DÖRDÜNCÜ ŞUÂ

(Mânen ve rütbeten Beşinci Lem'a ve sûreten ve makamen Otuzbirinci Mektubun otuzbirinci Lem'asının kıymetdar Dördüncü Şuâı ve Âyet-i Hasbiyenin mühim bir nüktesidir.)

İHTAR : Risâle-i Nur, sair kitaplara muhalif olarak başda perdeli gidiyor; gittikçe inkişaf eder. Hususan bu risâlede, "Birinci Mertebe" çok kıymetdar bir hakikat olmakla beraber çok ince ve derindir. Hem bu birinci mertebe, bana mahsus gayet ehemmiyetli bir muhakeme-i hissî ve gayet ruhlu bir muamele-i îmanî ve gayet gizli bir mükâleme-i kalbi suretinde mütenevvî ve derin dertlerime şifa olarak tebarüz etmiş. Bana tam tevafuk eden tam hissedebilir. Yoksa tam zevkedemez...

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ حَسْبُنَا اللَّه وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
Bir zaman ehl-i dünya beni herşeyden tecrid ettiklerinden beş çeşit gurbetlere düşmüştüm. Ve ihtiyarlık zamanımda kısmen teessürattan gelen beş nev'i hastalıklara giriftar olmuştum.
Sıkıntıdan gelen bir gafletle risale-i Nur'un teselli verici ve meded edici envarına bakmıyarak doğrudan doğruya kalbime baktım ve ruhumu aradım. Gördüm ki; gayet kuvvetli bir aşk-ı beka ve şedid bir muhabbet-i vücud ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr bende hükmediyorlar. Halbuki müthiş bir fenâ o bekayı söndürüyor. O hâletimde yanık bir şâirin dediği gibi dedim:
Dil bekası hak fenâsı istedi mülk-ü tenim.
Bir devâsız derde düştüm, ah ki Lokman bîhaber.
Me'yûsâne başımı eğdim; birden حَسْبُنَا اللَّه وَنِعْمَ الْوَكِيلُ âyeti imdadıma geldi, dedi: " Beni dikkatle oku." Ben günde beşyüz defa okudum. Benim için aynelyakîn suretinde inkişaf eden çok kıymetdar envârından bir kısmını ve yalnız dokuz nurunu ve mertebesini icmalen yazıp, eskiden aynelyakîn ile değil, belki ilmelyakîn ile bilinen tâfsilatını Risale-i Nur'a havale ediyorum.
(Birinci mertebe çok derin olmasından burada yazılmadı.)

İKİNCİ MERTEBE-İ NÛRİYE-İ HASBİYE :
Fıtratımdaki hadsiz aczimle beraber, ihtiyarlık ve gurbet ve kimsesizlik ve tecridim içinde ehl-i dünya desiseleriyle, casuslariyle bana hücum ettikleri hengâmda kalbimde dedim: " Elleri bağlı, zaif ve hasta bir tek adama ordular taarruz ediyor. O biçârenin ( yâni benim için) bir nokta-i istinad yokmu?" diye
حَسْبُنَا اللَّه وَنِعْمَ الْوَكِيلُâyetine müracâat ettim. Bana bildirdi ki:
İntisab-ı îmanî tezkeresiyle, Kadîr-i Mutlak öyle bir sultana istinad edersin ki; zemin yüzünde her baharda dörtyüz bin milletten mürekkep nebatat ve hayvanat ordularının bütün cihazatlarını kemal-i intizamla vermekle beraber, her sene eşcar ve tuyur denilen o iki muazzam ordusunun elbiselerini tazelendirerek yeni libaslar giydirir, urbalarını ve formalarını değiştirir ve tavuğun ve kuşun fistanlarını ve çarşaflarını tazelendirdiği gibi, dağın libasını ve sahranın yüz örtüsünü değiştirir. Ve başta insan olarak hayvânatın
Sh:»(S.N: 80)
muazzam ordusunun bütün erzaklarını; değil medeni insanların son zamanda keşfettikleri et ve şeker vesâire taamların hulâsaları gibi, belki yüz derece o medeni hulâsalardan daha mükemmel ve bütün taamların her nev'inden tohum ve çekirdek denilen rahmanî hulâsalara koyup ve o hulâsaları dahi, onların pişirmelerine ve inbisatlarına dair kaderi tarifeleri içine sarıp, muhafaza için küçücük sandukçalara koyup tevdi eder. O sandukçuların icadı " Kaf Nun" fabrikasından o kadar çabuk ve kolay ve çoklukladır ki, Kur'an der: " Bir emir ile yapılır". Hem o umum hulasalar bir şehri doldurmadığı ve birbirine benzedikleri ve aynı madde oldukları halde, Rezzak-ı Kerim onlardan bir yaz mevsiminde pişirdiği gayet mütenevvi ve leziz taamlar zeminin bütün şehirlerini bir cihette doldurabilir.
İşte sen, intisab-ı îmanî tezkeresiyle böyle bir nokta-i istinad bulabildiğinden hadsiz bir kuvvete ve kudrete dayanabilirsin. Ben de, âyetten bu dersimi aldıkça öyle bir kuvve-i maneviyeyi buldum ki, değil şimdiki düşmanlarıma belki dünyaya meydan okutturabilir bir iktidar-ı îmanî hissederek bütün ruhum ile حَسْبُنَااللَّهوَنِعْمَالْوَكِيلُ dedim. Ve hadsiz fakrım ve ihtiyacım cihetinde dahi bir nokta-i istimdad için yine o ayete mürâcaat ettim. Bana dedi ki:
" Sen memlûkiyet ve ubûdiyet intisabiyle öyle bir Mâlik-i Kerîme mensub ve iaşe defterinde mukayyedsin ki; her bahar ve yazda gaybdan ve hiçten umulmadığı yerden ve kuru bir topraktan kaldırır, indirir tarzında yüz defa zemin sofrasını ayrı ayrı yemekleriyle tezyin eder, serer. Güyâ zamanın seneleri ve her senenin günleri, birbiri arkasından gelen ihsan meyvelerine ve rahmet taamlarına birer kab ve bir Rezzak-ı Rahîmin küllî ve cüz'î ihsanat mertebelerine birer meşherdirler. İşte sen böyle bir Ganiyy-i Mutlak'ın abdisin. Abdiyetine şuurun varsa, senin elim fakrın leziz bir iştiha olur." Ben de o dersimi aldım. Nefsimle beraber " Evet evet, doğrudur" deyip mütevekkilâne حَسْبُنَا اللَّه وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedim.

