***
DIŞARDA
Points: 155.310, Level: 100
Level completed: 0%,
Points required for next Level: 0
Overall activity: 0%
Achievements


SÖZLER / Risale-i Nur'dan 12. Söz
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
Onikinci Söz
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
وَمَنْ يُؤْتَ اْلحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا
[Kur'an-i Hakîm'in hikmet-i kudsiyesi ile felsefe hikmetinin icmâlen müvazenesi... Hem hikmet-i Kur'aniyenin insanin hayat-i sahsiyesine ve hayat-i içtimâiyesine verdigi ders-i terbiyenin gâyet kisa bir fezlekesi... Hem Kur'anin sâir Kelimât-i Ilahiyeye ve bütün kelâmlara cihet-i rüchaniyetine bir isarettir. Iste bu sözde "Dört Esâs" vardir.]
BIRINCI ESAS: Hikmet-i Kur'aniye ile hikmet-i fenniyenin farklarina su gelecek hikâye-i temsiliye dürbünüyle bak:
Bir zaman, hem dindar, hem gâyet san'atkâr bir Hâkim-i Namdar istedi ki: Kur'an-i Hakîm'i, maânîsindeki kudsiyetine ve kelimâtindaki i’câza sâyeste bir yazi ile yazsin. O mu'ciz-nümâ kamete, hârika bir libas giydirilsin. Iste o Nakkas Zât, Kur'ani pek acib bir tarzda yazdi. Bütün kiymettar cevherleri, yazisinda istimal etti. Hakaikinin tenevvüüne isaret için Bâzi mücessem hurufâtini elmas ve zümrüt ile: ve bir kismini lü'lü ve akik ile ve bir taifesini pirlanta ve mercanla: ve bir nev'ini altun ve gümüs ile yazdi. Hem öyle bir tarzda süslendirip münakkas etti ki, okumayi bilen ve bilmeyen herkes temasasindan hayran olup istihsan ederdi. Bâhusus ehl-i hakikatin nazarina o sûrî güzellik, mânâsindaki gâyet parlak güzelligin ve gâyet sirin tezyinatin îsârati oldugundan, pek kiymettar bir antika olmustur...
sh: » (S: 137)
Sonra o Hâkim, su Mûsannâ ve murassa Kur'ani, bir ecnebi feylesofa ve bir müslüman âlime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükâfat için emretti ki: "Herbiriniz, bunun hikmetine dair bir eser yaziniz." Evvelâ o feylesof, sonra o âlim, Ona dair birer kitab te'lif ettiler. Fakat feylesofun
kitabi, yalniz harflerin nakislarindan ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve târifatindan bahseder. Mânâsina hiç ilismez. Çünki o ecnebî adam, arabî hatti okumayi hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur'ani, bilmiyor ki bir kitabdir ve mânâyi ifade eden yazidir. Belki Ona münakkas bir antika nazariyla bakiyor. Lâkin çendan arabî bilmiyor fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mâhir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. Iste o adam, bu san'atlara göre eserini yazdi.
Amma müslüman âlim ise, Ona baktigi vakit anladi ki: «O, Kitab-i Mübin'dir, Kur'an-i Hakîm'dir.» Iste bu hakperest zât, ne tezyinat-i zâhiriyesine ehemmiyet verdi ve ne de hurûfun nukusuyla istigal etti. Belki öyle bir seyle mesgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamin istigal ettigi mes'elelerinden daha âlî, daha galî, daha lâtif, daha serif, daha nâfi, daha câmi... Çünki, Nukusun perdesi altinda olan hakaik-i kudsiyesinden ve envar-i esrârindan bahsederek gâyet güzel bir tefsir-i serif yazdi. Sonra ikisi, eserlerini götürüp o Hâkim-i Zîsan'a takdim ettiler. O Hâkim, evvelâ feylesofun eserini aldi. Bakti gördü ki: O hodpesend ve tabiatperest adam çok çalismis, fakat hiç hakikî hikmetini yazmamis. Hiçbir mânâsini anlamamis, belki karistirmis. Ona karsi hürmetsizlik, belki edebsizlik etmis. Çünki: O menba-i hakaik olan Kur'ani, mânâsiz nukus zannederek, mânâ cihetinde kiymetsizlik ile tahkir etmis oldugundan, o Hâkim-i Hakîm dahi onun eserini basina vurdu, huzurundan çikardi...
Sonra öteki hakperest, müdakkik âlimin eserine bakti gördü ki: Gâyet güzel ve nâfi' bir tefsir ve gâyet hakîmane, mürsidane bir te'liftir. "Âferin, bârekâllah" dedi. Iste hikmet budur ve âlim ve hakîm, bunun sahibine derler. Öteki adam ise, haddinden tecavüz etmis bir san'atkârdir. Sonra onun eserine bir mükâfat olarak; herbir harfine mukabil, tükenmez hazinesinden "On altun verilsin" irade etti.
