kartal__13,
Allah CC Sizden de razı olsun
Kıyamet suresi 7
Göz kamaştığı
"Göz kamaştığı" buyruğundaki: Kamaştı" lafzını Nâfî ve Âsım'clan rivayetle Ebân, "re" harfini üstün olarak okumuşlardır.
İleri derecede İrileşmiş olacağından, insanın gözü kamaşmış olaeak ve o gözün kirpiIdığı görülmeyecektir, demektir. Mücahid ve başkaları, bu durum ölüm halindedir, demişlerdir. el-Hasen ise bu, kıyamet gününde olacaktır, demiştir. Ayrıca o şöyle der: Bu buyrukta insanın hakkında soru sorduğu hususun cevabını ihtiva eden bir mana vardır. "Göz kamaştığı, ay tutulduğu... zaman" işte o gün, kıyamet günüdür, denilmiş gibidir.
Diğerleri, bu Iafzı "re" harfi kesreli olarak okumuşlardır. Şaşkınlığa düşüp, gözünü kırpmadı, demektir. Bu açıklamayı Ebu Amr, ez-Zeccac ve başkaları yapmışlardır. Şair Zu'r-Rimme şöyle demiştir:
"Eğer Lukman-ı Hakîme, onan gözlerine Meyye Yüzünü açmış olarak görünecek olsaydı, gözlerim iri iri açar,
gözünü kırpmazdı."
el-Ferrâ ile el-Halİl "re" harfi kesreli olarak; "korktu, dehşete düştü, hayret etti" demektir, demişlerdir. Araplar da dehşete düşüp, hayret etmiş insan hakkında: derler. Bu durumda olan kimseye de; derler. el-Ferrâ şu beyiti zikreder:
"Sen kendi nefsin için ağıt yak, benim için değil Yaralan tedavi et de hayret ve dehşete düşme!"
Yani; aldığın yaraların fazlalığından dolayı korkma.
(Mazisinin "re" harfi) üstün olarak: Gözlerini açtı ve iriİeştirdi' demektir. Bu açıklamayı Ebu Ubeyde yapmış olup, el-Küİlâbî'nin de şu be-yitini zikretmektedir;
"İbn Umeyr umutla bana geldiği vakit Ben ona kırmızıya çalan beyaz tüylü develer verdim de gözlerini iri iri açtı."
"Re" harfi hem kesreli hem üstünlü söylenişinin anlamdaki iki ayrı söyleyiş olduğu da söylenmiştir.
Kıyamet suresi 8
"Ay tutulduğu"
"Ay tutulduğu" yani ışığı gittiği zaman ... Dünyada ay tutulursa, daha sonra yine ışığına kavuşur, Âhirette ise böyle değildir. Işığı bir daha geri gelmeyecektir. Buyruğun, ay kaybolduğu zaman... anlamına gelme ihtimali de vardır. Nitekim yüce Allah'ın -aynı kökten gelen fiilin kullanıldığı-: Biz onu da, evini de yere geçirdik (yerde kaybettik)" (el-Kasas, 28/81) buyruğunda da bu anlamda kullanılmıştır.
İbn Ebi İshak, İsa ve el-A'rec "hı" harfi ötreli, "sin" harfi de kesreti olarak; diye okumuşlardır. Buna da yüce Allah'ın: "Güneş ve ay bir araya getirildiği zaman" buyruğu delil teşkil etmektedir.
Ebu Hatim Muhammed b. İdris dedi ki: Ay'ın bir kısmı kaybolduğu zaman küs Cif (kısmî ay tutulması), tamamı gittiği zaman husuf (tam ay tutulması) denilir.
Kıyamet suresi 9
"Güneş ve ay biraraya getirildiği zaman"
"Güneş ve ay biraraya getirildiği zaman" ışıklarının söndürülmesi hususunda ikisi de aynı özellikte olduğu zaman, demektir. Ay'ın tutulmasından sonra ışığı kalmadığı gibi, güneşin de ışığı olmayacaktır. Bu açıklamayı el-Ferrâ ve ez-Zeccâc yapmıştır. el-Ferrâ dedi ki: Burada: Biraraya getirildi" denilmeyip (sonuna "te" harfi getirilmemesi) anlamın: İkisini biraraya getirdi" şeklinde oluşundan dolayıdır. Ebu Ubeyde ise: Bu müzekkerin tağlib edilmesi dolayısıyla böyle gelmiştir, demektedir. el-Kisaî ise: Manaya hamledildiği için böyle gelmtşcir. Sanki: "İki ışık (söndürüldü)" buyurmuş gibidir. el-Müberred de: Müenneslîk hakiki değildir (onun için sonuna "te" getirilmemiştir), demiştir.
