Sayfa 2/4 İlkİlk 1234 SonSon
33 sonuçtan 11 ile 20 arası

Konu: Fethullah gülen ile new york sohbeti

  1. #11
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti

    BÖLÜM 7

    AVRUPALI MÜSLÜMAN TÜRKLER



    “Koskocaman Türk dünyasının şöyle veya böyle biraraya gelmesi, Avrupalı’yı da biraz yumuşatır gibi geliyor bana.… Tepeden bakan bir Avrupa ile değil de, iç değerlerine ulaşmış iki dünya arasında farklı bir anlaşma olabilir.”

    “Asya cumhuriyetleri aslında Türkiye’den bir şey bekliyorlardı. Belki hayallerinde değişik güçlere karşı bir pakt olmayı umuyorlardı. Zülf-ü yâre dokunmadan, yani dünyada dengeleri elinde tutanları rahatsız etmeden bir şey olmayı bekliyorlardı. Bunları veremedik ama, onlar ümitlerini yitirmediler.”

    Modern Türkiye’de Kültürel İslam Sentezi

    “Şimdi isli bir camdan bakıyoruz, ama sonra yüz yüze geleceğiz” demiş Anadolu topraklarında iki bin yıl önce yaşayan Pavlus. İşte yüz yüze geldik. Ulusal kültür sentezini üretemeyen, Selçuklu–Osmanlı sentezini inkâr eden aydınlar asla halka ulaşamadılar. Tabanı olmayan, şabloncu bakış onları hep savurdu. Onlar sömürge valisi zihniyetini atamadıkları için doğan ve yükselen Türk burjuvazisine ideoloji üretemediler. Bu ülkenin kendi tarihinden, koşullarından ve kültüründen sentez üretemeyen aydınlar ve bürokrasi hep dayatmacı oldu. Kendi dışında herşeyi küçümsedi.

    Maddi olanın karşıtı olarak konan kültürel, ruhsal, sanatsal gibi kavramlar ihtiyaç dışı olarak algılandı. Kitleler kültürel pratiğin üretim araçlarından yoksun kaldı. Yanıltıcı bir biçimde maddi olanla kültürel olan arasında karşıtlık yaratıldı. Türkiye bu eksiklik nedeniyle hep topallayarak, geri dönerek, yerinde sayarak enerjisini harcadı.

    Fethullah Gülen Hocaefendi, bir Cumhuriyet çocuğu ve onunla yaşıt sayılabilir. O totaliter zihniyetin dışında Mustafa Kemal’in düşündüğü sentezi ortaya çıkaracaklardan biri olabildi. O şabloncu değil. Elindeki malzemeden yeni bir değer üretmeyi bilmiş. Bilgiyi bir taş yığını olarak görmüyor, bir piramit ya da bina oluşturacak zihni faaliyet ve süreç olarak görüyor. O yüzden çok yalnız. Yerleşik hırslar, kavgalar ve alışkanlıklarla boğuşarak zor bir yolculuk geçiriyor. Kimse dengenin bozulmasını, kendi yerinin değişmesini ya da yeni bir şeyi istemiyor. Bu emek ister. O nedenle o, “bireysel çiçek açmak çok zor bir iş, çok güç bir iş. Çok fazla gayret istiyor. Öbür sığınma ise çok daha kolay. Ve genelde de bizde tercih edilen o” diyor bana. Cumhuriyet ideolojisinin yaratmak istediği ‘Müslüman Avrupalı Türk’ buydu. Dini bütün ve Batı formasyonlu bir yeni sentez. Osmanlı’yı aşan bir sentez yeni Türk Cumhuriyeti’ni belirleyecekti. Anadolu’nun ‘gönül gözü’ ile baktığı, muhabbet ettiği ve gönül Müslümanlığıyla sevdiği bir İslam anlayışı. Tüm dünyayı kucaklayan sevginin, Yunus’larda, Hacı Bektaş Veli’lerde ve Mevlana’larda ruh bulduğu İslam anlayışı. Bu kültürel zenginlik Osmanlı sınırları içindeki insanlara Müslümanlığı benimsetmişti: Bosna gibi. Onu yüzyılın son kanlı savaşıyla söküp alamadılar.

    Bugün Türkiye, hâlâ, Osmanlı kültür coğrafyasına sahiptir. Bu sınırların genişliği bizim kültürel zenginliğimizin ifadesidir. Orta Asya geldiğimiz, Avrupa gittiğimiz yerdir. Türkiye hazinesinin üstünde uyumaktan vazgeçmeli. Çok pinti birinin evinde sakladığı paraların nemlenip çürümesi, farelerin yemesi gibi, biz kültür varlığımızın kıyısından köşesinden yenmesine izin vermemeliyiz. Ulusal kültür sentezini oluşturacak her şeyimiz var.

    Türk orta sınıfı ve yükselen Anadolu burjuvazisi yetmiş yılın sonunda bir ideoloji ihtiyacını gidermek istiyor. Bunun içinde dini, kültürü, tarihi, ekonomiyi, modern ve Batılı değerleri, geleceği, politik hedefleri, hümanizmi görmek istiyor. Dünya ile bir kültür evliliğine hazırlanıyor Türkiye. Oysa herkes ‘kendi heva ve hevesine uyup’ küçük dayatmaların, hırsların kavgasını veriyor. Türkiye zihin coğrafyasını genişletmeli ve buradaki ruhu aklıyla bulmalı. Birbirimize hep isli bir camdan baktık, artık yüz yüze gelme zamanı.

    Nevval SEVİNDİ

    N.S.— Tanzimat Fermanı’nda da belirtilen ‘Avrupalı Müslüman’ kimliği bizi belirleyen bir kimlik mi? Türk Avrupalı Müslüman kimliği geleceğindir diyebilir miyiz?

    F.G.— Bu bizim beklentilerimiz olabilir ve bununla beklediğimiz başka şeyler de olabilir. Belki bazılarının kuruntu olarak sayabileceği şu mülahazalarımızla, mülahazalarınızla sizin bizim hepimizin beklentileri olabilir. Avrupa ile makul ve kendi şartları içinde, bizim de kendi şartlarımızı ortaya koyarak bir noktaya yürümemiz geleceğimiz adına güzel şeyler vaat edebilir. Bu ölçüde Avrupa’yı kabullenme, buna bu ölçüde Avrupalılaşmanın aslında hiçbir mahzuru yok ve buna bu ölçüde Avrupalı Müslüman kimliği denebilir. Yoksa, bir dönemde olduğu gibi kendi kimliğimizi tamamen bir tarafa atıp, Avrupa kimliği arkasında koşma, sadece ret ve aşağılanma getirir.

    N.S.— Bir Türk kimliği tarifi yapabilir misiniz, Türk kimliği nedir? Türk kültürünün Orta Asya ile 21. yüzyılda nasıl bir ilişkisi olacaktır?

    F.G.— Bu hususu kesin hatlarla ifade etmekte zorlanırız. Çünkü zaman bir kısım hükümleri yorumluyor, zamanı gelince de o yorum ortaya çıkıyor. O büyük yorumcu; yani zaman hükmünü ortaya koyacağı ana kadar, yapacağınız yorumların havada kalma ihtimali vardır. Mesela, bir birlik bahis mevzuu ise şayet, bu pakt şeklinde olabileceği gibi, federasyon topluluğu şeklinde de olur. ABD gibi niye olmasın yani. Belki parçalara, eyaletlere bölünebilir. Fakat dünya konjonktürü bu mevzuda çok önemli. Amerika istemiyorsa, Avrupa bunu istemiyorsa, böyle bir oluşum sürecinin tamamlanmasında, onların tavırlarını da göz önüne almak zorunluluğu duyarsınız. Akıllı insanlar istiyor bu. Bir gözü dünyada, bir gözü kendi dünyasında, iki tarafı birden mütalaa ederek, yepyeni bir dünya inşa edebilecek mimarlar, çok yüksek insanlar istiyor. Değişik alternatifler var. Ama her ne şekilde olursa olsun, koskocaman Türk dünyasının şöyle veya böyle bir araya gelmesi, Avrupalı’yı da biraz yumuşatır gibi geliyor bana. Çünkü onların da böyle bir dünyada bir kısım çıkarları olacaktır. Tepeden bakan bir Avrupa ile, medeniyeti temsil ediyoruz diyen bir Avrupa ile değil de, biraz iç değerlerine ulaşmış iki dünyanın birbiriyle oturup bazı şeyleri pazarlık yapması gibi bir anlaşma olabilir. Şimdi zayıfız, çok bakımdan onlara muhtacız, onlara işçi gönderiyoruz, mark tahsil ediyor, sterlin tahsil ediyoruz. Durumumuz bu iken, bence pazarlık çok lehimize cereyan etmez.

    İnkılâpçı Ruhlar Lazım

    N.S.— Eşit güçler haline gelmesi mi lazım?

    F.G.— Kuvvet dengesinin olması lazım. Onların bizim dünyamızda bir kısım çıkarları olmalı ve biz onu pazarlamayı, teşhir etmeyi çok iyi bilmeliyiz. Bir taraftan buna sahip olmalı, bir taraftan da tanıtıp, teşhir edebilmeliyiz onları. Üzerimize baskı yapmak üzere, elimizdekini almak üzere değil de, pazarlık yapmak üzere yanımıza gelmeliler. Hatta AB’ne girmeyi düşünürken de bu mülahaza öne çıkarılmalı. Yoksa mücerret* ona karşı olmanın doğru olmadığı gibi –çünkü realitelerle savaşmak olur bu– hemen gözü bağlı, bir an evvel girelim de ne olursa olsun demek de mazur görülürse, acemilik, hoyratlık ve gerçeklerden habersiz olma demektir.

    Onların bir ferdi olmalılar. Hz. Ali’nin felsefesi içinde, insanlar içinde herhangi bir insan olmalılar. Bazılarına farklı hususiyetler atfedebilir. Bu onların hüsn-i zannından** kaynaklanan bir mülahazalarıdır, düşünceleridir. Fakat herkes kendi konumunu çok iyi belirlemeli. Bu kendini küçük görme, aşağılık duygusu içinde davranma demek değildir. Herkese değer vermek demektir. Aksi bir tutum, o buyurduğunuz hegemonyayı getirebilir. Bir kısım düşüncelerin yeşermesine fırsat verilmemiş olabilir. Çağa göre değişim ve dönüşümlerin yaşanmasında gerileme olabilir. İnkılap olmaz, inkılapçı ruh kaybolur veya inkılapçı ruhlar ortaya çıkamaz. Oysa ki, temel çizgilerin korunması ile birlikte, bilhassa zamanın çok hızlı aktığı, değişimlerin çok süratli geliştiği günümüzde öyle inkılapçı ruhlara ihtiyaç var ki, biraz da yürüyen merdivenlere kendini uydurma gibi, toplumumuz, merdivenlerden de hız alarak, kendi hızını merdivenlerin hızına katarak varacağı yere hızlı varabilsin. Evet inkılapçı ruhlar lazım. Bu da Hakk’ın hatırını âli tutmaya bağlı. Yani, insanın kendisine saygıyı veya teveccühü değil, kendi menfaatini, kendi şahsi düşüncesini değil, Hakk’ın hatırını yüksek tutmalıdır. Bu da şunu gerektirir: Muhtemel istidatlar, görünen kabiliyetler iyi tespit edilmeli ve bunların önü açılmalı. Sistem buna göre kurulmalı, kurallar ona göre konmalı, hareket tarzları ona göre belirlenmeli. Herkese yollar sonuna kadar açık olmalı.

    Bu meselede bir başka nokta daha var ki, arkadaşlarıma hep nasihat mahiyetinde arz ediyorum: Önde bulunan insan, illâ beni dinleyin, benim dediğim doğrudur düşüncesine kapılmamalı. Öyle güzel şeyler ortaya koymalı, o insanlarda öylesine saygı uyandırmalı ki, onlar kendi içlerinden gele gele size saygı duymalılar. Ve bilmeliler ki, size döndükleri zaman ruh dünyaları değişiyor, yepyeni dünyalara açılıyorlar. Her yönelişlerinde yeni bir inkılaba ulaşıyorlar. Size yönelmesini istediğiniz insanların güneşleri olmalısınız. Size yöneldikleri sürece açmalılar, nevş-ü nema bulmalılar. Yoksa, istibdatla, baskıyla, mutlaka benim dinlenmem lazım, merkezi idare, merkezi sistem derseniz, bununla hem bir kısım istidatları köreltmiş olursunuz, hem de aşağıdan size karşı nefretler yükselmeye başlar. Oysa ki, yukardan aşağıya doğru sürekli şefkat inmeli sürekli, aşağıdan yukarıya da güven çıkmalı. Bu güveni kazanmalı ve 25–30 sene, 40–50 sene boyunca onların arasında rüştünüzü ispat etmelisiniz.

    Bu çok kolay değil. Bu, her zaman başkaları ile beraber benim de içimde endişesini yaşadığım bir mevzudur. Ama eminim, böyle bir insanın konumunda olmadığım için, insanları düzeltme konumunda ve iddiasında olmadığım için de bazen bana ne diyorum.

    N.S.— Türkiye’nin, Türk kültürünün modern Avrupalı kimliğiyle yeniden Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’ne yönelip onlarla kucaklaşması mümkün mü? Araya yüzyıllar girmişken şimdi 21. yüzyılda tekrar böyle tarihi bir yakınlaşma olabilir mi?

    F.G.— Yani yakınlaşabileceğimiz, daha ilerde belki daha da yakından birbirimizi tanıyabileceğimiz mülahazasının yakınlığını yaşıyorum şu anda. Hadiseler bizi birbirimizi daha derinden keşfetmeye götürüyor gibi bir mülahazam var. Bu mülahaza ile birbirimizi daha yakın hissediyoruz. Onlar da biz de belli mağduriyet ve mahkûmiyetlerin kurbanı olmuşuz. Bu sebeple de birbirimize karşı yakınlık hissediyoruz. Bir de, zannediyorum onların nazarında biraz hülya ve rüya millet olmuşuz. Siz de işaret buyurmuşsunuz: Anadolu bir yönüyle yavru yurt gibi, bir yönüyle de yeni bir anayurt gibi olmuş. Asya’dan gelip, burada yurt kurmuşuz. Sonra da burada her şey oturmuş, bazı yanlarıyla tenkit de etsek, istikbal vaat eden istikrarlı bir devlet kurulmuş. Bu Anayurt’un bir gün bütün Asya’yı kucaklayabileceği ümidi yaşanmış onlarda.

    Türkiye’den Gelen Kurtarıcı

    N.S.— Orta Asya’dan akan kültür ırmağında kendimizi nasıl bulacağız? Onlar bizi nasıl görüyor, ne bekliyor?

    F.G.— Çok yerde yaşanmış bir hadiseyi Kazakistan’da bulunmuş bir arkadaş anlatmıştı: “Kazakistan’da bir benzin istasyonunda arabaya benzin dolduracağız. O esnada, orada çalışan bir çocuğa, ‘acaba aptes alıp, namaz kılabileceğimiz bir yer var mı?’ diye sorduk. Çocuk bizi bırakıp fırladı gitti. ‘Geldiler, geldiler’ diyordu. Doğru eve koştu. Ben de, ‘ne oldu ki?’ diye arkadan gittim. ‘Nedir bu geldiler meselesi?’ dedim. Baba olan zat dedi ki: ‘Babam vefat ederken bana, ‘Bir gün Türkiye’den gelip, bizi bu esaretten kurtaracaklar’ demişti. Biz senelerce bekledik, işte şimdi onlar geldiler.”

    Böyle bir bekleyiş vardı. Bu bekleyişin bizi iradi olmaktan öte, insiyaklarla* bir araya getirmesi söz konusu. Bu sıcaklığın gönüllü kuruluşlarımız tarafından değerlendirildiği söylenebilir. Bu sıcaklık çok önemli bir dinamiktir, biz bekledikleri bir millettik onlara göre. Belki beklediklerini veremedik ama, onlar ümitlerini yitirmediler. Belki, eğitim faaliyetleri olarak bu gönüllü kuruluşlar bekleneni bir ölçüde de olsa verdiler. Fakat devletten bir şey bekliyorlardı. Askeri çok destek bekliyorlardı. Belki hayallerinde değişik güçlere karşı bir pakt olmayı umuyorlardı. Zülf-ü yâre dokunmadan, yani dünyada dengeleri elinde tutanları rahatsız etmeden bir şey olmayı bekliyorlardı. Onları veremedik ama, onlar ümitlerini yitirmediler. Bu beklenti Kazakistan’da olduğu gibi Azerbaycan’da da vardı; Elçibey zamanında da vardı. Daha sonra Haydar Aliyev geldi, aynı beklenti devam etti. Nahçıvan’da da aynı. Gelenler hep bizi o ülkeyi, Asya’yı kurtaracak halaskârlar** olarak gördü, sevdi, bağrına bastı. Biz de onları öyle yaptık. Bir baba ile uzun zaman ayrı düşmüş askerdeki evladı gibiydik. Ya onlar bizi öyle görüyor, ya da biz onları öyle görüyorduk. Hakikaten ne yapacağımızı bilemiyorduk; gelenlerden bazıları ile görüşme imkânımız olursa, kendileriyle resim çektiriyor, hediyeleşiyorduk. “Çok şükür, buluştuk ya.” diyorduk. Bu karşılıklı yaşanan bir ruh haleti idi ve bu ruh haleti, onlar adına bir kısım inkisarlara*** rağmen hâlâ devam ediyor.

