Ebû Süfyan’ın İslâm ordusunu seyredişi

Resûl-i Ekrem, Ebû Süfyan’ın hemen çıkıp Mekke’ye gitmesine müsaade etmedi. Her ne kadar îmân etmişse de müşrik ileri gelenlerinin tesiri altında kalıp İslâm ordusuna karşı bir hareket hazırlığı içine girebilme ihtimali vardı. Bu düşünceye fırsat verilmemeliydi. Ebû Süfyan, İslâm ordusunu görmeli idi. Tâ ki, bu orduya karşı koyacak güç ve kuvvetin asla Kureyş müşriklerinde bulunmadığı kanaatı kendisinde tamamıyla teşekkül etsin. Azametli orduyu görmeli idi ki, kendilerine birşey kazandırmayacak, sadece kanlarının akıp gitmesine sebebiyet verecek bir karşı koyma hareketine girişmeyi akıllarından geçirenlere nasihat etsin, onları bu fikirlerinden vazgeçirmeye çalışsın.

Bunun için Peygamber Efendimiz, Hz. Abbas’a şu emri verdi:

“Ey Abbas! Ebû Süfyan’ı vadinin daraldığı, atların sıkışa geldiği dağ boğazının yanına götür de, Allah ordusunun ihtişamını görsün.”1

Hz. Abbas bu emr-i Nebevî üzerine Ebû Süfyan’ı vadinin en dar, geçişe en hakim yerine götürdü.

Ebû Süfyan, hayret ve haşyet içinde kol kol geçen muazzam İslâm ordusunu seyrediyor ve onların kim olduğunu teker teker Hz. Abbas’a soruyordu. Hz. Abbas da gereken izahatı veriyordu. Ebû Süfyan’ın gözleri, nuranî dalgalar halinde akan mücahidler karşısında kamaşıyordu.

Mekke’de öldürmeye karar aldıkları sırada ellerinden Allah’ın hıfz ve inâyeti ile kurtulan Hz. Muhammed nasıl böyle on binlerin kalb ve ruhunu fethetmiş ve etrafında birer pervane gibi döndürmeyi başarabilmişti? Daha düne kadar kendi saflarında ona karşı savaşanlar, şimdi ona sadakât elini uzatmışlar, onun muhabbetinde erimişler, onun derdiyle hemdert, sevinciyle mesrur, elemiyle müteellim olmuşlardı.

Dalga dalga geçen alaylar, taburlar arasında Ebû Süfyan olanca dikkatiyle Hz. Resûlullahı arıyordu. Her alay, her kol geçtiğinde Hz. Abbas’a, “Muhammed (a.s.m.) geçti mi?” diye soruyordu. Onun geçişinin bir başka azamette, ihtişamda olacağını biliyordu.

Nihâyet, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin arasında bulunduğu, tepeden tırnağa silahlanmış alay geliyordu. Kâinatın Efendisi, kendisine mahsus azamet, heybet ve vakarı ile devesi Kasvâ’nın üzerindeydi. Etrafını Ensar ve Muhacirler almıştı. Sancağı, Ensardan Sa’d bin Ubâde Hazretlerinin elindeydi. Ebû Süfyan’ın önünden tüylerini ürpertircesine, tir tir titretircesine geçiyorlardı.

Ebû Süfyan merakla, “Sübhanallah, kimdir bunlar ey Abbas?” diye sordu.

Hz. Abbas, “Resûlullah ile Ensar ve Muhacirler” diye cevap verdi.1

Ebû Süfyan’ın dehşeti daha da arttı, ürpermesi kat kat yükseldi, kendisini tutamayarak şöyle dedi:

“Kardeşinin oğluna ne kadar büyük bir saltanat verilmiş! Hiçbir hükümdarda görmediğim bir saltanat.”

Hz. Abbas, “Bu saltanat değil, peygamberliktir” diyerek Ebû Süfyan’ın yanlışını düzeltti.

Ebû Süfyan da, “Evet, peygamberliktir”2 diyerek kanaatını düzeltti.

Ebû Süfyan artık, bu haşmetli, nuranî, bir tek kalb halinde çarpan, tek el halinde kalkan, tek ses halinde yükselen orduya kimsenin kolay kolay karşı koyamayacağını, bunun kendilerinin de haddi olmadığını iyice anlamıştı.

“Ey Abbas! Ben şu âna kadar, böyle bir ordu, böyle bir cemâat görmedim” dedi.

Bundan sonradır ki, Mekkeli müşriklere hem haber vermek, hem de karşı koymak gibi bir basiretsizliğe teşebbüs etmelerine mani olmak ve bu hususta nasihatta bulunmak üzere Ebû Süfyan’ın Mekke’ye gitmesine müsaade edildi.1