İbn Abbas ve İbn Mesud dedi ki: İkisi biraraya getirilmiş olacaktır. Her ikisi de batıdan kararmış, ışıkları alınmış, aydınlıkları gitmiş, kesilmeye hazır iki öküz gibi birbirine bağlanmış halde biraraya getirilmiş olacaklardır, demektir. Bu anlamdaki açıklamalar el-En'âm Sûresi'nin sonlarında (6/158. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Abdullah (b. Mesud)'ın kıraatinde Güneş ile ay ikisi biraraya getirildiği zaman" şeklindedir.
Ata b. Yesar dedi ki; Kıyamet gününde ikisi de bir araya getirilecek, sonra da denize atılacaklardır ve her ikisi Allah'ın büyük ateşi olacaklardır.
Ali ve İbn Abbas dedi ki: Her ikisi de perdelerin nuru içerisinde bırakılacaklardır. Cehennem ateşinde de biraraya getirilecekleri ihtimali vardır. Çünkü her ikisine de Allah'ın dışında ibadet edilmiştir. Ateş onlar için azab olmayacaktır. Çünkü her ikisi de cansızdır. Ancak onlara bu şekilde muamele edilmesi kâfirlerin azarlanması ve hasretlerinin daha da ileriye gitmesi için olacaktır. Ebu Uavud et-Tayalisi'nin Müsned'inde, Yezid er-Rukaşi'den, onun Enes b. Malik'ten, Enesin Peygamber (sav)'a dayandırarak (ref ettiği) rivayetine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki güneş ve ay cehennem ateşinde kesilmek için bir ayaklan kesilmiş, kötürüm iki öküz gibi olacaklardır, "
Bu biraraya gelişin birbirlerinden ayrılmamak üzere biraraya getirilmeleri, insanlara oldukça yakınlaştınlmalan ve aşırı sıcaktan dolayı insanların terlemeleri anlamına geldiği de söylenmiştir. Sanki her ikisinin sıcaklığı da insanların üzerine topianacakmış gibi bir mana vardır. Güneş ve ay biraraya getirilecek ve artık gece ile gündüzün ardı arkasına gelmesi sözkonusu olmayacaktır; diye de açıklanmıştır.
Kıyamet suresi 10
"O günde insan: Kaçış nereye? der."
"O günde insan: Kaçış nereye? der."Ademoğlu böyle söyler, söyelemektir. Ebu Cehil böyle diyecek de denilmiştir. Kaçacak yer neresidir, demektir. Şair şöyle demiştir:
"Koçlar toalaşırken kaçış nereye? Hangi koç oradan başka tarafa kayarsa rezil olur."
el-Maverdi dedi ki: Bunun iki anlama gelme ihtimali vardır. Birincisine göre, Allah'tan haya edileceği için ondan "kaçış nereye?" demektir. İkincisine göre, cehennemden korkulup, sakınıldığı için; ondan "kaçış nereye?" demektir.
Bu sözü söyleyecek olan insan ile ilgili iki ihtimal sözkonusudur. Birinci ihtimale göre, bu söz özel olarak kâfirin kıyamet gününde cehenneme arzedilmesi esnasında söyleyeceği bir sözdür, mü'minin söyleyeceği bir söz değildir. Çünkü mü'min Rabbinin müjdesine güvenmektedir. İkinci görüşe göre, kıyametin kopacağı esnada görecekleri kıyamet dehşetlerinden ötürü hem mü'minlerin, hem de kâfirlerin söyleyeceği bir sözdür.
"Kaçış, kaçmak" anlamındaki iafız genel oiarak "fe" harfi üstün; diye okunmuştur. Ebu Ubeyde ve Ebu Hatim bu okuyuşu tercih etmiştir. Çünkü bu mastardır.
İbn Abbas, Mücahid, el-Hasen ve Katade ise "mim" harfi üstün fakat "fe" harfini kesreli okumuşlardır. el-Kisai dedi ki: Bunlar iki ayrı söyleyiştir ile gibi.
ez-Zühri'den ise "mim" harfini kesreli, "fe" harfini de üstün okuduğu nakledilmiştir.
el-Mehdevî dedi ki: Kaçış" lafzının "mim" harfim ve "fe" harfini üstün okuyanların okuyuşuna göre bu "firar; kaçmak, kaçış" anlamında bir mastardır. "Mim" harfini üstün, "fe" harfini kesreli okuyuş ise, kendisine kaçılacak yer anlamında olur, "mim" harfini kesreli, "fe" harfini üstün okuyuş ise iyice kaçabilen insan demek olur. Buna göre de buyruk şu anlama gelir: Güzel, iyi kaçabilen insan nerede? Bununla birlikte o da asla kurtulamayacaktır.
