Yüzüme baktı, tüm içtenliğiyle gülümseyerek anlatmaya başladı:
“O zamanlar öğretmendim Anadolu’da bir şehirde. Kızım üniversite, oğlum lise için İstanbul’a gittiler. Gurbet elde sıkıntı çekmesinler, gariplik yaşamasınlar diye ben de emekli olup, emeklilik paramla bir ev alıp İstanbul’a yerleşmeye karar verdim. Derken emeklilik isteğim kabul edildi, emekli oldum ve heyecanla İstanbul’un yolunu tuttum bizim hanımla birlikte.
Gezdik dolaştık derken hem oğlumun hem de kızımın okullarına yakın bir yerde bütçemize uygun güzel bir ev bulduk. Yılların karşılığı olan emeğimle bundan böyle çocuklarımla bu güzel, şirin evde yaşayacaktık. Benim, hanımımın, oğlumun ve kızımın yani hepimizin keyfi yerindeydi.
Evin parasını yatıracağımız gün evden çıkarken annem; “oğlum parayı ikiye bölün, yarısını biriniz yarısını öbürünüz alsın.saklasın bir şey olursa paranın hepsi gitmesin” dedi. Parayı bankadan çekip aynen annemin dediği gibi ikiye ayırdık. Bir kısmını ben alıp el çantama koydum, kalan kısmını hanım kendi çantasına koydu. Bankadan çıktıktan sonra çok uzaklaşmamıştık ki, iki tane yapılı, uzun boylu delikanlı kolumun altındaki çantayı kaptıkları gibi uzaklaşmaya başladılar. Koştum arkalarından ama mümkün mü yetişmek. Nefes nefese bir duvara yaslanıp, ayaklarımın beni taşıyamayacağını anladım ve yere çöktüm. Hanım da hemen geldi yanıma. Eve nasıl döndüğümüzü bilmiyorum. Bütün hayallerimiz suya düşmüş, yıllarca verdiğim emek yok yere heba olmuştu.
Oğlum; “sıkma canını baba,’tan sana bir şey yapmamışlar. Önemli olan da bu” deyip beni teselli etti. Ailedeki herkeste gördüğüm metanet her şey bitti diye düşünürken her şeyin aslında bitmediğini yeniden düşündürdü bana. Öyle ya sağlıklıydık çok şükür. Paranın yarısı duruyordu ve biraz daha borç harç üstüne koyabilirsek beğendiğimiz kadar güzel olmasa bile yine bize yetecek bir ev alabilirdik. Aynen öyle yaptık. Daha küçük ve mütevazı bir ev beğenip elimizdeki paranın üzerine biraz da dövizle borç alarak koyduk ve sonunda İstanbul’da bir ev sahibi olduk. Ancak artık emekli olduğum için emekli maaşımla borçlarımı ödemem mümkün değildi.
O sıralarda yurtdışından bir iş teklifi geldi. Hanıma; “gideyim, bir sene çalışıp borcumuzu ödeyecek kadar parayı toparlayıp geleyim” dedim ve o yaştan sonra hanımı ve çocukları yeni aldığımız evde bırakıp tek başıma gurbete çıktım. Tabi onca yıllık evlilikten ve çoluk çocuğa karıştıktan sonra gurbet daha bir zor oluyor. Hanım, çoluk çocuk burnumda tüttü. Onlar burnumda tüttükçe ben kendi masraflarımdan kıstım ki borç parasını bir an önce tamamlayıp döneyim.
Derken 1 senemin dolmasına birkaç ay kala develüasyon oldu ve bizim borç bir anda üç katına çıktı. Dolayısıyla benim gurbet serüvenim de uzamak zorunda kaldı. Öyle böyle derken 3 sene bir ayrılık yaşadım hanımdan ve çocuklardan. 3 senenin sonunda biriktirdiğim paralarımla bütün borçlarımı ödedim ve evime geri döndüm. Şimdi gördüğün gibi, bu güzel evimizde afiyetle yaşıyoruz. Sağlığım yerinde, başımı sokacak evim var, emekli maaşım da her ay geliyor.’tan daha ne isteyeyim ki? Ben çok şanslı bir adamım.”
Anlattıkça ben üzüldüm, gözlerim doldu, sabrım taştı. “ne kadar zor” dedim. Ancak görünen o ki o hiç de öyle düşünmüyordu. “Şu an iyisiniz ama o dönemlerde nasıl dayandınız?” diye sordum. “Dedim ya ben çok şanslı bir adamım. Üstesinden gelemeyeceğim bir sıkıntının başıma geleceğine inanmam ben. Bu yüzden her ne yaşarsam yaşayayım mücadele etmem halinde galip olacağıma inancım tam. Eninde sonunda galip olacaksam, ümitsizliğe düşerek kendi kendimi mağlup etmek akıllıca gelmiyor bana” dedi.
Her ne kadar O “ben çok şanslı bir adamım” dese de ben bu şansın sadece O’na özel olmadığını, birçoğumuzun O’nun kadar belki de daha şanslı olduğuna inanıyorum. Ancak bizim kaybettiğimiz nokta üstesinden gelebilecek gücümüz varken ümitsizliğe düşüp galibiyetimizi mağlubiyete çevirmek.
Bugün bıraksanız ümitsizliği siz de göreceksiniz yakın zamanda galibiyetlerinizi ve “ne kadar şanslı” olduğunuzu…
Mehmet Dinç