ÜÇÜNCÜ MERTEBE-İ NÛRİYE-İ HASBİYE :
Ben o gurbetler ve hastalıklar ve mazlumiyetlerin tazyikiyle dünyadan alâkamı kesilmiş bularak, ebedî bir dünyada ve bâkî bir memlekette, daimî bir saadete namzed olduğumu îmân telkin ettiği hengamda "of! of! " dan vazgeçtim " oh! oh! " dedim. Fakat bu gaye-i hayâl ve hedef-i ruh ve netice-i fıtratın tahakkuku ancak ve ancak bütün mahlûkatın bütün harekât ve sekenatlarını ve ahvâl ve a'mâllerini kavlen ve fiilen bilen ve kaydeden ve bu küçücük ve âciz-i mutlak olan insanı kendine dost ve muhatab eden ve bütün mahlûkat üstünde bir
Sh:»(S.N: 81)


makam veren bir Kadîr-i mutlakın hadsiz kudretiyle ve insana nihayetsiz inayet ve ehemmiyet vermesiyle olabilir diye düşünüp, bu iki noktada; yâni böyle bir kudretin faaliyeti ve zahiren bu ehemmiyetsiz insanın hakikatlı ehemmiyeti hakkında, îmânın inkişafını ve kalbin itmi'nanını veren bir izah istedim.
Yine o ayete müracaat ettim; dede ki: حَسْبُنَا daki نَا ya dikkat edip senin ile beraber lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile kimler حَسْبُنَا yı söylüyorlar, dinle!" emretti. Birden baktım ki, hadsiz kuşlar ve kuşcuklar ve sinekler ve hesapsız hayvanlar ve hayvancıklar ve nihayetsiz nebatlar, yeşilcikler ve gayetsiz ağaçlar ve ağaççıklar dahi benim gibi lisan-ı hal ile:
حَسْبُنَا اللَّه وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
in manasını yadediyorlar ve yada getiriyorlar ki, bütün şerait-i hayatiyelerini tekeffül eden öyle bir vekilleri vak ki; birbirine benzeyen ve maddeleri bir olan yumurtalar ve birbirinin misli gibi katreler ve birbirinin aynı gibi habbeler ve birbirine müşabih çekirdeklerden kuşların yüz bin çeşitlerini ve hayvanların yüz bin tarzlarını, nebetatın yüz bin nev'ini, ağaçların yüz bin sınıfını yanlışsız, noksansız, iltibassız, süslü , mizanlı, intizamlı, birbirinden ayrı, farikalı bir surette gözümüz önünde, hususan her baharda gayet çabuk, gayet kolay, gayet geniş bir dairede gayet çoklukla halk eder, yapar; kudretinin azamet ve haşmeti içinde beraberlik ve benzeyişlik ve birbiri içinde ve bir tarzda yapılmaları, vahdetini ve ehadiyetini bize gösterir. Ve böyle hadsiz mu'cizatı ibraz eden bir fiil-i rububiyete ve bir tasarruf-u hallakıyete müdahale ve iştirak mümkin olmadığını bildirir diyebildim.
Sonra حَسْبُنَا daki نَا da bulunan "ene"ye yani nefsime baktım, gördüm ki: Hayvanat içinde beni dahi menşeim olan bir katre sudan yaratan yaratmış, mu'cizane yapmış, kulağımı açıp gözümü takmış, kafama öyle bir dimağ, sineme öyle bir kalb, ağzıma öyle bir dil koymuş ki, o dimağ ve kalb ve dilde rahmetin umum hazinelerinde iddihar edilen bütün rahmani hediyeleri, attiyyeleri tartacak, bilecek yüzer mizancıkları, ölçücükleri ve esmâ-i hüsnanın nihayetsiz cilvelerinin definelerini açacak, anlayacak binler âletleri yaratmış, yapmış, yazmış; kokuların, tatların, renklerin adedince tarifeleri o âletlere yardımcı vermiş.
Hem kemâl-i intizam ile bu kadar hassas duyguları ve hissiyatları ve gayet muntazam bu mânevi lâtifeleri ve batınî hassaları bu cismimde dercetmekle beraber, gayet san'atlı bu cihâzâtı ve cevârihi ve hayat-ı insaniyece gayet lüzümlu ve mükemmel bu kadar âzâ ve âletleri bu vücudumda kemâl-i
Sh:»(S.N: 82)
hikmetle yaratmış. Tâ ki, ni'metlerinin bütün nev'ilerini ve umum çeşitlerini bana tattırsın ve ihsas etsin ve hadsiz tecelliyat-ı esmasının ayrı ayrı zuhurlarını o duygular ve hissiyatla ve hassasiyetle bana bildirsin, zevkettirsin ve bu ehemmiyetsiz görünen hakir ve fakir vücudumu- her mü'minin vücudu gibi- kainata bir güzel takvim ve rûznâme ve âlem-i ekbere muhtasar bir nüsha-i enver ve şu dünyaya bir misal-i musağğar ve masnuatına bir mu'cize-i azhar ve ni'metlerinin her nev'ine tâlib bir müşteri ve medar ve rububiyyetinin kanunlarına ve icraat tellerine santral gibi bir mazhar ve hikmet ve rahmet atiyyelerine ve çiçeklerine nümune bahçesi gibi bir liste, bir fihriste ve hitâbât-ı sübhaniyyesine anlayışlı bir muhatab yaratmış olmakla beraber, en büyük bir ni'met olan vücudu, bu vücudumda büyütmek ve çoğaltmak için hayatı verdi. Ve o hayat ile o ni'met-i vücudum alem-i şehadet kadar inbisat edebiliyor.
Hem insaniyeti verdi; O insaniyet ile o ni'met-i vücud mânevi ve madî alemlerde inkişaf ederek insana mahsus duygularla o geniş sofralardan istifâde yolunu açtı. Hem islâmiyeti bana ihsan etti. O islamiyet ile o ni'met-i vücud, âlem-i gayb ve şehadet kadar genişlendi. Hem îman-î tahkikîyi in'am etti. O îmân ile o ni'met-i vücud, dünya ve âhireti içine aldı.Hem o îmânda mârifet ve muhabbetini verdi. Ve marifet ve muhabbetle o ni'met-i vücud içinde daire-i mümkinatdan âlem-i vücuba ve daire-i esma-i İlahiyeye kadar hamd ü senâ ile istifade için ellerini uzatabilir bir mertebe ihsan etti. Hem hususi olarak bir ilm-i Kur'ani ve hikmet-i îmânîye verdi. Ve o ihsanı ile çok mahlukat üstüne bir tefevvuk verdi ve sâbık noktalar gibi çok cihetlerle öyle bir câmiiyet vermiş ki, ehadiyetine ve samediyetine tam bir âyine ve külli ve kudsi rububiyyetine geniş ve küllî bir ubudiyet ile mukabele edebilen bir istidad vermiş. Ve enbiyalarla insanlara gönderdiği bütün mukaddes kitabların ve suhufların ve fermanların icmaiyle ve bütün enbiya ve evliya ve asfiyanın ittifakiyle, bu bendeki bulunan emaneti ve hediyesi atiyyesi olan vücudumu ve hayatımı ve nefsimi -ayet-i Kur'aniye'nin nassı ile- benden satın alıyor. Tâ ki, elimde faidesiz zâyi olmasın ve iade etmek üzere muhafaza edip satmak pahasına saadet-i edebiyeyi ve cenneti vereceğini kat'i bir surette çok tekrar ile vaad ve ahdettiğini ilmelyakin ve tam îmân ile anladım Ve böyle hadsiz hayvanat ve nebatatın yüzbinler nev'ilerinin ve çeşitlerinin suretlerini " Fettah" ismiyle mahdut ve müteşabih katrelerden ve habbelerden gayet kolay ve çabuk ve mükemmel açan ve insana sâbıkan beyan ettiğimiz gibi hayret vereci bu kadar ehemmiyet veren ve rububiyyetin ehemmiyetli işlerine medar yapan bir zât-ı zülcelâl Ve'l -ikram olan Rabbim var olduğunu ve gelecek baharın îcadı gibi kolay ve kat'i ve muhakkak bir surette haşri icad ve cenneti ihsan ve saadet-i ebediyyeyi halkedeceğini bu Âyet-i Hasbiyeden ders aldım. Elimden gelseydi bilfiil ve gelmediği için binniyet, bittasavvur, bilhayal bütün mahlukat dilleriyle " Hasbünallahu ve ni'melvekil" dedim ve
Sh:»(S.N: 83)