Derim ki: İmruu'l-Kays'ın şu mısraı da bu anlamdadır:
"(Düşmana) güzel yönelir, güzel kaçar, güzel ileri atılır, güzel geri döner aynı zamanda."
Şair burada atının güzel döndüğünü ve güzel kaçtığını anlatmak İstemektedir.
Kıyamet suresi 11
"Hayır" yani kaçacak yer ve kaçış yoktur.
Buna göre: Hayır" bir reddir ve bu yüce Allah'ın (.söyleyeceği) bir sözüdür. Daha sonra bu reddi açıklayarak şöyle buyurmaktadır; "O gün sığınacak yer yoktur." Ateşten kurtulmak için sığınılacak bir yer yoktur. İbn Mesud: "Bir kale, bir sığınak yoktur" diye açıklardı. el-Hasen de: "Bir dağ yoklur" derdi. îbn Abbas: "Bir sığınak yoktur" diye açıklardı. İbn Cübeyr: Kaçıp kurtulacak ve sığınüacak bir korunak yoktur, diye açıklamıştır. Hepsinin anlamı birdir. Sözlükte; kendisine sığınılan kale, dağ ve benzeri şeylere denilir. Şair de şöyle demiştir:
"Ömrüm hakkı için gencin sığınacak bir yeri yoktur Ölümden (kurtulmak için) ölüm de onu yetişir, yaşlanmak da."
es-Süddi dedi ki: Dünyada iken sığınacak bir yer aradıklarında dağlarla kendilerini korumaya çalışırlardı. Yüce Allah, onlara: Bu günde sizi benden koruyacak bir sığınak yoklur, diye buyurdu. Tarafe de şöyle demiştir:
"Bekr kesinlikle bilir ki bizler Üstün görüş sahibiyiz ve korkmakta (korkan için) bir sığınak vardır."
Bu beyilin son kelimesi diye de rivayet edilmektedir.
Kıyamet suresi 12
"O gün varıp durulacak yer Rabbİnin huzurudur."
Katade; nihai olarak varılacak yer, diye açıklamıştır. Bunun bir benzen de: "Şüphesiz ki son gidişin Allah'a olacağını" (en-Necm, 53/42) buyruğudur. îbn Mesud: Dönülecek ve sonunda varılacak yer, Rabbİnin huzuruna olacaktır, diye açıklamıştır.
Âhirette son olarak karar kılınacak yer, yüce Allah'ın teshil edeceği yerdir. Çünkü onlar arasında hüküm verecek olan O'dur.
"Hayır" sözünün, insanın kendisi için kaçıp kurtulacak yer olmadığını öğrenmesi üzerine kendisine söyleyeceği sözlerden birisi olduğu da söylenmiştir. İşte o vakit insan kendi kendisine: "Hayır, bugün sığınacak yer yoktur. Bugün varıp durulacak yer Rabbİnin huzurudur" diyecektir.
Kıyamet suresi 13
"O günde insana önden yolladığı şeyler ile geriye bıraktığı şeyler haber verilir."
O gün Âdem oğluna iyi ya da günahkâr bir kimse olsun, iyi ya da kötü amel islemiş yahutta kendisinden sonra ona uygun iş yapılan iyi ya da kötü bir sünneti ardında bırakmış olsun... (bütün bunlar kendisine haber verilecektir.) Bu açıklamayı İbn Abbas ve İbn Mesud yapmıştır.
Mansurun rivayetine göre de Mücahid şöyle demiştir: Ona amelinin başı da. sonrası da haber verilir. en-Nehaî de böyle demiştir.
Kıyamet suresi 20
Hayır;siz çarçabuk geçmekte olan (dünya) ı seviyorsunuz.
Burada, ara cümleden sonra önceki konuya kalındığı yerden devam edilmektedir. "Hayır asla değil"in manası şudur. Yani sizin kıyameti inkâr etmenizin asıl sebebi bu kainatın yaratıcısının kıyameti getirmeye ve ölümden sonra sizi diriltmeye muktedir olmadığını zannetmeniz değildir. Asıl sebep yukarıda ayette verildiği gibidir.
