بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
Yirminci Söz
[Iki Makamdir]
Birinci Makam
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلآَئِكَةِ اسْجُدُوا ِلاَدَمَ فَسَجَدُوآ اِلآَّ اِبْلِيسَ
اِنَّ اللَّهَ يَاْمُرُكُمْ اَنْ تَذْبَحُوا بَقَرَةً
(ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ فَهِىَ كَاْلحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً)
Bir gün su âyetleri okurken Iblis'in ilkaatina karsi Kur'an-i Hakîm'in feyzinden üç nükte ilham edildi. Vesvesenin Sûreti sudur:
Dedi ki: "Dersiniz: Kur'an mu'cizedir. Hem nihayetsiz belâgattadir. Hem, umuma her vakitte hidâyettir. Halbuki, söyle bâzi hâdisat-i cüz'iyeyi tarihvârî bir Sûrette musirrane tekrar etmekte ne mânâ var? Bir inegi kesmek gibi bir vâkia-i cüz'iyeyi, o kadar mühim tavsifât ile böyle zikretmek, hattâ o Sûre-i azîmeye de «El-Bakara» tesmiye etmekte ne münasebet var? Hem de « Âdem'e secde' olan hâdise, sirf bir emr-i gaybîdir. Akil ona yol bulamaz. Kavî bir
sh: » (S: 255)
îmandan sonra teslim ve iz'an edilebilir. Halbuki Kur'an, umum ehl-i akla ders veriyor. Çok yerlerde اَفَلاَ يَعْقِلُونَ der, akla havale eder. Hem taslarin tesadüfî olan Bâzi hâlât-i tabiiyesini ehemmiyetle Beyân etmekte ne hidâyet var?»
Ilham olunan nüktelerin Sûreti sudur:
Birinci Nükte: Kur'an-i Hakîm'de çok hâdisat-i cüz'iye vardir ki, herbirisinin arkasinda bir düstur-u küllî saklanmis ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor. Nasilki, عَلَّمَ اَدَمَ اْلاَسْمَآءَ كُلَّهَا Hazret-i Âdem'in melâikelere karsi kabiliyet-i hilâfet için bir mu'cizesi olan tâlim-i esmâdir ki, bir hâdise-i cüz'iyedir. Söyle bir düstur-u küllînin ucudur ki: Nev-i besere câmiiyet-i istidad cihetiyle tâlim olunan hadsiz ulûm ve kâinatin enva'ina muhit pek çok fünun ve Hâlikin suunat ve evsafina samil kesretli mâarifin tâlimidir ki; nev'-i besere degil yalniz melâikelere, belki Semâvat ve Arz ve daglara karsi Emanet-i kübrâyi haml dâvasinda bir rüchâniyet vermis ve heyet-i mecmuasiyla arzin bir halife-i mânevîsi oldugunu Kur'an ifham ettigi misillü; «Melâikelerin Âdem'e secdesiyle beraber, Seytan'in secde etmemesi olan'» hâdise-i cüz'iye-i gaybiye, pek genis bir düstur-u külliye-i meshudenin ucu oldugu gibi, pek büyük bir hakikati ihsas ediyor. Söyle ki: Kur'an, sahs-i Âdem'e Melâikelerin itaat ve inkiyâdini ve Seytan'in tekebbür ve imtinâini zikretmesiyle; nev'-i besere kâinatin ekser maddî enva'lari ve enva'in mânevî mümessilleri ve müekkelleri müsahhar olduklarini ve nev'-i beserin hassalarinin bütün istifadelerine müheyya ve münkad olduklarini ifham etmekle beraber, o nev'in istidadatini bozan ve yanlis yollara sevkeden mevadd-i serîre ile onlarin mümessilleri ve sekene-i habiseleri, o nev'-i beserin tarîk-i kemâlâtinda ne büyük bir engel, ne müdhis bir düsman teskil ettigini ihtar ederek, Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân, bir tek Âdem'le (A.S.) cüz'î hâdiseyi konusurken bütün kâinatla ve bütün nev'-i beserle bir mükâleme-i ulviye ediyor.