    N.S.— Alfabe birliği…

    F.G.— Tacikistan için söylemeye cesaretim yoktu. Özbekistan’da da, hususiyle Fergana Vadisi’nde mollaların bir ağırlığı var. Belki, Latin harflerini teklif etme meselesi onlarda rahatsızlık doğurur diye korktum, zamana vabeste* dedim. Fakat Azerbaycan’da bu hususu, sözüm geçecek herkese teklif ettim. Gelecekte şu veya bu şekilde en azından bazı hususlarda birlikte hareket etme düşünülüyorsa, birbirimizi daha yakından tanımamız gerektiği düşünülüyorsa, bir alfabe birliği çok önemlidir dedim. Bir de İran’ın, Suudiler’in menfi tesirlerinden uzak kalabilmek için bu esaslarıyla inceleselerdi. Zaman ve şartların yorumu onda değişiklikler yapmış, Afganistan’daki şeklini, İran’daki şeklini doğurmuş. Bu şekillere, Suudi Arabistan’daki şekline, Suriye’deki şekline takılıp kalmamalı.

    **Hüsn-i zan: İyi niyet. Y.N.
    *İnsiyak: Kapılma; manevi etkilenme. Y.N.
    **Halaskâr: Kurtarıcı. Y.N.
    ***İnkisar: Kırılma, gücenme. Y.N.
    *Vabeste: Bağlı. Y.N.


  2. #12
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti

    BÖLÜM 8

    BİREYİN ÇİÇEK AÇMASI



    “Türk toplumunda, hepimizde, bireyselliği geliştirebilecek bir kabiliyet ve temayül ne kadar var? Çünkü, militarist bir milletin torunlarıyız. Atalarımızdan öyle intikal etmiş.”

    “İslam da, Kur’an da her ferde adeta bir nev, bir tür olarak bakar. Onu besleyen duygu ve düşünce kaynakları önemlidir. Belli bir ufka ulaşınca, toplumda, ormanı meydana getiren ağaçlar gibi yaşaması gerektiğini de idrak edecektir.”

    “Batı’nın yanında Doğu tutulmalı, ama Doğu diye de şu anda çok yüceltilecek bir şey görünmüyor ortada.”

    Müslüman: Kul ve Fert

    Tasavvuf, her insan kadar Tanrı’ya ulaşma yolu vardır derken bireyin biricik olduğunu vurgular. Onun biricikliği kendi yolu, yordamı ve meşrebiyle Allah’a ulaşmayı doğru yol bilir.

    Fethullah Gülen Hocaefendi, Kur’an’da her ferde bir çeşit, nev olarak bakılır derken, insanın birey olarak biricikliğini vurgulamakta. İnsanın genetik olarak da yeryüzünde biricik olması onun zihinsel ve ruhsal dünyasının önemini belirtir. Tasavvufta, insan sadece içeriğiyle, batini olarak değil zahiri olarak da ‘Allah’ın gül cemali’dir. Allah’ın yansıması olan insan güzelliği Hurufiler arasındaki ‘Cemal âşıkları’ yoluyla ne güzel anlatılır. Tasavvufun derinliği, bireye verdiği değer kadar onu yaşamını yönlendirmede kendi kararını verecek yetkide görmesidir.

    “Anadolu’nun değişik yerlerinde ifade edildiği gibi; ‘herkes evindeki pişmişi getirir ve renkli, zengin bir sofra oluşur…’ anlayışını yeniden oluşturmaya ihtiyaç var. Tabii bunun içinde zamana ihtiyaç var. Çünkü kabuller çok önemlidir. Bu anlayışın toplumun bir buudu, bir derinliği haline gelmesi ise, tıpkı bir din gibi çok uzun bir süreç ister.”* diyor Hocaefendi.

    Bireye önem verilmesi onun eğitimiyle mümkün, ancak böyle çiçek açabilir insan. Nazım Hikmet’in de bireye bakışıyla Hocaefendi’nin aynı olması bir tesadüf değil elbette, ortak kültürün sonucu. Nazım Hikmet de “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” diye tarif eder özlemini. Hocaefendi de bireyi yetiştirmeyi ve gelişen bireyin ise toplum için yararlı olacağını söylüyor.

    Onun inandığı değişim Mevlana’nın dediği, “Bugün Ahmet benim ama dünkü Ahmet değil” .

    Nevval SEVİNDİ

    N.S.— Siz bireysel çiçek açmayı teşvik ediyorsunuz. Hattâ, belki İslamiyet’in bazı dönemlerine göre teşvik edilmediği ölçüde bir açma. Sizinki çok yeni bir anlayış. Bireyin teşvik edilmesi. Ve o bireyde çiçek açmaya olan teşvikiniz sizin vizyonunuzu belirtiyor.

    F.G.— İnsanların alışkanlıklarını değiştirmek o kadar kolay değil. İnsanlar daha çok düşünmeden bir şeylere sığınmayı istiyorlar. Çünkü bireysel çiçek açma çok zor bir iş, çok güç bir iş. Çok fazla gayret istiyor. Öbür sığınma ise çok daha kolay. Ve genelde bizde tercih edilen de o. Belki parti liderlerinin hegemonyasında da bu yatıyor. Biz çok zor olanı istiyoruz. Fakat, bir yandan da çelişki gibi görünüyor bu bana, ilk bakışta öyleymiş gibi görünüyor. Bireysel olanı teşvik etmek cemaatte ayrılık çıkarmaz mı diye düşünüyor insan. Ama Ahmet İnsel mi yazmıştı, Ali Bayramoğlu mu yazmıştı, sizin de gezip gördüğünüz okullarda veya cemaat içinde çok kültürlülüğe nasıl geçileceği ve ferdi farklılıkların nasıl teşvik görebileceği soruluyordu. Bunlar, esasen bireysel çiçeklenmeye verdiğimiz önemin hem dışarıya iyi aksettirilemediğini hem de tam olarak oturmasının galiba zor olduğunu gösteriyor… Merak ettiğim için soruyorum. Türk toplumunda, bende de başkalarında da, bizimle beraber çalışan arkadaşlarda da o istikamette bir düşünceyi çarçabuk geliştirebilecek bir kabiliyet ve temayül ne kadar var? Çünkü, militarist bir milletin torunlarıyız. Atalarımızdan öyle intikal etmiş. Hattâ yer yer bu mevzudaki endişelerimi genetikten anlayan arkadaşlara sormuşumdur. Acaba milletlere mal olan şeyler tevarüs ediyor mu, kalıtım yoluyla geçiyor mu? Merakla da sormuşumdur. Sordum ama, tatmin edici bir cevap da alamadım. Fakat böyle bir tevarüsün mevcudiyetinden her zaman bahsedilebilir. Bunun parlamentoya aksedişi başka türlü oluyor, devlet başkanlığına aksedişi ise daha bir başka. Askeriyeye tevarüsü çok daha farklı.Biraz da gücü temsil ettiklerinden, biraz da mesleklerinin gereği zaman zaman daha sert tavırlı olabiliyorlar. Milletin başka kesimleri de, müsait oldukları ölçüde aynı temayülün tesirinde kalıyorlar.

    Bu husus, insanın kolay kolay kurtulamayacağı bir kalıtım meselesi değil ise, bence bunu yıkmak lazım. Yani daha serbest, daha rahat düşünme, ferdi kimlik kazanma, bunlar çok önemli. Cihan harplerini müteakip milletlerin şunun bunun macerasına, toplu ölümlere sürüldüğü evrensel kriz dönemlerinde varoluş felsefesinin temelde esas çıkış noktasını da herhalde bu husus teşkil ediyordu. Birey her şeyiyle yok olup gidiyordu, sarsılıp gidiyordu. Varoluşçuların ferdin kayboluşu karşısındaki baş kaldırışlarında mutlaka haklılık payı vardı fakat, bazı noktalarda çok ileri gidip, bir başka yanlışı besledikleri söylenebilir. Her hususta olduğu gibi, bu konuda da dengeli olmak gerekiyor. Ferdin fert olarak, aynı zamanda başka fertlerle motivasyonundan, fert olarak inkişafından çok korkmamak lazım, endişe etmemek lazım. Çünkü, İslam da, Kur’an da ferde adeta bir nev olarak bakar; her fert, başka türlere göre bir nev, yani bir türdür. Önemli olan, onu besleyen duygu ve düşünce kaynaklarıdır, onu besleyen anlayışın kaynağıdır. Yani o, belli bir düşünce, belli bir anlayış, belli bir ufka ulaşınca ormanı meydana getiren ağaçlar gibi, bir toplum içinde yaşaması gerektiğini de idrak edecektir. Bunu anlayacaktır zannediyorum. Dolayısıyla inkişaf etmiş bir insan, başkaları ile beraber olma lüzumunu da hissedecektir, tek başına olmaması gerektiğini anlayacaktır. Bir yönüyle tek başına olmaması gerektiğini anlayacak, bir yönüyle de, toplumun diğer kesimlerine zarar vermeyecek, başkalarına zararı dokunmayacak seviyede olacaktır. Ferdi hak ve hürriyetlerini başkalarına zarar vermeyecek, hattâ, başkalarını kendine tercih şuuru içinde kullanan, bu çerçevede eğitim alan bir ferde fevkalade inkişaf etme imkanı verilmelidir. Yoksa değişik platformlarda hep sürekli bir hâkimiyet ve mahkûmiyet yaşanır, bir zalimiyet ve mazlumiyet yaşanır, bir gaddariyet ve mağduriyet yaşanır. Türkiye’deki acı tablonun bir boyutu da budur.

    Yeni İnsan Tipi

    Yeniliğe açık, yeni insan tipini inşa etmeye açık müesseselerde eğitim gören insanların ferdi inkişafları ve kültürel açılmayı nasıl gerçekleştirebilecekleri sorusunu Ali Bayramoğlu Bey soruyordu; Ahmet İnsel’in aynı konuda benzer bir mülahazası vardı zannediyorum. Yeri gelmişken, o hususa da temas etmek istiyorum. Bir yanıyla, bu müesseselerde görev yapan öğretmenlerde de, rehberlerde de Türkiye’deki genel ahlak, genel teamül ve genel düşüncenin –belli ölçülerde– devam ettiği söylenebilir. O düşünceden, o anlayıştan, o yerleşmiş mentaliteden birdenbire sıyrılmak, takdir edersiniz ki, kolay olmayacaktır.

    İkinci bir nokta, orta dereceli okullarda, talebelerin his ve heveslerinin çok akıl mantık dinlemediği bir dönemde eğitimi, saygıyı ve ahlakı öne çıkarmak suretiyle vermenin daha yararlı olacağına inanıyorum. Bazı hususlar, belli prensipler ve ölçüler, hayatın üzerine oturacağı bir ideal, milli duygular, istiklal, bayrak, toprak, ülke ve insanlık sevgisi gibi temel hususlar bu yaşlarda telkin edilmelidir düşüncesindeyim. Ama bunlar baskıyla olmamalı, iradeye, ferdi tercihe ipotek konmamalı. Yoksa, arzu ettiğiniz hedefe ulaşamayacağınız gibi tersi bir neticeyle de karşılaşabilirsiniz. Bu, her şeyden önce bizzat örnek olmak, insan fıtratındaki güzellikleri tespit edip inkişaf ettirmek, müfredat programlarını ona göre düzenlemek, bizzat uygulamak, rehberlik programları ile sürekli takviye yapmak ve bu hususta çağın gerekleri, hatta rehber olma, takip eden değil, yol açan olma azim ve kararlılığı içinde sürekli ileriye dönük bir anlayış çerçevesinde davranmak ve bütün bunların gerektirdiği esnekliği müesseselere ve eğitimcilere kazandırmak suretiyle gerçekleştirilebilir.

    N.S.— Dünyanın yeniliğe açık olduğunu söylediğiniz bu dönemde siz de bireyin çiçek açmasına çok önem verdiğinizi belirtiyorsunuz. Ama cemaat sonuç olarak kapalı bir sistemdir. Bu kapalılık içinde açılma ve genişleme mümkün mü? Fikir, düşünce üretimi açısından bu nasıl yansıyor cemaatinize?

    F.G.— Burada da iki nokta var. Birincisi, günümüzde cemaat biraz farklı algılanıyor. Bana göre, ona cemaat denecekse –bu kelimeden de rahatsızlık duyuyorum– cemaatin oluşumu bir toplumun tabii oluşumu gibi bir şey. Yani aynı duygu, aynı düşünceyi paylaşan, aynı şeylere inanan veya ortak yanları olanların beğendikleri bazı şeylerin etrafında bir araya gelmeleri gibi bir şey. Bu her zaman Türkiye’de herkesle aynı zamanda beraber de olabilir. Devletin yanında da olabilir, milletin yanında da olabilir. Böyle bir cemaat telakkisinde mahzur olmasa gerek.

    Kini, Nefreti Dirilmemek Üzere Gömmek

    N.S.— Çok büyük müştereklerden doğan bir cemaat ruhu oluşuyor. Cemaat ruhu ortak bir şey mi? Yoksa bireyin oluşmasına izin verir mi?

    F.G.— Şimdi bazı şeyler insanları bir araya getiriyor. Diyelim ki, hani siz diyorsunuz, insanların iyiye güzele doğruya inanmaları lazım, insanları sevmeleri lazım, her gönlün bir Mevlana gönlü olması lazım. Kini, nefreti bir daha dirilmemek, hortlamamak üzere gömmek lazım. Kin ve nefretten insanlık tarih boyu çekti. Onların bir kere daha Frankeştayn’ın hortlakları gibi ortalığı almalarına fırsat vermemek lazım. Eğitime önem vermek lazım. Netice itibari ile her şey ilime bağlı. İlimsiz bir dünya kavga dünyası olur. Şimdi sizinle bu duyguları paylaşanlar tamam diyorlar ve değişik yerlerde bu hisse tercüman oluyorlar, eğitim meselesinde de yardımcı oluyorlar. Bu duygu, bu düşünce etrafında bir araya gelmeye eğer cemaat denecekse şayet, böyle bir cemaat. Bu cemaat bir yönüyle kimseyi endişelendiren bir cemaat değildir. Çünkü, böyle iyilik, güzellik ve hep hayır düşünüldüğünden dolayı, hemen herkesi sevdiğinden, sevgiye açık olduğundan dolayı, elini de kullanacak, dilini de kullanacak, dolayısıyla hemen her zaman herkesle birleşebilecek.

    İkinci bir husus, böyle bir cemaat olunca, hani bir de cemaatin açık kapalı, sarih zımni bir hegemonyası olur. Bu cemaate ait belli düşünceler, statik düşünce tarzı olur, istidatlar inkişaf etme imkânı bulamayabilir. Dediğiniz şey çok doğrudur. Hakikaten endişe edildiği şekilde bir araya gelenler bir şeyler yapalım mülahazası ile olursa, yani baştan bir araya geliş… Olursa, öyle olabilir. Cemaatte önde gelen, yani hayat turnikesine önce girmiş, bu önce girmeyi çok pahalıya satan insanlar var. İnsanın hizmet ederken türlü adlara unvanlara talip olması hizmete de saygısızlıktır, millete de saygısızlıktır. Kendisine itimat edenlere de saygısızlıktır. Kardeş olmak varken, herhalde bunun parçalarından herhangi bir parça olmak varken…

    N.S.— Hep dışta arıyoruz, oysa içimizde çok cevherler var. İbrahim Hakkı’nın dediği gibi “Bir hazine gibi yatıyor”. Sizin “altın nesil” diye kast ettiğiniz ve yetiştirdiğiniz çocuklar bu hazinenin keşfi midir?

