ONÜÇÜNCÜ LEM'A
اَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ )(
sırrına dairdir.
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَقُلْ رَبِّ اُعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ* وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ
Şeytandan istiaze sırrına dairdir. "On Üç İşaret" yazılacak. O işaretlerin bir kısmı, müteferrik bir surette Yirmi Altıncı Söz gibi bir kısım Risalelerde beyan ve isbat edildiğinden burada yalnız icmalen bahsedilecek.
%BİRİNCİ İŞARET: SUAL: Şeytanların kainatta icad cihetinde hiç bir medhalleri olmadığı; hem Cenab-ı Hak, rahmet ve inayetiyle ehl-i hakka taraftar olduğu; hem hak ve hakikatın cazibedar güzellikleri ve mehasinleri ehl-i hakka müeyyid ve müşevvik bulunduğu; hem dalaletin müstekreh çirkinlikleri ehl-i dalaleti tenfir ettikleri halde, hizb-üş-şeytanın çok defa galebe etmesinin hikmeti nedir? Ve ehl-i hak, her vakit şeytanın şerrinden Cenab-ı Hakka sığınmasının sırrı nedir?
% ELCEVAP: Hikmeti ve sırrı şudur ki: Eskeriyet-i mutlaka ile dalâlet ve şer, menfidir ve tahriptir; ve ademidir ve bozmaktır. Ve ekseriyet-i mutlaka ile hidayet ve hayır, müsbettir ve vücudidir; ve imar ve tamirdir.
Herkesce malumdur ki: yirmi adamın yirmi günde yapdığı bir binayı, bir adam, bir günde tahrip eder. Evet bütün âzâ-yı esasiyenin ve şerait-i hayatiyenin vücudiyle vücudu devam eden hayat-ı insan, Halık-ı Zülcelalin kudretine mahsus olduğu halde, bir zalim, bir uzvu kesmesiyle, hayata nisbeten ademi olan mevte o insanı mazhar eder. Onun için: "Ettahribüeshel" durubu emsal hükmüne geçmiş.
İşte bu sırdandır ki: ehl-i dalalet, hakikaten zaif bir kuvvet ile pek kuvvetli ehl-i hakka bazen galip oluyor. Fakat ehl-i hakkın öyle muhkem bir
Sh:»(S.N: 95)
kal'ası var ki, onda tahassün ettikleri vakit, o müdhiş düşmanlar yanaşamazlar, bir halt edemezler. Eğer muvakkat bir zarar verseler,
وَالْعَاقِبَةُلِلْمُتَّقِينَ sırriyle ebedi bir sevab ve menfaatle o zarar telafi edilir. O kal'ayı metin, o hısn-ı hasin ise, Şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) ve Sünnet-i Ahmediyedir.(A.S.M)
% İKİNCİ İŞARET: SUAL: Şerr-i mahz olan şeytanların icadı ve ehl-i imana taslitleri ve onların yüzünden çok insanlar küfre girip Cehenneme girmeleri, gayet müthiş ve çirkin görünüyor. Acaba Cemil-i Alelıtlak ve Rahim-i Mutlak ve Rahman-ı Bil-Hakkın rahmet ve cemali, bu hadsiz çirkinliğin ve dehşetli musibetin husulüne nasıl müsaade ediyor ve nasıl cevaz gösteriyor?
Şu mes'eleyi çoklar sormuşlar ve çokların hatırına geliyor.
% ELCEVAP: Şeytanın vücudunda cüz-i şerler ile beraber birçok makasıd-ı hayriye-i külliye ve kemalat-ı insaniye vardır.
Evet bir çekirdekten koca bir ağaca kadar ne kadar mertebeler var; mahiyet-i insaniyedeki istidatta dahi ondan daha ziyade meratib var. Belki zerreden Şemse kadar dereceleri var. Bu istidadatın inkişafatı, elbette bir hareket ister, bir muamele iktiza eder. Ve o muameledeki terakki zembereğinin hareketi, mücahede ile olur. O mücahede ise, şeytanların ve muzır şeylerin vücudiyle olur. Yoksa, melaikeler gibi insanların da makamı sabit kalırdı. O halde insan nev'inde binler enva hükmünde sınıflar bulunmayacak. Bir şerr-i cüz-i gelmemek için bin hayrı terketmek, hikmet ve adalete münafidir.
Çendan, şeytan yüzünden ekser insanlar dalâlete giderler. Fakat ehemmiyet ve kıymet, ekseriyetle keyfiyete bakar, kemiyete az bakar veya bakmaz. Nasıl ki: Bin ve on çekirdeği bulunan bir zat, o çekirdekleri toprak altında bir muamele-i kimyeviyeye mazhar etse. Ondan on tanesi ağaç olmuş, bini bozulmuş. O on ağaç olmuş çekirdeklerin o adama verdiği menfaat, elbette bin bozulmuş çekirdeğin verdiği zararı hiçe indirir.
Öyle de: Nefs ve şeytanlara karşı mücahede ile, yıldızlar gibi nev-i insanı şereflendiren ve tenvir eden on insan-ı kamil yüzünden o nev'e gelen menfaat ve şeref ve kıymet, elbette haşarat nev'inden sayılacak derecede süfli ehl-i dalâletin küfre girmesiyle insan nev'ine vereceği zararı hiçe indirip göze göstermediği için, rahmet ve hikmet ve adâlet-i İlâhiyye, şeytanın vücuduna müsaade edip tasallutlarına meydan vermiş.
Ey ehl-i iman! Bu müthiş düşmanlarınıza karşı zırhınız: Kur'an tezgahında yapılan takvadır. Ve siperiniz, Resul-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselamın Sünnet-i Seniyyesidir. Ve silahınız, istiaze ve istiğfar ve hıfz-ı İlahiyyeye ilticadır...
% ÜÇÜNCÜ İŞARET: SUAL: Kur'an-ı HÂkim'de ehl-i dalâlete karşı azim
Sh:»(S.N: 96)
şekvaları ve kesretli tahşidatı ve çok şiddetli tehdidatı, aklın zahirine göre adaletli ve münasebetli belağatına ve üslubundaki itidaline ve istikametine münasib düşmüyor. Adeta aciz bir adama karşı, orduları tahşid ediyor. Ve onun cüz'i bir hareketi için, binler cinayet etmiş gibi tehdit ediyor. Ve müflis ve mülkte hiç hissesi olmadığı halde mütecaviz bir şerik gibi mevki verip ondan şekva ediyor. Bunun sırrı ve hikmeti nedir?
% ELCEVAP: Onun sır ve hikmeti şudur ki: Şeytanlar ve şeytanlara uyanlar, dalalete süluk ettikleri için, küçük bir hareketle çok tahribat yapabilirler. Ve çok mahlukatın hukukuna, az bir fiil ile çok hasaret veriyorlar. Nasıl ki bir sultanın büyük bir ticaret gemisinde bir adam az bir hareketle, belki küçük bir vazfeyi terk etmekle, o gemi ile alakadar bütün vazifedarların semere-i sa'ylerinin ve netice-i amellerinin mahvına ve iptaline sebebiyet verdiği için o geminin sahib-i zişanı, o asiden, o gemi ile alakadar olan bütün raiyetinin hesabına azim şikayetler edip dehşetli tehdit ediyor ve onun o cüz'i hareketini değil, belki o hareketin müthiş neticelerini nazara alarak ve o sahîb-i zişanın zatına değil, belki raiyetinin hukuku namına dehşetli bir cezaya çarpar.
Öyle de: Sultan-ı Ezel ve Ebed dahi, Küre-i Arz gemisinde ehli hidayetle beraber bulunan ehl-i dalalet olan hizb-üş-şeytanın zahiren cüz'i hatiatleriyle ve isyanlariyle pek çok mahlukatın hukukuna tevavüz ettikleri ve mevcudatın vezaif-i âliyelerinin neticelerinin iptal etmesine sebebiyet verdikleri için, onlardan azim şikayet ve dehşetli tehdidat ve tahribatlarına karşı mühim tahşidat etmek, ayn-ı belağat içinde mahz-ı hikmettir; ve gayet münasip ve muvafıktır. Ve mutabık-ı mukteza-yı haldir ki: Belagatın tarifidir ve esasıdır ve israf-ı kelam olan mübalağadan münezzehtir.
