***
DIŞARDA
Points: 155.310, Level: 100
Level completed: 0%,
Points required for next Level: 0
Overall activity: 0%
Achievements


SÖZLER / Risale-i Nur'dan 13. Söz
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
Onüçüncü Söz
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ { وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغِى لَهُ
Kur'an-i Hakîm ile felsefe ulûmunun mahsûl-ü hikmetlerini, ders-i ibretlerini, derece-i ilimlerini müvazene etmek istersen; su gelecek sözlere dikkat et!
Iste Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân'in bütün kâinattaki âdiyat nâmiyla yâdolunan, hârikulâde ve birer mu'cize-i kudret olan mevcûdât üstündeki âdet ve ülfet perdesini keskin Beyânâtiyla yirtip, o hakaik-i acîbeyi zîsuura açip, nazar-i ibretlerini celbedip, ukûle tükenmez bir hazine-i ulûm açar.
Felsefe hikmeti ise, bütün hârikulâde olan mu'cizât-i kudreti, âdet perdesi içinde saklayip, câhilâne ve lâkaydâne üstünde geçer. Yalniz hârikulâdelikten düsen ve intizâm-i hilkatten hurûc eden ve kemâl-i fitrattan sukut eden nâdir ferdleri nazar-i dikkate arzeder, onlari birer ibretli hikmet diye zîsuura takdim eder. Meselâ: En câmi' bir mu'cize-i kudret olan insanin hilkatini âdi deyip lâyakdlikla bakar. Fakat insanin kemâl-i hilkatinden hurûc etmis, üç ayakli yahut iki basli bir insani bir velvele-i istigrabla nazar-i ibrete teshir eder. Meselâ: En lâtif ve umumî bir mu'cize-i rahmet olan bütün yavrularin hazine-i gaybdan muntâzam iâselerini âdi görüp, küfran
sh: » (S: 144)
perdesini üstüne çeker. Fakat intizâmdan süzuz etmis, kabilesinden cüda olmus, yalniz olarak gurbete düsmüs, denizin altinda olan bir böcegin bir yesil yaprakla iasesini görür, ondan tecelli eden lütuf ve keremle hâzir balikçilari aglatmak ister (Hâsiye). Iste Kur'an-i Kerim'in ilim ve hikmet ve mârifet-i Ilâhiyye cihetiyle servet ve ginâsi; ve felsefenin ilim ve ibret ve mârifet-i Sâni' cihetindeki fakr ve iflâsini gör, ibret al!
Iste bu sirdandir ki: Kur'an-i Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatlari câmi' oldugundan, siirin hayâlâtindan müstagnidir. Evet Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân'in i’câz derecesindeki Kemâl-i nizâm ve intizâmi ve kitab-i kâinattaki intizâmât-i san'ati, muntâzam üslûblariyla tefsir ettikleri halde; manzum olmadiginin diger bir sebebi de budur ki: Âyetlerinin herbir necmi, vezin kaydi altina girmeyip tâ ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardesi olsun ve mâbeynlerinde mevcûd münâsebet-i mâneviyeye rabita olmak için, o dâire-i muhita içindeki âyetlere birer hatt-i münasebet teskil etsin. Güya serbest herbir âyetin, ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur'an içinde binler Kur'an bulunur ki, herbir mesreb sahibine birisini verir. Nasilki Yirmibesinci Söz'de Beyân edildigi gibi; Sûre-i Ihlâs içinde otuzalti Sûre-i Ihlâs mikdarinca herbiri zil-ecniha olan alti cümlenin terkibatindan mütesekkil bir hazine-i ilm-i tevhid bulunur ve tâzammun ediyor. Evet nasilki semâda olan intizâmsiz yildizlarin sûreten adem-i intizâmi cihetiyle herbir yildiz, kayid altina girmeyip herbirisi ekser yildizlara bir nevi merkez olarak daire-i muhîtasindaki -birer birer- herbir yildiza mevcûdat beynindeki nisbet-i hafiyyeye isaret olarak birer hatt-i münasebet uzatiyor. Güya herbir tek yildiz, necm-i âyet gibi umum yildizlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardir. Iste intizâmsizlik içinde kemâl-i intizâmi gör, ibret al! وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغِى لَهُ nün bir sirrini bil! Hem âyet-i وَمَا يَنْبَغِى لَهُ sirrini da bununla anla ki: Siirin se'ni; küçük ve sönük hakikatlari, büyük ve parlak hayallerle süslendirip begendirmek ister. Halbuki Kur'anin hakikatlari; o kadar büyük, âlî, par-
______________________________ _________
(Hasiye): Amerika'da aynen bu vâkia olmustur.