    F.G.— Bir muhalif rüzgâr esmez ve bu harmanı yanlışlıkla savurmazsa, ki daima bu tür tehlikeler mevcuttur. Son günlerde de bir kriz yaşandı. Kriz tam atlatılmış sayılmaz ama, yine de demokrasi yani, hiç olmazsa demokrasi. Bir rüzgâr savurmazsa, fikir mimarları, geleceğin fikir işçileri bu okullardan, devletin okullarından çıkacaktır. Birbirlerinden etkilenecektir. Batı ile şu veya bu şekilde bir birleşme çok önemlidir. Batı ile entegrasyonun ayrı kazançları olacak. Amerika’yı yakın hissedeceğimiz yanlarıyla, yakın takibe alma ve değerlendirme, önemli şeyler bunlar. Bunlarla bu “altın nesil”i yetiştirebiliriz. Dünyada ilmi, teknolojiyi temsil eden bir genç nesil… Psikososyolojik açıdan da inanıyorum buna.

    N.S.— Diğer İslam ülkeleri arasında Türkiye’nin farklı bir yeri var. Demokrasiye inanan bir İslam ülkesi olarak Türkiye, İslam’la demokrasiyi bağdaştıran tek sentez olacak mı bölgede?

    F.G.— Demokrasi de tam değil Türkiye’de tabii. Mesela, ben öyle bir demokrasi arzularım ki; dünyadaki belli düşünce şekil ve değişimlerini kucaklamanın, korumanın yanı başında benim kabir sonrası hayatımla ilgili problemlerimi de çözsün isterim. Onları da müsamaha ile kucaklasın. Demokrasi bir gelişme süreci yaşıyor. Demokrasi geriye dönülemez bir süreçtir. Demokrasinin gelişimi, olgunlaşması; Darwin’in evrim teorisi ne kadar doğru bilemeyeceğim ama ruhta, insanların düşüncelerinde evrim yaşandığına şüphe yok. Bir gün çok yüksek seviyeli bir demokrasiye erişilecektir. Önce zamanın yorumunu beklemek lazım. Zamana saygılı olmak lazım. Hazımsız insanların hazımsızlığını da tahrik etmemek lazım. Türkiye’de her iki kesimde de hazımsızlar var. Türkiye rüştünü ispat etme konusunda da bir süreç yaşıyor. Her doğruyu söylemek her zaman doğru değildir. Doğrular topluma mal edilmeli ama henüz mevsimi değilse o doğruları öldürmeyelim derim. Doğrulara saygının ifadesi olarak o gerdanlığı öyle boyunlara takalım ki, bir kıymet ifade etsin.

    N.S.— İnsanlar farklılıklardan hoşlanmıyor, farklılığa karşı önyargılı. Diğerlerinin de kendisi gibi olması isteği çok dayatmacı bir talep. Bizde tüm cepheler bunu istiyor.

    F.G.— Çok doğru buyurdunuz. Bizim hoşgörü esprisiyle aşmaya çalıştığımız da belki budur. Çok farklı konumların, anlayışların kabulü demektir bu. Onu kabullendiğiniz takdirde çok kimsenin düşüncesinden, fikrinden istifade etme şansınız olacak. Batılı düşüncenin öyle yararlı yanları vardır ki; mesela, sistemli düşünme bir mümin sıfatıdır. Bence her mümin her sıfatıyla mümin olması gerekirken, pratikte bazen böyle olmayabilir. Bu mümince bir sıfatsa, böyle bir sıfatı olmayan mümin, kafir sıfatı taşıyor demektir benim anlayışımda. Böyle bir sıfatı taşıyan ise Hıristiyan olsun, Mecusi olsun, Budist olsun, o ise mümin sıfatı taşıyor demektir. Burada çok ince bir husus vardır, Allah en azından dünyada insanlara muamelesini onların sıfatlarına göre yapar. Yani sizin sıfatlarınız, davranışlarınız önemli. Mesela burada bir şeye hayran kaldım, burada mükemmel ve işleyen bir sistem var. Hastanede tüm doktorlar herkesin işini aynı anda yürütüyor, sizi incitmiyor. Hastanede en az yirmi doktor, otuz hemşire gördüm, biri hariç, bizdeki kimi doktorların abus çehresine hiç benzemiyor onlarınki. Sıcak ve inandırıcı, güler yüzlü davranıyorlar; şimdi bu mümince bir sıfattır. Beriki mümin camiden çıkmıyor ama, mümin sıfatlarından mahrumsa işin esprisinden mahrumdur, bütün hayatı boyunca mahrum yaşar. Bu bana çok önemli geliyor.

    N.S.— Genellikle zarafet gibi, incelik gibi şeyleri günlük yaşamımızda artık kullanmıyoruz. Kimse kimseyle bir araya gelmiyor, paylaşmıyor. Eskiden tekkeler belki de bu inceltme işlemini yapıyorlardı. Yetişkin eğitimi yerine geçen bir şey. Türkiye hoşgörüyü dış işlerinde kullanarak bir yere varabilir mi? Avrupa Topluluğu’na girmeli miyiz?

    F.G.— Hoşgörü olunca herkese, her düşünceye açıksınız demektir. Eğer arada uçurumlar meydana getirilirse entegrasyonun avantajlarından mahrum kalırsınız demektir. Biz Batı’nın bizim için avantaj sayılacak çok yanlarından mahrum kalmışızdır. Amerika’nın bize kazandıracağı avantajlarından mahrum kalıyoruz. Soyut, kuru bir Doğu’dan söz ediyoruz, doğrudur. Batı’nın yanında Doğu tutulmalı ama Doğu diye de şu anda çok yüceltilecek bir şey görünmüyor ortada. Hoşgörü, insanlar ve medeniyetler arasında müspet bir alışveriş sağlayacak öyle bir köprü ki, onun yanında her şey cılız kalıyor. Çok açık ve net olarak söyleyebilirim, Avrupa ile entegrasyonu gerekli görüyorum ben. Gelecekte daha ciddi beraberlik olacaksa, bunun içine planlı programlı girilirse şayet, bizim için olumlu olur. Bizi mecburi istikametler zorlarsa işin içine plansız itilmiş oluruz, içinde bulunduğumuz dünya bu dünyaya göre teşekkül eder ve biz çok mağdur oluruz. İkincisi, böyle bir entegrasyonun Allah nezdinde bir kıymeti varsa; ameller niyetlere göredir. Baştan işe kendi irademizle, isteğimizle girmeli ve irademizi kullanmalıyız. İçine gireceğimiz dünyada bizim de diyeceklerimiz vardır, pazarlıklarımız vardır. Biz entegrasyona evet diyoruz ama bizim de şartlarımız vardır. Vakum bizi yutarsa eğer, Allah korusun yaşadığımız tarihi tekerrürleri 21. asra girerken bir defa daha yaşamış oluruz.


  3. #13
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti

    BÖLÜM 9

    İSLAM’DA REFORM VE TÜRK RÖNESANSI


    “Terörizm kadar Müslümanlığa ters başka bir şey olamaz.”

    “Belki hoşgörü ve diyalog Türkiye’de değişik kesimler arasında hayati bazı şeyler vaat etmektedir, fakat Aleviler’le aramızdaki suni aysberglerin eritilmesi adına çok daha yararlı olacak gibi.”

    “İslam dünyasının kaybettiği üslubunu yeniden kazanması lazım. Halihazırdaki üslubu gözden geçirmesi ve onu sorgulaması lazım.”

    “Çok evlenme Müslümanlığa leke oluyorsa, bir müslümanın buna yol açmaya hakkı olamaz.”

    İslam Kavga Dini Değildir

    Fethullah Gülen Hocaefendi, binlerce yıllık Anadolu Türk İslam geleneğini bugünün koşullarıyla besleyip büyütüyor. Aynı zamanda din bilgisi ve derinliğini bugün için kullanıyor. İslam’ın ihtiyacı olan reformu ancak Türk–İslam anlayışı gerçekleştirecektir diye inanıyorum. Hocaefendi ‘Türk rönesansı’na iman etmiş bir kişilik. Bugün bile geç değil ama zaman işliyor telaşında haklı olarak. İnsanlar küçük kafeslerinden çıkıp gönül enginliğinin yanında zihinsel bir ufka da taşınabilseler. Kutuplaşmış bir toplumda herkesin kendi hücresinde oturup kendi fikrinden başkasına düşman olduğu bu zemin yeşerse, biz hak ettiğimiz yeri alsak dünyada.

    Hiçbir fikri üretimi olmayan dünyaların kapalı kapılarını açabilsek de onlar da korkulacak olanın kendileri olduğunu anlasalar. Köprüler kurabilsek birbirimize, konuşarak, tartışarak anlaşabilsek.

    Hocaefendi’nin dediği gibi “…geleceğe karşı gözü kapalı kalmak körlük ise, geçmişe karşı alakasızlık da bir talihsizliktir”. Kültür yerelden evrensele taşınan bir özgün kumaş, özgün biçimdir ki onda hoyratlığa yer yoktur. O kahramanlığı, yiğitliği yeniden tanımlarken kötülüğe, yalana, unutulan değerlere, değerbilmezliğe, nadanlığa, hoyratlığa isyan ediyor.

    Vefa ve dostluğu yüceltiyor. İnsanlar arasında dayanışmayı, ülkesine yararlı olmayı teşvik ediyor. Milletini hamasi nutukla yüceltmiyor gerekenin yapılması için hareket ettiriyor çevresini. Yani “Ainesi iştir kişinin” lafına inanıyor. Bir felsefeci gibi yorumlarken yaşamı, bir aktivist olarak hamlelerini yapıyor. Nehrin akmasını engelleyen barajları söküp atmaya uğraşıyor. O ne yapıyor da insanları harekete geçiriyor sorusunu kendisine sorması gereken çok insan var. Onun kavradığı sosyal dinamikler nelerdir ki hiçbir politikacı kavramamıştır.

    Onun dizelerinde belki yanıtı: “Işık dalgaları içinde yüzerken varlık, karanlığa türkü söylemek bir kuru sevda...”

    Nevval SEVİNDİ

    N.S.— Türkçe’nin dünya dili olmasını mı isterdiniz?

    F.G.— Onu da istemezler. Sizin bir ölçüde yaklaşmanızı, birlikte hareket etmenizi istemezler, onlar da rahatsızlık hasıl edebilir. Bence bu açılımlar yapılırken, onun da hesap edilmesi lazım. Ben şahsen öyle bir yerde onları rahatsız etmemek için Türkçe konuşmam.

    N.S.— İran’a gittim, orda Afganistan’ı soruyorum, İran diyor ki: Afganistan İslam değildir, doğru Müslümanlık benim ki. Onlar olmadığından o kadar bağnazlar. Türkiye’de soruyorum Türkler diyor ki: Afganistan İslam değil, İran hiç İslam değil, doğru İslam bizimkidir. Herkes kendine doğru diyor. Ama Batı’dan bakıldığında sanki hiçbir farkı yok, onlar yekpare bir İslam görüyor. Acaba bunun için ne düşünüyorsunuz. Bir de acaba Batı’nın bakışı değişirse de bu değişim ne kazandırır?

    F.G.— Batı’nın bu mevzudaki mülahazası çok eskilere dayanır. Zannediyorum ilk defa İslam’la karşılaştıkları zaman, ordular değil, orduların başındaki komutanlar değil de, o dünyayı düşüncesi ile idare eden insanlar İslam gerçeğini alıp tahlil edeceklerine, İslam’a karşı peşin fikirli davrandılar. Onunla İslam’a savaş ilan ettiler. Esas İslam’ı temel dinamikleri, temel esaslarıyla inceleselerdi. Zaman ve şartların yorumu onda değişiklikler yapmış, Afganistan’daki şeklini, İran’daki şeklini doğurmuş. Bu şekillere, Suudi Arabistan’daki şekline, Suriye’deki şekline takılıp kalmamalı. Meselenin bir diğer yönü, biraz kilisenin bağnazlığından kaynaklanan yanlış anlamalar da var. Gerçi, kilisenin bu asrın başında belli ölçüde yumuşadığını görüyoruz; bu yumuşamanın gelecek adına da önemli şeyler vaat ettiğini söyleyebiliriz. Batılı mütefekkirler, araştırmacılar, oryantalistler meseleyi ele alırken, Hıristiyanlık–Müslümanlık, biz ve onlar şeklinde yaklaşınca, kusur bulma da hazır oluyor, karalama hazır oluyor. Bu mülahaza, Batı’nın doğruyu ve Doğu’yu görmesine mani oldu.

    Bunun için ne yapmak lazım? O ayrı bir mesele. Meselenin bir de Müslümanlar’ı ilgilendiren tarafı var. Müslümanlar, bulundukları şartlara göre, biraz kendi hissiyatlarına göre, biraz kendi çıkarlarına göre –ki, Türkiye’de son dönemlerde yaşanan şeylerde bu husus görülebilir– İslam’ı yorumlamışlar. Yani heva-heves İlahiyat’ın yerini almış gibi, doğru düşüncenin, doğru mülahazanın yerini almış gibi. İnsanlar kendi hissiyatlarını mantık zannediyorlar, muhakeme zannediyorlar ve ona din diyorlar. Bu hissiyat din etrafında ise, ona din diyorlar. Dolayısıyla saldırıyı bile dinin bir gereği sayıyorlar, düşmanlığı dinin bir gereği sayıyorlar.

    Ben burada şunu arz etmek istiyorum. Bu hoşgörü mülahazalarının bahis mevzuu edildiği bir yerde eskiden beri şöyle veya böyle beraberliğimiz olan bir dostumuz, bir yakınımız –bize birtakım iyilikleri de olmuş olabilir– dedi ki, “Havayı çok yumuşatıyorsunuz, insanların içindeki elbuğzu fillah, Allah için nefret etme hissini içimizde yıkıyorsunuz” dedi. Ortada ne duvar kalıyor, ne uçurum kalıyor. Oysa ki, bu bir yanlış anlamadır. Kâfir dediğimiz insanlara karşı tavır esasen küfür sıfatına karşıdır. Put düşüncesine karşıdır, müşrikliğe karşıdır, onunla birlikte gelen gayr-i ahlakiliğe karşıdır. Küfür sıfatına karşı olmak başkadır, şahıslara karşı olmak başkadır… Bu ikisi birbirine karıştırılıyor.

    Kalpte Hakiki Sevgi Olursa Düşmanlık Mecazi Olur

    İkincisi, karşı olma, tutma gibi hususlar, belagat ilminin prensipleri ile ifade edecek olursak, hakikat de olabilir, mecaz da olabilir. Mesela, insanın bir kötü tavrına karşı olursunuz. Bu karşı olma işin mecazi yanıdır. Hakiki yanı ise, onu o kötü tavrından kurtarmayı gerektirir. Sevgi de böyledir. Kalpte hakiki sevgi olursa, düşmanlık mecazi olur. Sevgi, sevdiğinizdeki beğenmediğiniz yönlerin izalesini gerektirir. Bu meselenin esprisi bilinemediğinden dolayı zannediliyor ki, Müslümanlar bir taraf olup, ötekilere karşı sürekli içlerinde kin duyacak, nefret duyacak, kıskançlık hisleri ile oturup kalkacak. Bunu dini bir vazife olarak yapacaklar. Bunu bizzat rencide olacağım bir üslupla ifade etti orda. Belki buna benzer şeyleri orda da arz ettim. Niye böyle düşünülüyor diye, daha başkaları da rahatsız oldu orada.

    Bunun gibi, zannediyorum İslam dünyasında da değişik yerlerde his ve heves kısmen fikir suretine girmiş. Dini de his ve heves olarak ele alıyorlar. Yani, ilahi çerçeve içerisinde değil, mantıkla ölçerek, tartarak değil. Günümüzde Kur’an’ın iyi bir yorumcusu diyor ki: “Kur’an insanlığa sunduğu kanunlarını, prensiplerini kurallarını akla tescil ettirmiştir. Onun akılla çelişen herhangi bir kaidesi yoktur.” Şimdi siz meseleyi hisle hevesle ele alınca, tabi hidayet kaynayıp gidiyor aradan. Herkes kendi hevasına ve hevesine uyuyor, onun kavgasını veriyor.