Malumdur ki: Böyle az bir hareketle çok tahribat yapan dehşetli düşmanlara karşı gayet metin bir kal'aya iltica etmiyen, çok perişan olur.
İşte ey ehl-i iman! O çelik ve semavi kal'a Kur'an-dır. İçine gir, kurtul.
% DÖRDÜNCÜ İŞARET : Adem, şerr-i mahz; ve vücud, hayr-ı mahz olduğunu, ehl-i tahkik ve ashab-ı keşf ittifak etmişler.
Evet ekseriyet-i mutlaka ile hayır ve mehasin ve kemalat, vücuda istinad eder ve ona raci olur. Sureten menfi ve ademi de olsa, esası subutidir ve vucüdidir. Dalalet ve şer ve musibetler ve masiyetler ve belalar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayesi, ademdir, nefîydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. çendan suret-i zahiride müsbet ve vücudi de görünseler, esası ademdir. nefîydir.
Hem bilmüşahede sabittir ki: Bina gibi bir şeyin vucudu, bütün eczasının mevcudiyetiyle takarrur eder. Halbuki onun harabiyeti ve ademi ve inhidamı, bir rüknün ademiyle hasıl olur.
Hem vücud, herhalde mevcud bir illet ister. Muhakkak bir sebebe istinad eder. Adem ise, ademi şeylere istinad edebilir. Ademi birşey madum birşeye illet olur.
Sh:»(S.N: 97)
İşte bu iki kaideye binaendir ki: Şeytan-ı ins ve cinnin kainattaki müdhiş asar-ı tahripkaraneleri ve enva-ı küfür ve dalalet ve şer ve mehaliki yaptıkları halde, zerre miktar icada ve hilkate müdahaleleri olmadığı gibi, mülk-ü ilahide bir hisse-i iştirakleri olamıyor. Ve bir iktidar ve bir kudretle o işleri yapmıyorlar, belki çok işlerinde iktidar ve fiil değil, belki terk ve atalettir. Hayrı yaptırmamakla, şerleri yapıyorlar, yani şerler oluyorlar. Çünkü mehalik ve şer, tahribat nevinden olduğu için, illetleri, mevcut bir iktidar ve fail bir icad olmak lazım değildir. Belki bir emr-i ademi ile ve bir şartın bozulmasiyle koca bir tahribat olur.
İşte bu sır, mecûsilerde inkişaf etmediği içindir ki, kainatta " Yezdan namiyle bir Halik-ı Hayır, diğeri " Ehriman" namiyle bir Halık-ı şer itikat etmişlerdir. Halbuki onların Ehriman dedikleri mevhum İlah-ı Şer, bir cüz'i ihtiyariyle ve icadsız bir kesble şerlere sebebiyet veren malum şeytandır.
İşte ey ehl-i İman! Şeytanların bu müdhiş tahribatına karşı en mühim silahınız ve cihazat-ı tamiriyeniz istiğfardır ve "EUZUBİLLAH" demekle Cenab-ı Hakka ilticadır. Ve kal'anız Sünnet-i seniyyedir.
%BEŞİNCİ İŞARET : Cenab-ı Hak, Kütüb-ü Semaviyede beşere karşı şu Cennet gibi azim mükafat ve Cehennem gibi dehşetli mücazatı göstermekle beraber çok irşad, ikaz, ihtar, tehdit ve teşvik ettiği halde; ehl-i iman, bu kadar esbab-ı hidayet ve istikamet varken hizb-üş - şeytanın mükafatsız çirkin zaif desiselerine karşı mağlub olmaları, bir zaman beni çok düşündürüyordu. Acaba iman varken, Cenab-ı Hakkın o kadar şiddetli tehdidatına ehemmiyet vermemek nasıl oluyor ? Nasıl iman gitmiyor ?
اِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَعِيفًا
Sırrıyle: Şeytanın gayet zaif desiselerine kapılıp Allaha isyan ediyor. Hatta benim arkadaşlarımdan bazıları, yüz hakikat dersini kalben tasdik ile beraber benden işittiği ve bana karşı da fazla hüsnü zannı ve irtibatı varken, kalbsiz ve bozuk bir adamın ehemmiyetsiz ve riyakarane iltifatına kapıldı, onun lehinde benim aleyhimde bir vaziyete geldi. FESÜBHANALLAH dedim, insanda bu derece sukut olabilir mi ? Ne kadar hakikatsız bir insan idi, diye o biçareyi gıybet ettim, günaha girdim. Sonra sabık işaretlerdeki hakikat inkişaf etti, karanlıklı çok noktaları aydınlattı, o nur ile LİLLAHİLHAMD, hem Kur'an-ı Hakimin azim tergibat ve teşvikatı tam yerinde olduğunu, hem ehl-i imanın desais-i şeytaniyeye kapılmaları imansızlıktan ve imanın zaifliğinden olmadığını, hem günah-ı kebairi işleyen küfre girmediğini, hem mu'tezile mezhebi ve bir kısım Hariciye mezhebi: " Günah-ı kebâiri irtikâb eden, kâfir olur veya iman ve küfur ortasında kalır. " diye hükümlerinde hata ettiklerini, hem benim o biçare arkadaşım da yüz ders-i hakikatı bir herifin iltifatına feda etmesi, düşündüğüm gibi çok sukut ve deh
Sh:»(S.N: 98)
şetli alçaklık olmadığını anladım, Cenab-ı Hakka şükrettim. O vartadan kurtuldum.
Çünki: Sabıkan dediğimiz gibi: şeytan, cüz'i bir emr-i ademi ile insanı mühim tehlikelere atar. Hem insandaki nefis ise, şeytanı her vakit dinler Kuvve-i şeheviye ve gadabiye ise, şeytan desiselerine hem kabile hem nakile iki cihaz hükmündedirler.
İşte bunun içindir ki, Cenab-ı Hakkın " Gafur", " Rahim" gibi iki ismi tecelli-i azamla ehl-i imana teveccüh ediyor. Ve Kur'anı Hakimde peygamberlere en mühim ihsanı, mağfiret olduğunu gösteriyor; ve onları, istiğfar etmeye davet ediyor.
بِسْمِاللَّهِالرَّحْمَنِالرَّحِيمِ
kelime-i kudsiyesini her Sure başında tekrar ile ve her mübarek işlerde zikrine emretmesiyle, kainatı ihata eden rahmet-i vasiasını melce ve tahassüngâh gösteriyor; ve فَاسْتَعِذْ emriyle,
اَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ )(
kelimesini siper yapıyor.
% ALTINCI İŞARET: Şeytanın en tehlikeli bir desisesi şudur ki: Bazı hassas ve sâfi- kalb insanlara tahayyül-ü küfrîyi tasdik-i küfürle iltibas ettiriyor. Tasavvur-u dalâleti dalâletin tasdiki suretinde gösteriyor. Ve mukaddes zatlar ve münezzeh şeyler hakkında gayet çirkin hatıraları hayaline gösteriyor. Ve imkan-ı zâtîyi, imkan-ı aklî şeklinde gösterip îmandaki yakinine münafi bir şek tarzını veriyor. Ve o vakit o biçare hassas adam, kendini dalâlet ve küfür içine düştüğünü tevehhüm edip imandaki yakininin zâil olduğunu zanneder, ye'se düşer. O yeisle şeytana maskara olur. Şeytan hem ye'sini, hem o zâif damarını, hem o iltibasını çok işlettirir, ya divane olur yahud " her-çibad-âbad" der, dalâlete gider.