Kıyamet suresi 21
Ve ahireti terkedip-bırakıyorsunuz.
Bu, ahireti inkârın ikinci sebebidir. Birincisi 5. ayette beyan edilmişti. O ayette, insanın fiskü-fücur için serbestlik ve ahlâkî kayıtlardan kurtulmak istediği ve eğer ahirete inanırsa bir takım ahlâkî kurallarla kayıtlanacağı, bu yüzden de nefsani şehvetlerinin ona ahireti inkâr etmesi için baskı yaptığı ve daha sonra bir takım aklî deliller ileri sürerek bu inkârın gayet mantıklı olduğunu ona göstermeye çalışmakta olduğu söylenilmekteydi. Şimdi burada da ikinci sebep olarak ahireti inkâr edenlerin dar ve kısır görüşlü oldukları beyan edilmektedir. Onlar için, bu dünyadaki işler ve bu işlerin sonuçları önemlidir.
Ahirette kendilerinin ne sonuçlar elde edecekleri hususuna hiç önem vermiyor, hep bu dünyanın lezzet ve faydaları için çalışmak gerektiğini sanıyorlar. Bunlara göre ne pahasına olursa olsun, bu dünyada başarı kazanmak gerekir. Bunun ahiretteki neticesi ne kadar kötü olursa olsun onlar için önemli değildir. Karşılıkları ahirette ne kadar güzel olsa bile bu dünyadaki kaybetme, meşakkat ve kederden muhakkak kaçmalıdır diyorlar. Peşin alışveriş istiyorlar. Ahiret gibi uzak bir olay için, bugünkü kârlarından vazgeçmek işlerine gelmiyor. Oradaki bir mükafaat için burada bir zarara uğramayı göze alamazlar. Böyle bir düşünme tarzına sahip insan ahiret konusundaki tartışmada aslında aklî deliller ileri sürüyorsa da saf akıl yürütmemektedir. Bunların aklî delillerinin arkasında yukarıda bahsettiğimiz zihniyet yatmaktadır. Bu yüzden her ne kadar onun vicdanı ahiretin meydana gelmesi mümkündür ve de gereklidir diyorsa ve Kur'an'daki mantıkî deliller karşısında onun zihniyeti bir hiç mesabesinde ise de, o yine ahirete inanmayacaktır.
Kıyamet suresi 22
O gün yüzler ışıl ışıl parlar.
Yani, sevinçten yüzleri parlayacaktır. Çünkü onlar ahirete iman etmişlerdi ve şimdi bu inançlarına göre ahirete şahit olmaktalar. Bu, ahirete iman etmekle dünyadaki gayri meşru bir takım faydalardan vazgeçtiler ve Hakk için bir takım zararlara girmek zorunda kaldılar, ama karşılığında ahirette mükafata nail oldular ve gözleriyle o ahiret olayını temaşa ederek dünyadayken bu şekilde bir hayatı ve zihniyeti tercih etmelerinin ne kadar isabetli olduğunu gördüler. Şimdi ise onlar için en güzel mükafatlara layık olma vaktidir.
Kıyamet suresi 23
Rablerine bakıp durur
Müfessirlerden bazıları bunu mecazi anlamda anlamışlardır. Buna göre, bir kimseyi görmek demek o kimseden bir şeyler ummak ve ondan bir karar, bir ihsan beklemek anlamına gelir. Meselâ, kör bir insan bile "Ben ona gözümü diktim" diyebilmektedir. Birçok hadiste ise Allah Rasulü bunun yorumunu, Allah'ın mükerrem kulları ahirette O'nu görebilecektir şeklinde yapmıştır. Buhari'nin rivayet ettiği bir hadiste "'Siz Rabbinizi açıkça göreceksiniz" denilmektedir. Müslim ve Tirmizi'de Hz. Suheyb'in (r.a) bildirdiği bir hadiste ise Allah Rasulü şöyle buyurmuştur: "Cennet ehli cennete girdikleri vakit, bir münadi: Sizin için Allah'ın indinde bir ikram daha vardır, diyecek; onlar da: O bizim yüzümüzü ak etmedi mi, bizi ateşten kurtarmadı mı ve bizi bu cennete sokmadı mı? deyince melekler; Evet ama, diye cevap verecekler ve bunu müteakip perde açılacaktır." O zaman onlar Allah'ı görmekle müşerref olurlar. Rasul-i Ekrem diyor ki "Yemin ederim ki, O, onlara kendisini görmekten daha sevgili birşey vermemiştir."