    Bir taraftan Batılılar’ın öyle bir bakışı var, bir diğer taraftan da dinin böyle şahısların heva ve heveslerine göre yorumlanması var. Mutlaka burada dinin bazı kuralları da yaşanıyor, bizim Türkiye’de yaşanıyor, Suudi Arabistan’da yaşanıyor, İran’da da yaşanıyor… Yaşanıyor ama, heves öncelikli, his öncelikli yaşanıyor. Allah’ın emirlerinin marziyat, yani Allah’ın hoşnutluğu ambalajıyla ele alınması lazım. İnsan meşruları yaparken bile, acaba Rabbinin bu mevzuda mülahazası, bakışı nedir diye bakması lazım. Çünkü niyet, seyyiatı hesenata, hasenatı da seyyiata, yani kötülükleri iyiliğe, iyilikleri kötülüğe çevirir. Yani, iyi diye bir şeyi yaparsınız, yeri değilse, mevsimi değilse, o anda onu yapmak gerekmiyorsa, bunda Allah’ın rızası yok demektir. Bu şekilde iyilik yapma kuşağında kötülük yapmış olursunuz. Nazik hususlar bunlar.

    Batılı’lar bir kere İslam’a peşin fikirli yaklaştılar. Onları fikirleri ve kanaatlerinde, bu düşüncelerinde teyit edecek hadiseler de sürekli cereyan ediyor.

    N.S.— Neyi beklerseniz onu bulursunuz kabilinden…

    F.G.— Biraz öyle bakıyorlar, öyle görmek istiyorlar. Ama biri çıkıp Cezayir’de doğru budur diyor, bir şey yapıyor... Suriye’de bir başkası aynı şeyi yapıyor. Filipinler’de Moro Cephesi’nde daha başkası kendine göre bir şey yapıyor, Bangledeş’te, Keşmir’de de bunun gibi şeyler oluyor... Batılılar, “Gördünüz mü, biz demiyor muyduk?” diyor. Kilise, “Gördünüz mü?” diyor. Hatta Budistler, “Gördünüz mü?” diyor. Bizim arkadaşlarımız ilk Budist rahiplerle karşılaştıklarında, rahiplerin tepkisi, “Şu harp eden din mi?” diyorlar, öyle bakıyorlar. Harbi zaruretler gerektirebilir. Dolayısıyla, o mevzuda kanun–kural olmalıdır. Şartlar savaşı zaruri hale getirirse? Fakat, savaş kanunsuz kuralsız olmamalı. Haçlılar, İncil’de savaşla alakalı böyle bir kural olmadığından dolayı kanunsuz kuralsız zulümler yaptılar. Filistin’e giderken yetmiş bin insanı ormanlarda astılar. Herkesin bildiği, tarihçe sabit bir vakıadır bu.

    Meseleye sadece bu açıdan bakıp karar vermek, yani İslam’ı müspet veya menfi manâda savaşla, kavgayla özdeşleştirmek yanlış olur. Ama gel gör ki, dünyada cereyan eden hadiseler onu böyle görüp, böyle değerlendirmek isteyen insanların kanaatlerini teyit ediyor gibi oluyor. Bir kısım dikkatsizler ne zaman kime nasıl davranacaklarını bilmiyorlar… Yani bir üslup yanlışlığından ötürü yanlış şeyler yapılıyor ve işin doğrusu İslam çok kötü gösteriliyor.

    Terörle, Dünyada Felakete Ahirette Cehenneme Varılır

    N.S.— İran, Cezayir özellikle son dönemde terörist İslam diye örnek gösterilen yerler. Orada yaşananlar İslam’a bir imaj biçiyor.

    F.G.— Örnek gösteriliyor da, Cezayir’de durum biraz farklı. Cezayir’de bizde olduğu gibi önce biraz demokrasiye yol açıldı. Demokratik yollarla gelenler gelsin dediler. Sonra onun önünü kestiler. Ben derim ki, baştan o imkânı vermeselerdi; inanan insanların, muhafazakârların, din diyenlerin iktidar olmasına fırsat vermeselerdi. Verdikten sonra yaptıkları demokrasi adına, demokrasi havarileri için ciddi bir ayıptır. Bu şekilde davranınca ne olur? Hisler tahrik edilir; tahrik olanlar bazı şeyler yapabilirler, bazılarını da entelijans servisleri yapar, onlara mal ederler. Cezayir’deki terörün farklı boyutları var. Orada bir-iki tane hissiyatı feveran etmiş insan bir yanlışlık yapıyorsa ki, Müslümanlık’ta, hatta Müslümanlık hesabına insan öldürmek diye bir şeyden bahsetmek mümkün değildir. Terörizm kadar Müslümanlığa ters başka bir şey olamaz. Kur’an-ı Kerim kasten, haksız yere bir insanın öldürülmesini bütün insanların öldürülmesine denk tutmuştur. Ve Kur’an’ın İbni Abbas’la başlayan pek çok yorumcusu, insan öldürenin ebedi cehennemde kalacağı şeklinde hüküm çıkarmışlardır. Siz Müslümanlık adına bir şey yapacaksınız, sonra kendi felaketinizi hazırlayacaksınız. Ebedi Cehennem’i hak edecek bir şey yapacaksınız. Bunu Kur’an’ın ruhu ile, dinin ruhu ile telif etmek mümkün değildir.

    Demek ki, bir kısım hissiyatı feverana hazır insanlar tahrik ediliyor. Bir de, büyük ölçüde zannediyorum Türkiye’de olduğu gibi, çok defa çok masum bir İslami topluluk içinden birkaç tanesi sıyrılıyor, toplumu tahrik ediyor, sonra büyük bir hadise cereyan ediyor. Cezayir’deki hadiselerin bir başka boyutu da budur. Keşke bütün bunlara fırsat verilmeseydi! Şimdi aklı başında insanlar her şeyi sadırlarına sinelerine çekmeli, sil baştan deyip, yeniden bir demokrasi mülahazasıyla inanan insana da düşündüğünü yaşama hürriyeti, kazanma hürriyeti tanınmalı, şimdiye kadar yapılan yanlışlar yeniden bir kere daha gözden geçirilmeli. Terörle hiçbir yere varılamaz. Bir şeyin üzerine parmak basalım: Müslümanlık esasen terörle hiçbir yere varamaz. Terörle varılsa varılsa dünyada felakete varılır, ahirette cehenneme varılır.

    N.S.— Cezayir’de kadın yazarlara ölüm fetvası çıkartıldı, çoğu aydın öldürüldü.

    F.G.— İslami bir ülkede dahilde vuruşma ve sürtüşme olmaz. Bir yerde cezaya müstahak bir insan bile olsa, ona karşı ceza verme mahiyetinde bir şeyler yapıp, üzerine topla tüfekle gittiğiniz zaman çok masumlar zarar görür. Milli serveti tahrip edersiniz, masum bir aileyi öldürürsünüz, çoluk çocuğa tecavüz etmiş olursunuz. Sadece cani cinayetiyle cezalandırılmış olmaz. Masumlar zarar görmüş olur; bu, İslam’la telif edilemez bir durumdur. Böyle bir durumda herkes, kendi inancının, ideolojisinin, etnik farklılığının katılığına sığınır.

    N.S.— Batı da bu terör hareketlerine sığınarak İslam’ı değerlendiriyor. Daha önce de haçlı seferlerinde karşı bir din olmasına sığınılmıştı, asrımızda da sığınır mı sığınırsa kaybı ne olur?

    F.G.— Şu anda değişik sığınmalar içinde olduğu söylenebilir. Fakat Batı ile temas belli bir dönemde mürşitler yoluyla, yani Müslümanlar’ın abdallarıyla, delileriyle, pirleriyle yaptıkları türde olursa, zannediyorum hüsn-ü kabul görebilir. Ama ordularla giderseniz, Batı’nın karşısına güçle giderseniz, tahrik ederek giderseniz, biz buraya geldik, bir mahalle tesis ediyoruz, burada bir cami yapıyoruz, yanında bir Kur’an kursu yapıyoruz derseniz, onlarda size karşı bir gerilim hasıl edersiniz. Ama duygu ve düşünce dünyanızı arka plana çekerek, İslam’ın çok önem verdiği insanlığımızla bazı şeyleri onlara gösterirseniz zannediyorum, Batılılar da nihayet insandırlar, kapılarını belli ölçülerde aralayacaktır ve eskiden gösterdikleri huşuneti,* sertliği göstermeyeceklerdir zannediyorum.

    Masum Bir Entegrasyon

    O bakımdan ben, AB’ne girmeyi de biraz öyle gönülden arzu etmiştim. Çünkü daha masum bir bir araya geliş, daha masum bir entegrasyon, onları endişelendirmeyecek şekilde bir birlik beraberlik. Bu birlik ve beraberlik içinde kendimizi anlatma fırsatını bulabilirsek, hiç olmazsa kendisini anlatmak isteyen insanlar kendilerini anlatma fırsatını bulabilirlerse, tarihi hatalar kendi tarihsellikleri içinde kalır. Belki yeni bir bakış zaviyesi ile yorumlanabiliriz. Bunlar bir beklentidir, ümittir. Ama biz sertlikle gidersek, onları tahrik edersek, burada yer yer gördüğüm gibi, camiler çok masum yerler olduğu halde, onlar bile toplumun içinde, eski ifadesiyle birer tahrik unsuru halinde arz-ı endam ederse, rahatsızlık unsuru olabilirler. Yani, onların rahatsızlık duyabileceği şeylerden biraz geri durmalı. Daha sonra demokratik kurallar içinde dini haklar talep edilebilir… Bu iş için bir cami gerekli ise, dinimizi öğrenme yeri gerekli ise, o da istenebilir. Tatlı yaklaşımlar içinde olunmalı.

    Kısaca, İslam dünyasının kaybettiği üslubunu yeniden kazanması lazım. Halihazırdaki üslubu gözden geçirmesi ve onu sorgulaması lazım. Yoksa bir dönemde dinlerine sığınanlar, bu gün kuvvete sığınabilirler. Medeniyetlerine sığınabilirler, yüksek teknolojilerine, sanayilerine, geniş imkânlarına sığınabilirler ve o zaman da İslam dünyasını ezerler. Ve yine, biz ve ötekiler olarak kalır gideriz. Batı’da hâlâ vahşet yanlısı insanlar vardır. Ama büyük ölçüde Batı’da bir medenileşme süreci yaşanıyor. Medenileşme gayretleri var. Onun için de bu medenilere bir şey anlatmak düşünülüyorsa, ilim yolunun, akıl yolunun, mantık yolunun seçilmesi gerekiyor. Dayatma yolunun değil. Benim dediğim haktır, senin dediğin batıldır, gel bu batıldan vazgeç, benim dediğim hakka teslim ol şeklinde yaklaşmak bence yanlıştır.

    N.S.— Sizinle konuşmak istediğim bir konu daha var: çok kadınla evlilik meselesi. Benim ilgimi şu çekti. İslamcı denilen kesim çok kadınla evliliğin Kur’an’ın keyfiyetinde olduğunu, o yüzden de kabul edilmemesinin söz konusu olamayacağını öne sürüyor. Tabii ki bunun ahlaki bir şey olduğunu söylediler. Ya da savunma durumunda da şöyle savundular. “Canım işte siz ötekiler, yani laik kesimdekiler de birden çok kadınla ilişki kuruyor” dediler. Yani burada çok garibime giden şey, adam İslamiyet adına, laik kesimde eleştirdiği aynı kriteri kendisi için kullanıyor. Ortak ahlaki değerlerimiz mi yok?

    F.G.— Siz de yer yer ifade buyurdunuz. Bize ait bazı hususlar şimdiye kadar çokları tarafından ele alındı ve tartışma konusu yapıldı. Allah, insanı kerim olarak yaratmıştır. İnsan daima iyi ve güzel olanı araştırır. Ama her zaman iyi ve güzeli bulamayabilir. Bazen Hakk’ı ararken batılla karşılaşabilir. Doğruyu ararken, bazen doğru olmayan, güzel olmayan bir şey eline geçebilir, başına gelebilir. Bence arama, ararken yanlışlara düşme biraz ilmin de yoludur. Gerçeğin de yoludur. Bunu yadırgamamak lazım. Belki durgunluğu yadırgamak lazım, duyarsızlığı yadırgamak lazım, aramamayı yadırgamak lazım, araştırmamayı yadırgamak lazım. Tehlikeli olan, insanı ve insani kabiliyetlerin inkişafını öldüren durgunluktur, duyarsızlıktır.

    İnsanoğlu son asırlarda belli değerlerden uzaklaştı ve günümüzde doğruyu arıyor. Bunu yaparken, ne yazık ki, taraf oluyor, cepheleşmeler meydana çıkıyor. Keşke bu olmasa, biz ve onlar denmese; doğru hep bizde, yanlış hep onlarda anlayışına girilmese. Toplumun yapısındaki parçalanmayı kendi içimizde kapasak, iz bile bırakmasak. Bazı şeyleri ifadede, eskilerin ifadesiyle ben de ‘diyk-i elfaz’, yani ‘kelime bulamama’ zorluğu çekiyorum. Her iki taraf da zannediyorum, uzun zaman değerler kaybını giderme gayreti içinde. Herkes bir yere varmak istiyor. Bu bir yerde kendini bulacağına inanıyor. Tabii farklı noktalardan hareket edildiğinden dolayı farklı noktalara varılıyor. Bu da hâlâ bir kısım kutuplaşmaların devamına sebep oluyor, onu netice olarak veriyor.

    N.S.— Yani ahlaki kriterler açısından bir bölünmüşlük var. Bu da biraz garip değil mi?

    F.G.— Ortak ahlaki ve düşünce esasları tam kavranamadığından veya herkes için bunlar farklı olduğundan bölünmüşlük oluyor. Müştereklerimiz şu anda henüz tam kavranmış değil. Herkes meseleye bir yanından bakıyor, kendi doğruları ile bakıyor, öbür taraf da kendi doğruları ile bakıyor. Mutlaka her iki tarafta da doğrular var. Belli bir dönemde, bazıları herhalde kendilerini savunmak için dört kadınla evlenmenin cevazı üzerinde ısrarla durdular.

    Ben burada bir espriyi arz etmek istiyorum: Bir defa, imam nikâhı kıyılarak, birden fazla kadınla evlenmenin Sünnet olduğuna dair Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde herhangi bir kayıt yoktur. Nisa Suresi’nde, hususi şartlar altında ancak cevazdan, ruhsattan bahsedilir ve bir kadınla evlilik adeta zaruret derecesinde teşvik edilir. Dolayısıyla kimse, dört kadınla evlenmeyi bir Sünnet’i yerine getirme şeklinde düşünemez; adeta dini bir emri yerine getirme iddiasında bulunamaz. Allah Resulü’nün evlilikleri bir çiledir ve ona hastır. Allah Resulü’nün birden fazla evliliği 55 yaşından sonra başlıyor. Çok yıpranmış bir insanın bu dönemden sonra öyle bir arzusunun bulunduğunu söylemek tarihi gerçeklere terstir. Bir şefkat abidesidir o, Allah ona hususi bir ruhsat vermiştir, bir şefkattir onunki. Hz. Ömer’in kızının kocası ölmüş. Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir’e “Kızımı al, ortada kalmasın” teklifinde bulunmuş. Hz. Ebu Bekir özür beyan etmiş. Aynı şeyi Hz. Osman da yapmış. Efendimiz (SAV) ise, onu hane-i saadetlerine kabulle, burada izahı mümkün olmayan, yeri de olmayan pek çok maslahatı* yerine getirmiş. Bu evlilikler, Efendimiz (SAV)’in sırtında kambur gibi bir şeydir. Onca insanı incitmeden, üzmeden, adaletle, tam bir istikametle idare etmek, diyorum ki, peygamberliğine delil olarak yeterdi. Ama diğerlerine gelince; bir tane kadınla evlenmek esastır, zaruretler birden fazla evliliği gerektiriyorsa, kadınlar arasında adalet esastır. Kur’an, “Aralarında adaletle muamele yapamamaktan korkarsanız, bir tane yeter. Adalet için bu daha uygundur.” diyor. Dolayısıyla, birden fazla evlilik Sünnet değildir, ibadet hiç değildir. Kimse zaaflarına dini bir kisve giydirip, sonra bunu bir sevap gibi sunmamalıdır. Bu dinin istismarıdır. Meselenin bir yanı bu.

    Başkalarının Avukatı, Kendimizin Savcısı Olmak

    Meselenin diğer yanı şudur: Dinde ruhsatlar vardır, azimetler** vardır. Azimetler işin ağır yanını tercih etmelidir. Buna kimse zorlanamasa da, mesela biri kalkar içten bir coşma ile Rabbine karşı gönlündeki bir alaka ile, secdede bir kere daha O’nunla secdede bulunmayı isteyebilir ve bunu bir yönüyle yapabilir. Allah’ın o esnada ihsan edeceği şeyler açısından da bunu arzulayabilir. Ama, bir başkasının bir damla ibadetini, bir kelime-i tevhidini bir geceki yüz rekâtlık namazına tercih de eder. Esas şudur: Başkalarının avukatı olmak, kendimizin savcısı olmak. İnsanın kendisini sorgulaması. İşte, azimetle amel etmek demek, böyle bir sorgulama, işin ağırını yaşama, ferden zoru seçme, zora talip olma demektir.

