DÖRT HEDİYE DÖRT TUZAK

Nefsini terbiye ve tezkiye ederek Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanmayı hayat gayesi edinen tasavvuf erbabı pek çok tuzakla karşı karşıyadır. Bu tuzakların bazıları manevi hazlarla örülü olduğundan son derece gizlidir, sağlam bilgi ve rehbere sadakatle aşılabilir.

Tasavvuf yolunda bazen sermaye bazen de hediye olarak verilen kimi haller, dinin ölçüleri göz ardı edildiğinde ne yazık ki birer tuzağa dönüşebilmektedir.

Aşağıda tasavvuf ehlinin hep gündeminde olan dört temel kavramın bu açıdan kısa değerlendirmesini bulacaksınız.


Muhabbet

Tasavvuf yolunda seyr ü sülûk eden bir sofinin muhabbeti elde etmesi çok lüzumludur. Çünkü muhabbet sayesinde günah işlemeye meyli kalmaz, İslâm’ın emirleri kendisine ağır gelmez. Allah’a kulluk etmek gayet kolay ve tatlı olur. Ayrıca ibadetlerini gafletsiz bir şekilde huşuyla yapmaya muvaffak olur. Böylece varacağı hedefe ulaşması kolaylaşır.

Muhabbeti elde etmenin birinci yolu ve şartı İslâm’ın zahirî amellerine sarılmaktır. Sonra tasavvuf erbabı olanlar için mürşidi sık sık ziyaret etmek, her fırsatta onun sohbetini yapmak, rabıta ve virdini aksatmamaktır.

Mürşide muhabbet etmek giderek onun gibi olmaya sebep olur. Ondan akseden nurlarla temizlenir. Allah ve Rasulü’nün sevgisi artar. Zevk ve muhabbetle onların emirlerine sarılmak mümkün hale gelir. Hatta kişi öyle bir noktaya ulaşır ki, dünya ve ahiretin bütün zevkleri birleşse, Allah muhabbetinin yanında hiç hükmünde kalır.

İslâm’ın zahirî ve bâtınî emirlerine muhalefet olursa sadık müritte derhal muhabbet kesilir. Özellikle de tasavvuf adabına muhalefet ve din kardeşine buğz, kibir, haset gibi hastalıklar muhabbeti ortadan kaldırır. Bu aslında mürşidin ona himmet ve lütfudur. Durumunu anlayıp kendisine çeki düzen vermesine sebebiyet verir. Zaten dinin kaidelerine ve meşrebine aykırı hallerinin tesirini virdinde, zikrinde ve kalbinde hisseder.

Fakat zahirî ve bâtınî adapsızlıklar yapan müridin cezbe, rüya, ilham ve keramete benzer hallerinde bir değişiklik olmuyorsa, işte o zaman tehlike başlamıştır. Çünkü bu onun için bir sınama yahut dine muhalif hareketlerinden dolayı hüsranını artırmak için mekr-i ilâhî olabilir.

Cam parçalarını elmas zanneden bu gibi kimseler, hallerini mürşitlerine arz etmekten de çekinirler. Arz ettikleri zaman oyalanıp durdukları zevk ve hallerinin gitmesinden korkarlar. Ayrıca bunlar cezbe, rüya, ilham gibi hallerinden dolayı kendilerini başkalarından üstün görürler. Hatta böyle halleri olmayanlara, kabukla oyalanıp duran, öze inememiş zavallılar olarak bakarlar. Gösteriş maksadıyla hoplayıp zıplayarak cezbe taklidi yaparlar. Kendi aralarında din ve tasavvufla alakası olmayan marifetle ilgili sohbetlerden dem vururlar. Huzurlarına ilim sahibi biri girse neşeleri kaçıp susar ve meclisi terk ederler. Sonuçta nefs ve şeytanın oyuncağı haline geldiğini bile anlayamadan helâk olup giderler.




Rüya

Ayakların kaymasına sebep olan hallerden biri de tasavvuf erbabında sıkça rastlanan rüya ve keşif gibi hallerdir. Yolun başında ve ortasında olan sofilerin rüya ve keşiflerinde ciddi tehlikeler vardır.

