar, hayret ve hayranlık içinde kendinden geçer. Bunun için de en büyük san’atkârlar, Hakk’ın âzat kabul etmez, mütefekkir ve duyarak yaşayan kulları arasında aranmalıdırlar.


  8. #18
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Ölçü veya Yoldaki ışıklar


    Şiir

    Şiir, kâinatın ruhunda saklı bulunan güzellik ve tenâsübün, varlığın çehresindeki tebessüm ve gönül açıcı keyfiyetin şâirâne ruhlarda ifade edilmesinden başka bir şey değildir. Bu yüksek ruhlar arasında öyleleri vardır ki, kalbleri bir hokka, Ruhu’l-Kudüs’ün solukları da, onların mürekkebi olmuştur.

    * * *

    Şiir, öteleri kurcalama yolunda duyulan “hay-huy” veya bu uğurdaki cehdin iniltileridir. Şiirdeki ses ve nağmeler, yaşanılan ruh hâleti ve iç derinliğine göre bazen gürül gürül, bazen de incelerden ince çıkar. Bu itibarla da, şiire ait her ses ve söz, ancak dile geldiği andaki ruh hâletiyle tam kavranabilir.

    * * *

    Şiir, şâirin bakış ve duyuşuna tesir eden inanç, kültür ve düşünce tarzlarına göre doğar ve şekillenir. Ne var ki, onu derinleştirip idrak üstü seviyeye ulaştıran tek kaynak, yalnız ilhamdır. İlhamla coşan bir gönülde zerre güneş, damla da derya olur.

    * * *

    Şiirde, akıl ve düşüncenin rolü ne kadar büyük olursa olsun, insan gönlünün kendine göre derin bir yönü vardır. Ve, Fuzûlî’nin ifadesiyle, “Sühânım şuarâ leşkerine mîr-i livâdır.”1 Gönülde yeşeren düşünceler bir de hayalle kanatlanınca, gider sonsuzun kapılarını zorlamaya başlarlar.

    * * *

    Şiir, hâlihazırı aydınlatan bir şûle, ilerilere ışıklar salan bir projektör ve öteler kaynaklı bir aşk ve heyecan bestesidir. Gerçek şiirin ikliminde gözler aydınlığa erer, uzaklar yakın olur ve ruhlar sönmeyen bir azim ve şevke ulaşır.

    * * *

    Şiirler de, tıpkı yakarışlar gibi, insanın iç dünyasındaki iniş-çıkışları, şevk-hüzün hâllerini dile getirir ve ferdin yüce hakikatle konsantre olması ölçüsünde de, lâhûtî soluklar hâline gelirler. Aslında her münâcat bir şiir, her şiir de bir münâcattır. Elverir ki şiir, sonsuza doğru kanat açmasını bilsin.

    * * *

    Sonsuzluk düşüncesinde yeşerip, kalbin kanatları ve ruhun gücüyle saf düşüncenin semâlarında pervaz eden şiir, ilimler gibi pozitif düşünceye fazla itibar etmez. O, müşahhasla sadece bir vasıta olarak meşgul olur. Onun bütün hedefi, mücerredi bulup, onu avlamaktır.

    * * *

    Şiirde her duyulup düşünülen şey tasavvur edilebiliyor, tasavvurlar firesiz olarak muhakemeden geçirilebiliyor, sonra da, şâirin iç dünyasında birer esinti hâlinde beliren bu gizli unsurlar, kelime ve cümlelerle soluklanacakları âna kadar mevcudiyet ve canlılıklarını koruyabiliyorlarsa, o şiir, hep taze ve canlı kalmaya namzettir. Aksine, şiir diye ortaya koyduğumuz şeylerin zebercet taşlı bir bakır yüzük veya kömür kakmalı bir elmas gerdanlıktan farkı olmaz...

    * * *

    Şiir, “O Bilinmez Mevcûd”u aramayı hedef seçtiği için, düşüncede buğu buğu esrar, geçilen yollarda alaca karanlık ve çok yönleriyle kapalı bir iklime ait zor anlaşılır, çok buutlu bir sestir. Bu itibarladır ki, gerçek şiirin her kelime ve cümlesinde, esrarengiz bir şatoda, her ses ve görüntüyle irkilen fevkalâde hassas bir seyyahın müşahede ve duyuşları sezilir.

    * * *

    Şiir, bir yürek hoplaması, bir ruh heyecanı ve bir gözyaşıdır; gözyaşları da, aslında kelimelere baş kaldırmış saf şiir demektir.

    * * *

    Şiir, şairlere ait bir kısım solmayan çiçekler ve bu çiçeklerin çevreye saldıkları kokular demektir. Toprağı temiz, suyu duru, tohumu da belli olunca, artık bu çiçeklerin renk ve kokusuna doyulmaz..!

    * * *

    Anlamadan söyleyen, buna mukabil, söylemeyip de anlayan şairlerin sayısı hiç de az değildir. Birincilerin laf u güzâfına bedel, ikincilerin şairâne bakış ve düşünüşleri, kelime ve cümlelere ihtiyaç bırakmadan insana çok şeyler anlatabilirler.

