Kuddûsî için zikir, sûfînin ana gıdası olması ve zikrin sûfînin elinden tutup Hakk’a
kavuşturacak olması, yani en yücelere götürüp ruhunu aslına döndüren en önemli ibâdettir.
Aynı zamanda tefekkür ve zikir âmel ile ilim arasında bir köprüdür. Bundan dolayı hakk’ı
gereği gibi bilme bilgisi olan ma’rifetin oluşması tefekkürün tam olarak gerçekleşmesiyle
meydana gelir.
Onun zikirdeki amacı, daima Allah’ı düşünmek, her davranışında O’nu hatırlamak ve
O’nunla yaşamak olarak görür. Yani sadece kişinin ibâdetlerinde değil, dünyevî bütün işlerde
kesintisiz Yaratıcı’yla bulunma hâlidir. Kuddûsî, sûfînin öyle bir benlik oluşturmalıdır ki, tüm
ibâdetleri zikir olarak görme şuuru kazanmalı düşüncesindedir. İşte bundan dolayı o, zikri
anahtar kavram, yani temel unsur olarak telaki etmektedir. O, zikri, tarîkatların günlük ve
haftalık olarak yerine getirdiği bir ritüel değil, sâlik için et-tırnak gibi ayrılmaz bir gerçek
olarak görür.
Kuddûsî tefekkürü, sûfînin yol kılavuzu olarak tanımlar. Ona göre, tefekkür, bir
taraftan insana planlı hareket etmenin projesini sunarken, diğer taraftan, yağmur yağmadan
önce şimşeğin çakması gibi bir öncü kuvvet görevini üstlenir. Tefekkür, sûfînin hayat
felsefesini donukluktan/cansızlıktan çıkarıp taze yeşeren bir gonca şekline dönüştürür.
Kuddûsî’ye göre, her insan düşünür fakat önemli olan o düşüncenin insanın ham olan
varlığını işler hale getirip şekillendirmesidir. Tefekkürün önemini idrak edemiyenler, evrenin
eteğine bilinçsizce yapışıp evrende varolan eşyanın sırrına vakıf olmak istemeyenlerdir.
Kuddûsî için tefekkür, Hakk’ı gereği gibi bilmenin alt zeminini oluşturan temel taş
gibidir. Tefekkür olmadan insanın kozmozda varolanların üzerinde düşünmesi ve
olagelenlerden dersler çıkarması mümkün değildir. Ona göre, tefekkür denizine dalmadan
kişinin kendinden başlayarak diğer varlıkları algılaması zordur.
Kuddûısî’nin tasavvuf felsefesinde sâlikin Yaratıcı’nın dileği dorultusunda bir hayat
sürmesi ve O’nu hakkıyla bilmenin zühd ve takvaya dayalı çok ibâdet yapmakla bir ilişkisi
yoktur, çünkü Allah, ancak, O’na sevgiyle bağlananlara kendini bildirir. Zira sevgi gönülden
bağlılıktır, sevgiliye boyun eğmektir ve tüm varlığıyla teslimiyettir. Bu sevgi sıradan bir sevgi
değil, seven kişinin kendi sıfatlarını, huyunu, hâlini bırakarak sevdiği kişinin ahlâkına
bürünmesidir.
Bir teorisyenden öte tam bir hâl insanı olan Kuddûsî, özde sâliklere, genelde de tüm
insanlara çağırısı; Yaratıcıyla sürekli birlik hâlı yaşamak için, her ân O’nu hatırda tutmak
gerekir. Kuddûsî’ye göre, bu birliktelik kul ile Hakk arasında sevginin/aşkın oluşması
demektir. Ona göre, sevgi meydana gelmeden kulluğun lezzetini almak mümkün değilse,
ibâdetinde hakîkî değerine ulaşması için mutlaka aşk gereklidir..
Kuddûsî’ye göre âşığın Ma’şûğa vuslatı için, tefekkür-zikir, aşk ve ma’rifet üç sac
ayağının gerçekleşmesi gerekir. Sâlikin kendini, varlığı ve Yaratıcıyı bilmesi için, öncelikle
sürekli zikir ve bu zikrin neticesinde oluşacak olan aşkı yaşaması lazımdır.
Kuddûsî’ye göre, gerçek bilgi/ma’rifet, Hakk’ın kendi kendisini kullarına
bildirmesidir. Onun için sûfî gerçek bilgiyi Allah’dan alır. O, ma’rifeti, kişinin ilk önce
kendini ve diğer varlıkları tanıması, bu tanıma ve bilmeyle, Allah bilgisine ulaşmak olarak
görür. Bundan dolayı bilgide ilk basamak, varlığı tanımak ve varlıkla Allah’ı bilme bilgisine
ulaşmaktır. Kuddûsî, ma’rifete, Allah’ı, sıfatlarını, eserlerini ve tecellîlerini tanımak olarak
bakar. O’nun eseri ve tecellîlerinin gerçekleştiği varlığın, kâinatın ve insanın bilinmesi,
tanınması, incelenmesi bu ilmin gereğidir. Zira insan ma’rifeti bilmek, onun ışığında hayat
sürmek amacıyla yaratılmıştır. Onun için bilinçli insan ma’rifetle varoluşunu tamamlayan
kişidir. Bu nedenle Kuddûsî’nin sûfîlik düşüncesinde ma’rifet sülûkun en büyük ve nihaî
hedefidir. Tasavvuftaki seyrin diğer ibâdetleri, işâretleri ma’rifet için birer araçtır. Ma’rifet,
Yaratıcı’yı ve mahlukatını keşf ve müşahedeye dayalı olarak hakkıyla idrak ve kavrama
bilgisidir. Buda aşk ve derûnî düşünceyle gerçekleşir.
Kuddûsî’nin tasavvuf felsefesinde bir sûfînin vuslata ermesi için her ibâdeti derûnî
olarak yaşaması gereklidir. Yaratıcı’yı bu şekilde bilmek de sûfînin âriflik sıfatına bağlıdır.
Kişi eğer hakk’ı ma’rifet bilgisinin verdiği feyzle tanırsa, O’nun aşkına da ulaşır. Ve sonuçta
Allah’ı kesin/yakîn bilgiyle tanımış olur. İşte bundan dolayı Kuddûsî, ma’rifeti, Hakk’a
vuslatı gerçekleştirdiği için ilimlerin en üst zirvesine yerleştirir.
Kuddûsî, gerçeğe ulaşmanın kesinliğini işlerken, ‘ayne’l-yakîn kavramını kullanır.
Ona göre, ayne’l-yakîn, kişinin baktığı, gördüğü her nesnede Allah’ı görüp bilmesidir. Yani
gözüne ilişen ve varolan her eşyayı Hakk’ın irâdesi ve tecellîsi sonucunda varlığa geldiğinin
bilincine varmaktır. Eğer insan, görülen her varlıkta Yaratıcı’yı şeksiz şüphesiz müşahede
edebilirse, O’nu bilebilme bilgisine kavuşacaktır. Kuddûsî’nin yakîn felsefesinde en önemli
unsur, varlık sahnesine çıkan her nesneye gönül gözüyle bakıp, onlardan Allah’ı
bulabilmektir.
Kuddûsi, daim Allah’ı hatırda tutmak/zikir, aşk ve bilgi ile ilişkili olarak sûfîliğin
nihaî hedefinin ne olduğunu ortaya koymaktadır. Ona göre, sûfî tecrübenin amacı, ma’rifetle
fenâyı gerçekleştirip, bekâyla yaşamaktır. Yani sûfînin benlik olarak beşerîlikten arınıp, ilâhî
yetkinliklerle donanmasıdır. Kuddûsî için, sûfî tecrübenin son halkası olan vuslatı yaşayan
kişi Yaratıcı ile tevhîd gerçekleştirmiştir. Onun ifadesiyle, “ehl-i Hakk” insanı olarak, artık
hakîkatın kendisi olmuştur. Kendisinde önceki bir çok tasvvufî kavramı şâirliğinin
derûnîliğiyle hissi bir anlam yüklemesi, bazı kavramlara da, varlık düşüncesinden dolayı,
epistemolojik ve ontolojik bir içeriğe büründürmesi Kuddûsî’nin tasavvuf düşüncesini
değerlendirmede önemli bir değere haizdir.
Sonuç olarak, Kuddûsî, yaşadığı hâli genelde şiir uslûbuna ve özgünlüğüne güçlü bir
şekilde yansıması ve tasavvufun birçok konusuna, özellikle sâlikin kişilik oluşumuna getirdiği
yorumlarla önemli bir sûfîdir. Onu, tasavvuf tarihi içinde orijinal kılan, şiirinin muhtevasıyla
Mevlânâ’nın takipçisi olmasına rağmen, camiu’t-turuk perspektifiyle tüm tasavvufî anlayışları
kucaklaması ve ehl-i Hakk anlayışını hâliyle, düşüncesiyle yaşamasıdır. Bütün mücahedesi
sâlikin “ehlullah” bir sıfat kazanması ve içselleştirdiği bu sıfatla insanlığa mutluluk vermek
olmuştur. İşte Kuddûsî, bu düşüncesiyle tasavvuf tarihine mal olmuş önemli bir şahsiyettir.