Aynı mükafat Kur'an-ı Kerim'de "İyilik yapanlara o iyilik vardır. Fazlası da vardır." (Yunus: 26) şeklinde ifade edilmiştir. Buhari ve Müslim'de, Ebu Hüreyre'den rivayet edilir ki: "Allah Rasulü'ne; biz kıyamet günü Rabbimizi görebilecek miyiz?" diye sordular. O da dedi ki: "Güneş ve Ay'ı bulut olmadığı zaman görmekte bir zorluk çekiyor musunuz? Onlar da "Hayır" dediler. Bunun üzerine Rasul-i Ekrem "İşte Allah'ı da böyle göreceksiniz" dedi. Bunun benzeri bir diğer rivayette yine Buhari ve Müslim'de Hz. Cabir bin Abdullah'tan nakledilir. Ayrıca Ahmed, Tirmizi, Darekutni, İbn Cerir, İbn Münzir, Taberani, Beyhaki, İbn Ebi Şeybe ve diğer bazı muhaddisler ufak tefek bazı lafız farklarıyla Abdullah bin Ömer'den Allah Rasulü'nün şöyle dediğini rivayet ederler: "Cennette olanların en düşük seviyede olanları bile kendisine ikram edilen nimetleri iki bin senesine kadar öğrenecekler ve onların Allah için en makbul olanı da sabah ve akşam O'nun yüzünü iki defa görecektir" demiş ve sonra da bu ayeti okumuştur.
"O gün yüzler vardır ki pırıl pırıldır ve Rablerine bakarlar." İbni Mace'de, Cabir bin Abdullah'tan rivayet edilir ki "Allah onlara bakacak, onlar da Allah'a bakacaklar, Allah perdeyi indirmedikçe onlar O'na bakarken öyle mest olacaklar ki cenneti gözleri görmeyecek bile." Bütün bu rivayetler üzerinde Ehl-i Sünnet, bu ayetin anlamının ahirette cennet ehlinin Allah'ı görmek ile müşerref olacağı görüşünde ittifak etmişlerdir. Bunun doğruluğunu Kur'an'ın şu ayeti de teyid etmektedir. "Hayır, onlar (facirler) o gün Rablerini görmek gibi en büyük nimetten büsbütün yoksundurlar." Bu mahrumiyet facirler için olacak, ebrar için değil. Şimdi, peki Allah'ı bir insan nasıl görebilir ki? Görme olayının meydana gelmesi için bir şeyin hususi bir boyutu, bir mekanı, bir şekli ve bir de rengi olması ve ışığın ona çarparak insanın gözüne aksetmesi ve sonunda da beyinde görmenin gerçekleşmesi gerekir. Alemlerin Rabbi olan Allah'ın zatını görebileceğimiz, nasıl düşünülebilir? şeklinde sorular sorulabilir. Ama aslında bu gibi sorular yanlış bir düşünce sonucudur. Burada şu iki şey arasındaki fark görülememektedir. Birincisi, görme olayının gerçeği; ikincisi, bu dünyaya özgü olarak bilinen görme fiili. Görende, görmenin nitelikleri bulunduğu için görmektedir. Yani kör değildir ve görülecek olan şey de gizli değildir. Bu yüzden bizim bu dünyadaki deneyim ve gözlemimiz yalnızca insanın gördüğü o belirli şeklidir. Tabii görenin gözleri ve o gözlerin de görme yeteneği olmalıdır. Ayrıca o cismin belirli bir cisim olması ve renkli bir cisim olması gerekir ki ışık çarparak göze yansısın ve sonra gözden o cismin bir şekli canlansın. Oysa görme olayının hakikatinin ve fiili şeklinin, yalnız bizim bu dünyada vakıf olduğumuz biçimden ibaret olduğunu zannetmek düşünce sığlığını gösterir. Allah Teâlâ'yı kainatta görmenin o kadar çok şekli mümkündür ki biz onu tasavvur bile edemeyiz. Bunu anlamamakta direnen bir kimse ibadet etmekte olduğu ilâhının görür mü, kör mü olduğunu söylesin. Eğer ilâhın görmekte olduğunu söylerse, o zaman bütün kainatı gözetmektedir ve o her şeyi görmektedir. O zaman o hangi gözle görmektedir? Acaba insan ve hayvan gibi gözleri mi vardır? Bizim gördüğümüz gözlerle mi görmektedir? Bunun cevabının hayır olduğu bellidir. Eğer bunun cevabı olumsuz ise o zaman akıllı ve anlayışlı bir insan niye ahirette cennettekilerin, Allah'ı görmelerinin bir hususî şeklinin olacağını anlamakta güçlük çeksin? Orada Allah'ı görmenin bir başka şekli olabilir ki biz bugün, burada bunu kavrayamayız. Aslında ahiretin mahiyetini kavramak demek, tıpkı iki yaşındaki bir çocuğun evlilik ve cinsel hayata bakışına benzer. Halbuki, büyüyünce bu olayla bilfiil kendi kendisi yüzyüze gelecektir.