    * * *

    Şiiri, sadece mevzun söz şeklinde anlamak yanlıştır. Ruhu cezbeden, mazmunu ve ifadesi gönüllerde hayret ve hayranlık uyaran nice mensur sözler vardır ki, her biri başlı başına birer şiir âbidesidir.

    * * *

    Her san’at dalı gibi şiir de, netice itibarıyla nâmütenâhiyle sarmaş-dolaş değilse kısır ve sönüktür. Sonsuz güzelliklere meftun insan ruhu, sonsuza tutkun insan gönlü, ebedden ve ebedîlikten başka bir şeyle tatmin olmayan insan vicdanı, san’atkâra hep öteleri kurcalamayı fısıldamaktadır. Kalb, ruh ve vicdanından yükselen bu inilti ve iştiyakları hissetmeyen san’atkâr, bütün bir hayat boyu eşyanın dış yüzünü taklitle uğraşır durur da, bir kerecik olsun bu tenteneli perdenin ötesini görmeye muvaffak olamaz.

    * * *

    Şiirde şekil mânâya, mânâ şekle feda edilmediği, aksine her iki cephe de ruh ve ceset münasebeti içinde ele alınabildiği takdirde, o şiir, her vicdanın sevip tabiî bulacağı bir âhenge ulaşır. Ve böyle bir şiir hakkında hayalin teklif edeceği herhangi bir yeni motif de düşünülemez.

    * * *

    Şiirin bir dış yüzü vardır ki, orada daha ziyade kelimeler, cümleler, ölçü, edâ gibi hususlar hakimdir. İç yüzüne gelince; orada ruh, iç âleminde mayaladığı düşünceleri ifade için, yerinde çiçeklerin çehresi ve kelebeklerin kanatları gibi en süslü ve zarif cümleleri, yerinde kıvılcımlar gibi düştüğü yerde yangın çıkaran kelimeleri ve yerinde de neyin feryatlarına denk iniltiler meydana getirecek sözcükleri arar, bulur ve yerli yerine yerleştirir ki, buna şiirin mûsıkileşmesi de diyebiliriz .

    * * *

    Sırlar ve işaretler şiirin ana kaynaklarından birisi olması itibarıyla, onda olduğundan daha fazla bir genişlik ve ihâta hissedilir. Ama bu ihâta, yine de şiirin harîmi içinde ve onun surları ile çevrilidir. Şiir, tedâilerin kollarında buutlaşarak rengârenk mânâ iklimlerine doğru yayılıp genişlerken dahi, yine kendidir.

    * * *

    Şiire, esas itibarıyla düşünce ve duyuşun birbiriyle kaynaşıp bütünleşmesinden meydana gelen bir ton hakimdir. Ancak, insan bünyesindeki hipofiz bezi misali, düşünce ve duygunun arkasında onlara hükmeden ve her noktada kendilerini hissettiren niyet ve nazar gibi iki mühim unsur da vardır ki, bunlar, bütün beyit ve mısralara birer renk olarak akseder, fikrin ayağının kaydığı yerlerde onun elinden tutar ve hissin önünde bir sihirli lâmba gibi hep yollara ışık saçarlar.

    * * *

    Şiir, kinleri, nefretleri, heyecan ve ızdırapları, ümit ve inkisarlarıyla içinde çimlenip geliştiği toplumun solukları; şâir de, yerinde bu toplumun nefes borusu ve akciğeri, yerinde de dili-dudağıdır. Bu bakımdan, her şiir, içinde yeşerip geliştiği ve kendine malzeme teşkil edecek olan cemiyetin hususiyetleriyle mütalâa edildiğinde bir şeyler söylemesine mukabil, ona dâyelik yapan toplumu nazarı itibara almadan, ondan bir şeyler anlamak, oldukça zordur.


  9. #19
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Ölçü veya Yoldaki ışıklar

    Hayat ve Ruh

    Hayat, ilâhî bir sırdır; mâhiyetini de ancak Hak sırlarına âşina olanlar bilir.

    * * *

    Mutlak hayat, bir bedenî yaşayıştır. Bedendeki hararet ve canlılık tamamen fıtrîdir ve alınan gıdaların kan ve enerjiye dönüşmesi seyri içinde hâsıl olur.

    * * *

    Cismânî hayatın gâyesi, hareket, canlılık ve bedenî bir kısım vazifeleri yerine getirmekten ibarettir ki, böyle bir hayat itibarıyla insanla hayvan arasında herhangi bir fark yoktur. Gerçek insânî hayat ise, içinde şuur, idrak ve ötelere açık olmanın da bulunduğu hayattır ki hakikî hayat da işte budur.

    * * *

    Hayat, ruh demek değildir. O, bir cismânî yaşayıştır. Ruh ise, çözülmez, parçalanmaz.. maddî cevherlerden farklı, lâtif bir varlık ve şuurlu bir “kanun-u emrî”dir.

    * * *

    Ruh, cisme hayat ile beraber taalluk eder ve onun ayrılmasıyla da ayrılıp gider. Hayat, mahvolup söner; ruh ise, ebetlere kadar Allah’ın (c.c) yaşatmasıyla yaşar.

