Buyurdun kör olan dünyâda pes ‘ukbâda kördür
Seni her zerrede kim görmez anın işi hüsrân
.1631
Kuddûsî’ye göre, gönül gözü kör olmayan insanın öncelikle kendi varlığının
aynasına bakmalıdır. Zira insanın varlık aynası aynaların en parlak olanıdır; ona göre, eğer
sâlik, bu bakış şuurunu yakalarsa, varlığın her zerresinde varolan Yaratıcı’nın varlığını idrâk
edebilir. Aynı zamanda Hakk, o aynaya olabilecek en mükemmel tarzda tecellî etmiştir1632.
Hakk’ın en güzel şekilde tecceli ettiği insanda, gören göz, algılayan kalp için, O’ndan daha iyi
bir biçimde İlâhî tezahürlerini gösterdiği başka bir varlık yoktur. Bundan dolayı, Kuddûsî’de
olduğu gibi sûfîler insanları, onlara yakın olan en büyük delille Hakk’a çağırmışlardır. İnsanın
bir yukarı aşaması olan insan-ı kâmile/ehl-i Hakk çıkınca İlâhî tecellîleri daha da yoğunlaşır.
Ontolojik yönde bakıldığı zaman, onun ontolojik görevi, insan-ı kâmil ile Hakk ve âlem
arasında ayırıcı ve birleştirici sınırdır. Buna göre o, bir yönüyle iki sûreti birleştirirken, İlâhî
isimler zuhur eder; böylece Hakk ayan olur1633. İnsan-ı kâmil bütün hakikatleri kendinde
topladığı için, nefsiyle insan âleminin bütün sırlarını kendinde toplamıştır. İşte bu nedenden
dolayı Kuddûsî’nin anlayışıyla öncelikle insanı okumamamız ve anlamamız gereklidir; çünkü
Yaratıcı kendini kâmil anlamıyla orada izhar etmiştir. Fakat Kuddûsî’ye göre, bu sırları ancak
ma’rifet bilgisine ulaşabilenler anlar. Sûfî bu hakikatleri, bu İlâhî sırra ulaşamayanlarla
paylaşmamalıdır. Bunu ancak gönül âlemini aydınlatanlar anlayabilir. İlâhî ve kevnî âlemlerin
bütün özelliklerini kendinde toplayan, insan hakikatinin en kemâl mertebesindedir1634. İşte bu
şaheseri izleyen, tanıyan ve bilen ancak ehlinin ulaşabileceği sırra ulaşır.
Hallâk-ı halk bizi yaratmışdur hemân ‘irfan için
Kur’ânda bir âyet okunur cinn ile insân içün
Varlığına birliğine eyler delâlet yir ü gök
Tesbîh-durur anlarda olanlar kamu Rahmân içün
Tevhîde meşgûl ola kim pâk eylesün gönlimizi
Tathîr iderler çün sarâyın içini Sultân içün.
1635
Kuddûsî’ye göre, sâlik, Allah’ın varlığıyla var olduğu zaman seyr fillâh/Allah’ta
seyr başlamıştır. Sûfî, O’nunla var olan, bilen, gören, konuşan ve işiten olduktan sonra,
eşyâyı, her türlü nesneyi olduğu gibi ayrıntılı olarak görür ve bilir. İnsanın kalbinin
derinliklerine dalıp, insanî olan ile İlâhî olanın buluşma noktası olan yerin keşfini
gerçekleştirmek demektir. Allah da insana, İlâhî sevgiyi ve bilgiyi bulması için, kendi nefsine
bakmasını dilemektedir. “Biz onlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz
ki, Kur’an’ın gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun…”1636 bu emir de Allah’ın insana şah
damarından daha yakın olduğunu gösterir.1637 Bu sûfînin kendi kalbine olan yolculuğudur;
çünkü orada, “Yere, göğe sığamam, ama mü’min kulumun kalbine sığınırım” gerçeği
mevcuttur. Allah kendisini kalp denilen ayna ile yansıtır ki, insanlar O’nu bilsinler ve
tanısınlar, “Hiçbir mekânda bulmadım buldum insan içinde1638” gerçeğine ulaşan sûfî, her
şeyi kuşatan vahdet duygusuna kavuşmuştur. Artık insan ile Yaratıcı arasındaki sınır
belirlenmiştir.
Sen sende gözet Hakk’ı heman gezme yabanda
Kendinde iken sen anı gayride ararsın
Her şâm-u seher âh-u efgân eyle ki bir gün
Dost bahçesinin güllerini sen de derersin
Nâ ehle sakın derdinî bildirme hazer kıl
Des şise-i arârını destince kırarsın
Dîvâna gönül kadrini var şöylece bil kim
Kuddûsî sadef sen anın içindeki dürsin1639.
