Zevkçilik ve Oruç
Zevkçilik bir hayat felsefesidir ve bilimsel olarak “hedonism” (ya da bizdeki kullanımıyla hedonizm) diye adlandırılır. Hedonizm, Grolier Multimedia Encyclopedia’da zevkin tek değerli şey olarak kabul edildiği; bütün seçimlerin mümkün olan en fazla zevki elde edecek şekilde yapıldığı hayat felsefesi olarak tarif edilmekte. Bu anlayış, Nedim’in “Gülelim, eğlenelim, kâm alalım dünyadan,” mısralarıyla sloganlaşmakta, “İç bâde, güzel sev, var ise akl-ü şuurun/Dünya var imiş, ya ki yok imiş ne umurun” mısralarıyla insanı hangi seviyeye düşürebileceğini göstermekte.
Zevkçi olan birisi zevklerin en yükseğine ulaşmayı kendine hedef edindiğinden, onun için hayatın gayesi zevktir. Dolayısıyle zevki uğrunda başkalarının hakkına tecavüz etmeyi göze alarak herşeyi yapar. “Ben tok olsam, başkası açlıktan ölse bana ne.” 1 der . Böyle insanlar çalışmayı da sevmezler. Kazanmak için ter dökmek istemezler . Zevkleri için harcayacakları parayı sâf ve masum insanların sırtından elde ederler. “İstirahatim için zahmet çek; sen çalış, ben yiyeyim.” 1 derler. Bu da toplum hayatını mahveder ; “ihtilâlât” ve “fesâda” sebep olur. Çünkü toplumun çoğunluğunu mâsum ve âciz olan çocuklar, hastalar, fakirler, ihtiyarlar ve musibete uğrayanlar teşkil ederler. Zevki peşinde koşan “sarhoş delikanlılar”, “zayıflara, âcizlere dünyayı cehenneme” çevirirler. 2
Kadını “yasak zevklerin aracı” kabul eden bu zihniyet, “şefkat kahramanı anayı” tanımaz. Eşiyle gençlik ve güzelliği devam ettiği sürece “arkadaş”tır. Onunla olan “arkadaşlığı” “kısacık, bir iki saat sûrî bir refâkatten sonra ebedî bir firak ve müfârakata” uğrar. Bu ise ancak “gayet sûrî ve muvakkat ve esassız, hayvan gibi bir rikkat-i cinsiye manasında ve bir mecâzî merhamet ve sun’î bir hürmet verebilir. Ve hayvanâtta olduğu gibi, başka menfaatler ve sâir galip hisler, o hürmet ve merhameti mağlup edip, o dünya cennetini cehenneme çevirir” 2
“İnsanlar bir organın azalarıdır” hakikatini anlamayarak, insanların ızdıraplarına kayıtsız kalabilen bu insanlar, insanî özelliklerini kaybederler. Masum ve yardıma muhtaç olan çocukları, keyif aracı olan parayı paylaşarak azaltan bir düşman olarak görür ve doğmadan öldürülmelerinin gerekliliğine inanırlar.
“Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkını vermek Allah’a âit olmasın.” 3 âyeti ile insanın yaşaması için gerekli olan “hakîki rızık" taahhüd-ü Rabbânî altındadır. “Sû-i istimâlât ile hâcât-ı gayr-ı zarûriye hükmüne” geçen “rızk-ı mecâzî” ise “taahhüd-ü Rabbânî altında olmadığı için, bu rızkı tahsil etmek, husûsan bu zamanda, çok pahalıdır.” Şu halde zevkinin esiri olan “başta izzetini feda edip zilleti kabul etmek, bazan alçak insanların ayaklarını öpmek kadar mânen bir dilencilik vaziyetine düşmek, bazan hayat-ı ebediyesinin nûru olan mukaddesât-i dîniyesini feda etmek suretiyle o bereketsiz, menhus malı alır.”4
Eğer vicdânî duyguları tamamen yok olmamışsa, “aç ve muhtaç olanların elemlerinden ehl-i vicdâna rikkat-i cinsiye vâsıtasıyla gelen teellüm” meşru olmayan yollardan kazandığı parayla aldığı lezzeti acılaştırır. Bu acıyı ve sınırsız zevki tatmin edememenin verdiği sıkıntıyı yok etmek için aklını uyutması gerekir. Artık yeni dostları uyuşturucu ve alkoldür. Uyuşmuş, iyiyi kötüden, dostu düşmandan ayırtedemeyen böyle fertlerden oluşmuş bir toplum için hürriyet kapısı kapanıp esaret kapısı açılmaya başlar. Sonuçta kolayca bölünüp yutulmaya hazır hale gelir. Zevkçiliği, özgürlük ve hürriyetin göstergesi olarak ortaya koyanların ne amaca hizmet ettiklerini sizlerin takdirine bırakıyorum.