ebedü'l-abidin daima tekrar etmek istiyorum.

DÖRDÜNCÜ MERTEBE-İ NÛRİYE-İ HASBİYE :
Bir vakit ihtiyarlık, gurbet, hastalık, mağlubiyet gibi vücudumu sarsan ârızalar bir gaflet zamanıma rast gelip- şiddetli alâkadar ve meftun olduğum vücudum, belki mahlûkatın vücudları ademe gidiyor diye- elim bir endişe verirken yine Âyet-i Hasbiyeye müracaat ettim. dedi: " Mânama dikkat et ve îmân dürbiniyle bak!" Ben de baktım ve iman gözüyle gördüm ki;
Bu zerrecik vücudum hadsiz bir vücudun âyinesi ve nihayetsiz bir inbisat ile hadsiz vücudları kazanmasına bir vesile ve kendinden daha kıymetdar bâkî, müteaddid vücudları meyve veren bir kelime-i hikmet hükmünde bulunduğunu ve mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması ebedi bir vücud kadar kıymettar olduğunu ilmelyakîn ile bildim. Çünki, şuur-u îmân ile bu vücudum Vâcib-ül-vücud'un eseri ve san'atı ve cilvesi olduğunu anlamakla, vâhşî evhamın hadsiz karanlıklarından ve hadsiz müfarakat ve firakların elemlerinden kurtulup mevcudata, hususan zîhayatlara taallûk eden ef'alde, esmâ-i İlahiyye adedince uhuvvet rabıtalarıyle münasebet peyda ettiğim bütün sevdiğim mevcudata muvakkat bir firak içinde dâimî bir visâl var olduğunu bildim.
Mâlûmdur ki, karyeleri ve şehirleri ve memleketleri veya taburları ve kumandanları ve üstadları gibi rabıtaları bir olan adamlar sevimli bir uhuvvet ve dostane bir arkadaşlık hissederler. Ve bu gibi rabıtalardan mahrum olanlar dâimî, elîm karanlıklar içinde azab çekiyorlar.
Hem bir ağacın meyveleri, şuurları olsa, birbirinin kardeşi ve birbirinin bedeli ve musahibi ve nazırı olduklarını hissederler. Eğer ağaç olmazsa veya ondan koparılsa, her biri o meyveler adedince firakları hissedecek.
İşte îmân ile, îmândaki intisab ile, her mü'min gibi, bu vücudum dahi hadsiz vücudların firaksız envarını kazanır; kendisi gitse de, onlar arkada kaldığından kendisi kalmış gibi memnun olur. Bununla beraber - Yirmidördüncü Mektup'ta tafsilen kat'î isbat edildiği gibi her zihayatın, hususan zîruhun vucudu bir kelime gibidir. Söylenir ve yazılır, sonra kaybolur. Fakat kendi vücuduna bedel ikinci derecede vücudları sayılan hem mânâsı, hem hüviyet-i misâliyesi ve sûreti, hem neticeleri, hem mübarek ise sevabı, hem hakikatı gibi çok vücudlarını bırakır. Sonra perde altına girdiyi gibi; aynen öylede:Bu vücudum ve her zihayatın vücudu, zahiri vücuddan gitse, ziruh ise hem ruhunu, hem manasını, hem hakikatını, hem misalini, hem mahiyet-i şahsiyesinin dünyevi neticelerini ve uhrevi semerelerini, hem hüviyet ve sûretini hâfızalarda ve elvâh-ı mahfuzada ve sermedi manzaraların filim şeritlerinde ve ilm-i ezelînin meşherlerinde ve kendini temsil eden ve beka veren fıtrî tesbihatını defter-i a'mâlinde ve esmâ-i İlâhiyyenin cilvelerine ve mukteziyatlarına fıtrî mukabelelerini ve vücudî âyinedarlıklarını
Sh:»(S.N: 84)

daire-i esmada ve daha bunlar gibi zâhiri vücudundan daha kıymettar müteaddit mânevi vücutlarını kendi yerinde bırakır, sonra gider: ilmelyakîn suretinde bildim.
İşte îmân ve îmândaki şuur ve intisab ile bu mezkur baki, mânevî vücudlara sahip olunabilir. Îmân olmazsa, bütün o vücudlardan mahrum olmakla beraber zâhirî vücudu dahi onun hakkında ademe ve hiçliğe gider gibi zâyî olur.
Bir zaman bahar çiçeklerinin çabuk mahvolmalarına çok yazığım geliyordu; hatta o nazeninlere acıyordum. Burada beyan edilen hakikat-ı îmâniye gösterdi ki, o çiçekler alem-i manada çekirdeklerdir. Sâbıkan beyan ettiğimiz ruhtan başka bütün o vücudları meyve veren birer ağaç, birer sünbül hükmünde nur-u vücud noktasında kazançları bire yüzdür. Zâhiri vücudları mahvolmaz, saklanır. Hem bâkî olan hakikat-ı nev'iyesinin tazelenen sûretleridir. Geçen baharda yaprak, çiçek, meyve gibi mevcudatı, bu bahardakinin mislidirler. Fark yalnız itibarîdir. O itibari fark dahi, bu hikmet kelimelerine ve rahmet sözlerine ve kudret harflerine ayrı ayrı, müteaddid manaları verdirmek içindir bildim. Yazıklar yerinde Maşâallah, bârekallah" dedim.
İşte îmânın şuuriyle ve îmân rabıtasiyle, arz ve semavat san'atkârına intisab noktasında gökleri yıldızlarla , zemini çiçekler ve güzel mahlûklarla yapan, süslendiren ve böyle her bir san'atta yüzer mu'cize gösteren bir sanatkârın eser-i sanatı ve böyle hadsiz hârikalı bir ustanın yapılışı olmak, ne kadar antika ve kıymetdar ve şuuru varsa ne kadar iftihar eder ve şereflenir diye uzaktan hissettim. Hususan o nihayetsiz mu'cizekar usta, koca semavat ve arzın büyük kitabını insan gibi küçük bir nüshada yazsa, belki insanı o kitaba müntehab ve mükemmel bir hülasa yapsa; o insan ne kadar büyük bir şeref, bir kemal, bir kıymete medar ve îmân ile mazhar ve şuur ve intisab ile o şerefe sahib olacağını bu âyetten ders aldığımdan niyet ve tasavvur cihetinde bütün mevcudatın dilleriyle حَسْبُنَااللَّهوَنِعْمَالْوَكِيلُ dedim.

