***
DIŞARDA
Points: 155.310, Level: 100
Level completed: 0%,
Points required for next Level: 0
Overall activity: 0%
Achievements


SÖZLER / Risale-i Nur'dan 29. Söz
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
Yirmidokuzuncu Söz
Beka-i Ruh ve Melâike ve Hasre dairdir.
اَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
تَنَزَّلُ اْلمَلاَئِكَةُ وَالرُّوحُ فِيهَا بِاِذْنِ رَبِّهِمْ قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبَّى
[Su makam, iki maksad-i esâs ile bir mukaddimeden ibarettir.]
Mukaddime
Melâike ve ruhaniyatin vücudu, insan ve hayvanlarin vücudu kadar kat'îdir, denilebilir. Evet, Onbesinci Söz'ün Birinci Basamaginda Beyân edildigi gibi: Hakikat kat'iyyen iktiza eder ve hikmet yakînen ister ki; zemin gibi, semâvâtin dahi sekeneleri bulunsun ve zîsuur sekeneleri olsun ve o sekeneler, o semâvata münasib bulunsun. Seriatin lisaninda, pekçok muhtelif-ül cins olan o sekenelere Melâike ve ruhaniyat tesmiye edilir. Evet, hakikat böyle iktiza eder. Zira su zeminimiz, semâya nisbeten küçüklügü ve hakaretiyle be
sh: » (S:534)
raber zîsuur mahlûklarla doldurulmasi; arasira bosaltip yeniden yeni zîsuurlarla senlendirilmesi isaret eder belki tasrih eder ki: Su muhtesem burçlar sahibi olan müzeyyen kasirlar misâli olan semâvat dahi, nur-u vücudun nuru olan zîhayat ve zîhayatin ziyasi olan zîsuur ve zevil-idrâk mahlûklarla elbette doludur. O mahlûklar dahi, ins ve cin gibi, su saray-i âlemin seyircileri ve su kâinat kitabinin mütalâacilari ve su Saltanat-i Rubûbiyyetin dellâllaridirlar. Küllî ve umumî ubûdiyetleri ile kâinatin büyük ve küllî mevcûdâtin tesbihatlarini temsil ediyorlar. Evet su kâinatin keyfiyati, onlarin vücudlarini gösteriyor. Çünki kâinati hadd ü hesaba gelmeyen dakik san'atli tezyinat ve o mânidar mehâsin ile ve hikmetdar nukus ile süslendirip tezyîn etmesi; bilbedâhe ona göre mütefekkir ve istihsan edicilerin ve mütehayyir takdir edicilerin enzarini ister; vücudlarini taleb eder. Evet, nasilki hüsün elbette bir âsik ister, taam ise aç olana verilir. Öyle ise, su nihayetsiz hüsn-ü san'at içinde gida-yi ervah ve kût-u kulûb; elbette melâike ve ruhânîlere bakar, gösterir. Mâdem bu nihayetsiz tezyînat, nihayetsiz bir vazife-i tefekkür ve ubûdiyet ister. Halbuki ins ve cin, su nihayetsiz vazifeye, su hikmetli nezarete, su vüs'atli ubûdiyete karsi, milyondan ancak birisini yapabilir. Demek bu nihayetsiz ve çok mütenevvi olan su vezaif ve ibâdete, nihayetsiz melâike enva'lari, ruhâniyat ecnaslari lâzimdir ki, su mescid-i kebir-i âlemi saflariyla doldurup senlendirsin. Evet su kâinatin herbir cihetinde, herbir dairesinde, ruhaniyat ve melâikelerden birer taife, birer vazife-i ubûdiyytle muvazzaf olarak bulunurlar. Bâzi rivayât-i Ehadîsiyenin isaretiyle ve su intizâm-i âlemin hikmetiyle denilebilir ki: Bir kisim ecsâm-i câmide-i seyyare, yildizlar seyyaratindan tut, tâ yagmur kataratina kadar- bir kisim melâikenin sefine ve merakibidirler. O melâikeler, bu seyyarelere izn-i Ilâhî ile binerler, âlem-i sehâdeti seyredip gezerler ve o merkeblerinin tesbihatini temsil ederler.