“İnsanın nefsi yemek, içmek hususunda keyfemâyeşâ hareket ettikçe, hem şahsın maddî hayatına tıbben zarar verdiği gibi, hem helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, adeta mânevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir, serkeşâne dizginini eline alır. Daha insan ona binemez; o insana biner.” 5 "Hem kendini kemâl-i şefkatle terbiye eden Hâlıkını unutur. Hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez; ahlâk-ı seyyie içinde yuvarlanır.” 6
Bu kadar izahtan sonra şöyle bir soru akla gelebilir: Gerek toplum ve gerekse şahsi hayatı cehenneme çeviren zevk duygusu insana niçin verilmiştir? Dikkat ederseniz, hem baştaki tanımda, hem de daha sonraki açıklamalarda geçen zevk, amaç edinilen, hayatın gayesi kabul edilen, herhangi bir sınır konulmayan, uğrunda başkalarına ve kendisine zararı düşünülmeden herşeyin yapıldığı kavramdı. Ama zevk, amaç değil, araç olmalıdır. Eğer helal dairesinde kalırsa, diğer bütün hislerde olduğu gibi, faydalı hale gelir. Onu faydalı hale getirmek de ancak insanı en mükemmel şekilde yaratıp ona bütün hisleri koyan Hakîm, Kerîm, Âdil ve Rahîm olan yaradanın “Yiyin, için, fakat israf etmeyin” 7 ölçüsüne uymakla olur. Böyle olunca zevk hissi amaç olmaktan çıkıp, bir araç haline gelir. Evet "dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşrû dairedeki keyfe iktifa ediniz; o, keyfinize kâfidir." 8
Amaç, îman ve ibadet için yaratılan insanın ferdî hayatının ve neslinin devamını sağlamaktır. İnsana zevk duygusu verilmeseydi, yiyemez, içemez ve neslinin devamını sağlayamazdı. Örneğin ağızdaki tad alma duyusu “bir kapıcıdır; mide, cesedin idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir.” 9 Tatma duyusunu kapıcı hükmünde tutup ona göre bahşiş vermek “hikmet-i İlâhiyeye uygun hareket” etmektir. Eğer saray hâkimine gelen hediye “kırk para” iken, kapıcıya “dokuz defa fazla bahşiş” verilirse kapıcı baştan çıkar. “Hakim benim” der. “Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak.” 9 Fakat, hakîki şükür, hakîkat ve kalb ehlinin tad alma duyusu “rahmet-i İlâhiyenin matbalarına bir nâzır ve bir müfettiş hükmündedir.” Gıdalar adedince dilde bulunan ölçücüklerle nîmet-i İlâhiyenin çeşitliliğini tartmak ve tanıttırmak, manevi bir şükür şeklinde cesede, mideye haber vermekle görevlidir. O zaman, o dildeki tatma duyusu, “rahmet-i İlâhiye hazînelerinin bir nâzır-i mâhiri ve kudret-i Samedâniye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar.” 10
“Ey dil, iyi tad! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede, hazîne-i hâssa-i Rahmet nâzırı nerede?” 10
İşte oruç, insanın sınırsız zevk isteğine bir hat koyan, ona gerçek vazifesini, zevkin bir amaç değil araç olduğunu hatırlatan bir nimettir. Hem sosyal hayata, hem şahsi hayata, hem sınır tanımayan nefsin terbiyesine bakan hikmetleri vardır.
Sınırsız zevklere müptela olan insan anlar ki “kendisi mâlik değil memlûktür; hür değil, abddir. Emir olunmazsa en âdi ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz" 11 Şiddetli bir hırs ve açgözlülük ile dünyaya sarılıp, çirkin ahlak içine yuvarlanan, bu yolla toplum hayatını mahveden insana oruç, zaafını ve aczini ve fakrını hissettirir. Açlık vasıtasıyla midesindeki ihtiyacını anlar. “Nefsin firavunluğunu bırakıp kemâl-i acz ve fakr ile dergâh-i İlâhiyeye ilticaya bir arzu hisseder.” 11
Böyle bir ruh haletine giren insan, alışagelmiş olduğu zevklerini tatmin uğruna muhtaç ve zayıfların haklarına tecavüzü terkeder. Bilakis onlara yardım eder. Çünkü, “zenginler, fukarânın acınacak acı hallerini ve açlıklarını, oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa, nefisperest çok zenginler bulunabilir ki, açlık ve fakirlik ne kadar elîm ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez. Bu cihette insaniyetteki hemcinsine şefkat ise, şükr-ü hakikînin bir esasıdır. Hangi fert olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir; ona karşı şefkate mükelleftir. Eğer nefsine açlık çektirmek mecburiyeti olmazsa, şefkat vasıtasıyla muavenete mükellef olduğu ihsanı ve yardımı yapamaz, yapsa da tam olamaz. Çünkü, hakikî o hâleti kendi nefsinde hissetmiyor.” 11