BEŞİNCİ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE :
Yine bir vakit hayatım çok ağır şerait ile sarsıldı. Nazar-ı dikkatimi ömre ve hayata çevirdi; gördüm: Ömrüm koşarak gidiyor; âhire yakınlaşmış hayatım dahi tazyıkat altında sönmeğe yüz tutmuş. Halbuki " Hayy" ismine dair risalede izah edilen hayatın mühim vazifeleri ve büyük meziyetleri ve kıymetdar faideleri, böyle çabuk sönmeğe değil, belki pek uzun yaşamağa layıktır diye müteellimane düşündüm.
Yine üsdadım olan حَسْبُنَا اللَّه وَنِعْمَ الْوَكِيلُ ayetine mürâcaat ettim. Dedi: " sana hayatı veren Zât-ı hayy-ı kayyûma göre ha
Sh:»(S.N: 85)
yata bak" ben de baktım, gördüm ki:

Hayatımın bana bakması bir ise, Zât-ı Hayy ve Muhyîye bakması yüzdür. Bana ait neticesi bir ise, Hâlıkıma ait bindir. O cihet uzun zaman, belki zaman istemez; bir an yaşaması yeter. Bu hakikat, Risâle-i Nurun risalelerinden burhanlar ile izah edildiğinden burada dört mes'ele içinde kısa bir hulâsası beyan edilecek.
Birinci Mes'ele: Hayatın mahiyeti ve hakikatı Hayy-ı Kayyuma baktığı cihetle baktım, gördüm ki: Mâhiyet-i hayatım esmâ-ı İlâhiyyenin definelerini açan anahtarların mahzeni ve nakışlarının bir küçük haritası ve cilvelerinin bir fihristesi ve kainatın büyük hakikatlarına ince bir mikyas ve mizan ve Hayy-ı Kayyûmun manidar ve kıymetdar isimlerini bilen, bildiren fehmedip tefhim eden yazılmış bir kelime-i hikmettir anladım. Ve hayatın bu tarzdaki hakikatı bin derece kıymet kazanıyor ve bir saat devamı bir ömür kadar ehemmiyet alır. Zamanı olmayan Zât-ı ezeliyeye münasebeti cihetinde uzun ve kısalığına bakılmaz.
İkinci Mes'ele: Hayatın hakiki hukukuna baktım, gördüm ki: Hayatım rabbani bir mektuptur; kardeşlerim olan zişuur mahlukata kendini okutturur, Yaradanı bildirir bir mütalâagahdır. Hem, Hâlikımın kemâlâtını teşhir eden bir ilannameliktir.
Hem hayatı Yaratanın hayat ile ihsan ettiği kıymettar hediyeler ve nişanlar ile bilerek süslenip her gün tekerrür eden resm-i küşatta mü'minane, şuurdârâne, şâkirâne, minnetdârâne Padişah-ı bismisâlinin nazarına arzetmektir.
Hem hadsiz zihayatların Hâlıklarına vâsıfane tahiyyatlarını ve şâkirane tesbihat hediyelerini anlamak, müşahade etmek ve şehadetle ilan etmektir.
Hem lisân-ı hal ve lisân-ı kal ve lisân-ı ubudiyet ile Hayy-ı Kayyumun mehâsin-i rububiyyetini izhar etmektir.
İşte bunlar gibi hayatın yüksek hukukları uzun zaman istemediği gibi, hayatı bin derece i'la eder ve dünyevi olan hukuk-u hayatiyeden yüz derece daha kıymetdardır diye ilmelyakîn ile bildim ve dedim: Sübhanallah Îmân ne kadar kıymetdar ve hayatdardır ki, hangi şeye girse canlandırır, ve bir şûlesi böyle fani hayatı, bâkiyane hayatlandırır, üstündeki fenayi siler.
Üçüncü Mes'ele: Hayatımın Hâlikıma bakan fıtrî vazifelerine ve mânevi faidelerine baktım, gördüm ki: Hayatım, hayatın Hâlikına üç cihetle ayinedarlık ediyor:
%Birinci Vecih : Hayatım, acz ve zaafiyle ve fakr ve ihtiyaciyle Halik-ı hayatın kudret ve kuvvetine ve gına rahmetine âyinedarlık eder. Evet nasıl ki, açlık derecesiyle yemeğin lezzet dereceleri ve karanlığın mertebeleriyle ışık mertebeleri ve soğuğun mikyasıyle hareretin mizan dereceleri bilinir; öyle de, hayatımdaki hadsiz acz ve fakr ile beraber hadsiz ihtiyaçlarımı izale ve hadsiz
Sh:»(S.N: 86)

düşmanlarımı def' etmek noktasında Hâlîkımın hadsiz kudret ve rahmetini bildim; sual ve duâ ve iltica ve tezellül ve ubudiyet vazifesini anladım ve aldım.
% İkinci Vecih : Hayatımdaki cüz'i ilim ve irade ve sem' ve basar gibi mânalariyle Hâlikımın külli ve ihatalı sıfatlarına ve şuunatına âyinedarlıktır. Evet ben kendi hayatımda ve şuurlu fiillerimde bilmek, işitmek, görmek, söylemek, istemek gibi çok mânalariyle bildim ki, bu kâinatın şahsımdan büyüklüğü derecesinde daha büyük bir mikyasta Hâlikımın muhit ilmini, irâdesini, sem' ve basar ve kudret ve hayat gibi evsâfını ve muhabbet ve gazab ve şefkat gibi şuunatını anladım; îmân ederek tasdik ettim ve itiraf ederek bir mârifet yolunu daha buldum.