Hem denilebilir: Bir kisim hayatdâr ecsam, -bir Hadîs-i Serifte «Ehl-i Cennet ruhlari, berzah âleminde yesil kuslarin cevflerine girerler ve Cennet'te gezerler.» diye isaret ettigi طُيُورٌ خُضْرٌ tesmiye edilen Cennet kuslarindan tut, tâ sineklere kadar- bir cins ervahin tayyareleridir. Onlar bunlarin içine emr-i Hak'la girerler, âlem-i cismâniyâti seyredip, o hayatdar cesedlerdeki göz, kulak gibi duygulari ile, âlem-i cismânîdeki mu'cizât-i fitrati temâsa ediyorlar. Tesbîhat-i mahsusalarini edâ ediyorlar. Iste, nasil hakikat böy-
sh: » (S:535)
le iktiza ediyor, hikmet dahi aynen öyle iktiza eyliyor. Çünki, su kesafetli ve ruha münasebeti az olan topraktan ve su küdûretli ve nur-u hayata münasebeti pek cüz'î olan sudan, mütemadiyen hummali bir faaliyetle, letâfetli hayati ve nuraniyetli zevil-idrâki halkeden Fâtir-i Hakîm, elbette ruha çok lâyik ve hayata çok münasib, su nur denizinden ve hattâ su zulmet bahrinden, su havadan, su elektrik gibi sâir madde-i lâtifeden bir kisim zîsuur mahluklari vardir. Hem pekçok kesretli olarak vardir.
Birinci Maksad
Melâikenin tasdiki îmânin bir rüknüdür. Su maksatta dört nükte-i esâsiye vardir.
Birinci Esâs
Vücudun Kemâli, hayat iledir. Belki vücudun hakikî vücudu, hayat iledir. Hayat, vücudun nurudur. Suur, hayatin ziyasidir. Hayat, herseyin basidir ve esâsidir. Hayat, herseyi herbir zîhayat olan sey'e mal eder. Bir sey'i, bütün esyâya mâlik hükmüne geçirir. Hayat ile bir sey'-i zîhayat diyebilir ki: «Su bütün esya, malimdir. Dünya, hânemdir. Kâinat mâlikim tarafindan verilmis bir mülkümdür.» Nasilki ziya ecsamin görülmesine sebebdir ve renklerin -bir kavle göre- sebeb-i vücududur. Öyle de: Hayat dahi, mevcûdâtin kessafidir. Keyfiyatin tahakkukuna sebebdir. Hem cüz'î bir cüz'îyi, küll ve küllî hükmüne getirir. Ve küllî seyleri bir cüz'e sigistirmaya sebebdir. Ve hadsiz esyayi, istirak ve ittihad ettirip bir vahdete medâr, bir ruha mazhar yapmak gibi, Kemâlât-i vücudun umumuna sebebdir. Hattâ hayat, kesret tabakatinda bir çesit tecelli-i vahdettir ve kesrette Ehadiyyetin bir âyinesidir. Bak hayatsiz bir cisim, büyük bir dag dahi olsa yetimdir, garibdir, yalnizdir. Münasebeti yalniz oturdugu mekân ile ve ona karisan seyler ile vardir. Baska kâinatta ne varsa, o daga nisbeten madumdur. Çünki ne hayati var ki, hayat ile alâkadar olsun; ne suûru var ki, taallûk etsin. Simdi bak küçücük bir cisme, meselâ balarisina. Hayat ona girdigi anda, bütün kâinatla öyle münasebet te'sis eder ki, bütün kâinatla, hususan zeminin çiçekleriyle ve nebâtatlari ile, öyle bir ticaret akdeder ki, diyebilir: "Su arz, benim bahçemdir, ticarethanemdir."
Iste, zîhayattaki meshur havass-i zâhire ve bâtina duygularindan baska, gayr-i mes'ur sâika ve sâika hisleriyle beraber o ari,
sh: » (S:536)
dünyanin ekser envâ'iyla ihtisas ve ünsiyet ve mübadele ve tasarrufa sahib olur. Iste en küçük zîhayatta hayat böyle te'sirini gösterse, elbette hayat tabaka-i insâniye olan en yüksek mertebeye çiktikça, öyle bir inbisat ve inkisaf ve tenevvür eder ki; hayatin ziyasi olan suur ile, akil ile bir insan kendi hânesindeki odalarda gezdigi gibi, o zîhayat, kendi akli ile avâlim-i ulviyede ve ruhiyede ve cismâniyede gezer. Yâni, o zîsuur ve zîhayat mânen o âlemlere misafir gittigi gibi, o âlemler dahi o zîsuurun mir'at-i ruhuna misafir olup, irtisam ve temessül ile geliyorlar.
Hayat, Zât-i Zülcelâlin en parlak bir bürhân-i vahdeti ve en büyük bir mâden-i ni'meti ve en lâtif bir tecelli-i merhameti ve en hafî ve bilinmez bir naks-i nezih-i san'atidir. Evet, hafî ve dakiktir. Çünki: Enva'-i hayatin en ednasi olan hayat-i nebat ve o hayat-i nebatin en birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyenin tenebbühü, yâni uyanip açilarak nesv ü nema bulmasi, o derece zâhir ve kesrette ve mebzuliyette, ülfet içinde, zaman-i Âdem'den beri hikmet-i beseriyenin nazarinda gizli kalmistir. Hakikati, hakikî olarak beserin akli ile kesfedilmemis. Hem hayat, o kadar nezih ve temizdir ki; iki vechi, yâni, mülk ve melekûtiyet vecihleri temizdir, pâkdir, seffaftir. Dest-i kudret, esbabin perdesini vaz'etmeyerek, dogrudan dogruya mübaseret ediyor. Fakat, sâir seylerdeki umûr-u hasiseye ve kudretin izzetine uygun gelmeyen nâpâk keyfiyat-i zâhiriyeye mense' olmak için esbab-i zâhiriyeyi perde etmistir.
ELHASIL: Denilebilir ki; hayat olmazsa vücud vücud degildir, ademden farki olmaz. Hayat, ruhun ziyasidir. Suur, hayatin nûrudur. Mademki, hayat ve suur, bu kadar ehemmiyetlidirler. Ve, mâdem su âlemde bilmüsahede bir intizâm-i kâmil-i ekmel vardir. Ve su kâinatta bir itkan-i muhkem, bir incisam-i ahkem görünüyor. Mâdem, su bîçâre perîsan küremiz, sergerdan zeminimiz, bu kadar hadd ü hesaba gelmez zevil-hayat ile, zevil-ervah ile ve zevil-idrâk ile dolmustur. Elbette sadik bir hads ile ve kat'î bir yakîn ile hükmolunur ki; su kusûr-u semâviye ve su büruc-u sâmiyenin dahi kendilerine münasib zîhayat, zîsuur sekeneleri vardir. Balik suda yasadigi gibi, günesin atesinde dahi, o nurânî sekeneler bulunur. «Nâr, nuru yakmaz.» Belki, «ates isiga meded verir.» Mâdem, Kudret-i Ezeliye, bilmüsahede en âdi maddelerden, en kesif unsurlardan hadsiz zîhayat ve zîruhu halkeder ve gâyet ehemmiyetle madde-i kesifeyi, hayat vasitasiyla madde-i lâtifeye çevirir ve nur-u
sh: » (S:537)
hayati herseyde kesretle serpiyor ve suur ziyâsiyla ekser seyleri yaldizliyor. Elbette o Kadîr-i Hakîm, bu kusursuz kudretiyle, bu noksansiz hikmetiyle; nur gibi, esîr gibi ruha yakin ve münâsib olan sâir seyyalat-i lâtife maddeleri ihmâ edip hayatsiz birakmaz, câmid birakmaz, suursuz birakmaz. Belki, madde-i nurdan, hattâ zulmetten, hattâ esîr maddesinden, hattâ mânalardan, hattâ havadan, hattâ kelimelerden zîhayat, zîsuuru kesretle halkeder ki; hayvanatin pekçok muhtelif ecnaslari gibi pekçok muhtelif ruhânî mahlûklari, o seyyalât-i lâtife maddelerinden halkeder. Onlarin bir kismi melâike, bir kismi da ruhânî ve cin ecnaslaridir. Melâikelerin ve ruhânîlerin kesretle vücudlarini kabûl etmek ne derece hakikat ve bedihî ve mâkul oldugunu ve Kur'anin Beyân ettigi gibi onlari kabûl etmeyen, ne derece hilâf-i hakikat ve hilâf-i hikmet bir hurafe, bir dalalet, bir hezeyan, bir divânelik oldugunu su temsile bak, gör:
Iki adam; biri bedevî, vahsî; biri medenî, akli basinda olarak arkadas olup Istanbul gibi hasmetli bir sehre gidiyorlar. O medenî muhtesem sehrin uzak bir kösesinde pis, perisan, küçük bir hâneye, bir fabrikaya rastgeliyorlar. Görüyorlar ki, o hâne; amele, sefil, miskin adamlarla doludur. Acîb bir fabrika içinde çalisiyorlar. O hânenin etrafi da zîruh ve zîhayatlarla doludur. Fakat onlarin medâr-i taayyüsü ve hususî serait-i hayatiyeleri vardir ki, onlarin bir kismi âkil-ün nebattir; yalniz nebâtat ile yasiyorlar. Diger bir kismi âkil-üs semektir; baliktan baska bir sey yemiyorlar. O iki adam, bu hali görüyorlar. Sonra bakiyorlar ki, uzakta binler müzeyyen saraylar, âlî kasirlar görünüyor. O saraylarin ortalarinda genis tezgâhlar ve vüs'atli meydanlar vardir. O iki adam, uzaklik sebebiyle veyahut göz zaîfligiyle veya o sarayin sekenelerinin gizlenmesi sebebiyle; o sarayin sekeneleri, o iki adama görünmüyorlar. Hem su perisan hânedeki serait-i hayatiye, o saraylarda bulunmuyor. O vahsî bedevî, hiç sehir görmemis adam, bu esbaba binaen görünmediklerinden ve buradaki serait-i hayat orada bulunmadigindan der: «O saraylar, sekenelerden hâlîdir, bostur, zîruh içinde yoktur.» der, vahsetin en ahmakça bir hezeyanini yapar. Ikinci adam der ki: «Ey bedbaht, su hakir, küçük hâneyi görüyorsun ki, zîruh ile, amelelerle doldurulmus ve biri var ki, bunlari her vakit tazelendiriyor, istihdam ediyor. Bak, bu hâne etrafinda bos bir yer yoktur. Zîhayat ve zîruh ile doldurulmustur. Acaba hiç mümkün
sh: » (S:538)
müdür ki: Su uzakta bize görünen su muntâzam sehrin, su hikmetli tezyinatin, su san'atli saraylarin onlara münasib âlî sekeneleri bulunmasin? Elbette o saraylar, umumen doludur ve onlarda yasayanlara göre baska serait-i hayatiyeleri var. Evet, ot yerine belki börek yerler; balik yerine baklava yiyebilirler. Uzaklik sebebiyle veyahut gözünün kabiliyetsizligi veya onlarin gizlenmekligi ile sana görünmemeleri, onlarin olmamalarina hiçbir vakit delil olamaz... «Adem-i rü'yet, adem-i vücuda delâlet etmez.» «Görünmemek, olmamaga hüccet olamaz.»
Iste su temsil gibi, ecrâm-i ulviyye ve ecsâm-i seyyare içinde küre-i arzin hakaret ve kesafeti ile beraber bu kadar hadsiz zîruhlarin, zîsuurlarin vatani olmasi ve en hasis ve en müteaffin cüz'leri dahi, birer menba-i hayat kesilmesi, birer mahser-i huveynat olmasi, bizzarure ve bilbedâhe ve bittarîk-il evlâ ve bilhads-is sâdik ve bilyakîn-il kat'î delâlet eder, sehadet eyler, ilân eder ki: Su nihayetsiz fezâ-yi âlem ve su muhtesem semâvat, burçlariyla, yildizlariyla zîsuur, zîhayat, zîruhlarla doludur. Nârdan, nurdan, atesten, isiktan, zulmetten, havadan, savttan, rayihadan, kelimâttan, esîrden ve hattâ elektrikten ve sâir seyyalât-i lâtifeden halk olunan o zîhayat ve o zîruhlara ve o zîsuûrlara, Seriat-i Garrâ-yi Muhammediye (Aleyhissalâtü Vesselâm), Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân, «Melâike ve cân ve ruhaniyattir» der, tesmiye eder. Melâikenin ise, ecsâmin muhtelif cinsleri gibi, cinsleri muhteliftir. Evet, elbette bir katre yagmura müekkel olan melek, semse müekkel melegin cinsinden degildir. Cin ve ruhaniyat dahi, onlarin da pekçok ecnâs-i muhtelifeleri vardir.
Su nükte-i Esâsiyenin Hâtimesi: Bittecrübe, madde asil degil ki, vücud ona müsahhar kalsin ve tâbi olsun. Belki madde, bir mâna ile kaimdir. Iste o mâna, hayattir, ruhtur. Hem bilmüsahede madde, mahdum degil ki, hersey ona irca' edilsin. Belki hâdimdir; bir hakikatin tekemmülüne hizmet eder. O hakikat, hayattir. O hakikatin esâsi da ruhtur. Bilbedâhe madde hâkim degil ki, ona müracaat edilsin, Kemâlât ondan istenilsin. Belki mahkûmdur, bir esâsin hükmüne bakar, onun gösterdigi yollar ile hareket eder. Iste o esâs; hayattir, ruhtur, suurdur. Hem bizzarure madde lüb degil, esâs degil, müstekar degil ki, isler ve Kemâlât ona takilsin, ona bina edilsin; belki yarilmaga, erimege, yirtilmaga müheyya bir kisirdir, bir kabuktur ve köpüktür ve bir Sûrettir. Görülmüyor mu ki: Gözle görülmeyen hurdebînî bir hayvanin ne kadar keskin duygulari
sh: » (S:539)
var ki, arkadasinin sesini isitir, rizkini görür, gâyet hassas ve keskin hisleri vardir. Su hal gösteriyor ki; maddenin küçülüp incelesmesi nisbetinde âsâr-i hayat tezayüd ediyor, nûr-u ruh teseddüd ediyor. Güya madde incelestikçe, bizim maddiyatimizdan uzaklastikça ruh âlemine, hayat âlemine, suûr âlemine yaklasiyor gibi hararet-i ruh, nur-u hayat daha siddetli tecelli ediyor. Iste hiç mümkün müdür ki: Bu madde perdesinde bu kadar hayat ve suûr ve ruhun teressuhati bulunsun; o perde altinda olan âlem-i bâtin, zîruh ve zîsuûrlarla dolu olmasin. Hiç mümkün müdür ki: Su maddiyat ve âlem-i sehadetteki mânanin ve ruhun ve hayatin ve hakikatin su hadsiz teressuhati ve lemaât ve semeratinin menabii, yalniz maddeye ve maddenin hareketine irca' edilip izah edilsin. Hâsâ ve kat'â ve aslâ! Bu hadsiz teressuhat ve lemaât gösteriyor ki: Su âlem-i maddiyat ve sehadet ise, âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmis tenteneli bir perdedir