    Ruhsatlara gelince: Onlar, genişlik adına, rahatlık adına, Allah’ın tanıdığı kolaylıklardır. Bu mevzuda ayetler vardır, hadisler vardır. Sofilikte, tasavvufta, İslam’ın ruhi hayatını tercih edenlerde azimetle amel etmek esastır. Dinde poligamiyi tecviz edenler bunu bir ruhsat olarak görmüşler. Gerçekten bir zaruret hali olur. Savaş halleri olur. Pek çok kadın ortada kalır. Bunların hissiyatı vardır; meşru dairedeki zevklerin meşru çizgide tatmini için harama giden yolları tıkamak gerekir. Ayrıca, bilhassa kadınların dul ve bakıma muhtaç kaldığı dönemleri de nazara almak lâzım. Din, sadece bu asra değil, bütün asırlara hitap eder. Her asır, ondan kendine layık olanı ve gerekeni alır. Allah’a yaklaşma ve iyi Müslüman olma iddiasındaki bir insan ruhsatlardan çok azimetleri tercih eder. Bunu tasavvuf mektebinin önde gelen simalarından Şarani, “Dervişler azimetle amel etmeliler.” diyor. Bir taraftan tasavvuf denecek, fikir denecek, öbür taraftan da gerçekten gerekli mi, ruhsatı kullanma şartları var mı, neyin tercih edileceği samimi olarak ve Allah rızası istikametinde etüt edildi mi, bütün bunlar nazara alınmadan, ruhsatlar son noktasına kadar kullanılacak ve bir de bunlar İslam’a ve kişinin Müslümanlığına ölçü olacak. Bu, olsa olsa, kabahate, kusura, beşeri zaaflara dini urba giydirmektir.

    Kaldı ki, bazı meselelerde zamanın hükmü vardır. İnanmış bir insan, hayat arkadaşına farklı bir nazarla bakıyorsa, rica ederim, böyle birinin Müslümanlık için böyle bir şey yapıyorum demeye hakkı olamaz. İhtiyaçların giderilmesi bir ‘def-i hacet’ mesabesindedir.*

    Hayatın gayesi değildir. Müslüman saffet**, samimiyet ve idealin temsilcisidir, Allah rızasından başka bir şey düşünmez. Bu bakımdan, kadınla erkek arasındaki münasebette ana dayanak şefkattir, hayat arkadaşlığıdır, yalnız dünya ile değil, ebedi ahiret hayatını da nazara alan bir yol arkadaşlığıdır. İnsanlığın neslinin devamıdır. Diğeri, buna dünyada verilmiş sadece bir ücrettir. Evlilik, fiziğe değil, öncelikle akla ve ruha dayanır. Sonra, zaman bazı şeyleri öne çıkarır, bazılarını geriye atar. Önem kazanan bazı emirler gereği, bazı emirler terk edilir. Savaşta oruç tutulmaz, seferde namaz kısaltılır.

    Çok evlenme Müslümanlığa bir leke oluyorsa ve İslam’dan uzaklaştırmaya sebep oluyorsa, bir Müslüman’ın buna yol açmaya hakkı olamaz.

    Caminin Yanına Cem Evi Yapalım

    N.S.— Sizin Orta Asya’da Latin alfabesinin kabulünde çok önemli bir rolünüz oldu.

    F.G.— Gelecekte şu veya bu şekilde en azından bazı hususlarda birlikte hareket etme düşünülüyorsa, birbirimizi daha yakından tanımamız gerektiği düşünülüyorsa, bir alfabe birliği çok önemlidir dedim. Bir de İran’ın, Suudiler’in menfi tesirlerinden uzak kalabilmek için bu ülkelerin birbirleriyle aynı şeyi yazıp, aynı şeyi okumalarının, hatta imkânı varsa belli bir kesimin aynı ağzı, aynı aksanı kullanmasının çok önemli olduğunu söyledim. Onlar da buna sıcak baktılar. Fakat, alfabe değişimi gibi aceleye getirilmemesi gereken bir meselede acele davrandılar. Bazı sesleri ifade edecek harf bulamadılar, yakışıksız harfler yerleştirdiler. Oysa ki, kendi ağızlarına göre bizdeki alfabe alınabilir, bazı sesler için ise yeni harfler ilave edilebilirdi. Alfabe meselesi, hemen çabucak halledilecek bir mesele değildi. Belki ilerde bu konuda yeni reform veya düzeltmelere gidilebilir.

    N.S.— Rusça’da yayımlanmış çok zengin Türk araştırmaları da var. Biz bu kaynaklara çok uzağız henüz. Etimolojiden, Anna Ahmatov’un oğlu ünlü arkeoloğun çalışmalarına kadar çok zengin bir birikim belki bize böylece ulaşır.

    F.G.— Bir açıdan, o da bir zenginlik sayılabilir. Slavlığın, Çarlık Rusyası’nın, komünizmin, menfi tesirlerinin yanı sıra, kendilerine bir kısım katkıları da olmuş olabilir. Bunların menfi tesirlerine karşı koymak için yaptıkları bazı şeyler vardır, bu şekilde sağladıkları birikimleri vardır. Bizim ise, ayrı bir dünyada, Batı’ya açık bir dünyada farklı bir değişim karakter ve sürecimiz vardır. Büyük devlet olmanın şiarlarından bir tanesi de zengin kültürlü olmaktır. Türkiye tek başına bu zenginliği karşılamayabilirdi. Fakat Asya’daki kültür birikimi, Türkiye’deki farklılık, bunların karışımı, meczi zannediyorum ayrı bir zenginlik, ayrı bir derinlik olacak bizim için. Bu da kendi kendine mi olacak, insiyaklarla mı o noktaya gideceğiz, bilemiyorum ve kestiremiyorum da, fakat istikbal öyle görünüyor. İmkân olsa da, Türkmenistan ve Özbekistan gibi ülkelerde de aynı durum olsa; dış baskılardan kurtulmanın yolu biraz da bundan geçiyor. Bu, Kur’an harflerinin, Kur’an alfabesinin öğrenilmemesi demek değildir. Ama bir milletin millet olarak, ilmi ve teknolojik bakımdan zengin bir dünyada Kiril alfabeleri ile ayakta kalıp, büyümesi çok mümkün görünmüyor.

    N.S.— Orta Asya edebiyatını, kültürünü hiç tanımıyoruz. Oradan kendimize ait öğrenecek çok şey var.

    F.G.— Çok az şey biliyoruz, çok az. Mesela, onlarda bizdeki Yunus Emre’ye benzer bir Mahdum Kulu var. Bu zat hakkında hemen hiçbir şey bilmiyordum. Edebiyattan anlamasam da, okuma merakım var. Ancak 1990’dan sonra bu zatın divanını elde edebildim. Baktım Yunus Emre gibi düşünüyor. Bu zat abideleştirilmiş. Daha nicelerini de bilmiyoruz. Manas Destanı’nı bile yeni yeni duyup öğreniyoruz.

    N.S.— Bizde bunu en yakın temsil eden Alevi kültürü, onlar da bunu kentlerde kaybettiler.

    F.G.— Belki bizim de bütün toplum olarak bazı yanlarımız itibariyle rötuşlanmamız lazım. Tasavvufun yaptığı budur. Bizim yontulup, şekillendirilmesi gereken yanlarımız olduğu gibi onların da (Aleviler’in) bazı yanlarının yontulması, şekillendirilmesi lazım. Alevilik üzerinde hususi araştırma yapan tanıdığımız insanlar var. Onların mütalaalarına bakılınca, hakikaten Alevilik ayrı bir zenginlik kaynağı oluşturuyor. Bence o kültür Sünnilik mülahazasıyla kaldırılıp bir kenara atılmamalı, değerlendirilmeli. Belki Aleviler, Alevilik mülahazası ile değişik düşüncelere sığındılar. Bu sığınmanın bedeli de çok pahalı oldu onlar için. Şimdi bütün bunlardan sarf-ı nazar* ederek, biz ve onlar aramızda yeniden bir millet olmanın gerektirdiği birliği, kardeşliği tesis edersek, zannediyorum o kültür akışı, intikali kendi kendine gerçekleşecektir. Yani birbirimizi zenginleştirme imkânı doğacaktır. Birbirimizi bu şekilde tanıma da ayrı bir marifettir.

    Birbirimizin iç dünyalarına ve ruhi derinliklerine inmek, yine karşılıklı istifade adına meselenin ayrı bir boyutu. Bu birliktelik ve zenginlik için, onlar da Sünniler’e açılmalı. Halihazırda bu mesele bazı kesimler itibariyle hâlâ istismara açık gibi. Yani, niçin bazı aşırı sol akımları önemli ölçüde onlardan bazı kimseler temsil ediyor? Bizim milletimize ne olmuş ki! Bu millet ve bu ülkenin devletinin bazı eksiği gediği varsa, bu hepimiz için bir derttir. Halk için de bir derttir. El ele verip bu yanlışı düzeltelim. Bu Türkiye’yi kendi kendimize yeterli hale getirelim, akıllıca paylaşalım ve beraberce yaşayalım, istifade edelim. Böyle daha makul, hem milletin kalıcılığına hem de bizim kalıcılığımıza yardımcı olabilecek bir yol varken, böyle çok küçük mülahazalara saplanarak onlarla bir yere varılacağını vehmetmek, eğer birileri tarafından bir şeyler vaat edilerek bir iğfal değilse şayet, bir kandırma değilse, en azından büyük bir saflıktır diyeceğim. Bu millet köklü bir millet, sürekli medeniyetler kurmuş bir millet, her zaman engin kültürü olan bir millet. Batı’nın istifade ettiği kaynak olmuş bir millet

    Bu mevzuda da yine başa döneceğim. Belki hoşgörü ve diyalog Türkiye’de değişik kesimler arasında hayati bazı şeyler vaat etmektedir, fakat Aleviler’le aramızdaki suni aysberglerin eritilmesi adına çok daha yararlı olacak gibi.

    N.S.— Aleviler’in sözlü kültür geleneğinin temsilcisi olduğunu söylersek?

    F.G.— Bir de fakirin o mevzuda bir teklifi olmuştu. Alevilik vicahi kültüre dayanıyor. Bunun kitabileşmesi, ilmi bir sıfat ve kimlik kazanması için cem evlerine Alevi kaynaklarını koyalım demiştim. Çünkü atadan evlada intikal eden şeyler aynen intikal etmeyebilir. Bunun için, lokalleriniz olsun, eğitim merkezleriniz olsun, okuma salonlarınız olsun… Buralara Hacı Bektaş Veli’nin Makalât’ını koyalım, Mevlana’nın, Yunus Emre’nin Niyazi Mısri’nin eserlerini koyalım. Yani siz kimleri, hangi şahısları seviyorsanız, onların kitaplarını koyalım ve Alevi kültürü; vicahi, yani ağızdan ağza aktarılan bu kültürü kitabi kültüre çevirelim ki kalıcı olsun. Oturup konuştuğumuz zaman anlaşabileceğimiz bazı koordinatlar olsun. Yoksa öbür türlü zemin çok kaygan olur, kaymalar olur, anlama zorluğu yaşanır.

    Benim düşünce ve teklifim bu oldu. Hattâ cem evlerine destek olunmasını, mesela Tunceli’deki tanıdıklarıma tavsiye ettim, yardımcı olun dedim. Ortak okul projesi İzmir Narlıdere’de düşünüldü. Orada eskiden senatörlük de yapmış Dedeler’den birisi ile çok sevişiriz. Onunla, cem evi yapalım, yanına da cami yapalım diye görüştük… Osmanlı hoşgörüsü; kilisenin yanında cami, caminin yanında havra… Bunların hepsi yaşanmıştır ve bunlar çok sevindirici olmuştur. Selim akla, mantığa dayanmayan sertlikleri, huşunetleri kırmada bunlar çok önemlidir.


  4. #14
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti

    BÖLÜM 10

    YENİ YETİŞEN İNSAN



    “Hz. Mevlana’nın ifadesiyle, bir pergel gibi, bir ayağıyla olması gereken yerde, Tevhit’te, merkezde; diğer ayağıyla ise, 72 milletin içinde.”

    “Allah’a kimin daha yakın olduğunu da ancak Allah bilir. Bu, unvan, kıyafet meselesi değildir. Siz veya bir başkası Allah’a çok daha yakın olabilir.”

    “Zaman zaman asker olmayı arzuladığım durumlar da olmadı değil.”

    “Picasso’nun resimlerine hayranlık duyarım.”

    Orta Asya’da Ufuk Açan Eğitim Misyonerleri
    Fethullah Gülen Hocaefendi ile yaptığım sohbetin sonuna geldik. Gördüğüm büyük ve sıcak ilgiye teşekkür ediyorum. Hocaefendi’yle, ciddi sağlık sorunları olduğu için kendisini yormadan, sıkıştırmadan hoş bir sohbet yaptım.

    Bu bölümde onun, Orta Asya Türki Cumhuriyetler’den başlayarak yaptığı büyük eğitim atağından söz etmek istiyorum. Balkanlar’da ve tüm dünyada açılan okullarla süren bu misyon, işadamları tarafından gerçekleştirmekte. Dünya’da 200 okul açan cemaat şimdilerde Amerika’da üniversite açmaya hazırlanıyor. Azerbaycan, Arnavutluk, Kazakistan, Özbekistan, Romanya, Bulgaristan, Moldova, Makedonya, Ukrayna, Kırım, Rusya Federasyonu, Yakutistan, Buryat, Tuva, Hakasya, Afganistan, Bangladeş, Tayland, Endonezya, Pakistan, Çin’de açılan okullara şu anda yenileri de eklenmekte.

    Kırgızistan’da öğretmenlerin, devlet yardımı olarak verilen patatesi yiyerek altı ay yaşadığını biliyor musunuz? Daha ilginci sadece patates pişiren ahçının kendi yemeğini evinden getirdiğini! Türk öğretmenlerin hepsi Boğaziçi ya da ODTÜ gibi iyi okullardan, en başarılı öğrencilerden seçilmiş ekipler. Parasızlık nedeniyle üç aile bir evde kalanlardan tutun, düğünü yapıp karı koca gerdeğe girmeden okuluna koşan genç öğretmenlere kadar bir gün öyküsü yazılacak idealist, genç insanların yaşamları. Onları bağrına basan Orta Asya’ya tüm sevgilerini ve bilgilerini veren öğretmenler. Demek ki, “Misyon olmadan insan, insan olmadan misyon olmaz” lafını haklı çıkarıyor hayat. Bir ülkenin can damarı öğretmenleri ve kültür elçileridir.

    Türkçe öğrenen, Latin alfabesini kabul etmeye hazırlanan Orta Asya ile Türkiye’nin kültürel ufku da açılıyor. Milyonlarca kitap basılabilir, özlemle kitap bekleyenlere ulaşılabilir. Bizim için büyük bir kültürel pazar ve etkileşim alanı. Aynı zamanda bizim bilmediğimiz köklerimize ait önemli kaynaklara bu çocukların tercümeleriyle ulaşacağız. Rus dilindeki yayımlanmış Türk kültürü, arkeoloji, etimolojisi ile ilgili çok önemli kaynaklara ulaşma şansımız var artık. Böylece bizde yapılmayan sosyal bilimler, tarih çalışmalarına başka kaynaklardan kendimize ulaşmanın yollarını bulacağız.

    Artık Türki Cumhuriyetler’den gençler TCS (Türki Cumhuriyetler Öğrenci Sınavı) ve YÖS (Yabancı Öğrenciler Sınavı) ile Türk üniversitelerine akıyorlar. Hepsi özel yetiştirilmiş, sınavla alınmış ve çeşitli dallarda birincilikleri olan çocuklar bunlar. En çok çekinilen Tacikistan’da, İran ve İsmailiye mezhebi yanlıları bir sonuç alamadılar. Halkın tercihi Türk eğitiminden yana oldu. Geçen sene Tacikistan’dan 23 talebe Türkiye’ye gelirken bu sene 99 kişi sınavları kazanıp geldi. 7 tanesinin Boğaziçi, 18 tanesinin ODTÜ’yü kazansının yanı sıra, geçen seneki öğrencilerden biri bu sene Boğaziçi Elektronik–Elektrik bölümünde birinci oldu. Tacik öğrenci derece alıp çıtayı yükseltirken genelde öğrenci kalitesinde de farklılık olacaktır umarım.

    Türkiye Cumhuriyet tarihinin en büyük eğitim atağını gerçekleştiren Fethullah Gülen Hocaefendi, incelenmesi gereken sosyal bir fenomendir. Yurtiçindeki yüz okulu da eğitim seferberliğinde önemli bir çabadır. Onları görmemezlikten gelemeyiz. Meselelerden kaçarak bir yere varamadığımız ortada, kendimizle ve herkesle yüzleşerek yalancı olanı ortaya çıkarabiliriz. Zor olandan korkmak sonucu değiştirmez. Zoru başarabiliriz. Yeter ki isteyelim.

    Fethullah Gülen Hocaefendi’ye, zor koşullara rağmen, bana gösterdiği nezaket ve incelik için teşekkür ediyorum. Bana verdiği röportajdan dolayı kendisine sevgi ve saygılarımı sunuyorum.

    Nevval SEVİNDİ

    N.S.— Her yönüyle inkişaf eden ve gelişen insan tipini yani bireyi teşvik ediyorsunuz? Peki insanlar maddi ve manevi dünyalar arasındaki ilişkiyi nasıl dengeleyebilir? Örneğin siz çok içekapanık, durgun görünüyorsunuz, oysa büyük bir coşkuyu içinizde taşıyor ve bunu eyleme döküyorsunuz plan ve projelerle.

    F.G.— Bu ayrı bir mesele ama, bazı meseleler var ki, bunlarda insan dualizimden kurtulamaz. Yani her insanın kendine dair kendine bakan yanları vardır. Hem de bazı kimseler, bir hayli deruni olabilirler. Bazen benimki gibi değil, o sahanın insanlarının durgunlukları bir murakabedir, sükûtları tefekkürdür, ayrı bir değerdir, iç değerdir… Sessizlikleri, görüntülerindeki pejmürdelikler bizi aldatmamalıdır. Nedim’in meyhaneye bir bakışı vardır: “—Meyhane mukassi görünür taşradan amma, —Bir başka halâvet, başka letafet var içinde” der. İşte böyle bir mukassi* görünme halleri vardır. Bu, onların kendilerine bakan derinliklerine mütealliktir. Vicdanla baş başa kalışın ifadesidir. Böyle bir insan, aynı zamanda bir kısım sorumlulukları da sırtına yüklenerek, kâinatla münasebete davet edildiğinde toplumun içinde sosyal bir varlık olarak görünür, sosyal bir varlık olarak tanınır, sosyal bir varlık olarak diğerlerinden geri kalmamaya çalışır. Bir yanda aşkı şevki, hattâ daha ötede cezbi incizabı, daha da ötede hayretleri ile hem bir Pascal, bir Bergson, bir Muhiddin ibni Arabi ve Mevlana gibi derinliğine ulaşamayacağımız bir girdap, diğer bir yanda ise, insanlara açıldığı zaman bir ceht**, bir gayret insanı. Hz. Mevlana’nın ifadesiyle, bir pergel gibi, bir ayağıyla olması gereken yerde, Tevhit’te, merkezde; diğer ayağıyla ise, 72 milletin içinde. Bir ikilem, dualizm gibi görünen bu hali Allah’a inanmış bir insan yakalayabilirse, bu arzu edilir bir durumdur. İç dünyası itibariyle o kadar derin, o kadar aşkın… O kadar Allah’la münasebettar; ama aynı zamanda, toplum içinde aktif bir hizmet eri.

    N.S.— Hem ağlayan, hem gülen, hem yürüyen hem duran olma… Peki hiç öfkelenmez misiniz?

    F.G.— Benim öfkelenmem, nefsi müdafaa gibi olur. Çok sabırlı olduğumu söyleyebilirim. Dünya kadar stres, asabi haller, Eyüp sabrı gerektiren durumlar, bunların doğurduğu psikosomatik rahatsızlıklar. Nihayet sabır taşının çatladığı anlar gelir. Boşalmayı bazen hekimler de tavsiye ederler. Ara sıra boşalmanın yararı vardır. Fakat benim sabır ve tahammülüm boşalmamın çok daha ötesindedir.

    N.S.— Yirmi yıldır birlikte olanlara sorun diyorsunuz… Peki rüya görür müsünüz?

    F.G.— Çok rüya görürüm de, net olarak rüyalarımı uyku sonrasına taşıyabildiğim o kadar çok mudur? Belki sadece gerekli olanları taşırım. Öyle Allah’la münasebeti çok kuvvetli bir insan değilim, fakat Allah’ın kullarına olan merhamet ve şefkati nihayetsizdir. İşte, çok sıkıldığım, bunaldığım anlarda teselli adına gördüğüm rüyalar çoktur. Allah’la münasebetim zayıf olabilir, Allah’a kimin daha yakın olduğunu da ancak Allah bilir. Bu, unvan, kıyafet meselesi değildir. Siz veya bir başkası Allah’a çok daha yakın olabilir. Fakat Allah’a hamt ederim, Allah Resulü ile alakalı bir mülahazam vardır. O’na sevgimin ifadesi olarak, içimde duya duya “Keşke üzerine bindiğin atın olsaydım, hayır, atının bir kemiği olsaydım; keşke sandığından çekip attığın bir okun olsaydım” demişimdir. Allah’ın üzerimdeki en büyük ihsanı, O’nu tanımamdır.

    N.S.— Çok sık seyahat etmiyorsunuz galiba?

    F.G.— Ara sıra. Geçen sene Amerika’ya yine gelmiştim, bu sene, sağlık durumum tekrar gelmeyi mecbur etti. Biraz da buradaki arkadaşları görme arzusu, bazı hafakanlarımı teskin etme isteği bu gelişimde etkili oldu.

    N.S.— Efendim, sizin ilgi alanınız çok geniş. Fizik en sevdiğiniz bilim dalı örneğin. Bediüzzaman’dan, Einstein’dan, Pastör’den sevgiyle söz ediyorsunuz. Bir çok bilim adamına, düşün adamına hayranlığınız var. Hangisini en çok seviyorsunuz? Bir de merak ediyorum, ne olmak isterdiniz? Bilim adamı mı, sanatçı mı nasıl bir tercihiniz olurdu?

    F.G.— Hepsini çok sevdiğimden, tercihte zorlandığım anlar çok olur. Sonra, tercih de şart değildir. Ağrıları sızıları dindiren, tedavi eden, kesip atarken bile, heykel yontar gibi insan inşa eden bu insanlar, Allah yolunda, rampaya oturmuş peyklerin birden yükselmesi gibi, dikey olarak veli olurlar mülahazasını taşırım. Türkiye’de insan veli olabilir, fakat veli olma yolu bir değildir. Toplumu aydınlatma bir veli olma yoludur, Allah’a dost olabilir bir insan. Benim, toplumun ihtiyaçlarına göre, şu olsaydım, şöyle olsaydım dediğim anlar çok olmuştur. Güreşçilerimizin mağlup olduğunu görür, keşke iyi bir güreşçi olsaydım derim. Bir başka sahada müsabaka yapan sporcularımızın mağlubiyetini görür, keşke o sahada iyi bir sporcu olsaydım derim. Zaman zaman asker olmayı arzuladığım durumlar da olmadı değil. Belki bütün bunlar hiçbir şey olamamaktan, hiçbir şeye kabiliyetimin olmamasından ileri geliyor da olabilir. İlimler sahasında meselenin temel esprisini ise Bediüzzaman’ın mülahazasında buluruz. Şöyle der o: “Allah’ın iki kitabı vardır: Biri kâinat kitabı, diğeri Kur’an-ı Kerim.” Konuya bu zaviyeden yaklaşılırsa, Kur’an, Allah’ın Kelam sıfatının tecellisi olarak yerinde bir mesaj, yerinde bir kitaptır. Mütalaa edilmelidir. Bütün ilimler hep ondan fışkırmıştır. Kur’an kâinata tercümandır. Kur’an’la kâinat arasındaki münasebeti kuramayan, Kur’an’ı da anlamaz, kâinatı da anlamaz. Bazıları sadece kâinatı anlıyor, bazıları da Kur’an’ı anlıyor gibi görünür. Einstein’ın dediği gibi, bunların kimisi kör, kimisi de topaldır. Körlükten de topallıktan da kurtulmanın yolu, kâinat kitabının sırları; sessiz ama derinden konuşan bir kitap, Allah’ın kudret ve iradesini ortaya koyan, insanın antropolojisi olan bir kitap olan kâinat kitabıyla onun insanların anlayacağı şekilde tefsir edip anlatan, onu seslendiren ilahi beste mahiyetindeki Kur’an’ı iyi ‘okumak’tan geçer.

    N.S.—Efendim şiir yazdığınızı biliyoruz. Biraz edebiyattan söz etsek? Sevdiğiniz beğendiğiniz edebiyatçı, şairler olarak kimleri sayabilirsiniz?

    F.G.— Mutlaka tercih ettiğim insanlar vardır. Bu biraz düşünce ufuklarındaki ağırlıklardan… Genelde bütün ehl-i marifetin marifetini severim, bütün sanatçıların sanatını. Bir başkasının filmine hayranlık duyduğum gibi, Picasso’nun resimlerine hayranlık duyarım. Edebiyatta, şiirde, Doğu’da da Batı’da da beni hayran bırakanlar vardır. Batı’da Shakespeare, Dostoyevski, Puşkin, Türkiye’de de değişik çizgilerde sevip takdir ettiğim insanlar vardır: Orhan Veli’nin çok sevdiğim, hayranlık duyduğum şiirleri vardır. Nazım Hikmet’i genelde –bunlar beni aşan hususlar da olsa– düşünceleriyle tasvip edemem… Ama güzel deyişlerinin olduğu inkâr edilemez. Bu arada, sözün şiirde ma’kes* bulması, çok iyi telâffuz edilmesi açısından, Yahya Kemal’e çok hayranlığım vardır… Çok. Arkadaşlara geçende, onun Kendi Gök Kubbemiz’i birkaç defa okuyun dedim. Ben belki elli defa çevirmişimdir. Necip Fazıl’ın şiirinin yanında, ayrı bir derinliği vardır. Nükteleri vardır, düşündürücüdür… Eskiler arasında da, Namık Kemal’den Şinasi’ye kadar hayranlık duyduğum insanlar var.

    Mehmet Akif’i ve Tevfik Fikret’i Severim


    Günümüzde, Sezai Bey’in (Karakoç) de, biraz fazla sembolik de görünse, ayrı bir derinliği vardır. Sezai Bey bir ufuktur. Hususi ile Türk şiirine ayrı bir derinlik kazandırmıştır. Ve yine bu nesilden mesela fikir yazılarında Rasim Özdenören, şiirde Mehmet Akif Ersoy ve Erdem Beyazıt beyler ve daha başkaları vardır. Ben bunları genelde okuyorum ama, Yahya Kemal’le, Necip Fazıl’a ve bu arada Mehmet Akif’e karşı bakışım daha başkadır. Mehmet Akif bir hakikat kahramanıdır. Çok rahat anlaşılır… Şiirinde Arapça Farsça kelimelerin çok olması, şiirinin ağır olmasını gerektirmez. Çok rahat, zorlamasız bir söyleyişi vardır. Tevfik Fikret’te de zorlama görmeyiz. Ayrı kutup olmalarına rağmen, o da tekellüfsüz (zorlaması olmayan) bir insandır. Bir Fransız şairin adaptasyoncusu olarak da bakarlar kendisine ama, çok başarılı şiirlerinin olduğu da bir vakıadır.

    Batı’da Balzac’ı da severim. Realist kabul edilmesine rağmen, Vadideki Zambak, ondaki romantizmi ortaya koyar. İran şiiri ve Fransız edebiyatı arasında paralellikler olabilir. Askerde basiretli bir komutanım vardı. Bana, Batı klasiklerini okuma şevkini daha çok o aşılamıştı doğrudan. Sadi’yi daha önceden okumuştum. İran edebiyatının meşhurlarını da –Hafız, Nizami, Enveri gibi– tanıdığımı söyleyebilirim.

    Bu konuda kesin bir kabul veya oturmuş bir anlayışım olmasa da, Türk şiirinde Akif, Necip Fazıl, Yahya Kemal bir saç ayağını teşkil ederler. Bunu düşünce dünyamı da belirlemiş olabilir.

    N.S.— Doğu’yu da Batı’yı da aynı önemde öğrenmemiz gerektiğine inanıyorum. Türkiye için önemli olduğunu düşünüyorum ben. Türkiye’de yaşayan belki Osmanlı aydınının buna yakın olduğu söylenebilir. Mutlaka bir Batı dili biliyor olması… Önemli bir rolü vardır herhalde. Çocuklara da sadece bir yabancı Batı dili veriliyor. Niye Doğu’dan da bir dil verilmiyor. Doğu’yu anlayacakları Doğu’nun herhangi bir yerine ulaşacakları bir dil olmuyor ?

    F.G.— Aslında Farsça’yı teşvik ediyorum, Arapça okuyor, teşvik de ediyorum. En azından, dinimizi kaynağından öğrenmemiz için Arapça, reddedemeyeceğimiz kültürümüzün köklerini tanımamız için de Farsça’ya aşina olmak gerekiyor. Fakat Türkçe’ye, mesela Arap edebiyatından, Arap şiirinden hemen hemen kimse kazandırılmamıştır. Halbuki, Arap şiirinin çok üstün yanları vardır. Bunları kendi kaynaklarından takip etmek için klasik dilin çok iyi ve zevkle okunacak şekilde bilinmesi lazım. Bu gayret var ama, henüz mikro planda, yirmi otuz insanda görülüyor. Hususi bazı arkadaşlara Farsça dersleri verdiriyorum. İlahiyatçı arkadaşlar Farsça da öğreniyor. Batı dilleri de öğretiliyor. Hatta, Almanca’ya da, Fransızca’ya da önem verilse… Fransızca önemli bir dil, Tanzimat’la da tanıdığımız bir dil. Bir kolejimiz Almanca öğretimi esas aldı ama, bunların sayılarını çoğaltmak lazım… Fatih Üniversitesi’nde Çince, Japonca, hattâ İspanyolca da okutulması kararlaştırılmış. Gürcüce’nin de okutulmasını teklif ettim. Çünkü Gürcistan’la komşuyuz. Orada, Türk okulları var, üniversite var. Aynı zamanda, diğer komşularımız gibi, onların da bize karşı yumuşamasına ihtiyaç var. Bir yanıyla centilmenlik… Bir diğer yanıyla da dil… Hatta dil için, bir insan bildiği dil sayısınca insan sayılır derler…

    N.S.— Tam bir sosyal bilimci gibi çalışan sizsiniz doğrusu.

    F.G.— Teşvik ediyorsunuz, böyle aklı başında insanlar teşvik edince isabet varmış diyorum. Devam eder inşallah.

    N.S.— Orta Asya’da önerdiğiniz şeyleri söylüyorlardı da onların yaptıklarını yapın, saygı gösterin, yediklerini yiyin… Ben de dedim ki: Hocaefendi tam bir sosyal bilimci, yatkınlığınız var. Onu saymadınız, gerçi sevdiğiniz şeyler arasında. Söylemek istediğiniz başka şeyler varsa…

    F.G.— Buraya kadar zahmet edip geldiniz. Belki dünya kadar çam devirdim. Konuşurken de susarken de, hedefimde toplum içinde uyum, uzlaşma ve istikrarın sağlanmasını hedef aldığımı söyleyebilirim. Fakat, bir şeyler yapmaya çalışırken, maksadımın aksine hareket ettiğim de olabilir. Birilerinin elini tutup sıkarken kardeşlik arıyorsam, dostluk, hoşgörü arıyorsam ve bunu kendim için bir gaye edinmişsem, söylenmesi ve yapılması gereken şeyleri iyi tespit edip, yerli yerince yapmamız gerekiyor. Buna uyamayınca maksadın aksiyle tokat yediğimiz oluyor. Bunca zamandır hep ayrı gayrı olmanın gadrini yaşadık, zulmüne uğradık. Aziz bir milletken zelil, üstün bir milletken mahkûm olduk. Üstünlüğün yolu birlikten beraberlikten geçer. Allah’ın ister ferde, ister topluma en büyük inayeti birlik halinde gelir. Eğer insanlar bir araya gelmiş, birleşmiş, bütünleşmişlerse, Allah’ın o insanlara ekstradan, fevkaladeden ihsanları olacağını umuyorum. Milletimizin de böyle bir birliğe ihtiyacı vardır. Şu anda milletimiz, çok önemli fırsatlar yakalamıştır. Bir rampa üzerindedir, büyüklüğe, devletler arası muvazeneye dikey olarak sıçrayabilir. Fakat bunu bilenler, çelme takmaya yeltenebilirler. Bu açıdan da Shakespear’in yaklaşımıyla, milletimiz olma–ölme kertesinde bulunuyor. Ölmeyi akla bile getirmeden, bu millet nasıl oldurulacaksa o yapılmalıdır.