%Üçüncü Vecih: Hayatımda nakışları ve cilveleri bulunan esma-i İlahiyeye âyinedarlıktır. Evet, ben kendi hayatıma ve cismime baktıkça, yüzer tarzda mu'cizane eserler, nakışlar, san'atlar görmekle beraber çok şefkâtkarane beslendiğini müşahade ettiğimden, beni yaratan ve yaşatan zat, ne kadar fevkalâde sahavetli, merhametli, sanatkar, lütûfkâr; ne derece harika iktidarlı - tabirde hata olmasın- maharetli, hüşyar, işgüzar olduğunu îmân nuriyle bildim, tesbih ve takdis ve hamd ve şükür ve tekbir ve tâzim ve tevhid ve tehlil gibi fıtrat vazifeleri ve hilkat gayeleri ve hayat neticeleri ne olduğunu bildim. Ve kâinatta en kıymetdar mahlûk, hayat olduğunun sebebini ve her şey hayata musahhar olmasının sırrını ve hayata karşı herkeste fıtrî bir iştiyak bulunduğunun hikmetini ve hayatın hayatı îmân olduğunu ilmelyakin ile anladım.

%Dördüncü Mesele: Dünyadaki bu hayatımın hakîkî lezzeti ve saadeti nedir diye yine bu : حَسْبُنَا اللَّه وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
âyetine baktım, gördüm ki: Bu hayatımın en sâf lezzeti ve en halis saadeti imandadır. Yani, beni yaratan ve yaşatan bir Rabb-ı Rahîmin mahlûku ve masnuu ve memlukü ve terbiyegerdesi ve nazarı altında olmasına ve O'na her vakit muhtaç bulunmasına ve o ise hem Rabbim, hem İlâhım, hem bana karşı gayet merhametli ve şefkatli bulunduğuna kat'i îmânım öyle kâfi ve vâfi ve elemsiz ve daimî bir lezzet ve saadettir ki, târif edilmez. Ve
الحَمْدُ للَّهِ عَلَى نِعْمَةِ الاِيمَانِ ne kadar yerindedir diye âyetten fehmettim.
İşte hayatın hakikatına ve hukukuna ve vazifelerine ve mânevi lezzetine ait olan bu dört mes'ele gösterdiler ki; Hayat, Zât-ı Bâkî-i Hayy-ı Kayyûma baktıkça ve îmân dahi hayata hayat ve ruh oldukca, hem beka bulur, hem
Sh:»(S.N: 87)
bâkî meyveler verir. Hem öyle yükseklenir ki, sermediyet cilvesini alır; daha ömrün kısa ve uzunluğuna bakmaz diye bu âyetten dersimi aldım ve niyet ve tasavvur ve hayâlce bütün hayatların ve zîhayatların namına
حَسْبُنَا اللَّه وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedim.

ALTINCI MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE :
Müfarakat-ı umumiye hengamı olan harab-ı dünyadan haber veren ahir zaman hadisatı içinde müfârakat-ı hususiyemi ihtar eden ihtiyarlık ve ahir ömrümde bir hassâsiyet-i fevkalade ile fıtratımdaki cemal- perestlik ve güzellik sevdası ve kemalata meftuniyet hisleri inkişaf ettikleri bir zamanda daimi ve tahribatçı olan zeval ve fena ve mütemadi ve tefrik edici olan mevt ve adem, dehşetli bir surette bu güzel dünyayı ve bu güzel mahlukatı hırpaladığını, parça parça edip güzelliklerini bozduğunu fevkalade bir şuur ve teessürle gördüm. Fıtratımdaki aşk-ı mecazi bu hale karşı şiddetli galeyan ve isyan ettiği zamanda bir medar-ı teselli bulmak için yine bu ayet-i Hasbiye'ye müracaat ettim. dedi: " Beni oku ve dikkatle manama bak!" Ben de, Sure-i Nur'daki ayet-i Nur'un rasathanesine girip îmânın dürbiniyle Ayet-i Hasbiye'nin en uzak tabakalarına ve şuur-u imani hurdebini ile en ince esrarına baktım, gördüm:
Nasıl ki, âyineler, şişeler, şeffaf şeyler, hatta kabarcıklar güneş ziyasının gizli ve çeşit çeşit cemalini ve o ziyanın elvan-ı seb'a denilen yedi renginin mütenevvi güzelliklerini gösteriyorlar ve teceddüd ve taharrükleriyle ve ayrı ayrı kabiliyetleriyle ve inkisaratlarıyle o cemali ve o güzelliklerii tazelendiriyorlar ve inkisaratlariyle güneşin ve ziyasının ve elvan-ı sebasının gizli güzelliklerini izhar ediyorlar.
Aynen öyle de: Şems-i ezel ve ebed olan Cemil-i Zülcelal'in cemal-i kudsisine ve nihayetsiz güzel olan esma-i hüsnasının sermedi güzelliklerine ayinedarlık edip cilvelerini tazelendirmek için bu güzel masnular, bu tatlı mahluklar ve bu cemalli mevcudat hiç durmayarak gelip gidiyorlar. Kendilerinde görünen güzellikler ve cemaller, kendilerinin malı olmadığını, belki tezahür etmek isteyen sermedi ve mukaddes bir cemalin ve daimi tecelli eden ve görünmek isteyen mücerred ve münezzeh bir hüsnûn işaretleri ve alametleri ve lem"aları ve cilveleri olduğu, pek çok kuvvetli delilleri ile Risale-i Nur"da tafsilen izah edilmiş. Burada o bürhanlardan üç tanesine kısaca işaret edilecek:
% Birinci Bürhan: Nasıl ki işlenmiş bir eserin güzelliği işlemesinin güzelliğine ve işlemek güzelliği ustalığın o san'attan gelen ünvanın güzelliğine ve ustadaki san'atkarlık unvanının güzelliği o san'atkarın o san'ata ait sıfatının güzelliğine ve sıfatının güzelliği kabiliyet ve istidadının güzelliğine ve kabiliyetinin güzelliği zatının ve hakikatının güzelliğine ne derece-i bedahette gayet kat'i bir surette delalet ettiği gibi:
Aynen öyle de: Bu kainatın baştan başa bütün güzel mahluklarında ve
Sh:»(S.N: 88)
yapılışları güzel umum masnularındaki hüsün ve cemal dahi San"atkar-ı Zülcalaldeki fiillerinin hüsün ve cemaline kati şehadet ve ef"alindeki hüsün ve cemal ise, o fiillere bakan ünvanların, yani isimlerin hüsün ve cemaline şüphesiz delalet ve isimlerin hüsün ve cemali ise, isimlerin menşei olan kudsi sıfatların hüsün ve cemaline kat'i şehadet ve sıfatların hüsün ve cemali ise, sıfatlarının mebdei olan şuunat-ı zatiyenin hüsün ve cemaline kat"i şehadet ve şuunat-ı zatiyenin hüsun ve cemali ise, fail ve müsemma ve mevsuf olan zatının hüsün ve cemaline ve mahiyetinin kudsi kemaline ve hakikatının mukaddes güzelliğine bedahet derecede kat'i bir surette şehadet eder.
Demek sâni-i Zülcemâl'in kendi Zât-ı Akdesine layık öyle hadsiz bir hüsnü cemali var ki, bir gölgesi bütün mevcudatı baştan başa güzelleştirmiş ve öyle münezzeh ve mukaddes bir güzelliği var ki, bir cilvesi kainatı serbeser güzelleştirmiş ve bütün daire-i mümkinatı hüsün ve cemal lem'alarıyle tezyin edip ışıklandırmış.
Evet işlenmiş bir eser fiilsiz olmadığı gibi, fiil dahi failsiz olamaz. Ve isimler müsemmasız olması muhal olduğu gibi, sıfatlar dahi mevsufsuz mümkün değildir. Madem bir san'atın ve eserin vucudu, bedahetle o eseri işliyenin fiiline delalet ve o fiilin vücudu, failinin ve unvanının ve eseri intac eden sıfatın ve isminin vucudlarına delalet eder. Elbette bir eserin kemali ve cemali dahi, fiilin kendine mahsus kemal ve cemaline, o da ismin kendine münasip, muvafık güzelliğine o dahi zatın ve hakikatın -fakat zata ve hakikata layık ve muvafık- kemaline ve cemaline ilmelyakin ile ve bedahetle delalet eder.
Aynen öyle de: Bu eserler perdesi altındaki faaliyet-i daime failsiz olması muhal olduğu gibi, bu masnuat üstünde cilveleri ve nakışları göz ile görünen isimler dahi müsemmasız hiçbir cihetle mümkin olmadığı ve müşahede derecesinde hissedilen kudret, irade gibi sıfatlar dahi mevsufsuz olması muhal olduğundan, şu kainatta bütün eserler, mahluklar, masnular hadsiz vücudlariyle, halık ve sani ve faillerinin vücud-u ef"aline ve esmasının vücuduna ve evsafın vücuduna ve şuunat-ı zatiyesinin vücuduna ve Zat-ı Akdesinin vücub-u vücuduna kat'i bir surette delalet ettikleri gibi, o masnuatın umumunda görünen muhtelif kemalat ve ayrı ayrı cemaller ve çeşit çeşit güzellikler, Sani-i Zülcelalde olan fiillerin ve isimlerin ve sıfatların ve şe'nlerin ve Zatının kendilerine mahsus münasib ve layık ve vacibiyetine ve kudsiyetine muvafık olarak hadsiz kemalatlarına ve nihayetsiz cemallerine ve ayrı ayrı ve umum kainatın fevkinde güzelliklerine gayet sarih şehadet ve gayet kat'i delalet ederler.