Kıyamet suresi 24
"Ve o günde asık nice suratlar vardır."
Yani kıyamet gününde, kâfirlerin yüzleri gerilmiş, çekiJmiş ve asılmış olacaktır. es-Sıhah'lz şöyle denilmekledir: dişi devenin isteği olmaksızın erkek deve dişi deve ile ilişki kurdu" denilir, Adam yüzünü ekşitti, astı" demektir. Yüzünü astı, ekşitti" denilir.
es-Süddî: "Asık surat" şekli değişikliğe uğramış surat demektir, diye açıklamıştır. Anlamlar aynıdır.
Kıyamet suresi 25
"Kendilerine, bel kemikleri kıran, çok belâlı işler yapılacağını anlarlar."
Kesinlikle buna inanır ve bunu iyiden iyiye bilirier, demektir.
Büyük iş ve musibet" anlamındadır. Sırtmın omurgasını kırdı" demektir. Bu anlamdaki açıklamayı Mücahid ve başkaları yapmıştır. Katade ise: Şer ve kötülük" demektir, der.
es-Süddi; helak olmak, îbn Abbas ve İbn Zeyd, cehenneme girmek, diye açıklamıştır. Anlamlar birbirine yakındır. Bu kelimenin asıl anlamı devenin burnuna bir demir yahutta ateş ile kemiğe ulaşıncaya kadar işaret yapıp dağlamaktır. Bu açıklamayı el-Esmaî yapmıştır.
O bakımdan devenin burnunu bir demirle delip, sonra da delinen yere deriden yapılmış bir ip geçirip, onun üzerine de bükülmüş bir halat geçirmeyi anlatmak üzere: Devenin burnunu delip, ondan halat geçirdim" denilir.
Arapların: O'na fâkira (musibet, belâ veya az önce deve için sözkonusu edilen uygulamanın benzeri) yapıldı" denilir. en-Nâbiğa da şöyle demiştir:
"Hiçbir kabir beni kabul etmedi; hâlâ önümde duruyor Ve başımın tepesine inecek kırıcı bir balta darbesi."
(Burada bu kelime) "kırıcı" anlamında kullanılmıştır.
Kıyamet suresi 26
Hayır; can köprücük kemiğine gelip dayandığı zaman,
Buradaki "kesinlikle değil" ibaresi bir önceki konuya atıftır. Yani, senin ölümden sonra yok olacağına ve Rabbinin huzurunda hazır bulunmayacağına dair zannın yanlıştır.
Kıyamet suresi 27
"Son müdahaleyi yapacak kim" denir.
Metinde "Râkin" kelimesi geçmektedir. Bu, Rukye kelimesinden türemedir. Üfürükçülük ve muskacılık anlamına gelir. "Râki" demek ise, yukarıya doğru tırmanmaktır. Şimdi eğer biz bunu ilk manada alırsak o zaman anlamı, deva bulamayan hastayı hemen acele okuyacak birisini aramak olur. Eğer ikinci manada alırsak, bu sefer anlamı meleklere; bu ruhu kim alacak, azab melekleri mi yoksa rahmet melekleri mi? diye sormalarıdır.
Diğer bir ifade ile, bir kimse öldüğü zaman ahirette nereye gireceğinin kararı alınmaktadır. Yani eğer salih bir insan ise onu rahmet melekleri götürecek ve eğer kötü bir insan ise o zaman onun yanına kimse yaklaşmayacak ve azab melekleri onun ruhunu alacaktır.
Kıyamet suresi 28
Artık gerçekten, kendisi de bir ayrılık olduğunu kavrayıp anlamıştır.
Can veren kimse, malından, ailesinden, çocuklarından ve bütün dünyadan ayrıldığını idrak ettiği zaman, varılacak yer, Allanın huzurudur.