Şeytanın bu desisesinin mahiyeti ne kadar esassız olduğunu, bazı risalelerde beyan ettiğimiz gibi burada icmâlen bahsedeceğiz şöyleki:
Nasıl ki âyinede yılanın sureti ısırmaz ve ateşin misali yandırmaz ve murdarın aksi, telvis etmez. Öyle de: Hayal veya fikir âyinesinde küfriyatın ve şirkin akisleri ve dalâletin gölgeleri veşetimli çirkin sözlerin hayalleri, itikadı bozmaz, îmanı tağyir etmez, hürmetli edebi kırmaz. Çünkü meşhur kaidedir ki: Tahayyül-ü şetm, şetm olmadığı gibi tahayyül-ü küfür dahi, küfür değil ve tasavvur-u dalâlet de dalâlet değil. Îmandaki şek mes'elesi ise, imkân-ı zatiden gelen ihtimaller, o yakîne münâfi değil ve o yakîni bozmaz. İlm-i usûl-ü dinde kavâid-i mukarraredendir ki:
اِنَّ الاِمْكَانَ الذَّاتِى لاَيُنَافِى الْيَقِينَ العِلْمِيَّ
Sh:»(S.N: 99)
Mesela: Barla Denizi su olarak yerinde bulunduğuna yakinimiz var. Halbuki zâtında mümkündür ki: O deniz, bu dakikada batmış olsun. Ve batması mümkinattandır. Bu imkan-ı zâtî, madem bir emâreden neş'et etmiyor, zihnî bir imkan olamaz ki, şek olsun. Çünki yine ilm-i usul-ü dinde bir kaide-i mukarreredir ki: لاَعِبْرَةَلِلاِحْتِمَالِغَيْرِالنَّاشِعَنْدَلِيلٍ
yani : " Bir emareden gelmiyen bir ihtimal-i zâtî ise, bir imkân-ı zihnî olmaz ki, şüphe verip, ehemmiyeti olsun. İşte bu desise-i şeytaniyeye maruz olan biçare adam, hakaik-i îmaniyeye yakinini, böyle zâtî imkanlar ile kaybediyor zanneder. Mesela: Hazret-i Peygamber Aleyhisselatü Vesselam hakkında beşeriyet itibariyle çok imkân-ı zâtiyye hatırına geliyor ki, îmanın cezm ve yakînine zarar vermez. Fakat o, zarar verdi zanneder, zarara düşer.
Hem bazen şeytan, kalb üstündeki lümmesi cihetinde Cenab-ı Hak hakkında fena sözler söyler. O adam zanneder ki: Onun kalbi bozulmuş ki, böyle söylüyor. Titriyor. Halbuki: Onun titremesi ve korkması ve adem-i rızası delildir ki: O sözler kalbinden gelmiyor, belki lümme-i şeytaniyyeden geliyor veya şeytan tarafından ihtar ve tahayyül ediliyor.
Hem insanın letaifi içinde teşhis edemediğim bir iki lâtife var ki, ihtiyar ve iradeyi dinlemezler; Belki de mes'uliyet altına da giremezler, bazen o latifeler hükmediyorlar, hakkı dinlemiyorlar, yanlış şeylere giriyorlar. O vakit şeytan o adama telkin eder ki " Senin istidadın hakka ve îmana muvafık değil ki, böyle ihtiyarsız batıl şeylere giriyorsun. Demek senin kaderin, seni şekavete mahkûm etmiştir. " O bîçare adam, ye'se düşüp helâkete gider...
İşte şeytanın evvelki desiselerine karşı mü'minin tahassüngâhı: Muhakkikîn-ı Asfiyanın düsturlariyle hudutları taayyün eden hakâik-ı imaniye ve muhkemat-ı Kur'âniyedir. Ve âhirdeki desiselerine karşı: İstiaze ile ehemmiyet vermemektir. Çünki: Ehemmiyet verdikçe, nazar-ı dikkati celbettirip büyür, şişer. Mü'minin böyle mânevi yaralarına tiryak ve merhem: Sünnet-i Seniyyedir.
% YEDİNCİ İŞARET: SUAL : Mu'tezile İmamları, şerrin îcadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allaha vermiyorlar. Güya onunla Allahı takdis ediyorlar. " Beşer, kendi ef'âlinin hâlikıdır," diye dalâlete gidiyorlar.
Hem derler: " Bir günah-ı kebireyi işliyen bir mü'minin îmanı gider. Çünki: Cenab-ı Hakka itikad ve cehennemi tasdik etmek, öyle günahı işlemekle kabil-i tevfik olamaz. Çünki; dünyada gayet cüz'î bir hapis korkusu ile kendini hilaf-ı kanun her şeyden muhafaza eden adam, ebedî bir azab-ı Cehennemi ve Hâlıkın gadabını nazar-ı ehemmiyete almıyacak derecede büyük günahları işlerse, elbette imansızlığa delâlet eder."
Sh:»(S.N: 100)
% ELCEVAP: Birinci şıkkın cevabı şudur ki: Kader risalesinde izah edildiği gibi: halk-ı şer, şer değil; Belki kesb-i şer, şerdir. çünki halk ve icad; umum neticelere bakar. Bir şerrin vücudu, çok hayırlı neticelere mukaddeme olduğu için, o şerrin icadı, neticeler itibariyle hayır olur. Hayır hükmüne geçer. Mesela: Ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat bazı insanlar su-i ihtiyariyle ateşi kendilerine şer yapmakla " Ateşin icadı şerdir" diyemezler.
Öyle de: Şeytanların icadı, terakkiyat-ı insaniye gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, su-i ihtiyariyle ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlup olmakla " şeytanın hilkati şerdir" diyemez. Belki o , kendi kesbiyle kendine şer yaptı.
Evet kesb ise, mübaşereti cüz'iye olduğu için hususi bir netice-i şerriyyenin mazharı olur; o kesb-i şer şer olur. Fakat icad, umum neticelere baktığı için, icad-ı şer şer değil, belki hayırdır.
İşte Mu'tezile bu sırrı anlamadıkları için, " Halk-ı şer, şerdir ve çirkinin icadı, çirkindir. " diye Cenab-ı Hakkı takdis için şerrin icadını ona vermemişler, dalalete düşmüşler.
وَبِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ olan bir rükn-ü imaniyi tevil etmişler.
İkinci Şık ki : " Günah-ı kebireyi işleyen, nasıl mü'min kalabilir?" diye suallerine cevab ise; evvela: Sabık işaretlerde onların hatası kat'i surette anlaşılmıştır ki, tekrara hacet kalmamıştır.
Saniyen: Nefs-i insaniyye, muaccel ve hazır bir dirhem lezzeti; müeccel, gaib bir batman lezzete tercih ettiği gibi, hazır bir tokat korkusundan, ileride bir sene azabdan daha ziyade çekinir.
Hem insanda hissiyat galib olsa, aklın muhakemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz bir lezzet-i hazırayı ileride gayet büyük bir mükafata tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan, ileride büyük bir azab-ı müecceleden ziyade çekinir. Çünki: tevehhüm ve heves ve his, ileriyi görmüyor. Belki, inkar ediyorlar. Nefs dahi yardım etse mahall-i iman olan kalb ve akıl, susarlar, mağlub oluyorlar...
Şu halde: Kebairi işlemek, imansızlıktan gelmiyor, belki his ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlubiyetinden ileri gelir.
Hem sabık işaretlerde anlaşıldığı gibi: Fenalık ve hevesat yolu, tahribat olduğu için gayet kolaydır. Şeytan-ı ins ve cinni, çabuk insanları o yola sevkediyor.
Gayet cây-ı hayret bir haldir ki: Alem-i bekanın nass-ı Hadisle: Sinek kanadı kadar bir nuru, ebedi olduğu için bir insanın müddet-i ömründe dünyadan aldığı lezzet ve nimete mukabil geldiği halde; bazı biçare insanlar, bir sinek kanadı kadar bu fani dünyanın lezzetini, o baki alemin bu fani dün
Sh:»(S.N: 101)
yasına değer lezzetlerine tercih edip şeytanın arkasında gider.
İşte bu sırlar içindir ki: Kur'an-ı Hakim, mü'minleri pek çok tekrar ve ısrar ile, tehdit ve teşvik ile günahtan zecr, ve hayra sevkediyor.