%İkinci Bürhan'ın Beş noktası Var:

%Birinci Nokta: Meşreblerinde, mesleklerinde birbirinden ayrı ve uzak olan bütün ehl'i hakikatın reisleri, zevk ve keşfe istinad ederek icma ile ittifak ile iman edip hükmediyorlar ki, bütün mevcudattaki hüsün ve cemal, bir Zat-ı Vacib'l Vücudda bulunan mukaddes hüsün ve cemalin gölgesi
Sh:»(S.N: 89)
ve lemaatı ve perdelerin arkasında cilvesidir.

%İkinci Nokta: Bütün güzel mahluklar, kafile kafile arkasında durmayarak gelip gidiyorlar, fenaya girip kayboluyorlar. Fakat o ayineler üstünde kendini gösteren ve cilvelenen yüksek ve tebeddül etmez bir güzellik, tecellisinde devam ettiğinden kat'i bir surette gösterir ki, o güzellikler o güzellerin malı ve o ayinelerin cemali değildir. Belki güneşin cemal-i şuaatı cereyan eden suyun üzerindeki kabarcıklarda göründüğü gibi, sermedi bir cemalin ışıklarıdırlar.

%Üçüncü Nokta: Nurun gelmesi elbette nuraniden ve vücud vermesi herhalde mevcuttan ve ihsan ise gınadan ve sehavet ise servetten ve talim ilimden gelmesi bedihi olduğu gibi, hüsün vermek dahi hasenden ve güzelleştirmek, güzelden ve cemal vermek cemilden olabilir, başka olamaz.
İşte bu hakikate binaen iman ederiz ki: Bu kainattaki görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki; bu mütemadiyen değişen ve tazelenen kainat, bütün mevcudatıyla ayınedarlık dilleriyle, o güzelin cemalini tavsif ve tarif eder.