Eger temsili fehmettin ise bak, hakikatin yüzünü de gör:
sh: » (S: 138)
Amma o müzeyyen Kur'an ise, su Mûsannâ kâinattir. O hâkim ise, Hakîm-i Ezelî'dir. Ve o iki adam ise, birisi yâni ecnebisi; ilm-i felsefe ve hükemâsidir. Digeri, Kur'an ve sâkirdleridir. Evet Kur'an-i Hakîm, su Kur'an-i Azîm-i Kâinatin en âlî bir müfessiridir ve en belîg bir tercümânidir. Evet o Furkan'dir ki: Su kâinatin sahifelerinde ve zamanlarin yapraklarinda kalem-i kudretle yazilan âyât-i tekviniyyeyi cin ve inse ders verir. Hem herbiri birer harf-i mânidar olan mevcûdata «Mânâ-yi Harfî» nazariyla, yâni onlara Sâni hesabina bakar, «Ne kadar güzel yapilmis, ne kadar güzel bir Sûrette Sâniinin cemâline delâlet ediyor» der. Ve bununla kâinatin hakikî güzelligini gösteriyor. Amma ilm-i hikmet
dedikleri felsefe ise; hurûf-u mevcûdâtin tezyînâtinda ve münâsebâtinda dalmis ve sersemlesmis, hakikatin yolunu sasirmis... Su kitab-i kebîrin hurûfâtina «Mânâ-yi Harfî» ile, yâni Allah hesabina bakmak lâzim gelirken; öyle etmeyip «Mânâ-yi Ismî» ile, yâni mevcûdâta mevcûdât hesabina bakar, öyle bahseder. "Ne güzel yapilmis"a bedel, "Ne güzeldir" der, çirkinlestirir. Bununla kâinati tahkir edip, kendisine müstekî eder. Evet dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadir ve kâinata bir tahkirdir...
IKINCI ESAS: Kur'an-i Hakîm'in hikmeti, hayat-i sahsiyeye verdigi terbiye-i ahlâkiyye ve hikmet-i felsefenin verdigi dersin müvâzenesi:
Felsefenin hâlis bir tilmizi, bir firâvundur. Fakat menfâati için en hasis seye ibâdet eden bir firâvun-u zelildir. Her menfaatli sey'i kendine «Rab» tanir. Hem o dinsiz sâkird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabûl eden miskin bir mütemerriddir. Seytan gibi sahislarin, bir menfaat-i hasîse için ayagini öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir... Hem o dinsiz sâkird, cebbar bir magrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinad bulmadigi için zâtinda gâyet acz ile âciz bir cebbar-i hodfürustur... Hem o sâkird, menfaatperest hodendistir ki: Gaye-i himmeti, nefs ve batnin ve fercin hevesâtini tatmin ve menfaat-i sahsiyesini, Bâzi menfaat-i kavmîyye içinde arayan dessâs bir hodgâmdir.
Amma hikmet-i Kur'anin hâlis tilmizi ise; bir abd'dir. Fakat âzâm-i mahlûkata da ibâdete tenezzül etmez. Hem cennet gibi âzâm-i menfaat olan bir sey'i, gaye-i ibâdet kabûl etmez bir abd-i azizdir. Hem hakikî tilmizi mütevâzidir; selim, halimdir. Fakat Fâtirinin gayri-
sh: » (S: 139)
na, daire-i izni haricinde ihtiyâriyla tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zaîftir, fakr ve za'fini bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerim'i, ona iddihar ettigi uhrevî servet ile müstagnîdir ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettigi için kavîdir... Hem, yalniz livechillah, rizâ-i Ilahî için, fazilet için amel eder, çalisir... Iste iki hikmetin verdigi terbiye, iki tilmizin müvâzenesiyle anlasilir...
ÜÇÜNCÜ ESAS: Hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur'aniyenin hayat-i içtimaiye-i beseriyeye verdigi terbiyeler:
Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-i içtimaiyede nokta-i istinâdi, «Kuvvet» kabûl eder. Hedefi, «menfaat» bilir. Düstur-u hayati, «Cidal» tanir. Cemâatlerin râbitâsini, «Unsuriyet, menfî milliyeti» tutar. Semerâti ise, «Hevesât-i nefsaniyeyi tatmin ve hâcât-i beseriyeyi tezyid»dir. Halbuki: kuvvetin se'ni, «Tecavüzdür.» Menfaatin se'ni, her arzuya kâfi gelmediginden üstünde «Bogusmaktir.» Düstur-u cidâlin se'ni, «çarpismaktir». Unsuriyetin se'ni, baskasini yutmakla beslenmek oldugundan, «Tecavüzdür»... Iste bu hikmettendir ki: Beserin saadeti selb olmustur.
Amma hikmet-i Kur'aniye ise, nokta-i istinâdi, kuvvete bedel «Hakk»i kabûl eder.
Gayede menfaate bedel, «Fazilet ve Rizâ-yi Ilahî"yi kabûl eder. Hayatta düstur-u cidal yerine.
«Düstur-u teâvün»ü esâs tutar. Cemâatlerin rabitalarinda; unsuriyyet, milliyet yerine «Rabita-i dinî ve sinifî ve vatanî» kabûl eder. Gayâti; hevesât-i nefsâniyyenin tecavüzâtina sed çekip, ruhu maaliyâta tesvik ve hissiyyât-i ulviyyesini tatmin eder ve insani kemâlât-i insâniyyeye sevk edip insan eder. Hakkin se'ni, «Ittifaktir» Fazîletin se'ni, «Tesânüddür.» Düstur-u teavünün se'ni, «Birbirinin imdadina yetismektir.» Dinin se'ni, «Uhuvvettir» «Incizabdir». Nefsi gemlemekle baglamak, ruhu Kemâlâta kamçilamakla serbest birakmanin se'ni, «Saadet-i Dareyndir»...