Bir zaman Kur'an-ı Hakimin bu tekrar ile şiddetli irşadatı bana bu fikri verdi ki: Bu kadar mütemadi ihtarlar ve ikazlar, mü'min insanları sebatsız ve hakikatsız gösteriyorlar ? İnsanın şerefine yakışmayacak bir vaziyet veriyorlar. Çünki: Bir memur amirinden aldığı bir tek emri itaatine kafi iken, aynı emri on defa söylese, o me'mur cidden gücenecek. " Beni ittiham ediyorsun ben hain değilim" der. Halbuki en halis mü'minlere Kur'an-ı Hakim musırrane mükerrer emrediyor. Bu fikir benim zihnimi kurcaladığı bir zamanda iki üç sadık arkadaşlarım vardı. Onları şeytan-ı insinin desiselerine kapılmamak için pek çok defa ihtar ve ikaz ediyordum " Bizi ittiham ediyorsun " diye gücenmiyorlardı. Fakat ben kalben diyordum ki: " Bu mütemadiyen ihtarlarımla bunları gücendiriyorum, sadakatsizlikle ve sebatsızlıkla ittiham ediyorum. "
Sonra birden sabık işaretlerde izah ve isbat edilen hakikat inkişaf etti. O vakit o hakikatla hem Kur'an-ı Hakimin tam mutabık-ı mukteza-yı hal ve yerinde ve israfsız ve hikmetli ve ittihamsız bir surette ısrar ve tekraratı yaptığı ve ayn-ı hikmet ve mahz-ı belağat olduğunu bildim. Ve o sadık arkadaşlarımın gücenmediklerinin sırrını anladım. O hakikatın hulasası şudur ki:
Şeytanlar tahribat cihetinde sevkettikleri için, az bir amel ile çok şerleri yaparlar. Onun için tarîk-ı hakda ve hidayette gidenler,pek çok ihtiyat ve şiddetli sakınmaya ve mükerrer ihtarata ve kesretli muavenete muhtaç olduklarındandır ki, Cenab-ı Hak, o tekrarat cihetinde bin bir ismi ile ehl-i imana muavenetini takdim ediyor ve binler merhamet ellerini imdadına uzatıyor. Şerefini kırmıyor, belki vikaye ediyor. İnsanın kıymetini küçük düşürtmüyor, belki şeytanın şerrini büyük gösteriyor.
İşte ey ehl-i hak ve ehl-i hidayet! Şeytan-ı ins ve cinninin mezkur desiselerinden kurtulmak çaresi: Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak mezhebini karargah yap ve Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyanın muhkemat kal'asına gir ve Sünnet-i Seniyyeyi rehber yap, selameti bul !...
% SEKİZİNCİ İŞARET : SUAL : Sabık işaretlerde isbat ettiniz ki: Dalalet yalu, kolay ve tahrip ve tevacüz olduğu için, çoklar o yola süluk ediyorlar. Halbuki sair Risalelerde Kat'i deliller ile isbat etmişsiniz ki: Küfür ve dalalet yolu o kadar müşkilatlı ve suubetlidir ki, hiç kimse ona girmemek gerekti; ve kabil-i sülûk değil. Ve iman ve hidayet yolu o kadar kolay ve zahirdir ki, herkes ona girmeli idi ?
%ELCEVAP: Küfür ve dalalet iki kısımdır. Bir kısmı ameli ve fer'i olmakla beraber, iman hükümlerini nefyetmek ve inkar etmektir ki, bu tarz dalalet kolaydır. Hakkı kabul etmemektir, bir terktir, bir ademdir bir adem-i kabuldür.
Sh:»(S.N: 102)
İşte bu kısımdır ki, Risalelerde kolay gösterilmiş. İkinci kısım ise, ameli ve fer'i olmayıp, belki itikadi ve fikri bir hükümdür. Yalnız imanın nefyini değil, belki imanın zıddına gidip bir yol açmaktır. Bu ise, batılı kabüldür, hakkın aksini isbattır. Bu kısım, imanın yalnız nefyi ve nakizi değil, imanın zıddıdır. Adem-i kabul değil ki kolay olsun. Belki kabul-ü ademdir. Ve o ademi isbat etmekle kabul edilebilir.
اَلْعَدَمُلاَيُسْبَتُkaidesiyle: Ademin isbatı elbette kolay değildir.
İşte sair Risalelerde imtina derecesinde suubetli ve müşkilatlı gösterilen küfür ve dalalet bu kısımdır ki, zerre mikdar şuuru bulunan, bu yola sâlik olmamak lazımdır.
Hem bu yol, Risalelerde kat'i isbat edildiği gibi: O kadar dehşetli elemleri var ve boğucu karanlıkları var ki, zerre miktar aklı bulunan o yola talip olmaz.
Eğer denilse: Bu kadar elim ve karanlıklı müşkilatlı yola nasıl ekser insanlar gidiyorlar?
Elcevap: İçine düşmüş bulunuyorlar, çıkamıyorlar. Hem insandaki nebati ve hayvani kuvveleri akibeti görmedikleri, düşünemedikleri ve o insandaki letaif-i insaniyyeye galebe ettikleri için, çıkmak istemiyorlar ve hazır ve muvakkat bir lezzetle müteselli oluyorlar.
Sual: Eğer denilse: Dalalette öyle dehşetli bir elem ve bir korku var ki, kafir, değil hayattan lezzet alması, hiç yaşamaması lazım geliyor. Belki o elemden ezilmeli ve o korkudan ödü patlamalı idi. Çünki: İnsaniyet itibariyle hadsiz eşyaya müştak ve hayata aşık olduğu halde, küfür vasıtasiyle mevtini bir idam-ı ebedi ve bir firak-ı layezali ve zeval-ı mevcudatı ve ahbabının vefatlarını ve bütün sevdiklerini idam ve müfarakat-i ebediyye suretinde gözü önünde daima küfür vasıtasiyle gören insan, nasıl yaşayabilir ? Nasıl hayattan lezzet alabilir ?
Elcevap: Acip bir mağlata-i şeytaniye ile kendini aldatır, yaşar. Suri bir lezzet alır zanneder. Meşhur bir temsil ile onun mahiyetine işaret edeceğiz.
Şöyleki:
Deniliyor: Deve kuşuna demişler: " Kanatların var, uç !" O da kanatlarını kısıp, " Ben deveyim" demiş, uçmamış. Fakat avcının tuzağına düşmüş. Avcı beni görmesin diye başını kuma sokmuş. Halbuki koca gövdesini dışarıda bırakmış, avcıya hedef etmiş. Sonra ona demişler: " Madem deveyim diyorsun, yük götür!" O zaman kanatlarını açıvermiş, " Ben kuşum" demiş, yükün zahmetinden kurtulmuş. Fakat hamisiz ve yemsiz olarak avcıların hücumuna hedef olmuş.
Aynen onun gibi; kâfir, Kur'anın semavi ilanatına karşı küfr-ü mutlaki bırakıp meşkük bir küfre inmiş. Ona denilse: Madem mevt ve zevali, bir idam-ı
Sh:»(S.N: 103)
ebedi biliyorsun; kendini asacak olan darağacı göz önünde... Ona her vakit bakan nasıl yaşar? Nasıl lezzet alır?" O adam, Kur'anın umumi vech-i rahmet ve şumullü nurundan aldığı bir hisse ile der: "Mevt idam değil, ihtimal beka var" Ve yahut deve kuşu gibi başını galet kumuna sokar, tâ ki ecel onu görmesin ve kabir ona bakmasın ve zeval-i eşya ona ok atmasın!
Elhasıl: O meşkuk küfür vasıtasiyle deve kuşu gibi mevt ve zevali, idam manasında gördüğü vakit. Kur'an ve semavi kitabların
اِيمَانٌبِاْلاَخِرَةِ dair kat'i ihbaratı ona bir ihtimal verir. O kafir, o ihtimale yapışır, o dehşetli elemi üzerine almaz. O vakit ona denilse; "Madem baki bir aleme gidilecek; o alemde güzel yaşamak için tekalif-i diniyye meşakkatını çekmek gerektir!" o adam şekk-i küfri cihetiyle der: "Belki yoktur; yok için neden çalışayım" Yani: Vakta ki o hükm-ü Kur'anın verdiği ihtimal-i beka cihetiyle idam-ı ebedi alamından kurtulur ve meşkuk küfrün verdiği ihtimal-i adem cihetiyle tekalif-i diniyye meşakkati ona müteveccih olur; Ona karşı küfür ihtimaline yapışır, o zahmetten kurtulur.
Demek bu nokta-i nazarda, müminden ziyade bu hayatta lezzat alır, zannediyor. Çünki: Tekalif-i diniyyenin zahmetinden ihtimal-i küfri ile kurtuluyor ve âlâm-ı ebediyeden, ise ihtimal-i imani cihetiyle kendi üzerine almaz. Halbuki bu mağlata-i şeytaniyenin hükmü, gayet sathi ve faidesiz ve muvakkattır.
İşte Kur'an-ı Hakimin küffarlar hakkında da bir nevi cihet-i rahmeti vardır ki: Hayat-ı dünyeviyeyi onlara Cehennem olmaktan bir derece kurtarıp bir nevi şek vererek, şek ile yaşıyorlar. Yoksa Ahiret Cehennemini andıracak bu dünyada dahi manevi bir cehennem azabı çekeceklerdi ve intihara mecbur olacaklardı.
İşte ey ehl-i iman! Sizi İdam-ı ebediden ve dünyevi ve uhrevi Cehennemlerden kurtaran Kur'anın himayeti altına mü'minane ve mu'temidane giriniz ve Sünnet-i Seniyyesinin dairesine teslimkarane ve müstahsinane dahil olunuz, dünya şekavetinden ve Ahirette azabdan kurtulunuz!
% DOKUZUNCU İŞARET: SUAL: Hizbullah olan ehl-i hidayet, başta Enbiya ve onların başında Fahr-i Alem Aleyhissalatü Vesselam, o kadar inayet ve rahmet-i İlahiyye ve imdad-ı Sübhaniyye ye mazhar oldukları halde, neden çok defa, hizb-üş-şeytan olan ehl-i dalalete mağlub olmuşlar?
Hem, Hâtem-ül-Enbiyanın Güneş gibi parlak Nübüvvet ve Risaleti ve iksir-i azam gibi te'sirli îcaz-ı Kur'ani vasıtasiyle irşadı ve cazibe-i umumiye-i kainattan daha cazibedar hakaik-i Kur'aniyenin komşuluğunda ve yakınında olan medine münafıklarının dalalatte ısrarları ve hidayete girmemeleri ne içindir ve hikmeti nedir?
% Elcevap: Bu iki şık müthiş sualin halli için, derince bir esas beyan et
Sh:»(S.N: 104)
mek lazım gelir. Şöyleki:
Şu kainat Halık-ı Zülcelalinin hem Cemali, hem Celali iki kısım esması bulunduğundan ve o Cemali ve Celali isimler, hükümlerini ayrı ayrı cilvelerle göstermek iktiza ettiklerinden, Halık-ı Zülcelal kainatta ezdadı birbirine mezcedip birbirine mukabil getirip ve birbirine mütecaviz ve müdafi bir vaziyet verip, hikmetli ve menfaattar bir nevi mübareze suretine getirip, ondan, zıdları birbirinin hududuna geçirip ihtilafat ve tağayyürat meydana getirmekle kainatı kanun-u tağayyür ve tahavvül ve düstur-u terakki ve tekamüle tabi kıldığı için; o şecere-i hilkatın cami bir semeresi olan insan nev'inde o kanun-u mubarezeyi daha acib bir şekle getirip bütün terakkiyat-ı insaniyeye medar bir mücahede kapısını açıp, HİZBULLAH'a karşı meydana çıkabilmek için hizb-üş-şeytana bazı cihazat vermiş.
İşte bu sırr-ı dakik içindir ki, Enbiyalar çok defa ehl-i dalalete karşı mağlub oluyor. Ve gayet zaaf ve acizde olan dalalet ehli, manen gayet kuvvetli olan Ehl-i Hakka muvakkaten galip oluyorlar ve mukavemet ediyorlar. Bu acip mukavemetin sırr-ı hikmeti şudur ki:
Dalâlette ve küfürde hem adem ve terk var ki, pek kolaydır, hareket istemez. Hem tahrip var ki, çok sehildir ve asandır; az bir hareket yeter. Hem tecavüz var ki, az bir amel ile çoklarına zarar verip, ihafe noktasında ve fir'avniyet cihetinden onlara bir makam kazandırır. Hem akibeti görmiyen ve hazır zevke müptela olan insandaki nebati ve hayvani kuvvelerin tatmini, telezzüzü, hürriyeti vardır ki akıl ve kalb gibi letaif-i insaniyeyi insaniyetkarane ve akibet-endişane olan vazifelerinden vaz geçiriyorlar.
Ehl-i hidayet ve başta Ehl-i Nübüvvet ve başta HABİB-U RABB-İL-ALEMİN olan Resul-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselamın meslek-i kudsisi, hem vücudi, hem sübûti, hem tamir, hem hareket, hem hududda istikamet, hem akibeti düşünmek, hem ubudiyet, hem nefs-i emmarenin fir'avniyetini, serbestliğini kırmak gibi esasat-ı mühimme bulunduğundandır ki, Medine-i Münevverede bulunan o zamanın münafıkları, o parlak Güneşe karşı yarasa kuşu gibi gözlerini yumup, o cazibe-i azimeye karşı şeytani bir kuvve-i dafiaya kapılıp, dalalette kalmışlar.
Eğer denilirse: Resul-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselam, madem HABIB-Ü RABB-İL-ALEMİN'dir. Hem elindeki, hak; ve lisanındaki hakikattır. Ve ordusundaki askerlerin bir kısmı melaikedir. Ve bir avuç su ile bir orduyu sular. Ve dört avuç buğday ve bir oğlağın etiyle bin adamı doyuracak bir ziyafet verir. Ve küffar ordusunun gözlerine bir avuç toprak atmakla o bir avuç topraktan her küffarın gözüne bir avuç toprak girmesiyle onları kaçırır. Ve daha bunun gibi bin mu'cizat sahibi olan bir Kumandan-ı Rabbani, nasıl oluyor Uhud'un nihayetinde ve Huneyn'in bidayetinde mağlup oluyor?
% Elcevap: Resul-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselam, nev-i beşere mukteda ve imam ve rehber olarak gönderilmiştir. Ta ki, o nev-i insani, hayat-ı içti
Sh:»(S.N: 105)
maiye ve şahsiyedeki düsturları Ondan öğrensin ve Hakim-i Zülkemalin kavanin-i meşietine itaate alışsınlar ve desatir-i hikmetine tevfiki hareket etsinler. Eğer Resûl-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselam, hayat-ı içtimaiye ve şahsiyesinde daima harikuladelere ve mu'cizelere istinad etseydi, o vakit İmam-ı Mutlak ve Rehber-i Ekber olamazdı.
İşte bu sır içindir ki, yalnız davasını tasdik ettirmek için arasıra indelhace, münkirlerin inkarını kırmak için mu'cizeler gösterirdi. Sair vakitlerde nasılki herkesten ziyade evamir-i İlahiyyeye itaat etmiştir. Öyle de: Hikmet-i Rabbaniye ile ve meşiet-i Sübbaniye ile te'sis edilen ADETULLAH kavaninine herkesten ziyade müraat ve itaat ederdi. Düşmana karşı zırh giyerdi, "sipere giriniz" emrederdi. Yara alırdı, zahmet çekerdi. Ta tamamiyle hikmet-i İlahiyye kanununa ve kainattaki şeriat-ı fıtriye-i kübraya müraat ve itaatı göstersin.
% ONUNCU İŞARET: İblisin en mühim bir desisesi; kendini, kendine tabi olanlara inkar ettirmektir. Şu zamanda, hususan maddiyyunların felsefeleriyle zihni bulananlar, bu bedihi mes'elede tereddüt gösterdikleri için, şeytanın bu desisesine karşı bir iki söz söyliyeceğiz, Şöyleki:
İnsanlarda şeytan vazifesini gören cesedli ervah-ı habise bilmüşahede bulunduğu gibi, cinniden cesedsiz ervah-ı habise dahi bulunduğu, o kat'iyyettedir. Eğer onlar maddi ceset giyseydiler, bu şerir insanların aynı olacaktılar. Hem eğer bu insan suretindeki insi şeytanlar cesedlerini çıkarabilse idiler, o cinni iblisler olacaktılar. Hatta bu şiddetli münasebete binaendir ki, bir mezheb-i batıl hükmetmiş ki: "İnsan suretindeki gayet şerir ervah-ı habise, öldükten sonra şeytan olur"
Mâlşşşşûmdur ki: alâ birşey bozulsa, edna birşeyin bozulmasından daha ziyade bozuk olur. Meselâ: Nasılki süt ve yoğurt bozulsalar, yine yenilebilir. Yağ bozulsa, yenilmez, bazen zehir gibi olur. Öyle de; mahlukatın en mükerremi, belki en alası olan insan, eğer bozulsa, bozuk hayvandan daha ziyade bozuk olur. Müteaffin maddelerin kokusiyle telezzüz eden haşarat gibi ve ısırmakla zehirlendirmekten lezzet alan yılanlar gibi, dalalet bataklığındaki şerler ve habis ahlaklar ile telezzüz ve iftihar eder ve zulmün zulümatındaki zararlardan ve cinayetlerden lezzet alırlar; adeta şeytanın mahiyetine girerler. Evet cinni şeytanın vücuduna kat'i bir delili, insi şeytanın vücududur.
Saniyen: Yirmi Dokuzuncu Sözde yüzer delil-i kat'i ile ruhani ve meleklerin vücudunu isbat eden umum o deliller, şeytanların dahi vücudunu isbat ederler. Bu ciheti o Söze havale ediyoruz.
Sâlisen: Kainattaki umur-u hayriyedeki kanunların mümessili, nazırı hükmünde olan meleklerin vücudu, ittifak-ı edyan ile sabit olduğu gibi, umur-u şerriyenin mümessilleri ve mübaşirleri ve o umurdaki kavaninin medarları olan ervah-ı habise ve şeytaniye bulunması, hikmet ve hakikat noktasında
Sh:»(S.N: 106)
kat'idir, belki umur-u şerriyede zişuur bir perdenin bulunması daha ziyade lazımdır. Çünki: Yirmi İkinci Sözün başında denildiği gibi:
Herkes, herşeyin hüsn-ü hakikisini göremediği için, zahiri şerriyet ve noksaniyet cihetinde Halık-ı Zülcelale karşı itiraz etmemek ve rahmetini ittiham etmemek ve hikmetini tenkid etmemek ve haksız şekva etmemek için, zahiri bir vasıtayı perde ederek, ta itiraz ve tenkid ve şekva, o perdelere gidip, Halık-ı Kerim ve Hakim-i Mutlaka teveccüh etmesin. Nasılki; vefat eden ibadın küsmesinden Hazret-i Azraili kurtarmak için hastalıkları ecele perde etmiş. Öyle de: Hazret-i Azraili (A.S.) kabz-ı ervaha perde edip, ta merhametsiz tevehhüm edilen o haletlerden şekvalar, Cenab-ı Hakka teveccüh etmesin. Öyle de; daha ziyade bir kat'iyyetle şerlerden ve fenalıklardan gelen itiraz ve tenkid, Hâlık-ı Zülcelale teveccüh etmemek için, hikmet-i Rabbaniye, şeytanın vücudunu iktiza etmiştir.
Rabian: İnsan küçük bir alem olduğu gibi, alem dahi büyük bir insandır. Bu küçük insan, o büyük insanın bir fihristesi ve hulasasıdır. İnsanda bulunan nümunelerin büyük asılları, insan-ı ekberde bizzarure bulunacaktır. Mesela; nasılki insanda kuvve-i hafızanın vücudu, alemde Levh-i Mahfuz'un vücuduna kat'i delildir. Öyle de; insanda kalbin bir köşesinde lümme-i şeytaniye denilen bir alet-i vesvese ve kuvve-i vahimenin telkinatıyla konuşan bir şeytani lisan ve ifsat edilen kuvve-i vahime, küçük bir şeytan hükmüne geçtiğini ve sahiplerinin ihtiyarına zıd ve arzusuna muhalif hareket ettiklerini hissen ve hadsen herkes nefsinde görmesi, alemde büyük şeytanların vücuduna kat'i bir delildir.
Ve bu lümme-i şeytaniye ve şu kuvve-i vahime, bir kulak ve bir dil olduklarından, ona üflüyen ve bunu konuşturan harici bir şahs-ı şerirenin vücudunu ihsas ederler.
% ONBİRİNCİ İŞARET: Ehl-i dalaletin şerrinden kainatın kızdıklarını ve anasır-ı külliyenin hiddet ettiklerini ve umum mevcudatın galeyana geldiklerini, Kur'an-ı Hakim, mu'cizane ifade ediyor. Yani: Kavm-i Nuhun başına gelen tûfan ile semavat ve arzın hücumunu, ve kavm-i Semud ve Ad'ın inkarından hava unsurunun hiddetini ve Kavm-i Fir'avne karşı su unsurunun ve denizin galeyanını ve Karun'a karşı toprak unsurunun gayzını; ve ehl-i küfre karşı Ahirette تَكَادُتَمَيَّزُمِنَالغَيْظِ
sırrıyle Cehennemin gayzını ve öfkesini ve sair mevcudatın ehl-i küfür ve dalalete karşı hiddetini gösterip ilan ederek gayet müdhiş bir tarzda ve i'cazkarane ehl-i dalalet ve isyanı zecrediyor.
Sual: Ne için böyle ehemmiyetsiz insanların ehemmiyetsiz amelleri ve şahsi günahları, kainatın hiddetini celbediyor?
Sh:»(S.N: 107)
Elcevap: Bazı Risalelerde ve sabık işaretlerde isbat edildiği gibi: Küfür ve dalalet, müdhiş bir tecavüzdür ve umum mevcudatı alakadar edecek bir cinayettir. Çünki: Hılkat-ı kainatın bir netice-i azamı, ubudiyet-i insaniyedir ve Rububiyet-i İlahiyyeye karşı iman ve itaatle mukabeledir. Halbuki ehl-i küfür ve dalalet ise, küfürdeki inkariyle, mevcudatın ille-i gayeleri ve sebeb-i bekaları olan o netice-i azamı reddettikleri için, umum mahlukatın hukukuna bir nevi tecavüz olduğu gibi, umum masnuatın ayinelerinde cilveleri tezahür eden ve masnuatın kıymetlerini, ayinedarlık cihetinde âli eden Esma-i İlahiyyenin cilvelerini inkar ettikleri için, o esma-i kudsiyeye karşı bir tezyif olduğu gibi, umum masnuatın kıymetini tenzil ile o masnuata karşı bir tahkir-i azimdir.
Hem umum mevcudatın herbiri birer vazife-i âliye ile muvazzaf birer memur-u Rabbani derecesinde iken, küfür vasitasiyle sukut ettirip, camid, fani, manasız bir mahluk menzilesinde gösterdiğinden, umum mahlukatın hukukuna karşı bir nevi tahkirdir.
İşte envâ-ı dalalet derecatına göre az çok kainatın yaratılmasındaki hikmet-i Rabbaniyeye ve dünyanın bekasındaki makasıd-ı Sübhaniyeye zarar verdiği için, ehl-i isyana ve ehl-i dalalete karşı kainat hiddete geliyor, mevcudat kızıyor, mahlukat öfkeleniyor.
Ey cirmi ve cismi küçük, ve cürmü ve zulmü büyük, ve ayb ve zenbi azim biçare insan! Kainatın hiddetinden, mahlukatın nefretinden, mevcudatın öfkesinden kurtulmak istersen, işte kurtulmanın çaresi, Kur'an-ı Hakimin daire-i kudsiyesine girmektir ve Kur'anın mübelliği olan Resul-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselamın Sünnet-i Seniyyesine ittibadır. Gir ve tabi ol!
% ONİKİNCİ İŞARET
"Dört Sual ve Cevap"tır.
% Birinci Sual: Mahdut bir hayatta, mahdut günahlara mukabil, hadsiz bir azab ve nihayetsiz bir Cehennem nasıl adalet olur?
% Elcevap: Sabık işaretlerde, hususan bundan evvelki Onbirinci İşarette kat'iyyen anlaşıldı ki; küfür ve dalalet cinayeti, nihayetsiz bir cinayettir ve hadsiz bir hukuka tecavüzdür.
% İkinci Sual: Şeriatta denilmiştir ki: "Cehennem, ceza-yı ameldir; fakat Cennet, fazl-ı ihali iledir." Bunun sırr-ı hikmeti nedir?
% Elcevap: Sabık işaretlerde tebeyyün etti ki; insan, icadsız bir cüz-ü ihtiyari ile ve cüz'i bir kesb ile, bir emr-i ademi veya bir emr-i itibari teşkil ile ve sübut vermekle müdhiş tahribata ve şerlere sebebiyet verdiği gibi, nefsi ve hevası daima şerlere ve zararlara meyyal olduğu için, o küçük kesbin neticesinden hasıl olan seyyiatın mes'uliyetini o çeker. Çünki; onun nefsi istedi
Sh:»(S.N: 108)
ve kendi kesbiyle sebebiyet verdi. Ve şer, ademi olduğu için, abd ona fail oldu. Cenab-ı Hak da halketti; elbette o hadsiz cinayetin mes'uliyetini, nihayetsiz bir azab ile çekmeye müstahak olur.
Amma hasenat ve hayrat ise, madem ki vücudidirler; kesb-i insani ve cüz-ü ihtiyari onlara illet-i mûcide olamaz. İnsan, onda hakiki fail olamaz. Ve nefs-i emmaresi de hasenata taraftar değildir, belki rahmet-i İlahiyye onları ister ve kudret-i Rabbaniye icad eder. Yalnız insan, iman ile, arzu ile, niyyet ile sahip olabilir. Ve sahip olduktan sonra, o hasenat ise, ona evvelce verilmiş olan vücud ve iman nimetleri gibi sabık hadsiz niam-ı İlahiyyeye bir şükürdür, geçmiş nimetlere bakar. Va'd-i İlani ile verilecek Cennet ise, fazl-ı Rahmani ile verilir. Zahirde bir mükafattır, hakikatta fazıldır.
Demek seyyiatta sebep, nefisdir, mücazata bizzat müstehaktır. Hasenatta ise, sebep Haktandır, illet de Hakdandır. Yalnız, insan iman ile tesahub eder. "Mükafatını isterim" diyemez. "fazlını beklerim" diyebilir.
% Üçüncü Sual: Beyanat-ı sabıkadan da anlaşılıyor ki; seyyiat, intişar ve tecavüz ile taaddüt ettiğinden, bir seyyie bin yazılmalı, hasene ise vücudi olduğu için maddeten taaddüt etmediğinden ve abdin icadiyle ve nefsin arzusıyle olmadığından hiç yazılmamalı veya bir yazılmalı idi. Neden seyyie bir yazılır, hasene on ve bazen bin yazılır.
% Elcevap: Cenab-ı Hak, kemal-i rahmet ve cemal-i rahimiyetini o suretle gösteriyor.
% Dördüncü Sual: Ehl-i dalaletin kazandıkları muvaffakiyet ve gösterdikleri kuvvet, ve ehl-i hidayete galebeleri gösteriyor ki; onlar bir kuvvete ve bir hakikata istinad ediyorlar. Demek ya ehl-i hidayette zaaf var, ya onlarda bir hakikat var.
% Elcevap: Haşa... Ne onlarda hakikat var, ne ehl-i hakda zaaf vardır. Fakat maattessüf kasır-ün-nazar muhakemesiz bir kısım avam tereddüde düşüp vesvese ediyorlar, akidelerine halel geliyor. Çünkü diyorlar; eğer ehl-i hakda tam hak ve hakikat olsaydı, bu derece mağlubiyet ve zillet olmamak gerekti. Çünki; hakikat kuvvetlidir.
اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلاَيُعْلى عَلَيْهِ
olan kaide-i esasiye ile; kuvvet hakdadır. Eğer o ehl-i hakka mukabil galibane gelen ehl-i dalaletin, hakiki bir kuvveti ve bir nokta-i istinadı olmasaydı, bu derece galibiyet ve muvaffakiyet olmamak lazım gelecekti?
% Elcevap: Ehl-i Hakkın mağlubiyeti; kuvvetsizlikten, hakikatsızlıktan gelmediği, sabık işaretlerle kat'i isbat edildiği gibi, ehl-i dalaletin galebesi, kuvvetlerinden ve iktidarlarından ve nokta-i istinad bulmalarından gelmediği, yine o işaretlerle kat'i isbat edildiğinden; bu sualin cevabı, sabık işaretlerin hey'et-i mecmuasıdır. Yalnız burada desiselerinden ve istimal ettikleri bir kısım
Sh:»(S.N: 109)
silâhlarına işaret edeceğiz. Şöyleki:
Ben kendim mükerreren müşahede etmişim ki; yüzde on ehl-i fesad, yüzde doksan ehl-i salahı mağlub ediyordu. Hayretle merak ettim. Tetkik ederek kat'iyen anladım ki; o galebe kuvvetten, kudretten gelmiyor, belki fesaddan ve alçaklıktan ve tahripten ve ehl-i hakkın ihtilafından istifade etmesinden ve içlerine ihtilaf atmaktan ve zaif damarları tutmaktan ve aşılamaktan ve hissiyat-ı nefsaniyeyi ve ağraz-ı şahsiyeyi tahrik etmekten ve insanın mahiyetinde muzır madenler hükmünde bulunan fena istidatları işlettirmekten ve şan ve şeref namiyle riyakarane nefsin fir'avniyetini okşamaktan ve vicdansızca tahribatlarından herkes korkmasından geliyor. Ve o misillü şeytani desiseler vasıtasiyle muvakkaten ehl-i hakka galebe ederler. Fakat.
وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ sırrıyle,
اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلاَيُعْلَى عَلَيْهِ düstturiyle, onların o muvakkat
galebeleri, menfaat cihetinden onlar için ehemmiyetsiz olmakla beraber, Cehennemi kendilerine ve Cenneti ehl-i hakka kazandırmalarına sebebdir. İşte dalalette, iktidarsızlar, muktedir görünmeleri ve ehemmiyetsizler şöhret kazanmaları içindir ki, hodfuruş, şöhret-perest riyakar insanlar ve az bir şeyle iktidarlarını göstermek ve ihafe ve ızrar cihetinden bir mevki kazanmak için ehl-i hakka muhalefet vaziyetine girerler.
Ta görünsün ve nazar-ı dikkat ona celbolunsun. Ve iktidar ve kudretle değil, belki terk ve ataletle sebebiyet verdiği tahribat ona isnad edilip, ondan bahsedilsin Nasılki böyle şöhret divanelerinden birisi, namazgahı telvis etmiş, ta herkes ondan bahsetsin... Hatta ondan lanetle de bahsedilmiş de... Şöhretperestlik damarı kendisine bu lanetli şöhreti hoş göstermiş, diye darb-ı mesel olmuş.
Ey Alem-i Beka için yaratılan ve fani aleme mübtela olan biçare insan !
فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَآءُ وَاْلاَرْضُ
Âyetinin sırrına dikkat et, kulak ver! Bak ne diyor ! Mefhum-u sarihiyle ferman ediyor ki: " Ehl-i dalaletin ölmesiyle insan ile alakadar olan semavat ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlamıyorlar, yani; onların ölmesiyle memnun oluyorlar. " Ve mefhum-u işarisiyle ifade ediyor ki: " Ehl-i hidayetin ölmesiyle semavat ve arz onların cenazeleri üstünde ağlıyorlar, firaklarını istemiyorlar." Çünki; ehl-i iman ile bütün kainat alakadardır, ondan memnundur. Zira iman ile Halık-ı kainatı bildikleri için, kainatın kıymetini takdir edip hürmet ve muhabbet ederler. Ehl-i dalalet gibi tahkir ve zımni adavet
Sh:»(S.N: 110)
etmezler.