    * * *

    Hayat, fıtrat kaynaklı ve tabiat buutludur. Ruh ise, ilâhî bir nefha olup, fıtrat ve tabiatüstü bir hüviyete maliktir. Hayat, sonlu ve ölümlü; ruh ise, ebediyet edâlı ve ölümsüzdür.

    * * *

    Ruh, dimağ mekanizmasının üstünde bizzat idrak eden, duyan, isteyen-dileyen bir varlıktır. Onun bedenle münasebeti ise, muvakkat bir komşuluk ve kader birliğinden ibarettir.

    * * *

    Ruh, ölümden müteessir olmadan, kabir çukurunu rahatlıkla atlayıp geçtiği gibi, Berzah ve Mahşer engebelerinde takılmadan, gidip Cehennem ve Cennet ebediyetlerine ulaşan bir ölümsüz varlıktır.

    * * *

    Ruh, bazen insan suretinde, bazen lâtif bir buhar şeklinde, bazen de başka bir cevher hâlinde misâlî aynalara ya da rüyalara ve hülyalara akseder ve melekler gibi hayır, yümün bereketlere ya da şeytanlar gibi şerlerle nakîselerle içli-dışlı bulunur.

    * * *

    Hakikî hayat, ruhânî ve cismânî hayatın omuz omuza ve atbaşı olduğu hayattır. Böyle bir hayat, aynı zamanda, burada hakikî insan hayatını sümbül verecek bir tohum; ötede de salkım salkım boy atıp gelişecek cennetlikler hayatıdır.

    * * *

    Şuur ve sâfiyet, kalbî hayatın neticesidir.

    * * *

    Hayatını gayriciddi yaşayanlarda kalbî hayat olamaz.. onların ağlamaları da ayrı bir yalandır.

    * * *

    Dünyaya ilk geldiğimiz andan itibaren hakikî hayat, hayvânî hayatımızla sarılı olarak ve inkişâf ettirilmek üzere bize emanet edilmiştir. Ruh-beden münasebeti bozulacağı âna kadar da o hep uhdemizde kalır.

    * * *

    İnsan, hayvânî hayatı itibarıyla hayvanlarla, ruhânî hayatı itibarıyla da meleklerle hemhâl ve içli-dışlıdır. Kendi özündeki istidat ve dinamikleri değerlendirebilenlerin zamanla melekleşmesi mukadder olduğu gibi, bu kabiliyetleri köreltenlerin, hatta kötüye kullanıp tahrip unsuru hâline getirenlerin de, er-geç hayvanların altına düşmeleri, hatta şeytanlaşmaları kaçınılmazdır.


  10. #20
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Ölçü veya Yoldaki ışıklar


    Mucize ve Keramet

    Mucizeye inanmayan, Allah’ı ve O’nun kudretini de takdir edememiş demektir. “Mucize ile ay parçalanmaz” diyen “Allah ayı parçalayamaz” demektedir. “Ölüler dirilmez” diyen, Allah’ın bu işi yapamayacağını iddia etmektedir.

    * * *

    Keramet, velîde zuhur eden bir harikulâdedir ki, dolayısıyla peygamberin mucizelerini ve onun peygamberliğini teyit eder.

    * * *

    Keramet, peygamberlik iddia etmeyen hak dostlarının eliyle ortaya konan ilâhî bir armağandır ve bunu da ancak insanı anlayanlar anlayabilirler.

    * * *

    Velîlik, Allah’ı sevme ve Allah tarafından sevilme makamıdır. Allah, kendi kapısının bu sadık bendelerini, akla-hayale gelmedik lütuf ve ihsanlarla serfiraz kılıp, halk içinde belli edeceği gibi, sadefi içinde inciler misillü, son durağa kadar hem kendilerinden, hem de başkalarından saklayabilir de...

    * * *

    Normal insanların his, idrak ve anlayışlarının çok üstünde mevhibelere açık bu yüksek kâmetler, bir bakıma peygamberlik hakikatinin gölgesini temsil ederler. Aradaki mesafe de buna göredir.

    * * *

    Velî, sahib-i hikmet demektir. Hikmet felsefeden ne kadar yüksekse, velî de feylesofdan o kadar büyüktür; hatta, kıyas edilmeyecek kadar...


Sayfa 2/11 İlkİlk 1234 ... SonSon

Benzer Konular

  1. Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 19.05.09, 00:16
  2. ÖLÇÜ
    By ACİZKUL in forum Fıkıh ve Akaid
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 18.05.09, 04:17
  3. İnsanlikta ÖlÇÜ
    By Reyhani in forum Nasihatlar
    Cevaplar: 2
    Son Mesaj: 14.01.09, 14:02
  4. Yağmurdaki ölçü
    By Konyevi Nisa in forum Kur'an Mucizeleri
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 14.10.08, 08:04
  5. Bu Yoldaki Kimselerin Gözetmesi Gereken Edepler
    By Reyhani in forum Sofilik Adabı
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 24.09.08, 09:48

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •