Şiir, şuur ve nur

Kolay iş değildir yaşamak. Gözbebeğinize düşen her ışık demetini sonsuz prizmalara vuracaksınız. Dudağınıza değen her nimete bir kâinat dolusu selâm göndereceksiniz. Yüzünüze dokunan her hava zerresini ruhunuzun esintisine katacaksınız. Temas ettiğiniz her şeyde, vardığınız her yerde, varlığınızı her dem çoğaltacaksınız. Bakışınızı her gün yeniden yeniye ayarlayacaksınız. Her gece hayaliniz uçsuz bucaksız gökleri bir çırpıda geçip bitirirken, bu toprak bedenin içinde bir ayakkabı söküğünden muzdarip olacaksınız. Kalbiniz sonsuz uzakları, sınırsız zamanları hiç tereddütsüz kucaklarken, günübirlik ekmek kavgasının en ince kaprislerine tahammül edeceksiniz. Nice kâinatlar ruhunuza dar gelirken, en nihayet ayağınıza batan dikenle uğraşacaksınız.

İnsanın şimdi bulunduğu yer, kalması gereken yer değil. İnsan kabına sığmıyor. Kabuğunu zorluyor. Kozasını terk etmeye hazırlanan kelebek misali, hem ayakları yere basıyor, hem uçarı sevdalar taşıyor. İnsan, yeryüzü ile gökyüzü arasında emaneten duruyor. Göklü olduğu halde, dünyanın çekim alanından çıkamamış bir uydu gibi dolanıyor. Gece ortasında ay gibi; "arza bağlı, semâya asılı."

O da öyle yaşadı. Aç kaldı, susuz kaldı. Oysa, tüm bir varlık onun (asm) varlığı ile varlığa doymuştu. Bir kuru ekmekten bile uzak kaldığı oldu. Oysa, zerreden küreye herşey onunla (asm) varlığa yakınlık kazanmıştı. Taşlandı, kovuldu, aşağılandı. Oysa, bütün zamanlar onunla (asm) varlık sevincine kavuşmuştu. Ayağı kanadı, dişi kırıldı. Oysa, taşlar da, ruhlar da onun (asm) haberiyle ebedî sancıdan kurtulmuştu. Yalnız kaldı, hüzünlendi. Oysa, yalnız dağların vahşeti, uzak yıldızların dehşeti onun (asm) müjdesiyle yok olmuş, sürura dönüşmüştü.

Bu dünyada bir beşer olarak yaşamanın en ince kıvrımlarını, en sıradan iniş-çıkışlarını, semâları bir çırpıda aşıp ' kab-ı kavseyn'e varan Resulullah (asm) da tattı. Taşlara dokunarak, ateşi tanıyarak, soğuğu ve sıcağı tadarak, hüznü ve kederi yaşayarak geçti yeryüzünden. Fakat, yanında kâinatın her zerresine hareket veren kulluğu ile adımladı çölün kumlarını. Yaşamanın kendisini sonsuz ıssızlıktan kurtaran, hayatın kendisini ihya eden imanı ile bekledi bir mağaranın kuytusunu bekledi.

O (asm) bütün varlığı kollarına alarak kulluğunu yaşadı. En sıradan şeylerin bile tanıklığını yanına alarak iman etti. Varlığı ve kulluğu, eşyayı ve imanı bir arada tutmak o kadar kolay olmamalı. Miraca çıkacak denli dünyalar aşmış olduktan, tüm varlıktan geçmiş olduktan sonra, Mirac'dan inip, dünyaya dönmek, onca inanmaza muhatap olmak, onca kendini bilmeze hakikati anlatmak kolay tahammül edilir bir şey olmamalı.

Kolay olanı bunlardan birini seçip, bir yanda kalmaktır. Örneğin, varlığı unutup kulluğunuza devam edebilirsiniz. Eşyayı yok sayıp, görmezden gelip imanınızı derinleştirebiliriniz. Ya da varlığa dalıp kulluğu terk edebilirsiniz. İman etmeyi unutup, eşyaya olduğu gibi inanmakla, ötesini aramamakla yetinebilirsiniz.

İman ve hayat öyle kolay bir araya gelen şeyler değiller. Hayatı mü'minâne yaşamak da, imanımıza hayatın içinden tanıklar getirmek zordur. Kulluğumuzu hayatı terk etmeden ortaya koymak da, hayatımızın her ayrıntısına kulluğumuzu taşımak da zordur.

Bu zorları kolay etmenin kolay bir yolunu öğretmiştir bize Risale-i Nur. İmanı hayatın içine taşımıştır. İman etmeyi, "hayatın hayatı" kılmıştır. Yaşamanın her detayında kulluk endişesini ön plana getirmiş, kulluğu nerdeyse bir alışkanlık haline getirmiştir. Kur'anî tefekkürü, nebevî ubudiyeti dilimizin ucuna yerleştirmiştir.

Bu haliyle, Risale-i Nur avam ve havas, entellüktel ya da ümmî her kesimden insanın ortak dili olabilmiştir. Bu topraklarda iman eksenli ve ubudiyet kaygılı özel bir 'kültür dili' oluşturmuştur. Meselâ, ben "tesadüf" yerine "tevafuk" demeyi Risale'den ve Nur talebelerinden öğrendim. Ve biliyorum ki, 'tesadüf' ile 'tevafuk' kelimesi arasında koskoca bir ' iman-ı bilkader rüknü' saklıdır. Tesadüf, sahipsizliği ve kendi başınalığı ima ederken, tevafuk, farkında olmasak da, bilmesek de, her şeyin bir takdire bağlı olduğunu, bir kader çerçevesi içinde akıp gittiğini haber verir. Aynı şekilde, "tabiat" değil de "kâinat" dediğimde, eşyanın kendi kendine olmuşluğunu ima etmek yerine 'kün' emrine muhatap olarak varedildiğini ve 'kün fe yekün' ile halen yeniden yeniye yaratılıyor olduğunu ifade ettiğimi biliyorum. Birisi, 'kâinat'ı 'evren' diye sadeleştirmeye kalktığında, 'kâinat' kelimesinin kökündeki 'kün' emriyle irtibatı kaybeder, kâinatı 'kün' emrinin alanı olmaktan çıkarır.

Risale-i Nur, 'nur talebeliği' eksenli bir yaşama biçimi de ortaya koyar. Hatırlıyorum, ortaokul talebesi olduğum yıllarda, biri elimden tutup dersaneye götürdü beni, beni o yaşta ciddiye alıp her soruma sabırla cevap veren bir ağabeyim oldu... Onun bıraktığı yerden okul arkadaşlarım aldılar; kalbime girip, Risale talebesi olmanın sıcaklığını tattırdılar, dilimi ve damağımı kardeşlik muhabbeti içinde müslümanca yaşamaya ısındırdılar. Bu arada, Yeni Lügat 'in sayfaları arasındaki çileli yolculuğumu yavaş yavaş tamamladım. Yıllar sonra, fark edecektim ki, Risale-i Nur beni 'Kur'ân kelimeleri'ne aşina ediyormuş, dili me 'kelimât-ı tayyibe"yi yerleştiriyormuş. Öylece 'muhabbet'in 'sevmek'ten öte olduğunu, 'ittiba etme'nin 'uymak'tan sıcak ve derin olduğunu fark ettim. Esma-i Hüsna'nın duvardan inip, sayfalardan taşıp dilime, kalbime diri bir nefes gibi yakınlaştığını gördüm.

Bu topraklarda ve bu toprağın dertleriyle hemdert olarak yazıldı ve okundu Risale-i Nur. Kastamonu'daki tüccarın, İstanbul'daki memurun diline, Isparta'daki hacıannenin yüreğine hiç entellektüellik kokusu ve korkusu olmadan yerleşti 'Hocafendi'nin Sözler'i. Analar, jandarmadan kaçırdığı bir kaç Risale sayfasını okuyarak nenniledi yavrularını. Halkçılığın küfründen bunalmış köylü sedire şöyle bir yaslandı, yakın gözlüklerini indirdi de, kırmızı kapaklı kitaplardan her bahar taze bir heyecanla okudu Haşir Risalesini. Öylece genç kızların ve delikanlıların kulağı, "bir köy muhtarsız olmaz, bir iğne ustasız olmaz, öyle de..."lerle yıkandı durdu. Babalar oğullarıyla güreşirken, "fesübhanallah"ı bildiler, "maşaallah'a ısındılar, onun kırmızı kapakları her kapatışında 'Sübhaneke lâ ilme lenâ illâ ma allemtenâ..." dersi aldılar. Nice mutasavvıfın müridlerine nice çileyle bellettiği hakikatlar, tam kıvamında, sonsuz dengeli ifadelerle, sıcacık derviş edasıyla, bu toprağın insanının gizli bilgeliğine aktı. "Cennet Bahçesi"ndeki suyun akışında meleklerin zikrini işitebildi köylüler. Tekir kedilerinin mırmırlarını "Ya Rahim Ya Rahim" diye okudu kasabalı kadınlar. Çam Dağından yıldızlara selâm gönderildiğini gördü Barla köylüleri. Eğirdir Gölünün renk renk bahçelerinde, çiğdemlere vuran günışığında, avuçlarına yatırdıkları her gül pembeliğinde, yeniden ve yeniden yeniye dirilişin müjdesini gözleriyle gördüler, kalpleriyle okudular..

Bu topraklarda, bu toprağın diliyle, hiç tekellüfsüz, hiç zahmetsiz dersler veriyor Risale-i Nur. Hayatı imana, imanı hayata yakınlaştırıyor. Kulluk kaygısını, tefekkür sevincini, hamd sürurunu gündelik hayatın her ayrıntısında canlandırıyor, çalkalandırıyor.

Şükür ki, oğullarımızla güreş tutarken elinden tutup gezerken çiçeklerden Haşir dersi çıkaracak heyecanlar yüklendik artık. Dilimizin altında bir 'kader' farkı taşıyoruz ve 'tesadüfen' değil, bilerek 'tevafuken' diyoruz. Hiç ezbersiz söylediğimiz 'maşaallah'larımız var. Yıldızları seyrederken, semânın derinliklerinde yazılı 'fesübhanallah'ları rasat edebiliyoruz. "Elhamdülillah" sonsuz serinlikte bir su gibi dudağımıza değiyor. "Sübhanallah" derken, yeryüzündeki bütün kirler kalkıyor, bütün tozlar temizleniyor. "Hasbünâllah" dilimizdeyken, kalbimiz sonsuz geniş, sonsuz derin bir okyanusa dalıyor gibi huzurla yıkanıyor.

Kolay değildir arzlılara semâvî kaygılar benimsetmek. Dünyalıları dünyadan öte taşımak kolay değildir. Günübirlik telaşlar içinde yedi kat göklerin tefekküründe olmak kolay değildir. Ekmek kavgasını sonsuz hamd pazarına dönüştürmek kolay değildir. Bu topraklarda kalıp, tâ ötelerde indirilen vahyin hummasına tutulabilmek, heyecanı bin yıl öncesinde kalmış sanılan Kitab'ın harflerine yeniden tutunabilmek hiç kolay değildir. Yaşadığı toprağın dilini konuşup Kur'ân'ın dilini toplumun her şivesine benimsetmek, ülkenin her köşesinde yankılandırmak kolay değildir. Risaletin dünya-ahiret dengesini her satırda yeniden inşa etmek, herkesin göğsüne sımsıcak uhrevî muştular yerleştirmek hiç kolay değildir.

Çünkü yaşamak kolay iş değildir. Hele, imanı yaşamak hiç kolay değildir.

Risale-i Nur zoru kolay ediyor. Yaşamayı inanmaya dönüştürüyor. Ayağımızı yerden kesiyor. Görünürden görünmeyene 'pencereler' açıyor. Bizi yalınkat yaşamaktan, çok boyutlu yaşamaya çağırıyor. İnanmayı yaşamak kadar yakın ediyor bize.

Aslında, Risale-i Nur, başlı başına bir 'sehl-i mümteni' sanatıdır. Zor olanı kolayca söylüyor. Karmaşık olanı durulaştırıyor. Anlaşılmazları sade bir dile döküyor. Ben' imizi, benliğimizi, bencilliğimizi kristal bir şuurun köşelerine vurup parçalayarak sonsuz renkli ve ahenkli bir 'Nûr'a dönüştürüyor.

Şuuru hayata taşırıyor ve hayatı şiire taşıyor Risale-i Nur.


Senai Demirci, 1999

--------------------------------------------------------------------------------