Ey insan, düşün! Sen ala- küllihal öleceksin. Eğer nefis ve şeytana tabi isen, senin komşuların, belki akrabaların senin şerrinden kurtulmak için mesrur olacaklar. Eğer Euzubillâhimineşşeytanirracim deyip, Kur'ana ve Habib-i Rahmana tabi isen, o vakit semavat ve arz ve mevcudat, herkesin derecesine nisbeten, senin derecene göre senin firakından müteessir olup manen ağlarlar. Ulvi bir matem ile ve haşmetli bir teşyi ile, kabir kapısiyle girdiğin beka aleminde senin derecene nisbeten senin için bir hüsn-ü istikbal var olduğuna işaret ederler.
% ONÜÇÜNCÜ İŞARET : " Üç Nokta"dır.
% Birinci Nokta: Şeytanın en büyük bir desisesi; hakaik-i imaniyenin azameti cihetinde dar kalbli ve kısa akıllı ve kasır fikirli insanları aldatır, der ki: " Bir tek zat, umum zerrat ve seyyarat ve nücumu ve sair mevcudatı bütün ahvaliyle tedbir-i Rububiyetinde çeviriyor, idare ediyor, deniliyor. Böyle hadsiz acib büyük mes'eleye nasıl inanılabilir ? Nasıl Kalbe yerleşir ? Nasıl fikir kabul edebilir"? der. Acz-i insani noktasında bir hiss-i inkarı uyandırıyor.
% Elcevap : Şeytanın bu desisesini susturan sır: " ALLAHU EKBER"dir. ve cevab-ı hakikisi de. " ALLAHU EKBER" dir. Evet " ALLAHU EKBER" in ziyade kesretle şeair-i islamiyede tekrarı, bu desiseyi mahvetmek içindir.
Çünki; insanın aciz kuvveti ve zaif kudreti ve dar fikri, böyle hadsiz büyük hakikatları " ALLAHU EKBER " nuriyle görüp tasdik ediyor ve " ALLAHUEKBER" kuvvetiyle o hakikatları taşıyor ve " ALLAHU EKBER" dairesinde yerleştiriyor ve vesveseye düşen kalbine diyor ki: Bu kainatın gayet muntazamca tedbir ve tedviri, bilmüşahede görünüyor. Bunda iki yol var.
% Birinci Yol : Mümkindir : Fakat gayet azimdir ve harikadır. Zaten böyle harika bir eser, bir harika san'at ile, çok acib bir yol ile olur. O yol ise; mevcudat, belki zerrat adedince vücudunun şahidleri bulunan bir Zat-ı Ehad ve Samed'in Rububiyetiyle ve irade ve kudretiyle olmasıdır.
% İkinci Yol : Hiçbir cihet-i imkanı olmayan ve imtina derecesinde müşkilatlı ve hiçbir cihette makul olmıyan şirk ve küfür yoludur. Çünki: Yirminci Mektub ve Yirmi ikinci Söz gibi çok Risalelerde gayet kat'i isbat edildiği üzere; o vakit kainatın herbir mevcudunda ve hatta herbir zerresinde bir Uluhiyet-i Mutlaka ve bir ilm-i muhit ve hadsiz bir kudret bulunmak lazım geliyor. Ta ki, mevcudatta bilmüşahede görünen nihayet derecede nizam ve intizam, ve gayet hassas mizan ve imtiyaz ile mükemmel ve müzeyyen olan nukuş-u san'at vücud bulabilsin.
% Elhasıl: Eğer tam layık ve tam yerinde olan azametli ve kibriyalı Rububiyet olmazsa, o vakit her cihetçe gayr-i makul ve mümteni bir yol takib etmek lazım gelecek. Layık ve lazım olan azametten kaçmakla, muhal ve imtinâa
Sh:»(S.N: 111)
girmeyi, şeytan dahi teklif edemez.
% İkinci Nokta: Şeytanın mühim bir desisesi; insana kusurunu itiraf ettirmemektir. Ta ki, istiğfar ve istiaze yolunu kapasın.
Hem nefs-i insaniyenin enaniyetini tahrik edip, ta ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin; adeta taksiratından takdis etsin. Evet şeytanı dinliyen bir nefis, kusurunu görmek istemez; görse de, yüz te'vil ile te'vil ettirir.
وَعَيْنُالرِّضَاعَنْكُلِّعَيْبٍكَلِيلَةٌ
sırriyle; nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez; istiaze etmez; şeytana maskara olur.
Hazret-i Yûsuf Aleyhisselam gibi bir Peygamber-i Alişan,
وَمَا اُبَرِّىءُ نَفْسِى اِنَّ النَّفْسَ َلأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ اِلاَّ مَارَحِمَ رَبِّى
dediği halde, nasıl nefse itimad edilebilir. Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiaze eder. İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, afva müstahak olur.
% Üçüncü Nokta: İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü'minin bir tek seyyiesiyle bütün hasenatını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, mü'mine adavet ederler. Halbuki: Cenab-ı Hak haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a'mal-i mükellefini tarttığı zaman, hasenatı seyyiata galibiyeti, mağlubiyeti noktasında hükmeyler.
Hem seyyiatın esbabı çok ve vücudları kolay olduğundan, bazen bir tek hasene ile çok seyyiatını örter.
Demek bu dünyada, o adalet-i İlahiyye noktasında muamele gerektir.
Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemmiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki kıymetdar birtek hasene ile, çok seyyiatına nazıaran -ı afv ile bakmak lazımdır. Halbuki; insan, fıtratındaki zulüm damariyle, şeytanın telkiniyle, bir zatın yüz hasenatını birtek seyyie yüzünden unutur, mü'min kardeşine adavet eder, günahlara girer.
Nasıl, bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa, bir dağı setreder, göstermez. Öyle de; insan garaz damariyle, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hesenatı örter, unutur, mü'min kardeşine adavet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesad aleti olur.
Şeytanın bu desisesine benzer diğer bir desise ile insanın selamet-i fikrini ifsad ediyor. Hakaik-i imaniyeye karşı sıhhat-i muhakemeyi bozuyor ve istikamet-i fikriyyeyi ihlal ediyor. Şöyleki :
Sh:»(S.N: 112)
Bir hakikat-ı imaniyeye dair yüzer delail-i isbatiyenin hükmünü, nefyine delalet eden bir emare ile kırmak ister. Halbuki: Kaide-i mukarreredir ki: " Bir isbat edici, çok nefyedicilere tereccuh ediyor." Bir davaya müsbit bir şahidin hükmü, yüz nafilere racih olur. Bu hakikata bir temsil ile bak. Şöyle ki:
Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Birtek kapı açılmasıyla o saraya girilebilir. Öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapansa, o saraya girilemiyeceği söylenemez.
İşte Hakaik-i imaniye o saraydır. Herbir delil, bir anahtardır, isbat ediyor, kapıyı açıyor. Bir tek kapının kapalı kalmasiyle o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez ve inkar edilemez. Şeytan ise, bazı esbaba binaen, ya gaflet veya cehalet vasıtasiyle kapalı kalmış olan bir kapıyı gösterir, isbat edici bütün delilleri nazardan iskat ediyor. " İşte bu saraya girilmez, belki saray değildir, içinde birşey yoktur. " der kandırır.
İşte ey şeytanın desiselerine mübtela olan biçare insan ! Hayat-ı diniye hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyenin selametini dilersen; ve sıhhat-ı fikir ve istikamet-i nazar ve selamet-i kalb istersen: Muhkemat-ı Kuraniyenin mizanlariyle ve Sünnet-i Seniyyenin terazileriyle a'mal ve hatıratını tart ve Kur'anı ve Sünnet-i Seniyyeyi daima rehber yap ve
اَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ )(
de, Cenab-ı hakka ilticada bulun.
İşte bu On üç işaret, on üç anahtardır. Kur'anı Mu'ciz-ül- Beyanın en ahirki suresi ve اَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ )(
in mufassllı ve madeni olan
اَسْتَعِيذُ بِاللَّهِ ِبسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ * مَلِكِ النَّاسِ * اِلَهِ النَّاسِ مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الخَنَّاسِ * الَّذِى يُوَسْوِسُ فِىصُدُورِ النَّاسِ مِنَ الجِنَّةِ وَالنَّاسِ *
süresinin hısn-i hasini ve kal'a metininin kapısını o on üç anahtarla aç, gir, selameti bul !.
* سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اٍِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الحَكِيمُ
وَقُلْ رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ * وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ *