BÖLÜM 7
AVRUPALI MÜSLÜMAN TÜRKLER
“Koskocaman Türk dünyasının şöyle veya böyle biraraya gelmesi, Avrupalı’yı da biraz yumuşatır gibi geliyor bana.… Tepeden bakan bir Avrupa ile değil de, iç değerlerine ulaşmış iki dünya arasında farklı bir anlaşma olabilir.”
“Asya cumhuriyetleri aslında Türkiye’den bir şey bekliyorlardı. Belki hayallerinde değişik güçlere karşı bir pakt olmayı umuyorlardı. Zülf-ü yâre dokunmadan, yani dünyada dengeleri elinde tutanları rahatsız etmeden bir şey olmayı bekliyorlardı. Bunları veremedik ama, onlar ümitlerini yitirmediler.”
Modern Türkiye’de Kültürel İslam Sentezi
“Şimdi isli bir camdan bakıyoruz, ama sonra yüz yüze geleceğiz” demiş Anadolu topraklarında iki bin yıl önce yaşayan Pavlus. İşte yüz yüze geldik. Ulusal kültür sentezini üretemeyen, Selçuklu–Osmanlı sentezini inkâr eden aydınlar asla halka ulaşamadılar. Tabanı olmayan, şabloncu bakış onları hep savurdu. Onlar sömürge valisi zihniyetini atamadıkları için doğan ve yükselen Türk burjuvazisine ideoloji üretemediler. Bu ülkenin kendi tarihinden, koşullarından ve kültüründen sentez üretemeyen aydınlar ve bürokrasi hep dayatmacı oldu. Kendi dışında herşeyi küçümsedi.
Maddi olanın karşıtı olarak konan kültürel, ruhsal, sanatsal gibi kavramlar ihtiyaç dışı olarak algılandı. Kitleler kültürel pratiğin üretim araçlarından yoksun kaldı. Yanıltıcı bir biçimde maddi olanla kültürel olan arasında karşıtlık yaratıldı. Türkiye bu eksiklik nedeniyle hep topallayarak, geri dönerek, yerinde sayarak enerjisini harcadı.
Fethullah Gülen Hocaefendi, bir Cumhuriyet çocuğu ve onunla yaşıt sayılabilir. O totaliter zihniyetin dışında Mustafa Kemal’in düşündüğü sentezi ortaya çıkaracaklardan biri olabildi. O şabloncu değil. Elindeki malzemeden yeni bir değer üretmeyi bilmiş. Bilgiyi bir taş yığını olarak görmüyor, bir piramit ya da bina oluşturacak zihni faaliyet ve süreç olarak görüyor. O yüzden çok yalnız. Yerleşik hırslar, kavgalar ve alışkanlıklarla boğuşarak zor bir yolculuk geçiriyor. Kimse dengenin bozulmasını, kendi yerinin değişmesini ya da yeni bir şeyi istemiyor. Bu emek ister. O nedenle o, “bireysel çiçek açmak çok zor bir iş, çok güç bir iş. Çok fazla gayret istiyor. Öbür sığınma ise çok daha kolay. Ve genelde de bizde tercih edilen o” diyor bana. Cumhuriyet ideolojisinin yaratmak istediği ‘Müslüman Avrupalı Türk’ buydu. Dini bütün ve Batı formasyonlu bir yeni sentez. Osmanlı’yı aşan bir sentez yeni Türk Cumhuriyeti’ni belirleyecekti. Anadolu’nun ‘gönül gözü’ ile baktığı, muhabbet ettiği ve gönül Müslümanlığıyla sevdiği bir İslam anlayışı. Tüm dünyayı kucaklayan sevginin, Yunus’larda, Hacı Bektaş Veli’lerde ve Mevlana’larda ruh bulduğu İslam anlayışı. Bu kültürel zenginlik Osmanlı sınırları içindeki insanlara Müslümanlığı benimsetmişti: Bosna gibi. Onu yüzyılın son kanlı savaşıyla söküp alamadılar.
Bugün Türkiye, hâlâ, Osmanlı kültür coğrafyasına sahiptir. Bu sınırların genişliği bizim kültürel zenginliğimizin ifadesidir. Orta Asya geldiğimiz, Avrupa gittiğimiz yerdir. Türkiye hazinesinin üstünde uyumaktan vazgeçmeli. Çok pinti birinin evinde sakladığı paraların nemlenip çürümesi, farelerin yemesi gibi, biz kültür varlığımızın kıyısından köşesinden yenmesine izin vermemeliyiz. Ulusal kültür sentezini oluşturacak her şeyimiz var.
Türk orta sınıfı ve yükselen Anadolu burjuvazisi yetmiş yılın sonunda bir ideoloji ihtiyacını gidermek istiyor. Bunun içinde dini, kültürü, tarihi, ekonomiyi, modern ve Batılı değerleri, geleceği, politik hedefleri, hümanizmi görmek istiyor. Dünya ile bir kültür evliliğine hazırlanıyor Türkiye. Oysa herkes ‘kendi heva ve hevesine uyup’ küçük dayatmaların, hırsların kavgasını veriyor. Türkiye zihin coğrafyasını genişletmeli ve buradaki ruhu aklıyla bulmalı. Birbirimize hep isli bir camdan baktık, artık yüz yüze gelme zamanı.
Nevval SEVİNDİ
N.S.— Tanzimat Fermanı’nda da belirtilen ‘Avrupalı Müslüman’ kimliği bizi belirleyen bir kimlik mi? Türk Avrupalı Müslüman kimliği geleceğindir diyebilir miyiz?
F.G.— Bu bizim beklentilerimiz olabilir ve bununla beklediğimiz başka şeyler de olabilir. Belki bazılarının kuruntu olarak sayabileceği şu mülahazalarımızla, mülahazalarınızla sizin bizim hepimizin beklentileri olabilir. Avrupa ile makul ve kendi şartları içinde, bizim de kendi şartlarımızı ortaya koyarak bir noktaya yürümemiz geleceğimiz adına güzel şeyler vaat edebilir. Bu ölçüde Avrupa’yı kabullenme, buna bu ölçüde Avrupalılaşmanın aslında hiçbir mahzuru yok ve buna bu ölçüde Avrupalı Müslüman kimliği denebilir. Yoksa, bir dönemde olduğu gibi kendi kimliğimizi tamamen bir tarafa atıp, Avrupa kimliği arkasında koşma, sadece ret ve aşağılanma getirir.
N.S.— Bir Türk kimliği tarifi yapabilir misiniz, Türk kimliği nedir? Türk kültürünün Orta Asya ile 21. yüzyılda nasıl bir ilişkisi olacaktır?
F.G.— Bu hususu kesin hatlarla ifade etmekte zorlanırız. Çünkü zaman bir kısım hükümleri yorumluyor, zamanı gelince de o yorum ortaya çıkıyor. O büyük yorumcu; yani zaman hükmünü ortaya koyacağı ana kadar, yapacağınız yorumların havada kalma ihtimali vardır. Mesela, bir birlik bahis mevzuu ise şayet, bu pakt şeklinde olabileceği gibi, federasyon topluluğu şeklinde de olur. ABD gibi niye olmasın yani. Belki parçalara, eyaletlere bölünebilir. Fakat dünya konjonktürü bu mevzuda çok önemli. Amerika istemiyorsa, Avrupa bunu istemiyorsa, böyle bir oluşum sürecinin tamamlanmasında, onların tavırlarını da göz önüne almak zorunluluğu duyarsınız. Akıllı insanlar istiyor bu. Bir gözü dünyada, bir gözü kendi dünyasında, iki tarafı birden mütalaa ederek, yepyeni bir dünya inşa edebilecek mimarlar, çok yüksek insanlar istiyor. Değişik alternatifler var. Ama her ne şekilde olursa olsun, koskocaman Türk dünyasının şöyle veya böyle bir araya gelmesi, Avrupalı’yı da biraz yumuşatır gibi geliyor bana. Çünkü onların da böyle bir dünyada bir kısım çıkarları olacaktır. Tepeden bakan bir Avrupa ile, medeniyeti temsil ediyoruz diyen bir Avrupa ile değil de, biraz iç değerlerine ulaşmış iki dünyanın birbiriyle oturup bazı şeyleri pazarlık yapması gibi bir anlaşma olabilir. Şimdi zayıfız, çok bakımdan onlara muhtacız, onlara işçi gönderiyoruz, mark tahsil ediyor, sterlin tahsil ediyoruz. Durumumuz bu iken, bence pazarlık çok lehimize cereyan etmez.
İnkılâpçı Ruhlar Lazım
N.S.— Eşit güçler haline gelmesi mi lazım?
F.G.— Kuvvet dengesinin olması lazım. Onların bizim dünyamızda bir kısım çıkarları olmalı ve biz onu pazarlamayı, teşhir etmeyi çok iyi bilmeliyiz. Bir taraftan buna sahip olmalı, bir taraftan da tanıtıp, teşhir edebilmeliyiz onları. Üzerimize baskı yapmak üzere, elimizdekini almak üzere değil de, pazarlık yapmak üzere yanımıza gelmeliler. Hatta AB’ne girmeyi düşünürken de bu mülahaza öne çıkarılmalı. Yoksa mücerret* ona karşı olmanın doğru olmadığı gibi –çünkü realitelerle savaşmak olur bu– hemen gözü bağlı, bir an evvel girelim de ne olursa olsun demek de mazur görülürse, acemilik, hoyratlık ve gerçeklerden habersiz olma demektir.
Onların bir ferdi olmalılar. Hz. Ali’nin felsefesi içinde, insanlar içinde herhangi bir insan olmalılar. Bazılarına farklı hususiyetler atfedebilir. Bu onların hüsn-i zannından** kaynaklanan bir mülahazalarıdır, düşünceleridir. Fakat herkes kendi konumunu çok iyi belirlemeli. Bu kendini küçük görme, aşağılık duygusu içinde davranma demek değildir. Herkese değer vermek demektir. Aksi bir tutum, o buyurduğunuz hegemonyayı getirebilir. Bir kısım düşüncelerin yeşermesine fırsat verilmemiş olabilir. Çağa göre değişim ve dönüşümlerin yaşanmasında gerileme olabilir. İnkılap olmaz, inkılapçı ruh kaybolur veya inkılapçı ruhlar ortaya çıkamaz. Oysa ki, temel çizgilerin korunması ile birlikte, bilhassa zamanın çok hızlı aktığı, değişimlerin çok süratli geliştiği günümüzde öyle inkılapçı ruhlara ihtiyaç var ki, biraz da yürüyen merdivenlere kendini uydurma gibi, toplumumuz, merdivenlerden de hız alarak, kendi hızını merdivenlerin hızına katarak varacağı yere hızlı varabilsin. Evet inkılapçı ruhlar lazım. Bu da Hakk’ın hatırını âli tutmaya bağlı. Yani, insanın kendisine saygıyı veya teveccühü değil, kendi menfaatini, kendi şahsi düşüncesini değil, Hakk’ın hatırını yüksek tutmalıdır. Bu da şunu gerektirir: Muhtemel istidatlar, görünen kabiliyetler iyi tespit edilmeli ve bunların önü açılmalı. Sistem buna göre kurulmalı, kurallar ona göre konmalı, hareket tarzları ona göre belirlenmeli. Herkese yollar sonuna kadar açık olmalı.
Bu meselede bir başka nokta daha var ki, arkadaşlarıma hep nasihat mahiyetinde arz ediyorum: Önde bulunan insan, illâ beni dinleyin, benim dediğim doğrudur düşüncesine kapılmamalı. Öyle güzel şeyler ortaya koymalı, o insanlarda öylesine saygı uyandırmalı ki, onlar kendi içlerinden gele gele size saygı duymalılar. Ve bilmeliler ki, size döndükleri zaman ruh dünyaları değişiyor, yepyeni dünyalara açılıyorlar. Her yönelişlerinde yeni bir inkılaba ulaşıyorlar. Size yönelmesini istediğiniz insanların güneşleri olmalısınız. Size yöneldikleri sürece açmalılar, nevş-ü nema bulmalılar. Yoksa, istibdatla, baskıyla, mutlaka benim dinlenmem lazım, merkezi idare, merkezi sistem derseniz, bununla hem bir kısım istidatları köreltmiş olursunuz, hem de aşağıdan size karşı nefretler yükselmeye başlar. Oysa ki, yukardan aşağıya doğru sürekli şefkat inmeli sürekli, aşağıdan yukarıya da güven çıkmalı. Bu güveni kazanmalı ve 25–30 sene, 40–50 sene boyunca onların arasında rüştünüzü ispat etmelisiniz.
Bu çok kolay değil. Bu, her zaman başkaları ile beraber benim de içimde endişesini yaşadığım bir mevzudur. Ama eminim, böyle bir insanın konumunda olmadığım için, insanları düzeltme konumunda ve iddiasında olmadığım için de bazen bana ne diyorum.
N.S.— Türkiye’nin, Türk kültürünün modern Avrupalı kimliğiyle yeniden Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’ne yönelip onlarla kucaklaşması mümkün mü? Araya yüzyıllar girmişken şimdi 21. yüzyılda tekrar böyle tarihi bir yakınlaşma olabilir mi?
F.G.— Yani yakınlaşabileceğimiz, daha ilerde belki daha da yakından birbirimizi tanıyabileceğimiz mülahazasının yakınlığını yaşıyorum şu anda. Hadiseler bizi birbirimizi daha derinden keşfetmeye götürüyor gibi bir mülahazam var. Bu mülahaza ile birbirimizi daha yakın hissediyoruz. Onlar da biz de belli mağduriyet ve mahkûmiyetlerin kurbanı olmuşuz. Bu sebeple de birbirimize karşı yakınlık hissediyoruz. Bir de, zannediyorum onların nazarında biraz hülya ve rüya millet olmuşuz. Siz de işaret buyurmuşsunuz: Anadolu bir yönüyle yavru yurt gibi, bir yönüyle de yeni bir anayurt gibi olmuş. Asya’dan gelip, burada yurt kurmuşuz. Sonra da burada her şey oturmuş, bazı yanlarıyla tenkit de etsek, istikbal vaat eden istikrarlı bir devlet kurulmuş. Bu Anayurt’un bir gün bütün Asya’yı kucaklayabileceği ümidi yaşanmış onlarda.
Türkiye’den Gelen Kurtarıcı
N.S.— Orta Asya’dan akan kültür ırmağında kendimizi nasıl bulacağız? Onlar bizi nasıl görüyor, ne bekliyor?
F.G.— Çok yerde yaşanmış bir hadiseyi Kazakistan’da bulunmuş bir arkadaş anlatmıştı: “Kazakistan’da bir benzin istasyonunda arabaya benzin dolduracağız. O esnada, orada çalışan bir çocuğa, ‘acaba aptes alıp, namaz kılabileceğimiz bir yer var mı?’ diye sorduk. Çocuk bizi bırakıp fırladı gitti. ‘Geldiler, geldiler’ diyordu. Doğru eve koştu. Ben de, ‘ne oldu ki?’ diye arkadan gittim. ‘Nedir bu geldiler meselesi?’ dedim. Baba olan zat dedi ki: ‘Babam vefat ederken bana, ‘Bir gün Türkiye’den gelip, bizi bu esaretten kurtaracaklar’ demişti. Biz senelerce bekledik, işte şimdi onlar geldiler.”
Böyle bir bekleyiş vardı. Bu bekleyişin bizi iradi olmaktan öte, insiyaklarla* bir araya getirmesi söz konusu. Bu sıcaklığın gönüllü kuruluşlarımız tarafından değerlendirildiği söylenebilir. Bu sıcaklık çok önemli bir dinamiktir, biz bekledikleri bir millettik onlara göre. Belki beklediklerini veremedik ama, onlar ümitlerini yitirmediler. Belki, eğitim faaliyetleri olarak bu gönüllü kuruluşlar bekleneni bir ölçüde de olsa verdiler. Fakat devletten bir şey bekliyorlardı. Askeri çok destek bekliyorlardı. Belki hayallerinde değişik güçlere karşı bir pakt olmayı umuyorlardı. Zülf-ü yâre dokunmadan, yani dünyada dengeleri elinde tutanları rahatsız etmeden bir şey olmayı bekliyorlardı. Onları veremedik ama, onlar ümitlerini yitirmediler. Bu beklenti Kazakistan’da olduğu gibi Azerbaycan’da da vardı; Elçibey zamanında da vardı. Daha sonra Haydar Aliyev geldi, aynı beklenti devam etti. Nahçıvan’da da aynı. Gelenler hep bizi o ülkeyi, Asya’yı kurtaracak halaskârlar** olarak gördü, sevdi, bağrına bastı. Biz de onları öyle yaptık. Bir baba ile uzun zaman ayrı düşmüş askerdeki evladı gibiydik. Ya onlar bizi öyle görüyor, ya da biz onları öyle görüyorduk. Hakikaten ne yapacağımızı bilemiyorduk; gelenlerden bazıları ile görüşme imkânımız olursa, kendileriyle resim çektiriyor, hediyeleşiyorduk. “Çok şükür, buluştuk ya.” diyorduk. Bu karşılıklı yaşanan bir ruh haleti idi ve bu ruh haleti, onlar adına bir kısım inkisarlara*** rağmen hâlâ devam ediyor.
N.S.— Alfabe birliği…
F.G.— Tacikistan için söylemeye cesaretim yoktu. Özbekistan’da da, hususiyle Fergana Vadisi’nde mollaların bir ağırlığı var. Belki, Latin harflerini teklif etme meselesi onlarda rahatsızlık doğurur diye korktum, zamana vabeste* dedim. Fakat Azerbaycan’da bu hususu, sözüm geçecek herkese teklif ettim. Gelecekte şu veya bu şekilde en azından bazı hususlarda birlikte hareket etme düşünülüyorsa, birbirimizi daha yakından tanımamız gerektiği düşünülüyorsa, bir alfabe birliği çok önemlidir dedim. Bir de İran’ın, Suudiler’in menfi tesirlerinden uzak kalabilmek için bu esaslarıyla inceleselerdi. Zaman ve şartların yorumu onda değişiklikler yapmış, Afganistan’daki şeklini, İran’daki şeklini doğurmuş. Bu şekillere, Suudi Arabistan’daki şekline, Suriye’deki şekline takılıp kalmamalı.
**Hüsn-i zan: İyi niyet. Y.N.
*İnsiyak: Kapılma; manevi etkilenme. Y.N.
**Halaskâr: Kurtarıcı. Y.N.
***İnkisar: Kırılma, gücenme. Y.N.
*Vabeste: Bağlı. Y.N.