Aslında rüya, ayet ve hadislerle sabit, tecrübelerle teyit edilmiş bir vakıa olarak prensipte haktır. Kur’an-ı Kerim’de Hz. İbrahim, Hz. Yusuf, Mısır meliki ve Hz. Rasulullah s.a.v.’in gördüğü rüyalardan bahsedilmiştir. Efendimiz s.a.v. “Müminin rüyası, peygamberliğin kırk altı cüzünden bir cüzdür.” (Buharî, Müslim) buyurmaktadır.

Dolayısıyla dine uygun bazı hakikatler rüya vasıtasıyla insana beyan olunabilir. Dinin kaidelerine uygun rüyalarla amel eden kimse de Allah indinde mesul olmaz. Fakat böyle salih rüyalar gayet az olup, şeytanın ve hayalin karışmadığı rüya pek nadirdir. Ayrıca rüyaları doğru yorumlama ehliyetine sahip zevat da çok azdır. O yüzden Nakşibendîlikte rüyalara pek kıymet verilmemiştir.

İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin buyurduğu üzere, şeytanın aldatmasından ancak Allah Tealâ’nın koruduğu, yolun sonuna varmış, seçkin kimseler kurtulabilir. Şeytan onları aldatamaz. Buna rağmen onlar şeytanın aldatmasından korkmuş, titremişlerdir. Yolun başında ve ortasında olanlar ise korunmuş değillerdir. Şeytan her zaman bunları aldatabilir.

Rüyaların bir bölümü de, susuz bir kimsenin kendini pınarlardan su içerken, denizlerde yüzerken görmesi gibi, biyolojik ve psikolojik ihtiyaçtan kaynaklanan şeylerdir. Bazıları da hayale yerleşen şekil ve suretlerin görüntüsüdür. Bir kimse kendisini rüyada vali gibi görebilir, fakat gerçekte vali değildir. Veya meftun olduğu birisi iyice hayaline yerleşir ve sonra onu rüyasında görür. Bu rüya doğru olmadığı gibi, şeytanın karışmasıyla da değildir.

Rüyasında Hz. Peygamber s.a.v.’i veya gavs, kutup gibi büyük velileri gördüğünü ve onlardan bazı şeyler öğrendiğini söyleyen bir hayli insan vardır. Bunları dahi din ve tasavvuf mizanına vurmadan kabul etmek son derece mahzurludur. Zira bu tür rüyalara da şeytan bir şekilde karışabilmektedir. Gerçi peygamberlerin ve gavsların hakiki suretine şeytan giremez. Fakat Muhyiddin ibn-i Arabî Hazretleri, şeytanın başka suretlerde onlar gibi görünebileceğini ifade etmektedir.

Peygamberlerin hakiki suretlerini bu devirde gözüyle gören yoktur. Yolun sonundaki velilerin gerçek suretlerini rüyada ayırt edebilmek ise son derece zordur. Hem şeytanın onların adıyla hiçbir suretle görünemeyeceğini kabul etsek bile, yine de şeytan kendi söz ve işaretlerini o mübareklerin ses ve işaretlerine karıştırabilmektedir.

Ayrıca, rüya doğru olsa bile, çoğunlukla yorumlanmadan bir şey anlaşılmaz. Rüya yormak ise herkesin işi değildir. En doğru tabiri kâmil veliler yaparlar. Bu mertebenin altında olanlar, kalplerine gelen ilhamla tabir ederler. Ehil alimler ise, görülenleri ilişkilendirerek yorum yaparlar. Fakat tabir ilmini bilmeden sadece tahminle rüyayı doğru yorumlayabilmek mümkün değildir.

Rüyada başka mürşidlerden feyz geldiğini gören mürit, onları da kendi mürşidinden bilmelidir. Zira her velinin kabiliyetleri farklı olduğu gibi, bu kabiliyetlere bağlı olan feyzleri de farklıdır. Müridin ihtiyacı olan feyzle herhangi bir velinin feyzi arasında bir paralellik varsa, rüya ve keşiflerde mürşidin lâtifesi o zat şeklinde görünebilir. Tabir ilmini bilmeyen mürid, mürşidinin lâtifesini başka bir zat zannederek feyzin ondan geldiğini sanır ve muhabbeti kayar. Bu da büyük bir yanılma ve kaymadır.