    N.S.— Yani gelecekteki bizim yeni bir insan tipine ve yeni yapılanmaya ihtiyacımız var.

    F.G.— Evet, yeni insan tipinin en önemli yanı, hakikat âşığı olması, ilim âşığı olması, insan âşığı olmasıdır. Tek yanlı bir bağlantı içinde olmaması, bunlardan sadece birine bağlı olup kalmamasıdır.

    N.S.— Yani aşk esas unsur hayatta. O aşk Allah’ın hayattaki en temel prensibi galiba. Allah sevmeseydi, kâinatı yaratmazdı.

    F.G.— Hoşgörünün temelinde o sevgi ve aşkın yeşermesiyle olur. Sevgisiz insandan hoşgörü beklemek çok zor. Buraya kadar zahmet edip geldiniz, zahmet çektiniz.

    N.S.— Estağfurullah, ben sizin zamanınızı aldım. Rahatsız olduğunuz halde konuştunuz. Çok teşekkür ederim.

    * Ufuk Turu, Eyüp Can; Milliyet Yay.)
    *Huşunet: Kabalık, sertlik. Y.N.
    *Maslahat: Amaç. Y.N.
    **Azimet: Allah’ın emirlerini eksiksiz olarak yerine getirme. Y.N.
    *Mesabe: Derece. Y.N.
    **Saffet: Saflık, temiz kalplilik. Y.N.
    *Sarf-ı nazar: Vazgeçme. Y.N.
    *Mukassi: Kasvetli. Y.N.
    **Ceht: Azim. Y.N.
    *Ma’kes: Yansıma. Y.N.


  5. #15
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti

    SONSÖZ


    Türkiye İslam ve toplum ilişkileri üstüne ciddi bir tartışma başlatamıyor. Siyasi platform üstünde daha çok sürüklenen konu toplumsal gerçeklerden hareket etmek yerine çeşitli kesimlerin kafalarındaki önyargılardan hareket eden bir seyir izliyor. Bu nedenle sansasyonel, kavgacı, politize bir üslubu aşıp bilimsel ve entellektüel düşünce biçimine geçilemiyor.

    Türk aydınlarının şablonist ve tarafgir düşünme alışkanlığı insanları gerçeklerden koparıyor. Benim yazılarımın ‘övücü’ olduğu eleştirisi de burada açıklanmaya muhtaç duruma düşüyor. Yaptığım çalışmanın sonuçlarının olumlu olması ya da övücü niteliklere hak kazanması bu çalışmanın övmek fiiliyle olan ilişkisinden kaynaklanmamakta. Bu çalışmada Fethullah Gülen Hocaefendi kendi sözleri, yazıları ve ideolojisiyle değerlendirilmiştir. Tüm referanslar kendisine aittir, olması gereken de budur. Bir sosyal fenomen olarak değerlendirilmiştir. Cemaat ve hareketin değerlendirilmesi ise daha uzun bir çalışmaya ihtiyaç göstermektedir. Bu şu ana kadar bilimsel olarak yapılmamış bir çalışmadır.

    Bir olaya iyi ya da kötü kavramları dışında bakma alışkanlığı edinememiş toplumumuza objektif bir okuma alışkanlığı edindirmeye çalışıyorum denebilir çalışmalarımda. Kafamızdaki şablonlara oturmayan her şeyi reddederek ondan kurtulma kolaycılığı artık bitmeli. Ya da aydınların yaptığı gibi, kafasındaki şablona oturmayanı kesip biçerek illa o forma sokma ya da şablonun içine sıkıştırma telaşı bizi hep yanlış yönlendirmiştir. Bir fikir ya da olgu şablona sığmıyorsa deforme etmek ya da kaldırıp çöpe atmak, bizim toplumsal sağlığımızı bugünkü dengesizliğine sürüklemiş bulunuyor.

    İslam ve dini kurumlar ve geçmiş yokmuş gibi davranan Türk aydını, sosyal bilimlere aykırı olarak, bunu gerçeklikmiş gibi sunmuştur. İslam’ı bir bilgi olarak değerlendirmeyi, bir entellektüel olarak bilgi objesi haline getirmeyi bilememiştir. Bu nedenle kültürün en önemli ayağı olmadan toplumu anlamaya, çözümlemeye kalkışmış ve hep toplumun uzağına düşmüştür. Aynı zamanda zihni platformda tam bir kısırlık yaşanmaktadır. Kanaat ve önyargılar bilgi yerine geçince, toplumda bugün yaşanan kamplaşma oluşmuştur. Bunu besleyen kaynak da politize ve şablonist kafalardır.

    Teslimiyetçi aydın ideolojisi, Türk aydınının temel yanlışıdır. Siyasi gücü ele geçiren ideolojiye yol açıp, ona teslim olmayı benimsiyorlar. İran’da da aydınlar mollalara böyle bir teslimiyet göstererek karşı ideolojiyi üretememişlerdi.

    Bilinmeyenden korkulan bir ortam, uçurumu derinleştirerek toplumdaki kampları keskinleştirmiş, bilgi akış kanallarını tıkamıştır. Bilgi üretmeyen ve bunu yaymayan aydınlar ve tüm kurumlar tam bir kültürel çöküşe neden olmuşlardır.

    Solcu aydınların bir geleneği olarak devlet düşmanlığı tüm toplumsal gelişmeleri engellemiştir. Türkiye ile devleti eşdeğerde gören bu zihniyet ülkesini göz ardı eden bir anlayışı doğurmuş ve Türkiye’yi sürekli diğer evrensel ülkelerden sonra sıralamaya koymuştur. Türk kültürü, İslam, Müslüman, millet gibi kavramları konuşmak, yazmak bile ayıplanan bir olguya dönüşmüştür. Popülist kavramlar haline getirilerek ve yabancı bir ülkeyi inceler gibi yapılan kimi çalışmalar da topluma yabancılaşmanın baş yapıtları halindedir.

    Devlet ve siyasi mekanizmalar rollerini oynamak zorunda olan aktörlerdir. Devlet herkesin devleti olarak yerini belirlerken, çözüm yeri değil politikalar üretme yeridir zaten.

    Kendi ülkesinde sömürge valisi İngiliz gibi davranan bir zihniyetin herhangi bir ‘tespit’ çalışması bile yapması imkânsızdır. Oysa ilk önce antropolojik bir cennet olan Türkiye’de ciddi ‘tespit’ çalışmaları yapılmalıdır. Antropolojinin yardımıyla ülkemiz ve insanlarımız hakkında ciddi bilgiler edinebiliriz. Çıkan sonuçların olumlu, olumsuz olmasından rahatsız olmamayı öğrenmeliyiz. Bizim kafamızdaki şablona uyan kısmını bilgi diye verip, ya da ayıklayarak sunup gerçeği katledemeyiz. Ben ne gördüysem, ne duyduysam bunun tespitini olduğu gibi size ulaştırdım. Bunun yanında yazdığım imzalı yorumlarım kendi tezlerimdir. Bu tezler bana aittir. Bunların doğruluğu yanlışlığı tartışılabilir. Zaten bir diğer önemli sorunumuz; tartışmamak. Onun yerine karalama, kavga gibi ilkel davranış biçimlerine sığınmak. Bu elbette zihin açıcı bir ortam olmaz.

    İnsanları ‘bizden olanlar’ ya da ‘olmayanlar’ diye ayırarak zihni üretim yapılamaz. İktidarın isteğine göre teori üretmek, sırtını devlete yaslamış aydın geleneğinde uyulan bir prosedür olmuştur. Bu yüksek politizasyon gerçeği görmeyen bilim adamları/kadınları yaratıyor. Hep devletin toplumun düşmanı olduğu noktasından hareket eden şablon, Türkiye’ye zarar vermekte.

    Bugün Türkiye’de yaşadığımız problemlerin çözümsüzlüğünün ardında ideoloji üretemeyen, zihinsel kabızlık çeken bir dünya yattığı aşikar.

    Bu dünya kimseyi merak etmeyen bir yer. Bu uzay üssüne girecek vizeniz yoksa ağzınızla kuş tutsanız sizin tarafınıza dönüp bakmayacaklardır. Çünkü fikirle, yeni olanla, orjinalle ilgilenen meraklı gerçek entellektüel yok. İlgilenen ama kimseye söylemeden susup zamanını bekleyenler de kendini garantiye alanlar.

    Oysa toplum modern bir İslam anlayışını talep etmektedir. Türkler modern yaşamı isteyen ve kültürel uyumluluğu olan bir ulustur. Türkler yüksek adaptasyon yetenekleri, açık kültürleri sayesinde bulundukları her coğrafyada tutunmuşlardır. Yerleşmişlerdir. İnanıldığı gibi göçebe karakteri değil, yerleşik kültür karakteri gösterirler. Çin’e yakınlaşınca Budist olmuşlar, Anadolu’da Bizans’la sarmaş dolaş yaşamışlar zamanlarında hep yükselen değerleri benimsemişlerdir. Böylece modernleşerek ve varlıklarını geliştirerek korumuşlardır. Selçuklu’dan daha ileri bir Osmanlı’yı yaratma nedenleri budur. O nedenle de Şamanist, Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman Türkler tüm Avrasya coğrafyasına yayılmışlardır. Modernizme çok yakın olan Türkler her çağın modernizmini benimseyerek yenilik ruhunu diri tutmuşlardır. Yesevi anlayışı tam buraya oturan bir tasavvuf geleneğidir. Tarikatlar da buradan su içer. Türklere tarihte yer değiştirten savaşçı yetenekleridir.

    İlhan Selçuk’un köşesinde belirttiği gibi “Ak-pak saygıdeğer müminle, üçkâğıtçı kara yobazı eşdeğerli mi tutacağız?”* Bizim dediğimizi o da onaylıyor “2000 yılının eşiğinde Türkiye, yalnız Batı değil, Doğu uygarlığını da çok yakından tanımak zorundadır. Birini anlamadan ötekini öğrenmek zaten olanaksız!…. Her dinde olduğu gibi İslam’da da hoşgörülüsü var bağnazı var.” diyerek bugün Türkiye’de yaşananları Müslümanlar’la mürteciler arasında bir çatışma olarak değerlendiriyor: “Mürteciler diyorlar ki, laikçilerle müslümanlar çatışıyor… Yok canım?… Ülkemizde bugün ‘Müslümanlar’ ile ‘mürteciler’ arasında bir çatışma yaşanıyor; daha doğrusu kara yobazların saldırısını Müslüman çoğunluk göğüslemeye çalışıyor.”**

    Biz Türkiye’nin, toplumun güçlenmesini nasıl sağlayacağız? Nasıl topluma yön veren, ufuk açan bilgi üreteceğiz? gibi soruların karşılığını tartışmak yerine herkes kendi kapalı cemaatinde birbirinin dediğini onaylayarak haklı olacaksa 21. yüzyıla asla giremeyiz.

    Atilla İlhan’la yaptığım bir söyleşide Türk İslam anlayışını ve Fethullah Gülen Hocaefendi’yi değerlendirirken şunları söylemişti: “Osmanlı’nın ordusu Yeniçeri Ocağı, Bektaşi’dir; ayrıca Mevleviler’in büyük nüfusu vardır. Bunlar Melami, yani gönül Müslümanı, kural Müslümanı değil. Bu manâda Anadolu halkı, başından beri Müslümanlığa başka türlü bakıyor, bir gönül işi olarak; o kadar ki Yavuz’dan itibaren halife olmalarına rağmen, Osmanlı padişahları 2. Abdülhamid’e kadar bu sıfatlarını siyasette kullanmamışlardır. Abdülhamid’e kullandıran da, İngiliz ve Fransızlar’ı zor duruma sokmak isteyen Almanlar’dır.

    İşin siyasi analizini ise şöyle yapıyor: “Fethullah Hoca yükselen ve alafrangalığı benimsemiş olan yeni Türk liberal burjuvazisinin temayüllerini aksettiriyor, yani nasıl Katoliklik Batılı burjuvazisinin güçlenmesi üzerine içinden daha liberal eğilimli Protestanlığı çıkarmışsa, ortodoks Müslümanlık da Fethullah Hoca’nın Nurculuğunu çıkarmış oluyor…”

    Bununla çok yakından ilişkili olan ulusal kültür sentezinin yapılamamış olması ve bunun nedenlerini de açıklıyor: “Batı’daki bütün ulusal kültür sentezleri, başlangıçta reddettikleri feodal/ümmet sentezlerine dayanır, onun içinden çıkarılmıştır; başka bir ülkeden kopya edilmemiştir.

    Biz de demokratik bir ülke olacaksak, soruna böyle bakmak zorundayız. Ulusal kültür sentezini, feodal ümmet (Selçuklu/Osmanlı) sentezini inkâr ederek değil, günümüzün koşulları içinde o sentezi değerlendirip, kendimize taban edinerek oluşturacağız. Metodumuz rasyonalist olacak, mesele burada.”

    “Cumhuriyet’in milliyetçiliği yurt milliyetçiliğidir, asla ırk milliyetçiliği değildir” diyen Atilla İlhan, yurtsever olmayı milliyetçi olmakla eşdeğerde tutup yeren aydın anlayışının sakatlığını anlatır. Türk kimliğinin tartışılması konusunda dedikleri aydının durumunu açıkca ortaya koyan bir tespittir: “Bugün Türk kimliğinin tartışılması, aydınların iyice saçmalaması sonucu. Halkın bir kısmı, Osmanlı sentezini kendisine aydınların önerdiği kişiliksiz, Mason alafrangalığından daha yakın bularak o tarafa meyletmiştir. Yani Türk aydını dediğimiz yaratık, sentez üretemiyor.”*

    Ulusal kültür sentezi üretilmedikçe, yurtsever olmak ırkçılıkta ayrılmadıkça, kavramlar literatürdeki yerlerine oturtulmadıkça ve dahası, bunu yapacak kadrolara nefes alma imkânı verilmedikçe böyle debelenerek çok zamanda bir arpa boyu yol alamaya devam edeceğiz.

    Tartışılması gereken önemli konular şu tespitlerin ışığında çıkmıştır:

    1. Türkiye kendi İslam anlayışının yapısını, kurumlarını ve geçmişini öğrenip tartışmalıdır. Bu İslam’a evrensel bir hoşgörü imajı verecek yeni bir zemin de oluşturur. 21. yüzyıl ‘Türk rönesansı’nın yolu budur.

    2. Tesettür konusunun ana kaynağında da bile bugün dayatılan katılıkta olmadığı anlaşılıyor. Bu, kadının Türk Müslümanlığı’ndaki yerinin iade edilmesi ihtiyacını göstermekte, ayrıca gönül Müslümanlığı’nın kılık kıyafete bağlı olmadan yaşanmasına cevaz vermekte.

    3. Cami mekânının form ve içerik olarak tartışılmasının zihinsel yararları kadar sosyal yaşama etkileri de olacaktır. Cami, kadınlara ve nikâh, sanatsal etkinlik ve konferans gibi sosyal etkinliklere açılmalıdır.

    Bu söyleşide insanların aklını kurcalayan bazı sorulara, kendi aralarında sorduklarına da değinmek isterim. Söyleşinin bu denli ilgi görmesinin bir nedeni de ‘insan’ olarak Fethullah Gülen’in öne çıkarılmasıydı sanırım. Hoca’nın din adamı kimliğinden çok entelektüel tarafını öne çıkaran bir söyleşi yaptım. O da benim merak ettiğimi, tartıştığımı, onunla bir fikir tartışması yaptığımı görünce benimle o boyutta konuştu ve farklı şeyler söyledi. Hocaefendi hem teorisyen, hem aktivist bir portre olarak konularına hâkim.

    Onun takiyye yaptığını öne süren ya da düşünen insanlar da var. Bu nedenle Aksiyon dergisinden Osman İridağ* bana şu soruyu yöneltmişti: “Halen takiyye yaptığını, asıl amacının başka olduğunu düşünen insanlar var. İki günü birlikte geçirdiniz, saatlerce konuştunuz. Sizce takiyye yapıyor mu? Ya da yapması için bir neden var mı?”