Allah’la beraber olma, O’nu birlemenin, O’nun vahdaniyetini yaşamanın makâmı
cem’dir. Bu makâm âşık sûfîlerin bulunduğu makâmdır. Tevhîd de birlik her çokluğa eşlik
eder; bir de çokluğun çoklukta birin bulunması şarttır.1640 Allah; “Her nerede olursanız olun
O sizinle birliktedir”1641 buyurarak Kendisinin, varlık hâlinde olduğu gibi yokluk hâlinde de
mümkünle birlikte olduğunu beyan etmektedir.. Cem’, sûfînin kendi niteliği Hakk’a ait isim
ve sıfatları kendi üzerindeki Hakk’ın kendisini isimlendirdiği isim ve sıfatlardan kula ait
şeylerinde kendisi üzerinde birleştirmesidir. Böylece kul kul, O’da O olur. Cem’ül-cem ise
O’na ait şeyleri, O’nda ve kula ait şeyleri de O’nda toplamaktır1642. Yâni, cem’, Hakk ile hâlk,
kıdem ile hadisler, gerçekte bir hakikatin iki yönünden başka bir şey değildir; çünkü cem’ülcem
hâlinde onların birliği anlaşılır1643. Cem’ hâlini yaşamayan sûfînin gerçek bilgi olan
ma’rifete ulaşması mümkün değildir.1644 Sûfî, fakr hâliyle ubûdiyeti yaşarken, cem’ hâliyle
de rubûbiyeti yaşar. Sâlikin, kendini mahlûkatın nitelikleriyle görüp müşâhede etmesi fark,
Hakk’ı ya da bir şeyi Hakk’dan veya hakk ile gördüğü zaman aynü’l-cem’ hâlindedir. Kişinin,
ağyârdan/mâsivâdan herhangi bir şeyi hissetmesi fark, Hakk’dan başkasını, yâni mâsivâyı
duymadığı zaman cem’ü’l-cem’i müşâhede eder. Yâni sûfînin eşyayı hakk’la ya da Hakk için
algılaması cem’, kul ile Rabb arasındaki perdenin kalkması cem’ü’-lcem’dir.1645 Sâlikin, âşık
sûfîler gibi, Hakk’ı kendi gönlünde yaşaması, hissetmesi, Hakk ile yaşaması, O’nu sürekli
talep etmesi cem’ de olduğunu gösterir.1646
1612 Cürcânî, age., s. 69; Kâşânî, age., ss. 378-379; Şarkâvî, age., ss. 92-93; Cebecioğlu, TTDS, s. 659.
1613 Rene Guenon, İslâm Manevîyatı ve Taoculuğa Toplu Bakış, çev. Mahmut Kanık, İnsan Yayınları, İstanbul
1989, s. 45.
1614 Kuddûsî, Dîvân, s.12.
1615 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 299.
1616 Aynı eser, ss. 298-299.
1617 Sülemî, Risâleler, s. 156; Kuşeyrî, age., s. 41; Hucvirî, age., s. 414.
1618 Bakara, 2/115.
1619 A’r âf, 7/156.
1620 İsrâ, 17/44.
1621 Kuddûsî, Dîvân, s.15.
1622 Kuddûsî, Dîvân, s.113.
1623 İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Elif, Resâil, s.32.
1624 Kuddûsî, Dîvân (İE), s. 252.
1625 Izutsu, “Ibn Al-Arabî Mad”., The Encyolopedia of Philosophy, VI, p.555.
1626 Kuddûsî, Dîvân, s.124.
1627 Aynı eser, 74.
1628 Bk. İbnü’l-Arabî, Hilyetü’l-Ebdal, Resâil (içinde), Beyrut, s. 527.
1629 İbnü’l-Arabî, Futühât, II, 642.
1630 Said el-Hâkim, el-Mucemu’s-Sûfî, s.366.
1631 Kuddûsî, Dîvân, s. 144.
1632 İbnü’l-Arabî, Futühât, IV, 433.
1633 Age., III, s.267; Fusûsu’l-Hikem, s.50.
1634 Cürcâni, Târifat, s.39.
1635 Kuddûsî, Dîvân (İE), s. 299.
1636 Fussilet, 41/53.
1637 Kâf, 50/16.
1638 Yunus Emre, Dîvan, Haz: Abdülbâki Gölpınarlı, İstanbul, 1943, s.79.
1639 Kuddûsî, Dîvân, s.147.
1640 İbnü’l-Arabî, Futühat, IV, 306.
1641 Hadîd, 57/4.
1642 İbnü’l-Arabî, Futühat, II, 516; Tahânevî, age., I, 234-235; Cürcânî, age., s. 77; Kâşânî, age., s. 378.