O yüzden sadık bir mürid, mürşidi varken binlerce rüyaya önem vermez, hakikat varken hayalle uğraşmaz. Şayet önemli bir rüya gördüğünü düşünüyorsa bunu muhakkak mürşidine arz eder. Aksi halde ayağı hak yoldan kayar. Nitekim tasavvuf ehlinin bir kısmı sırf bu yüzden kayıp gitmiştir.



Keşif ve keramet

Nefs, şeytan ve içinde yaşadığımız maddi alemden kalbe akan tesirler, kir ve paslar kalbin gayb alemini görmesine engel olan bir perde (hicap) oluşturur. Zikir ve tasfiye yoluyla bu perde kalkınca, Cenab-ı Hak dilerse gayb ayan-beyan olarak görünür. İşte bu perdenin kalkmasına, yani kalp gözünün açılmasına keşif denir.

Doğma, işitme veya hitap şeklinde kalbe gelen bilgilere de “ilham” adı verilir. Keşif ve ilham, Allah Tealâ’nın takva sahibi müminlere bir ikramıdır. Zira İslâm’ın bildirdiği hakikatleri keşfetmekle velinin kalbinde şuhut ve yakîn meydana gelir. Bir nevi görerek, yaşayarak hakiki ve kuvvetli bir imana sahip olur.

Böylece Allah’ın emirlerini severek, can u gönülden ve iştiyakla yerine getirir. Yasaklarından şiddetle kaçınır. Haram ve günahlar kendisine gayet iğrenç gelir. Başkalarına çalışıp öğrenmekle hasıl olan ilimler bunlara keşif yoluyla hasıl olur. İnanç esaslarına dair kısa ve toplu bilgileri geniş bir şekilde müşahede edip, manasını idrak ederler. Akıl ve düşünceyle bulunan manaları da kalple anlarlar.

Keşif ve ilhama dayalı bilgilerin bir kıymet ifade edebilmesi için Kur’an ve Sünnet’e tamamen uygun olması gerekir. Aksi halde bu bilgiler, beş para değeri olmayan “istidraç”a (gayrimüslim veya günahkârlarda görülen olağanüstü hallere) dönüşür. Halbuki, evliya dahil, bilgisini şeytanın karıştırmadığı kimse yoktur. Kaldı ki acemi taliplere çok daha fazla karışabileceği ortadadır.

Bir hikmete binaen yolun başında veya ortasında kalp gözü açılan taliplerin keşiflerine itibar etmeleri tehlikelidir. Çünkü şeytan bunlarla gayet rahat oynayabilir. Gördükleri şeylerin gerçek hayattaki olaylara uygun çıkması onları büsbütün yanıltıp tuzağa düşürür. Boş ve faydasız işlere yöneltir. İnsanların düşüncelerini, iyi ve kötü hallerini keşfetme hevesini uyandırır. Şeytan bu arada boş durmaz, bir tane doğruya on tane yalan karıştırır. Keşif erbabı bu adamlara suizan eder. Hatta daha da ileri giderek kalp gözüyle insanların mahrem hallerini araştırabilir. Böylece keşif istidraca dönüşebilir. İnsanlarla ilgili keşfi doğru olsa bile, yine de tehlike vardır. Zira kalp yeteri kadar genişlemeden başkalarının kendi hakkındaki menfi düşüncelerini keşfeden bir kimse buna tahammül edemez. Suizandan ve insanlara dil uzatmaktan kurtulamaz.

Bu hususla ilgili diğer bir tehlike de şöhrettir. Bunlardan bazıları etrafında toplanan insanlara zarar vermeye başlarlar. Böylece hem çevresindekilerin ayaklarını kaydırır hem de din ile dünyayı satın alarak kendileri kayarlar.

Keşfiyle ilâhî marifetlere yönelen yolun başındaki ve ortasındaki talip şayet alim değilse, mürşidine de danışmıyorsa daha büyük tehlikededir. Çünkü bunların imana taalluk eden konularda hata etme ihtimalleri oldukça fazladır. Mürşidin himmeti olmazsa korunmaları zordur.

