NUR’A KARŞI “BALTA” ÇEKEN YOBAZLARIN: AĞAÇ ZAFERİ ! ?

Abdullah Başak

Dört ay önce idi. 30’u aşkın yabancı ülkeden çeşitli dallardan bilim adamları,
iki otobüse dolup gelmişlerdi Barla’ya. Çam Dağı’na, oradan da Bediüzzaman
Hazretleri’nin talebesi olan Ali İhsan Tola ile görüşmek için Senirkent’e...

Bediüzzaman ve Risale-i Nurları hakkında, İstanbul’da beşincisi düzenlenen
Uluslararası Sempozyum’a bildiri sunmak için gelmişlerdi ülkemize, sonra da
okudukları eserlerin yazıldığı yerleri, Bediüzzaman’ın yaşadığı şartları merak
ettiklerinden; Isparta, Barla ve oradan da Çam Dağı’na çıkmışlardı. Bu
profesörleden birisi aynı zamanda bir üniversete rektörü idi. Ve ben bu rektörün
kendi ağzından “Bu yıl üniversiteye Risale-i Nurları ders kitabı olarak
koyacağım.” dediğini işittim. İşte böyle bir müfessirin her yıl, üç ay bir ağaç
üzerinde yaşaması, dünyanın neresinde olursa olsun, kim olursa olsun; ‘orijinal’
bir hadise idi.

Bu Hazret-i Mevlana’nın eserlerini okuyup da merakını gidermek, ruhunu yâd
etmek maksadıyla insanların Konya’ya gitmeleri gibi bir şeydir. Beziüzzaman’ın
eserlerinden istifade edenlerin de Barla’ya gitmeleri...

İşte bu ziyaret beldelerinden olan Çam Dağı’ndaki, Bediüzzaman Hazretleri’nin
yazları üç ay üzerinde yaşadığı, Allah’a dua ve ilticada bulunduğu bir Katran, bir
de Çam Ağacı vardı! Vardı diyorum. Çünkü; artık Allah’ın bir kuluna kuş gibi
“yuvalık” yapan o ağaçlar şimdi yok. Bu karda-kışta birileri
erinmemiş-üşenmemiş, Çam Dağı’nın tepesine çıkıp motorlu ağaç testeresiyle
hususi o iki ağacı kesmişler...

( Daha önce çok defa kesme teşebbüsleri olmuş. Her defasında bir inayet o
ağaçları korumuştu. Ağaçların üzerinde “şahit olarak” pek çok balta yarası
vardı. Demek vadeleri yetince, teşebbüs amacına ulaşmış. Tıpkı; Bediüzzaman
Hazretleri’nin hayatında 18 defa şiddetli zehirle zehirlendiği halde ölmeyip de,
vadesi yetip, vazifesi tamam olunca, bünyedeki zehrin kana karışıp vefat etmesi
gibi....)

Bundan tam kırk sene evvel, 27 Mayıs İhtilali’nin hemen akabinde Bediüzzaman
Hazretleri’nin Urfa’daki mezarı ve naaşıda böyle bir “tecavüze” uğramıştı. O’na;
hayatında rahat-huzur vermeyenler, şahsından ve kitaplarından alamadıkları kin
ve intikamlarını, mezarını yıkıp-parçalayarak, cesedini kaldırıp-kaybederek
almak istemişlerdi.

Yine, İhtilalin birinci gününde, radyoda 7.30’da inkılap duyurulur. Saat yedi
buçuğu beş geçe ise; Barla’da, evinin önünde bulunan büyük Çınar Ağacı’na dua
etmek için çıktığı merdiven, jandarmalar tarafından kırılarak kaldırılır.

Bu ağaç kesme işi de bir parça onlara benziyor. Sanki; kitaplarına bir kusur
bulamayanlar, fikir ve davasını çürütemeyenler, hınçlarını elsiz-ayaksız ve
savunmasız mezardan, naaşından, kendi yaptırdığı mescidinden ve üzerinde dua
ettiği ağaçlardan çıkarıyorlar gibi...

“Gibi” diyorum. Çünkü olaya başka türlü bir izah bulamıyorum. Geçmiş olayların
izi, bizi bu işte de “derinlere” götürüyor. Zaten “devlet koruması altındaki”
orman ağacının kesilmesi işini aydınlatmak vazifesi de devlete düşüyor. Bu
hadise “fail-i meçhul” kalırsa, ister-istemez diğer fail-i meçhuller gibi “aynı
adrese” fatura edilir. Bakalım Orman idaresi, olayın faillerini bulup “orman
kanunlarını” tatbik edebilecek mi? Yoksa, “Hukuk devletinde, orman
kanunlarıyla iş yapanlar” derin bir sessizlikle mi karşılayacak?

Acaba cahil, kandırılmış çobanların ya da çocukların bir işi olabilir mi? Bir insan
ne kadar Bediüzzaman’a kızarsa kızsın, bu karda-kışta, fırtınada dağın tepesine
bu iş için çıkmayı göze alır mı? Kar bastırmadan ağaçları kesip, kimse görmeden
ta ertesi bahara kadar olayın “kim vurduya” gitmesini kim planlayabilir?

Neticede iki ağaç kesilmiş, Bediüzzaman’dan kalan iki hatıra yok edilmiş. Peki,
bunu yapan adamlar Nur Risalelerini ortadan kaldırmadıktan, kaldıramadıktan
sonra, böylesi çocuk oyuncağı gibi tecavüzlerle ne elde edebilirler ki? Ne yani?
Barla ve Çam Dağı’nı da coğrafyadan silmeyi mi deneyecekler? Bediüzzaman;
“Küfrün bel kemiğini kırmışım. Bir daha belini kaldırıp doğrulamaz!” diyor. “Sizin
dinsizleriniz de dahil olduğu halde Avrupa'nın bütün dinsiz feyleoflarını
hayvandan aşağı düşürmüşüm!” diyor.

Demek, “beli kırılanların” Bediüzzaman’ın karşısına ilimle, fikirle, akıl-mantıkla
çıkmaya gücü yetmeyen “gizli din düşmanı” mihrakların gücü, ancak ağaçlara
yetiyor. 70 yıldır yetişen İslam ağacını kesme, bölme, parçalama, yakma, yıkma
dışında bir şey yapmamış olanlar, ortaya Risale-i Nurlar gibi bütün dünya
dillerine çevrilmiş “evrensel” bir eser çıkaramamış olanlardan, başka ne
beklenir ki?

Var mı yetiştirdikleri Bediüzzaman çapında “evrensel” bir düşünür, ilim, fen ve
sanat adamı? Milyonlarca insanın kitaplarını satır-satır okuduğu bir mütefekkir?
Adına enstitüler kurulan, eserleri yabancı üniversitelerde ders kitabı olarak
okutulan müellif, müfessir, mütefekkir? Ortaya bir eser koymak, bir
enternasyonal iş başarmak; emek ister, himmet ister, zeka ister, inayet ister.
Zor iştir; “yetiştirmek.”

Kesmek, kırmak, bölmek, yakıp-yıkmak ise çok kolaydır. Bir Bediüzzamanın’ın
eserlerine, yetiştirdiklerine, bir de karşı çıkanların ellerindeki “baltalara”,
kullandıkları metotlara bakıp kıyaslarsanız, kimin “galip” olduğunu hemen
anlarsınız. Dinsiz, anarşist, ateist, yabancı uşağı nesiller yetiştirenlerin gücü;
beyinlere, ruhlara, kaplere değil; ancak “korumasız ağaçlara, hatıralara balta
çekmeye” yeter... Hala daha Bediüzzaman’ın Kürtlüğüne, olmayan Kürtçülüğüne
takılıp kalmış kafaların ufku, çapı, kabiliyeti işte bu kadar... “İrtica
savaşçılarının” sırf “yeşil” diye, işi ağaçlara saldırmaya kadar vardıracakları,
doğrusu kimsenin aklına gelmezdi...

“Efendim, o ağaca tapıyorlardı!”

Madem öyle; Bediüzzaman’ı ve eserlerini çürütmek için bundan daha iyi delil mi
olur? İspatlarsın o iddia ettiğin “tapınmayı”, bitirirsin işini. Bu kadar uğraşmana
ne gerek var? Bütün ömrü; “Allah’dan başkasına tapmayın!” demekle geçen birisi
için böylesi bir iddiaya hangi ahmak inanırsa!?

(Kendisi “ölümlü” olanın, üstünde oturduğu ağaç ölümsüz olur mu hiç? Kim demiş
o ağaçlarda “kutsallık var” diye? Öyle olmuş olsa idi, her ziyarete giden bir
parça kopararak çoktaaan kökünü bitirirlerdi. Bir mübarek olayın hatırası,
tarihe bir canlı şahit idi o ağaçlar. Şimdi milyonlarca fotoğraf ve kartpostallarda
yaşayacaklar. Belki de zalim bir devrin “sessiz sembolü” olarak dünyaya
“tanıklık” edecekler. Bu işi kimler yaptıysa; bence ellerindeki baltayı taşa bile
değil, kendi başlarına vurdular... Bıraksalar, tabii ömrünü tamamlayıp, yıkılıp
gidecek bir ağaçtan, bir dönemin “karakter ve kafa yapısını gösteren sembol bir
şahit” çıkardılar. Artık bundan sonra; “Allah’a açılmış bir el” şeklindeki ağaç
resimlerini, maketlerini, simgelerini her yerde görebiliriz. Allah’ın dünyadaki bir
misafirine “yuvalık” yapan bir ağaç, ancak bu yolla, bu kadar ölümsüz ve meşhur
olabilirdi. Tebrikler...

İşin kader boyutuna gelince; Peygamberimize (s.a.v) Mekke dışında bir büyük
ağacın altında Medineli bir gurup Müslüman; “Seni; canımız, malımız bahasına
ölünceye dek korumak için Allah’a söz veriyoruz!” diye biat ediyorlar. Bu olay,
Allah’ın hoşuna gidiyor ve onlara büyük mükafatlar vaad eden ayetler iniyor.
Daha sonra, bu biat olayında bulunan sahabeler, her sene aynı ağacın altında
buluşup, o biat hatıralarını yad ediyorlar. Bu Hz. Ömer devrine kadar sürüyor.
Ondan sonra devam etmiyor. Çünkü; Bu sahabelerin, bir kutlu olayın yıl
dönümünde hatıra tazelemek olarak yaptıkları işi, sonradan gelenler ve
dışarıdan bakanlar nazarında olayın aslını bilmedikleri için; “O ağacın zatında
bir kutsiyet var.” diye düşünmeye, zannetmeye başlıyorlar... Vakıa bu hale
gelince, Hz. Ömer R.A da o “Samra” ağacını kestiriyor...

İşte, -Allah-u A’lem- Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinden hatıra kalan o iki
ağacın başına gelenler de böylesi bir kader cilvesi olsa gerek!

Bundan sonra Barla’ya, Çam Dağı’na gelen yerli ve yabancı ziyaretçilere ne
denilecek? O ağaçların eski halinin fotoğrafları gösterilip: “Bakın böyle idi.
Sonra kestiler!”

Kimler kesti?
Güçü ağaçlara yeten fikir fukaraları... Yakıp-yıkmaktan başka bir mahareti
olmayan zeka hadımları... İlahi rahmetten nasipsiz hırçın ruhlar... Bu millete huzuru çok gören hain mihraklar... Camii yakıp; “Aleviler yaktı!”, Cemevini silahla tarayıp; “Sünniler yaptı!”, solcu öldürüp; sağcılara, polisi tarayıp; örgütlere yıkmaya çalışan aşağılık provakatörler... Giydirilmiş kütükler... Yabancı emellerinin, yerli uşakları... vs. vs... Ne bilelim kimlerin kestiğini? Bir hırsız gibi gizli-kapaklı kaçak işler yaptıklarına göre; “icraatlarına sahip çıkacak değerli ve şerefli” insanlar değillermiş demek ki!... “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz. Katilin rütbe-i aklı görünür cinayetinde!”

Aslında; ne mezarını tahrip edip cesedini kaybedenlerin; “Bir vasiyeti yerine
getirdiklerinden” haberleri var; ne de ağacını kesenlerin “Bir büyük iradenin,
-kaderin- hükmünü icraa ettiklerinden...” Bunlar; İlahi senaryonun “kötü adam
rollerini” gönüllü oynayan birer “artist” den başka bir şey değiller... Zavallılar;
rollerinin “İlahi senaryo” ile sınırlı olduğunu bile bilemiyorlar. Nur’a karşı
“baltalarla” savaşa çıkıyorlar. Bunları gördükten sonra; Yel değirmenlerine
karşı mızraklarla savaşa çıkan “Donkişot”a gülebilir misiniz?

Abdullah Başak, Yeni Asya


--------------------------------------------------------------------------------