Ikinci Nükte: Misir Kit'asi, kumistan olan Sahra-yi Kebîr'in bir parçasi oldugundan Nil-i Mübarek'in feyziyle gâyet mahsuldâr
sh: » (S: 256)
bir tarla hükmüne geçtiginden, o cehennem-nümun sahra komsulugunda söyle cennet-misâl bir mevki-i mübarekin bulunmasi, felâhat ve zirâati ahalisinde pek mergub bir Sûrete getirmis ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmis ki, ziraati kudsiye ve vasita-i ziraat olan «bakar»i ve «sevri» mukaddes, belki Mâbud derecesine çikarmis. Hattâ o zamandaki Misir milleti sevre, bakara ibâdet etmek derecesinde bir kudsiyet vermisler. Iste o zamanda benî-Israil dahi, o kit'ada nes'et ediyordu ve o terbiyeden bir hisse aldiklari, «Ic» mes'elesinden anlasiliyor.
Iste Kur'an-i Hakîm, Hazret-i Mûsa Aleyhisselâm'in Risâletiyle, o milletin seciyelerine girmis ve istidadlarina islemis olan o bakarperestlik mefkuresini kesip öldürdügünü, bir bakarin zebhi ile ifham ediyor.
Iste su hâdise-i cüz'iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gâyet lüzumlu bir ders-i hikmet oldugunu ulvî bir i'câz ile Beyân eder.
Buna kiyasen bil ki: Kur'an-i Hakîm'de Bâzi hâdisat-i tarihiyye Sûretinde zikredilen cüz'î hâdiseler, küllî düsturlarin uçlaridir. Hattâ çok Sûrelerde zikr ve tekrar edilen Kissa-i Mûsa'nin yedi cümlelerine misâl olarak lemaât'ta I'caz-i Kur'an Risalesinde o cüz'î cümlelerin herbir cüz'ünün nasil mühim bir düstur-u küllîyi tâzammun ettigini Beyân etmisiz. Istersen o risaleye müracaat et.
Üçünü Nükte:
ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ فَهِىَ كَاْلحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً وَاِنَّ مِنَ اْلحِجَارَةِ َلمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ اْلاَنْهَارُ وَاِنَّ مِنْهَا لمَاَ يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ اْلمَآءُ وَاِنَّ مِنْهَا لمَاَ يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ
اللَّهِ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Su âyeti okurken, müvesvis dedi ki: "Herkese mâlûm ve âdi olan taslarin su fitrî Bâzi hâlât-i tabiiyesini, en mühim ve büyük mes'eleler Sûretinde bahis ve Beyânda ne mânâ var, ne münasebet var, ne ihtiyaç var?"
Su vesveseye karsi feyz-i Kur'andan söyle bir nükte ilham edildi:
Evet, münasebet var ve ihtiyaç var. Hem o derece büyük bir
sh: » (S: 257)
münasebet ve ehemmiyetli bir mânâ ve o derece muazzam ve lüzumlu bir hakikat var ki, ancak Kur'anin îcaz-i mu'cizi ve lütf-u irsadiyla bir derece basitlestirilmis ve ihtisar edilmis. Evet i’câz-i Kur'anin bir esâsi olan îcaz, hem hidâyet-i Kur'anin bir nuru olan lütf-u irsad ve hüsn-ü ifham, iktiza ediyorlar ki: Kur'anin muhatâblari içinde ekseriyeti teskil eden avâma karsi küllî hakikatlari ve derin ve umumî düsturlari, me'luf ve cüz'î Sûretler ile gösterilsin ve fikirleri basit olan umumî avâma karsi, muazzam hakikatlarin yalniz uçlari ve basit bir Sûreti gösterilsin. Hem âdet perdesi tahtinda ve zeminin altinda hârikulâde olan tasarrufat-i Ilahiye, icmâlen gösterilsin. Iste bu sirra binaendir ki, Kur'an-i Hakîm su âyetle diyor:
Ey Benî-Israil ve ey Benî-Âdem! Sizlere ne olmus ki: Kalbleriniz tastan daha câmid ve daha ziyade katilasmistir. Zira görmüyor musunuz ki, o pek sert ve pek câmid ve toprak altinda bir tabaka-i azîme teskil eden o koca taslar, o kadar evâmir-i Ilahiyeye karsi muti' ve müsahhar ve icraat-i Rabbâniye altinda o kadar yumusak ve emirberdir ki, havada agaçlarin teskilinde tasarrufat-i Ilahiye ne derece sühuletle cereyan ediyor. Öyle de; taht-ez zemin ve o sert, sagir taslarda o derece sühulet ve intizâm ile, hattâ damarlara karsi kanin cevelani gibi muntâzam su cedvelleri (Hasiye) ve su damarlari, kemâl-i hikmetle o taslarda mukavemet görmeyerek cereyan ediyor. Hem havada nebâtat ve agaçlarin dallarinin sühuletle Sûret-i intisari gibi; o derece sühuletle köklerin nazik damarlari, yer altindaki taslarda mümânâat görmeyerek evâmir-i Ilahî ile muntâzam intisar ettigini Kur'an isaret ediyor ve genis bir hakikati, su âyetle ders veriyor ve o ders ile, o kasavetli kalblere bu mânâyi veriyor ve remzen diyor:
____________________
(Hasiye): Evet, zemin denilen muhtesem ve seyyar sarayin temel tasi olan tas tabakasinin Fâtir-i Zülcelâl tarafindan tavzif edilen en mühim üç vazifeyi Beyân etmek, ancak Kur'an'a yakisir.
Iste birinci vazifesi: Topragin, kudret-i Rabbâniye ile nebâtata analik edip yetistirdigi gibi, Kudret-i Ilahiye ile tas dahi topraga dâyelik edip yetistiriyor.
Ikinci vazifesi: Zeminin bedeninde deveran-i dem hükmünde olan sularin muntâzam cevelânina hizmetidir.
Üçüncü Vazife-i Fitriyesi: Çesmelerin ve irmaklarin, uyûn ve enharin muntâzam bir mizan ile zuhur ve devamlarina hazinedârlik etmektir. Evet taslar, bütün kuvvetiyle ve agizlarinin dolusuyla akittiklari âb-i hayat Sûretinde, Delâil-i Vahdâniyeti zemin yüzüne yazip serpiyor.
sh: » (S: 258)
Ey Benî-Israil ve ey benî-Âdem! Zaaf ve acziniz içinde nasil bir kalb tasiyorsunuz ki, öyle bir Zâtin evâmirine karsi o kalb kasavetle mukavemet ediyor. Halbuki o koca sert taslarin tabaka-i muazzamasi, o Zâtin evâmiri önünde Kemâl-i inkiyadla karanlikta nazik vazifelerini mükemmel îfâ ediyorlar. Itaatsizlik göstermiyorlar. Belki o taslar, toprak üstünde bulunan bütün zevilhayata, âb-i hayatla beraber sâir medâr-i hayatlarina öyle bir hazinedârlik ediyor ve öyle bir adâlet le taksimata vesiledir ve öyle bir hikmetle tevziata vasita oluyor ki, Hakîm-i Zülcelâl'in dest-i kudretinde, balmumu gibi ve belki hava gibi yumusaktir, mukavemetsizdir ve âzamet-i kudretine karsi secdededir. Zira toprak üstünde müsahede ettigimiz su masnuat-i muntâzama ve su hikmetli ve inâyetli tasarrufat-i Ilâhiye misillü, zemin altinda aynen cereyan ediyor. Belki hikmeten daha acib ve intizâmca daha garib bir Sûrette hikmet ve inâyet-i Ilâhiye tecelli ediyor. Bakiniz! En sert ve hissiz o koca taslar, nasil balmumu gibi evâmir-i tekviniyeye karsi yumusaklik gösteriyorlar ve me'mur-u Ilâhî olan o lâtif sulara, o nazik köklere, o ipek gibi damarlara o derece mukavemetsiz ve kasavetsizdir. Güya bir âsik gibi, o lâtif ve güzellerin temasiyla kalbini parçaliyor, yollarinda toprak oluyor.
Hem وَاِنَّ مِنْهَا لمَاَ يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللَّهِ ile söyle bir hakikat-i muazzamanin ucunu gösteriyor ki: «Taleb-i Rü'yet» hâdisesinde, meshur dagin tecelli ile parçalanmasi ve taslarinin dagilmasi gibi; umum rûy-i zeminde asli sudan incimad etmis âdeta yekpare taslardan ibaret olan ekser daglarin zelzele veya Bâzi hâdisat-i arziye Sûretinde tecelliyat-i Celaliyye ile o daglarin yüksek zirvelerinden o hasyet verici tecelliyat-i Celaliyyenin zuhuruyla taslar parçalanarak, bir kismi ufalanip topraga kalbolup, nebâtata mense' olur. Diger bir kismi tas kalarak, yuvarlanip derelere, ovalara dagilip, sekene-i zeminin meskeni gibi birçok islerinde hizmetkârlik ederek ve mahfî Bâzi hikem ve menafi' için kudret ve hikmet-i Ilahiyeye secde-i itaat ederek, desâtir-i Hikmet-i Sübhaniyeye emirber seklini aliyor-