Bunlar hayalleri veya şeytanın aldatmasını keşif zannederler. Ya da tabir edilmesi gereken bazı keşifleri olduğu gibi kabul etmekle tehlikeye düşerler. Hem keşif, Kur’an ve Sünnet’e tam olarak ittiba edenlerde görülür. Bunun haricindekiler şayet mürşidin teşviki değilse istidraçtır.

İşte bu ve benzeri sebeplerden dolayı büyüklerin keşiflerinin haricindeki keşiflere itibar etmemek gerekir. Bir takım olağanüstü tesirlerden ibaret olan maddi kerametler de böyledir. Keşifle ilgili tehlikeler kerametler için de söz konusudur.

O bakımdan zahir-bâtın dengesini iyi ayarlamak, zahire uymayan bâtına itibar etmemek, ilme ve amele önem vermek gerekir. Böyle yapanlar tarih boyunca hep selamette kalmışlar, Hakk’a vuslat yolunda cam parçalarını elmas zannedip onlara takılıp kalmamışlardır.


Zahir ve Bâtın ismi

Zahir ve Bâtın her şeyden önce Allah Tealâ Hazretleri’nin isimlerindendir. Ayet-i kerimede: “O evveldir, ahirdir, zahirdir, bâtındır.” (Hadid, 3) buyurularak, Cenab-ı Hakk’ın dört ismi zikredilmektedir ki, bunlar “ana isimler”den sayılmıştır.

Şu halde zahir-bâtın, aşikâr-pinhan, açık-gizli O’dur. Allah zatı itibarıyla gizlidir. Zatının hakikati duyu organlarıyla bilinemez.

Diğer bir cihetle de Allah zahirdir; varlığı her şeyde aşikârdır. Çünkü kainattaki her şey O’nun varlığına delildir. Sıfatlarının tezahürüyle, ilim ve kudretinin tecellisiyle varlığı apaçık olarak bilinmektedi

Kur’an’da Zahir ve Bâtın

Bir hadis-i şerifte: “Kur’an’ın her ayetinin bir zahirî bir de bâtınî manası vardır.” (İbnu Hıbban, Sahih) buyurulmaktadır. Bu hadis-i şerifte Kur’an-ı Kerim’de bulunan muhkem ayetlerin dahi bâtınî manalarının bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Yukarıda belirtildiği gibi, Cenab-ı Hak dostlarının kalbini manaya açmış, Kur’an’daki bilgilerin özüyle kabuğunu, hakikati ile suretini onlara ihsan eylemiştir. Bunlar ummana dalıp inci mercan çıkarırlar. Kur’an’ın hem zahirini hem de bâtınını bilirler.

Kur’an ayetleri “muhkem” ve “müteşabih” olarak ikiye ayrılır. Basit bir tarifle, manası açık ayetlere muhkem, manası gizli olan ayetlere ise müteşabih adı verilir. Muhkem ve müteşabih birbirleriyle mukayese edildiği zaman muhkeme zahir, müteşabihe de bâtın denilir.

Bunlardan birincisi, İslâmî bilgilerin ve hükümlerin kaynağıdır. İkincisi, hakikatlerin ve sırların hazinesidir. Bunlar çok gizli ve derin manalardır.

Muhkem olan ayetleri alimlerin yanı sıra ilmi olmayanlar da anlayabilirler. Çünkü bunlar sarih, yani açık lafızlardır. Fakat müteşabih ayetleri yalnızca “râsih ulema” yani “ilimde kök salıp derinleşen” (Âl-i İmran, 7) büyükler anlayabilirler.



Bâtın ve İstikamet

Dini hükümlerden birini yapmak, kendi anlayışına göre bin sene riyazet yapmak suretiyle nefsani bir arzunun izalesine çalışmaktan daha üstündür. Üstelik bu riyazet ve çalışmalar eğer dine uygun değilse nefsani arzuları takviye eder.

İmam Rabbanî k.s.

Semerkand Dergisi
AHMET SAFA