Kıyamet suresi 29
(Ölüm korkusundan) Ayaklar da birbirine (ayak ayağa) dolaştığında;
Müfessirlerden bazıları "Sâk" kelimesini lügat manasında almışlardır. Onlara göre bundan kastolunan "ölüm zamanı bacakların kuruyarak birbirine yapışmasıdır." Bazıları da bunu bir deyim olarak anlamışlardır. O zaman manası çok zorluk şiddet ve musibet anlamlarına gelir. Yani, birincisi bu dünyadaki herşeyden ayrılma musibeti, ikincisi öte dünyada bir suçlu olarak yakalanma musibetidir. Her kafir fasık, facir ve münafık bununla karşı karşıya kalacaktır.
Kıyamet suresi ayet 30
O gün sevk, yalnızca Rabbinedir.
Âyette geçen, "Bacaklar birbirine dolaştığı zaman" ifadesi müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.
Abdullah b. Abbas, Müeahid, Katade, Hosan-ı Basri, Dehhak, Atiyye ve İbn-i Zeyd'e göre bu ifadeden maksat, dünyanın dehşetinin, âhiretin dehşetine karışmasıdır. Yani, can veren kişi, dünyada veda ederken bir taraftan onun sıkıntısını çeker diğer tarafta âhirete ilk adımını atarak orada olacak şeylerden dolayı büyük bir sıkıntı hisseder. Böylece dünyada olan bir ayağı ile âhirete attığı diğer ayağı birbirine dolaşmış olur.
Hasan-ı Basri ise, iki bacağın birbirine dolaşmasından maksadın, ölünün, kefenlenirken bacaklarının sarılması olduğunu söylemiştir.
Âmir eş-Şa'bî, Ebu Malik, Hasan-ı Basri ve Katade'den nakledilen diğer bir görüşe göre, Ölenin bacaklarının birbirine dolaşmasından maksat, kişinin, ölümü anında gücünü kaybederek bacaklarının birbirine fiilen dolaşmasıdır.
Ebu Malik ve Süddi'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu ifadeden maksat, ölenin bacaklarının ölümü anında kuruması ve sertleşmesidir.
Ebu İsa'ya göre bu ifadeden maksat, ölen kişinin işlerinin birbirine karışmasıdır.
Mücahid'e göre bu ifadeden maksat, ölenin felaketlerinin birbirine karışmasıdır.
Taberi, ölenin, dünyadaki sıkıntıları ile âhiretteki sıkıntılarının birbirine karıştığını söyleyen görüşü tercih etmiştir. Buna delil olarak da: "Evet, işte o gün sevkediliş ancak rabbinin huzurunadır." âyetini göstermiştir.
Kıyamet suresi ayet 31
Fakat o, ne doğrulamış ne de namaz kılmıştı.
"O, tasdik de etmemiş, namaz da kılmamış." Yani Ebu Cehil, tasdik de etmedi, namaz da kılmadı.
Bunun, sûrenin baş taraflarında sözü ediien "insan" (10. âyet) hakkında olduğu da söylenmiştir. Çünkü oradaki "insan" cins isimdir. Birincisi İbn Ab-bas'ın görüşüdür. Yani o risaleti tasdik etmediği gibi "namazdakılmamış" Rabbine dua etmemiş, Rasûlüne de salât ve selâm getirmemiştir.
Kata de dedi ki: Allah'ın Kitabını tasdik etmediği gibi, Allah için namaz da kılmadı. Şöyle de açıklanmıştır: O, Aİlah nezdinde kendisi için biriken bir azık olsun diye malını tasadduk etmediği gibi, Allah'ın kendisine emrettiği namazları da kalmamıştır.
Kalbiyle iman etmemiş, bedeniyle amel etmemiştir, diye de açıklanmıştır.
el~Kisaî dedi ki: ...ma" olumsuzluk edatı; ...madı" anlamındadır. Şu kadar var ki bu (birinci) olumsuzluk edatı, benzeri ile bir defa daha tekrarlanır. Mesela; Araplar: Ne Abdullah çıkıyor, ne de filan" derler. Buna karşılık; denilmez. Ancak ona: de eklenir. (Bu durumda: Ben ihsan edici de olmayan, iyilik de yapmayan bir adama uğradım, demek olur.) Yüce Allah'ın: Fakat o sarp yokuşa saldıramadı" (el-Beled, 90/11) buyruğu ise, bu kabilden değildir. Çünkü bu; tabiri, Niye o sarp yokuşa saldırmadı, o sarp yokuşa saldırmalı değil miydi?" anlamındadır, istifham edatı olan hemze hazfedil mistir.
el-Ahfeş de şöyle demektedir: "O tasdik etmemiş" buyruğu; Tasdik etmedi" demektir. Yüce Allah'ın: O saldırmadı" buyruğunun; anlamında olması gibidir. O bakımdan bunun arkasından başka bir şeye (yani olumsuzluk edatının tekrarlanmasına) gerek yoktur. Nitekim Araplar: Gitmedi" tabirini; anlamında kullanırlar. Burada nefy (olumsuzluk) edatı, muzari fiili nefyettiği gibi, mazi fiili de nefyetmektedir. Züheyr'in şu mısraında da bu kabildendir:
"O, onu ne açıkladı, ne de öne geçti."