%Dördüncü Nokta: Nasılki cesed ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır ve lafız manaya bakar, ona göre nurlanır ve suret hakikate istinad eder, ondan kıymet alır. Aynen öyle de, bu maddi ve cismani olan alem-i şehadet dahi bir cesettir, bir lâfızdır, bir surettir; âlem-i gaybın perdesi arkasındaki esma-i ilahiyyeye dayanır, hayatlanır, istinad eder, can alır, ona bakar, güzelleşir. Bütün maddi güzellikler kendi hakikatlarının ve manalarının manevi güzelliklerinden ileri geliyor. Ve hakikatları ise, esma-i İlahiyyeden feyz alırlar ve onların bir nev'i gölgeleridir. Ve bu hakikat, Risale-i Nur'da kat'i isbat edilmiştir.
Demek bu kainatta bulunan bütün güzelliklerin envaı ve çeşitleri, alem-i gayb arkasında tecelli eden ve kusurdan mukaddes, maddeden mücerred bir cemalin esma vasıtasiyle cilveleri ve işaretleri ve emaratlarıdır. Fakat nasıl ki, vacib-ül-vücud'un Zat'ı Akdesi, başkalara hiç bir cihette benzemez ve sıfatları mümkinatın sıfatlarından hadsiz derece yüksektir. Öyle de, onun kudsi cemali, mümkinatın ve mahlükatın hüsünlerine benzemez, hadsiz derecede daha alidir.
Evet, koca cennet bütün hüsün ve cemaliyle bir cilvesi bulunan ve bir saat müşahedesi ehl-i cennete cenneti unutturan bir cemal-i sermedi, elbette nihayeti ve şebihi ve naziri ve misli olamaz. Malumdur ki; her şey'in hüsnü kendine göredir; hem binler tarzda bulunur ve nev'ilerin ihtilafı gibi güzellikleri de ayrı ayrıdır. Mesela; göz ile hissedilen bir güzellik, kulak ile hissedilen bir hüsün bir olmaması ve akıl ile fehmedilen bir hüsn-ü akli, ağız ile zevk edilen bir hüsn-ü taam bir olmadığı gibi; kalb, ruh vesair zahiri ve batini duyguların istihsan ettikleri ve güzel hissettikleri güzellikler, onların ihtilafı gibi muhteliftir. Mesela; imanın güzelliği ve hakikatın güzelliği ve nurun
Sh:»(S.N: 90)
hüsnü ve çiçeğin hüsnü ve ruhun cemali ve suretin cemali ve şefkatın güzelliği ve adaletin güzelliği ve merhametin hüsnü ve hikmetin hüsnü ayrı ayrı oldukları gibi; Cemil-i Zülcelal'in nihayet derecede güzel olan esma-i hüsnasının güzellikleri dahi ayrı ayrı olduğundan, mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş.
Eğer Cemil-i Zülcelâl'in esmâsındaki hüsünlerin mevcudat âyinelerinde bir cilvesini müşahede etmek istersen, zeminin yüzünü bir küçük bahçe gibi temaşa edecek bir geniş, hayâlî göz ile bak ve hem bil ki: Rahmaniyyet, rahîmiyyet, hakîmiyyet, âdiliyyet gibi tabirler, Cenâb-ı Hakk'ın hem isim, hem fiil, hem sıfat, hem şe'nlerine işaret ederler.
İşte başta insan olarak bütün hayvanatın muntazaman bir perde-i gaybdan gelen erzaklarına bak, rahmaniyyet-i İlahiyyenin cemalini gör.
Hem bütün yavruların mu'cizane iaşelerine ve başları üstünde ve annelerinin sinelerinde asılmış tatlı, sâfi, âb-ı kevser gibi iki tulumbacık süte temaşa eyle, rahîmiyyet-i Rabbaniyyenin câzibedar cemalini gör.
Hem bütün kâinatı envaiyle beraber bir kitab-ı kebir-i hikmet ve öyle bir kitab ki; her harfi yüz kelime, her kelimesi yüzer satır, her satırı bin bab, her babı binler küçük kitab hükmüne getiren hakîmiyet-i İlâhiyyenin cemâl-i bîmisaline bak gör.
Hem kâinatı bütün mevcudatiyle mizanı altına alan ve bütün ecram-ı ulviye ve süfliyenin muvazenelerini idame ettiren ve güzelliğin en mühim bir esası olan tenasübü veren ve her şey'e en güzel vaziyeti verdiren ve her zîhayata hakk-ı hayatı verip ihkak-ı hak eden ve mütecavizleri durduran ve cezalandıran bir âdiliyetin haşmetli güzelliğine bak gör.
Hem insanın geçmiş tarihçe-i hayatını, buğday tanesi küçüklüğündeki kuvve-i hafızasında ve her nebat ve ağacın gelecek tarihçe-i hayat-ı sâniyesini çekirdeğinde yazmasına ve her zihayatın muhafazasına lüzumu bulunan âlât ve cihazata, meselâ: Arının kanatcıklarına ve zehirli iğnesine ve dikenli çiçeklerin süngücüklerine ve çekirdeklerin sert kabuklarına bak ve hafîziyyet ve hâfîziyyet-i Rabbaniyenin letâfetli cemalini gör.
Hem zemin sofrasında Kerîm-i Mutlak olan Rahman-ı Rahîmin misafirlerine, rahmet tarafından ihzar edilen hadsiz taamların ayrı ayrı ve güzel kokularına ve muhtelif, süslü renklerine mütenevvi, hoş tatlarına ve her zihayatın zevk ve sefasına yardım eden cihazlara bak, ikram ve kerimiyyet-i Rabbaniyyenin gayet şirin cemâlini ve gayet tatlı güzelliğini gör.
Hem fettah ve musavvir isimlerinin tecellileriyle başta insan olarak bütün hayvanatın, su katrelerinden açılan pek çok mânidar suretlerine ve bahar çiçeklerinin habbe ve zerreciklerinden açtırılan çok câzibedar sîmalarına bak, fettahiyyet ve musavviriyyet-i İlahiyyenin mu'cizatlı cemâlini gör.
İşte bu mezkûr misallere kıyasen esmâ-i hüsnânın her birisinin kendine mahsus öyle kudsi bir cemâli var ki; birtek cilvesi, koca bir âlemi ve hadsiz
Sh:»(S.N: 91)
bir nev'i güzelleştiriyor. Birtek çiçekte bir ismin cilve-i cemalini gördüğün gibi bahar dahi bir çiçektir ve cennet dahi görülmedik bir çiçektir. Baharın tamamına bakabilirsen ve cenneti iman gözüyle görebilirsen bak gör; cemal-i sermedinin derece-i haşmetini anla. O güzelliğe karşı iman güzelliğiyle ve ubudiyet cemali ile mukabele etsen çok güzel bir mahluk olursun. Eğer dalaletin hadsiz çirkinliğiyle ve isyanın menfur kubhiyle mukabele edip karşılaşsan, en çirkin bir mahluk olmakla beraber, bütün güzel mevcudatın manen menfurları olursun.

%Beşinci Nokta: Nasıl ki, yüzer hüner ve san'at ve kemal ve cemalleri bulunan bir Zat; her bir hüner kendini teşhir etmek ve her bir güzel san'at kendini takdir ettirmek ve her bir kemal kendini izhar etmek ve her bir cemal kendini göstermek istemesi kaidesince o zat dahi bütün hünerlerini ve san'atlarını ve kemalatını ve gizli güzelliklerini tarif edecek, teşhir edecek, gösterecek olan bir harika sarayı yapmış. Her kim o mu'cizeli sarayı temaşa etse, birden ustasının ve sahibinin hünerlerine ve mehasinine ve kemalatına intikal eder ve gözüyle görür gibi inanır, tasdik eder ve der ki: "Her cihetle güzel ve hünerli olmayan bir zat, böyle her cihetle güzel bir eserin masdarı mucidi ve taklitsiz muhterii olamaz. Belki onun manevi hüsünleri ve kemalleri bu saray ile tecessüm etmiş gibidir" hükmeder.
Aynen öyle de, Bu kainat denilen meşher-i acaib ve saray-ı muhteşemin hüsünlerini gören ve aklı çürük ve kalbi bozuk olmayan elbette intikal edecek ki, bu saray bir ayinedir; başkasının cemalini ve kemalini göstermek için böyle süslenmiş. Evet madem bu saray-ı alemin başka emsali yok ki güzellikleri ondan iktibas edip taklit edilsin. Elbette ve her halde bunun ustası kendi zatında ve esmasında kendine layık güzellikleri var ki, kainat ondan iktibas ediyor ve ona göre yapılmış ve onları ifade etmek için bir kitab gibi yazılmış.


%Üçüncü Bürhan'ın üç nüktesi var.