sh: » (S: 145)
lak ve revnakdardir ki, en büyük ve parlak hayal, o hakikatlara nisbet edilse; gâyet küçük ve sönük kalir. Meselâ: يَوْمَ نَطْوِى السَّمَاءَ كَطَىِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ { يُغْشِى اللَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا
اِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَاهُمْ جَمِيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ gibi hadsiz hakikatlari buna sahiddir. Kur'anin herbir âyeti, birer necm-i sâkib gibi, i’câz ve hidâyet nurunu nesr ile küfrün zulümâtini nasil dagittigini görmek, zevketmek istersen; kendini o asr-i câhiliyette ve o sahrâ-yi bedeviyette farzet ki, hersey zulmet-i cehil ve gaflet altinda perde-i cümûd ve tabiata sarilmis oldugu bir anda, birden Kur'anin lisan-i ulviyesinden يُسَبِحُ ِللّهِ مَا فِى السَّموَاتِ وَمَا فِى اْلاَرْضِ اْلمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَزِيزِ اْلحَكِيمِ gibi âyetleri isit, bak. O ölmüs veya yatmis mevcûdât-i âlem يُسَبِحُsadasiyla isitenlerin zihninde nasil diriliyorlar, hüsyar oluyorlar, kiyam edip zikrediyorlar. Hem o karanlik gökyüzünde birer câmid atespâre olan yildizlar ve yerdeki perisan mahlûkât, تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ sayhasiyla isitenlerin nazarinda; gökyüzü bir agiz, bütün yildizlar birer kelime-i hikmet-nümâ, birer nur-u hakikat-edâ; ve arz bir kafa; berr ve bahr birer lisan; ve bütün hayvanat ve nebâtat birer kelime-i tesbih-fesan Sûretinde arz-i dîdar eder. Yoksa bu zamandan tâ o zamânâ bakmakla, mezkûr zevkin dekaikini göremezsin. Evet o zamandan beri nurunu nesreden ve mürur-u zaman ile ulûm-u müteârife hükmüne geçen ve sâir neyyirat-i Islâmiye ile parlayan ve Kur'anin günesiyle gündüz rengini alan bir vaziyet ile yahut sathî ve basit bir perde-i ülfet ile baksan, elbette herbir âyetin ne kadar tatli bir zemzeme-i i'câz içinde ne çesit zulümati dagittigini hakkiyla göremezsin ve bir çok enva'-i i'câzi içinde bu nev-i i'câzini zevk edemezsin. Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân'in en yüksek bir derece-i i'câzina bakmak istersen, su temsili dinle, bak. Söyle ki:
sh: » (S: 146)
Gâyet yüksek ve garib ve gayetle yayilmis acib bir agaç farzedelim ki; o agaç bir perde-i gayb altinda, bir tabaka-i mestûriyet içinde saklanmis. Mâlûmdur ki: Bir agacin, insanin a'zalari gibi; onun dallari, meyveleri, yapraklari, çiçekleri gibi bütün uzuvlari arasinda bir münasebet, bir tenâsüb, bir müvâzenet lâzimdir. Herbir cüz'ü, o agacin mahiyetine göre bir sekil alir, bir Sûret verilir. Iste, hiç görünmeyen (ve hâlen görünmüyor) o agaca dair biri çiksa, bir perde üstünde onun herbir a'zâsina mukabil birer resim çekse, birer hudud çizse, dalindan meyveye, meyveden yapraga, bir tenâsüble bir Sûret tersim etse ve birbirinden nihayetsiz uzak mebde ve müntehasinin ortasinda uzuvlarinin ayni sekil ve Sûretini gösterecek muvafik tersîmatla doldursa; elbette sübhe kalmaz ki, o ressam o gaybî agaci gayb-âsina nazariyla görür, ihâta eder, sonra tasvir eder.
Aynen onun gibi, Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân'in dahi, hakikat-i mümkinata dair (ki o hakikat; dünyanin ibtidasindan tut, tâ âhiretin en nihayetine kadar uzanmis ve fersten arsa ve zerreden semse kadar yayilmis olan secere-i hilkatin hakikatina dair) Beyânât-i Furkaniyesi, o kadar tenâsübü muhafaza etmis ve herbir uzva ve meyveye lâyik birer Sûret vermistir ki; bütün muhakkikler, nihayet-i tahkikinde, Kur'anin tasvirine «Mâsâallah, Bârekâllah» deyip, «Tilsim-i kâinati ve muammayi hilkati kesf ve fetheden yalniz sensin ey Kur'an-i Hakîm!» demisler.
وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى -temsilde kusur yok- Esmâ ve Sifât-i Ilâhiyyeyi, suun ve ef'âl-i Rabbâniyyeyi, bir secere-i tûba-i nur hükmünde temsil edelim ki; o secere-i nuraniyenin daire-i âzameti, ezelden ebede uzanip gidiyor. Hudud-u kibriyâsi, gayr-i mütenahî fezâ-yi itlakta yayilip îhatâ ediyor.
Hudud-u icraati, يَحُولُ بَيْنَ اْلمَرْءِ وَقَلْبِهِ { فَالِقُ اْلحَبِّ وَالنَّوَى { هُوَ الَّذِى يُصَوِّرُكُمْ فِى اْلاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَاءُ hududundan tut tâ وَالسَّموَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ { خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ { وَ سَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ hududuna kadar uzanmis o hakikat-i nurani-
sh: » (S: 147)
yeyi; bütün dal ve budaklariyla, gayât ve meyveleriyle o kadar tenâsüble ve birbirine uygun, birbirine lâyik, birbirini kirmayacak, birbirinin hükmünü bozmayacak, birbirinden tevahhus etmeyecek bir Sûrette o hakaik-i esmâ ve sifâti ve suun ve ef'âli Beyân etmistir ki, bütün ehl-i kesf ve hakikat ve daire-i melekûtta cevelan eden bütün ashâb-i irfan ve hikmet, o Beyânât-i Furkaniyeye karsi «Sübhânallah» deyip, «Ne kadar dogru, ne kadar mutabik, ne kadar güzel, ne kadar lâyik» diyerek tasdik ediyorlar.