Kıyamet suresi ayet 32
Ancak o, yalanlamış ve yüz çevirmişti.
"Fakat yalanlamış ve yüz çevirmişti." Kur'ân-ı Kerîm'i yalanlamış, iman etmekten yüz çevirmişti.
Kıyamet suresi ayet 33
Sonra da çalım satarak yakınlarına gitmişti.
Bunun anlamı, yukarıdaki ayetlerde beyan edilen şeyleri duymasına rağmen, ahirete inanmamış ve inkar ederek kibir içinde evine dönmüştür, demektir. Mücahid, Katade ve İbn Zeyd'e göre şahıs Ebu Cehil idi. Ayetlerden de, bu kişinin Kıyamet Suresi'nin yukarıda zikredilen ayetlerini duyduğunda böyle bir tavır takınan ve bilinen birisi olduğu anlaşılmaktadır.
Bu ayette geçen "tasdik de etmedi, namaz da kılmadı" ibaresi özellikle dikkate değerdir. Buradan, Allah'ın Kitabı'na, ve O'nun Rasulü'ne teslim olan kimsenin vazifesinin namaz kılması olduğu açıkça anlaşılmaktadır. İslâmî hükümlerin diğer emirlerini yerine getirmek daha sonra gelir, ama namaz, iman ikrar ettikten hemen sonra gelir. Böylece, onun, dili ile ikrar ettiği şeyin gerçekten onun kalbinin derinliklerinden mi geldiği yoksa sadece dilde kalan birkaç kelime mi olduğu hemen belli olur.
Kıyamet suresi ayet 34
Sen buna müstahaksın, dahası na da müstahaksın.
"Sana layıktır, evet sana layıktır. Sonra yine sana layıktır. Tekrar tekrar sana layıktır." Tehdit ardına tehdit, arka arkaya tehditlerdir. Yani bu dört şeye karşılık, dört ayrı tehdittir. Nitekim rivayet olunduğuna göre, bu Rab-bi hakkında cahil olan Ebu Cehil hakkında inmiştir. Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: "O tasdik de etmemiş, namaz da kılmamış fakat yalanlamış ve yüz çevirmişti." Yani ne Allah'ın Rasûlünü tasdik etmiş, ne Allah'ın huzurunda durup namaz kılmıştır; fakat Benim Rasûlümü yalanlamış, Benim huzurumda boyun eğmekten yüz çevirmiştir. Buna göre tasdiki terketmek bir özellik, yalanlamak bir özellik, namazı terketmek bir özellik, Allah'ın emrinden yüz çevirmek bir başka özelliktir, Bundan dolayı bu dört özellik terk edilmesi karşılığında ona dön tane tehditte bulunulmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Yüce Allah'ın: "Sonra da gerine gerine taraftarlarının yanına gitmişti buyruğunda, beşinci bir özellik sözkonusu edilmektedir, denilemez, O zaman biz de şöyle deriz: Bu onun yalanlamadan ve yüz çevirmekten önceki adeti idi. Onun bu halini haber vermektedir. Bu da biraz sonra zikredeceğimiz üzere Katade'nin açıklamasından açıkça anlaşılmaktadır,
Denildiğine göre; Rasûlullah (sav) bir gün mescidden çıkarken Ebu Cehil mescidin kapısında Mahzumoğullan kapısının yanında onunla karşilaşmıştı. Rasûlullah (sav) onun elini tuttu, bir ya da iki defa salladıktan sonra ona: "Sana daha layıktır, sana daha layıktır" demiş, Ebu Cehil ona: Sen beni tehdit mi ediyorsun? Allah'a yemin ederim ki ben bu vadideki insanların en güçlüsü ve en şereflisiyim, diye cevab vermişti. Bunun üzerine Rasûlullah (sav)'a Ebu Cehil'e dediği şekilde buyruk nazil oldu. Evet bu, bir tehdit sözüdür.