Oruç, “insana en mühim bir ilâç nev'inden maddî ve mânevî bir perhizdir.” İnsan, “Ramazan-ı Şerifte, oruç vasıtasıyla bir nevi perhize alışır, riyazete çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir. Biçare zayıf mideye de, hazımdan evvel yemek yemek üzerine doldurmakla hastalıkları celb etmez. Ve emir vasıtasıyla helâli terk ettiği cihetle, haramdan çekinmek için akıl ve şeriattan gelen emri dinlemeye kabiliyet peydâ eder. Hayat-ı mâneviyeyi bozmamaya çalışır.”5
İnsan vücudunda, mideye yardımcı olan diğer cihazlar yaratılmıştır. Eğer bu cihazlar belli bir süre dinlendirilmezlerse, nefis onları kendilerine has ibadetlerinden alıkoyar; sürekli kendisine hizmet ettirir. Fakat, oruçla birlikte bu yardımcı cihazlar, yalnız mide fabrikasına hizmet için yaratılmadıklarını, başka ulvî vazifelerinin olduğunu anlarlar. “O fabrikanın süflî eğlencelerine bedel, Ramazan-ı Şerifte melekî ve ruhanî eğlencelerde telezzüz ederler, nazarlarını onlara dikerler. Onun içindir ki, Ramazan-ı Şerifte mü'minler derecâtına göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, mânevî sürurlara mazhar oluyorlar. Kalb ve ruh, akıl, sır gibi letâifin o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır. Midenin ağlamasına rağmen, onlar mâsumâne gülüyorlar.”5
Cenab-ı Hak , "[Allah] onu ummadığı bir şekilde rızıklandırır”12 kaidesince yeryüzünü bir nimet sofrası şeklinde yaratıp ve çok değisik nimetleri o sofraya dizip kemâl-i Rububiyetini ve Rahmâniyet ve Rahîmiyetini ifade ediyor. İnsanlar gaflet perdesi altında ve esbab dairesinde, o vaziyetin ifade ettiği hakikati tam göremiyor, bazan unutuyor.”13 Böyle bir durumda nefis Rabbini tanımak istemiyor; firavuncasına kendi rubûbiyet istiyor. “Ne kadar azaplar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını, fakrını gösterir, abd olduğunu bildirir.”14
Sonuç olarak, "şu dünyadaki tezyinât, yalnız telezzüz veya tenezzüh için değil. Çünkü, bir zaman lezzet verse, firâkıyla birçok zaman elem verir. Sana tattırır, iştahını açar, fakat doyurmaz. Çünkü, ya onun ömrü kısa, ya senin ömrün kısadır; doymaya kâfi değil. Demek, kıymeti yüksek, müddeti kısa olan şu tezyinât ibret içindir, şükür içindir, usûl-ü dâimîsine teşvik içindir, başka gâyet ulvî gâyeler içindir."15 "Hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet, yalnız îmanandadır ve îman hakikatleri dairesinde bulunur."16 Hayattan hakiki zevk almak, ancak hayatı îman ile hayatlandırmak ve farzlarla zinetlendirip günahlardan çekinerek muhafaza etmekle olur.
Ömer Kağan, 13 Ocak 1998
--------------------------------------------------------------------------------
Bediüzzaman Said Nursî, "Hakikat Çekirdekleri", Mektûbât, sayfa:456, Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1994.
Bediüzzaman Said Nursî, "Dokuzuncu Şuâ, Mukaddime", Şuâlar, sayfa:167, Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1994.
Hûd Sûresi: 6.
Bediüzzaman Said Nursî, "On Dokuzuncu Lem’a", Lem’alar, sayfa:146, Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1994.
Bediüzzaman Said Nursî, "Yirmi Dokuzuncu Mektub", Mektûbât, sayfa:392, Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1994.
age, sayfa:389.
A’râf Sûresi: 31.
Bediüzzaman Said Nursî, "On Üçüncü Söz", Sözler, sayfa:132, Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1993.
Bediüzzaman Said Nursî, "On Dokuzuncu Lem’a", Lem’alar, sayfa:144, Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1994.
Bediüzzaman Said Nursî, "Altıncı Söz", Sözler, sayfa:32, Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1993.
Bediüzzaman Said Nursî, "Yirmi Dokuzuncu Mektub", Mektûbât, sayfa:389, Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1994.
Talâk Sûresi: 3.
Bediüzzaman Said Nursî, "Yirmi Dokuzuncu Mektub", Mektûbât, sayfa:388, Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1994.
age, sayfa:393.
Bediüzzaman Said Nursî, "Onuncu Söz", Sözler, sayfa:73, Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1993.
Bediüzzaman Said Nursî, "On Üçüncü Söz, İkinci Makamın Haşiyesi", Sözler, sayfa:137, Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1993.
--------------------------------------------------------------------------------