%Birinci Nükte: "Otuzikinci Sözün Üçüncü Mevkıf"ında gayet güzel bir tafsil ve kuvvetli hüccetlerle beyan edilen bir hakikattır. Tafsilini ona havale ederek burada kısa bir işaretle ona bakacağız; Şöyleki:
Bu masnuata, hususan hayvanat ve nebatata bakıyoruz, görüyoruz ki: Kasd ve iradeyi gösteren ve ilim ve hikmeti bildiren daimi bir tezyin, bir süslemek ve tesadüfe hamli imkansız bir tanzim, bir güzelleştirmek hükmediyor. Hem kendi san'atını beğendirmek ve nazar-ı dikkati celbetmek ve masnuunu ve seyircilerini memnun etmek için her şey'de öyle bir nazik san'at ve ince hikmet ve ali zinet ve şefkatli bir tertib ve tatlı vaziyet görünüyor; Bedahet derecesinde anlaşılır ki, kendini zişuurlara bildirmek ve tanıttırmak isteyen perde-i gayb arkasında öyle bir san'atkar var ki, herbir san'atiyle çok hünerlerini ve kemalatını teşhir ile kendini sevdirmek ve medh-ü senasını ettirmek ister. Hem zişuur mahlukları minnetdar ve mesrur ve kendine dost
Sh:»(S.N: 92)
etmek için tesadüfe havalesi imkan haricinde ve umulmadığı yerden leziz ni'metlerin her çeşidini onlara ihsan ediyor. Hem derin bir şefkati ve yüksek bir merhameti ihsas eden manevi ve kerimane bir muamele, bir muarefe ve lisan-ı hal ile ve dostane bir mükaleme ve dualarına rahimane bir mukabele görünüyor.
Demek bu güneş gibi zahir olan tanıttırmak ve sevdirmek keyfiyeti arkasında müşahede edilen lezzetlendirmek ve ni'metlendirmek ikramı ise, gayet esaslı bir irade-i şefkat ve gayet kuvvetli bir arzu-yu merhametten ileri geliyor. Ve böyle kuvvetli bir irade-i şefkat ve rahmet ise, hiçbir cihette ihtiyacı olmayan bir Mustağni-i Mutlakta bulunması elbette ve her halde kendini ayinelerde görmek ve göstermek isteyen ve tezahür etmek, mahiyetinin muktezası ve tebarüz etmek, hakikatının şe'ni bulunan nihayet kemalde bir cemal-i bimisal ve ezeli bir hüsn-ü layezali ve sermedi bir güzellik vardır ki; o cemal kendini muhtelif ayinelerde görmek ve göstermek için merhamet ve şefkat suretine girmiş, sonra zişuur ayinelerinde in'am ve ihsan vaziyetini almış, sonra tahabbüb ve taarrüf- yani kendini tanıttırmak ve bildirmek- keyfiyetini takmış, sonra masnuatı zinetlendirmek, güzelleştirmek ışığını vermiş.

%İkinci Nükte: Nev'-i insanda, hususan yüksek tabakasında, meslekleri ayrı ayrı hadsiz zatlarda, gayet esaslı bir surette bulunan şedit bir aşk-ı Lahuti ve kuvvetli bir muhabbet-i Rabbaniyye, bilbedahe misilsiz bir cemale işaret belki şehadet eder.
Evet böyle bir aşk öyle bir cemale bakar, iktiza eder ve öyle bir muhabbet böyle bir hüsn ister. Belki bütün mevcudatta lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile edilen umum hamd ve senalar, o ezeli hüsne bakıyor, gidiyor. Belki Şems-i Tebrizi gibi bir kısım aşıkların nazarında bütün kainatta bulunan umum incizaplar, cezbeler, cazibeler, cazibedar hakikatler, ezeli ve ebedi bir hakikat-ı cazibedara işaretlerdir. Ve ecramı ve mevcudatı mevlevi-misal pervane gibi raks ve semaa kaldıran cezbedarane harekat ve deveran, o hakikat-ı cazibedarın cemal-i kudsisinin hükümdarane tezahüratı karşısında aşıkane ve vazifadarane bir mukabeledir.

%Üçüncü Nükte: Bütün ehl-i tahkikın icmaiyle vücud hayr-ı mahzdır, nurdur. Adem şerr-i mahzdır, zulmettir. Bütün hayırlar, iyilikler, güzellikler, lezzetler -tahlil neticesinde- vücuddan neş'et ettiklerini ve bütün fenalıklar, şerler, musibetler, elemler -hatta masiyetler- ademe raci olduğunu ehl-i akıl ve ehl-i kalbin büyükleri ittifak etmişler.
E ğ e r d e r s e n : Madem bütün güzelliklerin menbaı vücuttur, vücutta küfür ve enaniyet-i nefsiye dahi var?
Elcevap: Küfür ise, hakaik-ı imaniyeyi inkar ve nefy olduğundan ademdir. Enaniyetin vucudu ise, haksız temellük ve ayinedarlığını bilmemek ve mevhumu muhakkak bilmekten ileri geldiğinden vücud rengini ve suretini
Sh:»(S.N: 93)
almış bir ademdir. Madem bütün güzelliklerin menbaı vücuttur ve bütün çirkinliklerin madeni ademdir. Elbette vücudun en kuvvetlisi ve en yükseği ve en parlağı ve ademden en uzağı vacib bir vücud ve ezeli ve ebedi bir varlık, en kuvvetli ve en yüksek ve en parlak ve kusurdan en uzak bir cemal ister, belki öyle bir cemali ifade eder, belki öyle bir cemal olur. Güneşe, ihatalı bir ziyanın lüzumu gibi Vacib-ül Vücud dahi sermedi bir cemal istilzam eder; onun ile ışık verir.
رَبَّنَا لاَتُؤَاَخِذْنَآ اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَأْنَا الحَمْدُ للَّهِ عَلَى نِعْمَةِ الاِيمَانِ
سُبْحَانَ لاَعِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَآ اٍِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الحَكِيمُ
% İHTAR: Âyet-i Hasbiye-i Nuriyenin meratibinden dokuz mertebesi yazılacaktı, fakat bazı esbaba binaen şimdilik üç mertebe te'hir edildi.

%TENBİH: Risale-i Nur, Kur'an'ın ve Kur'an'dan çıkan bürhani bir tefsir olduğundan, Kur'an'ın nükteli, hikmetli, lüzumlu, usandırmayan tekraratı gibi onun da lüzumlu, hikmetli, belki zaruri ve maslahatlı tekraratı vardır. Hem Risale-i Nur, zevk ve şevk ile dillerde usandırmayan, daima tekrar edilen kelime-i tevhidin delilleri olmasından, zaruri tekraratı kusur değil; usandırmaz ve usandırmamalı.