    Ona yanıtım şöyle olmuştu: “Ne gibi bir nedeni olabilir ki? Eğer Cumhurbaşkanlığına oynasa, parti kursa takiyye yapması için bir nedeni olabilir. Ama o, herkese politikadan uzak durun diyor. Hatta cemaatinden biri çok ısrarla politikaya girmek isteyince, Hocaefendi elbette seçmek senin hakkın ya biz ya politika seçebilirsin demiş. Bence Hocaefendi takiyye yapamayacak kadar akıllı.

    Ben hayatta çıkmanın değil, inmenin zor olduğuna inanırım. Olduğunuz seviyeden aşağıya inip küçük hesaplar yapmak çok zor gelir insana.

    — O zaman neden insanlar şüphe ediyor?

    — Alışkanlık. Kendin takiyye yapıyorsan, başkalarının da takiyye yaptığına yemin edebilirsin. Yapılabilir gelir insana. Mutlaka bunun altında bir buzağı vardır da biz göremiyoruz diye düşünme alışkanlığı kemiriyor bizi.”

    Türkiye çeşitlilikten, çok kültürlülükten ürküyor. Giysiler, gruplar çeşitli gibi görünmesine karşın zihinsel olarak totaliter anlayış ortaklığı tüm çeşitliliğin zahiri olduğunu anlatıyor. Zihinsel olarak dayatmacı olma alışkanlığı özel ve genel yaşamımızı belirliyor. Bu dizinin tartışılmaması da aydınların kapalı bir cemaat olduğunu ve ölmeye mahkûm bir yaşamı sırtladıklarını gösteriyor.

    Amerika’ya ilişkin söylediklerine ise İslami cepheden gelen tepkiler olmuş. Bana sorulan ilginçti: ‘Acaba Hocaefendi Amerika’dan korktuğu için mi bunları söyledi, yoksa bir çaresizlik mi var’ gibilerinden.

    Bence iyi bir siyasetçilik var. Akılla hareket ediyor ve Kant’ın sözünün tam karşılığını veriyor: “Cesaret et, aklını kullan”. Duygularına hiç kapılmıyor bu değerlendirmelerde. Üç beş kişiyi sevindirmek, ucuz mesajlar vermek yerine çok uzun vadeli düşünüyor, bunun stratejisini yapıyor. O küçük kaygılarla meşgul değil. Global, büyük hedeflere dönük yüzü. Dünya konjoktürü açısından doğru bir değerlendirme yapıyor, çaresizlikten değil. Onun devletçi olup olmadığı da büyük merak konusu; aynı söyleşide bana soruldu:

    “— Sizi şaşırttı mı ondaki devletçilik anlayışı?

    — Şaşırtmadı, çünkü o bir Cumhuriyet çocuğu. Fransızlar ne kadar devletçiyse, Amerikalılar ne kadar devletçiyse Hocaefendi de o kadar devletçi. O Türkiye adına bir şey yapıyor.

    — Devlet sevgisi mi vatan sevgisi mi ağır?

    — Vatan sevgisi daha ağır. Ben de yaptığım işlerin Türkiye yararına olduğuna inandığım zaman mutlu oluyorum. Türkiye bundan yararlanacak diye düşünüyorum. O zaman önce vatan geliyor. Vatanın da bir devleti olur. Bunun tartışılır yanı, iyi kötü yanları vardır, ama her şeye rağmen yine de devlet vardır. Gerekli bilgilerin üretilmesi, bu bilgiyi algılayıp değerlendirebilecek nitelikte insan gücünün yetiştirilmesi, denetim ve yargı aktivitelerinin yürütülebilmesi, eğitim faaliyetinin etkinliğinin sağlanması devletin rolünü belirlerken önemini tartışılmaz olarak önümüze koyuyor. Dünya devletin varlığından şüphe etmiyor.”


  6. #16
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti

    NEO–NURCULUK NEDİR?

    Ağustos ayında Milliyet gazetesinin Entelektüel Bakış sayfasında Dr. Hakan Yavuz imzalı ve ‘Fethullah Gülen Hoca ile Söyleşi’ adıyla anons edilen üç günlük yazı dizisi, üçüncü gün dip notta belirtildiği gibi bir söyleşi değil faksla gönderilmiş soruların cevaplarından oluşturulmuştu. Söyleşi adı altında yayımlanan eski soru–cevap metni bir tezi aktarmakta: “Fethullah Gülen, Cumhuriyet’in yetiştirdiği ‘aydın ulema’ tipinin somut bir örneği olarak, geniş bir bilgiye, derin bir analiz gücüne sahip”. Bu şekilde nitelediği Hocaefendi’nin cemaatini de ‘Neo–Nurcu’ olarak değerlendiriyor. “Neo–Nurcu hareketi incelerken, Gülen ile hareketin iç ve dış çemberlerini oluşturan ‘abiler’ arasında büyük bir uçurum olduğunu vurgulamak gerekir” diyen yazarın, ‘abiler’ tanımlamasının bilimsel tanımını bilmemekle birlikte, kullandığı diğer ‘girintili çıkıntılı düşünme’ kavramının da kendi ‘bilimsel dili’ olduğunu sanıyorum.

    Burada Fethullah Gülen’e bakarak Neo–Nurcular’ı tanımlamak yanlıştır diyor. Hareketle liderini ayırarak ilginç bir analiz yöntemi uyguluyor doğrusu. Bir teorisyen ve aktivist olarak hareketi oluşturan, büyüten, örgütleyen lider, harekete hiç damgasını vuramamış köşesinde oturan bir ‘ruhani’ bilge olarak gösteriliyor. Böyle olsaydı bunca stratejik yönlenme ve çalışma nasıl olabilirdi? ‘Abiler’le mi, merak ettim.

    Türkiye’de ideolojik takıntı üzerine tez yazma alışkanlığı yaygındır. Siyasal kamplaşmalardan teori üretmek tipik Türk aydın/akademisyen tavrıdır. Gerçeği araştırmak onların işi değildir; kendi şablonlarına durumu uyarlamak önemlidir. Oysa entelektüelin tanımı gereği görevi, gerçeği aramaktır.

    Burada söyleşi olmadığı halde metinden “Gülen’in bu mülakat içinde ve dışında söylediklerine bakınca Neo–Nurcu hareketin hem fikir hem eylem alanında diğer Nurcu cemaatlerden ayrıldığını görüyoruz.” diyor.

    Söylediklerine keşke referans verseydi de biz de anlasaydık bunların neler olduğunu. Burada tezini kurduğu temeli açıklıyor, ona göre Neo–Nurcu hareketin başlıca özelliği, Said Nursi’nin İslami kaynaklar çerçevesinde işlediği bireyci ve sivil öğretisini, devletçi ve milliyetçi bir potada eritmesi. Saidi Nursi’ye rağmen tanımlanan bir Nur hareketi söz konusu. Şimdi, bir fıkra vardır; Hegel ölürken “beni bir tek Marx anladı o da yanlış anladı” der. Hocaefendi için bu fıkrayı şöyle uyarlayabiliriz: “Bediüzzaman’ı bir tek Fethullah Gülen anladı ve o da doğru anladı. Fakat onu değerlendirenler için bunu söylemek çok zor. Neden devletçi diyor? Çünkü Türk aydınının kafasında devletle Türkiye eşdeğerdedir. Türkiye’yi seviyorsanız devletçi sayılıyorsunuz vatansever değil. Vatansever (patriot) kavramı artık kullanılmıyor bu literatürde. O nedenle de hemen ardından ‘milliyetçi’ yaftasını yapıştırıyor. Toplumsal bir hareket olduğunu bu kadar incelediği halde neden göremiyor yazar? Bunca insanın nasıl örgütlendiği, hareketlendirildiği gibi ‘küçük’ bir sorun neden dikkatini çekmemiş? Çünkü bu ideolojik şablonda toplumun bir önemi yoktur. Karar verilen teze uymayan her şey gibi toplum da atılabilir. Eğitimde Türkiye tarihinin en büyük sivil hareketini örgütleyen lidere haksızlık yapılıyor.

    Fethullah Gülen’in bunca okulun böyle kapsamlı bir organizasyonla bütün dünyada nasıl oluştuğuna ilişkin sözlerini bile değerlendirmiyor. Yazar yalnızca kafasındaki şablona uyan bilgileri yerleştirip diğerlerini değerlendirmeye tabi tutmuyor. Devlet, devletçilik, milliyetçilik meselelerine takan bu zihniyet bilimsellik adı altında teori üretiyor. Türk aydınlarının devlet takıntısı 1970’li yıllarda ideolojik olarak biçimlenip orada kalmış bir formasyon. Devlete kötü bir şey olarak bakan anlayışın sonucu, Fethullah Gülen’in sivil eğitim hareketi bile, devlete karşı cephe almadığı için ‘sivil’ sayılmıyor. Devletten yardım alarak bir yerlere gelmiş gibi illa devletçi statüsüne indirgenmeye çalışılıyor. Peki, hareketi oluşturan cemaatin ekonomik ve sosyal boyutu nedir ki, bu yargıyı desteklesin? Buna dair bir bilgi yok. Fethullah Gülen’e bakarak hareket değerlendirilemez diyor, ama yazar da sadece onun fikirlerini bize bilgi olarak iletiyor. Bize bildiklerimizi tekrarlarken bunun yapılmaması gerektiğini belirtmesi ilginç bir yöntem doğrusu.

    Çünkü burada yatan zihniyet sivil toplum/toplumcu hareketi tam devlet karşıtı olarak konumlamakta. Türkiye’yi güçlendiren hareketler sivil toplum hareketleri olamaz mı? Sivil toplumcu hareket kendi devletini, toprağını, milletini sevemez mi?

    Bu soruların cevabı yok elbette, daha ilginci çelişkilerin çokluğu. Örneğin hareket için “sivil özellikler taşımasına rağmen ‘sivil’ olduğunu söylemek güç” gibi. Hareketin sivil özellikler taşıması yeterli görülmüyor yazar tarafından kendi neo şablonuna uyması için redediliyor. Sadece ‘bu özellikleri de vardır’ gibi ilginç bir duyuru kalıyor elimizde.

    Hocaefendi devlete ‘itaat’ eden ‘arı kovanını’ üretti tezi ise devlete karşı olmayan bir cemaate liderlik etmesi, bu cemaate devlete karşı olma ruhu işlemek yerine devlet–vatan–millet kavramlarını yerli yerine koymasından kaynaklanıyor. Buna yazar çok kızıyor ve: “Dahası, belki de en istenmeyen sonucu, devlet ve milletin birlikteliği vurgulanmaya çalışılırken, kutsallığın devlete devredilerek devletin kutsanması” gibi olağanüstü anlaşılmaz, kıymeti kendinden menkul bir yorumu akademik (gibi) dilin ardına sığınarak anlaşılmaz bir hale getiriyor. Neden istenmeyen sonuç? Neden devlet millet birlikteliği vurgusu istenmeyen bir şey? Kim hangi kutsallığı, hangi şekil ve durumda devrediyor?

    “Neo–Nurcu hareket İslamcı değil, muhafazakâr” bu ilginç yargı, tüm Hıristiyan Demokrat partileri de ilgilendirir sanırım! İslam’la muhafazakârlık birbirine zıt kavramlar olarak sunulunca biz de yeni bir literatür edinmiş oluyoruz! Neresinden tutalım halinde yargı ve yorumlar peşpeşe yağıyor: “Bu devletçiliğin kutsanma mekanizmalarından biri, İslam’ın hem Diyanet İşleri hem de Neo–Nurcular tarafından millileştirilerek bir Türk dinine, ‘Türkiye Müslümanlığı’na indirgenmesi.”

    Nedenleri bilinmeyen, bilimsel sırları açıklanmayan devletçi olduğu ısrarı ve develtçiliğin kutsanma mekanizmaları diye yine ne olduğu belirsiz, (demek bir dizi mekanizma var) bizim bilmemiz gerekmeyen sadece yazarın uygun bulduğu yargılarla yetinmemiz istenen bu metinde, İslam’ın blok olarak kabul edildiğini görüyoruz. Devlet ve millet beraberliğini reddeddiği için İslam boşlukta duran bir ‘vaka’ oluveriyor! Hiçbir ülkenin kültürü kabul görmüyor yazar tarafından, hepsinde uygulanması gereken bir İslam anlayışı var ki bunu da bize söylemiyor; bu nedenle “Türk dinine indirgenmiş” bir İslam gibi yeni bir tarif çıkıyor ortaya. Bir kere Türk dini diye bir şey olamaz olsa olsa İslam’ın Türk yorumu olur, ikincisi buna indirgenme denmez bilimsel koşullarda, kültürün içinde sosyal biçimlenmedir. Uluslar kendi özyaşam biçimlerini geliştirirken kültürü biçimlendiren en önemli proseslerden biri de dindir. Bu nedenle İslam’ın her kültürdeki yorumu farklı farklıdır, hiçbiri indirgeme olarak görülemez. Bunu ancak Arap yayılmacılığını, kültürünü savunan bir tez söyleyebilir.

    Başka bir inci tanesi: “Kurumsal olarak ise, yazılı kültürden tekrar sözlü kültüre, radyo–televizyona ve Hocaefendiye mutlak dönüş”.

    Yazar hangi yazılı kültürden sözlü kültüre geçişi kast ediyor anlamıyoruz ama yazarın sözlü kültürden ‘söz söyleme’ yi anladığını anlıyoruz. Hocaefendi televizyonda veya radyoda konuşunca şıp diye buna sözlü kültür deniyor! Bunu bilimsel olarak çok yazmış biri olarak hayretle yazlı kültüre müracaat edilmesini öğütlüyorum.

    Son paragrafdayız dayanın: “Neo–Nurculuk kutsallığı millete ve devlete yüklüyor. Bu tutum İslam’ın da devletleştirilmesini ve Kemalistleştirilmesini sağlıyor”. Yani bunu tercüme edersek, insanın Türk olması, Türk kültürü içinde İslam’ı yorumlayarak yaşayan biri olması, vatanını, devletini sevmesi, devlet–millet beraberliği istemesi İslam’ı Kemalist (Atatürkçü) hale getirmektedir. Atatürk ile devlet özdeş kavramlar olduğundan yazarın gözünde İslam’ı bunlara bulaştırınca Araplaşmadığımız için çok üzülmemiz gerekiyor.

    Hocaefendi’nin verdiği cevapları asla ciddiye alıp değerlendirmeyen, kendi şablonunu sadece tarif eden bu bilimsel anlayış karşısında insan titriyor. Hocaefendi, Bediüzzaman’ın pozitivist ve materyalist anlayışa dayalı bir eğitimden yana olduğunu söylüyor. Aklın aydınlanmasına önem veren bunun yanısıra ruhi manevi tekamülü de izleyen bir içeriği olduğunu anlatıyor. Burada kendine feyz aldığı içeriği anlatırken, “Kısacası, dertlerimizin çaresi, Batı’da olduğu gibi, sadece zihni ve akli değil…. Şark’ta olduğu gibi, sadece kalbi–ruhi de değil…. Hem akli–zihni, hem de ruhi–kalbi aydınlanmaya dayalı eğitimde, işbölümüne dayalı çalışmada ve ayrılıklar yerine birliktedir.” diyor. Hocaefendi, hareketin içerik ve yöntemini de burada belirtiyor böylece. ‘Arı kovanı’ devlete hizmet etmiyor toplumsal bir hareket olarak Türkiye’yi yüceltmek, toplumun kalitesini arttırmak istiyor. Tümüyle sivil bir toplumsal hareketin kendi olanaklarıyla örgütlenmesine sadece devlete karşı olmadığı için ‘devletçi’ diye nitelemek gerçekten zihni çaba ister!

    Eğitimle daha kaliteli bir gençlik yetiştirmek, standartları yükseltmek hedefi olan bu sivil eğitim atağı, Türkiye’nin güçlenmesini istemekle mi devlete kutsallık yüklemiş oluyor? Sivil toplum reform yapan oluyor da Fethullah Gülen hareketi neden devletçi sayılıyor? O cemaat sivil toplumun neresinde? Devletten kredi, teşvik, maaş falan mı alıyorlar hepsi? Milliyetçilik sadece dar anlamıyla kullanılabilir bir kavram?

    Devlet zayıflayacak toplum güçlenecek teorisine her şeyi uydurmaya çalışan bu ideolojik takıntı uymayanı uyduruyor. Teknik devlet, garson devlet, küçümen devlet gibi teoriler burada askıda kalakalıyor.

    Türkiye’de toplum devletten beslenen bir ekonomik yapıya sahip, içiçe yaşıyor. Bilimsellik adına sürekli burada teori üretenler analizden uzak, 1970’li yıllara takılmış metinler yazıyorlar ki, bunlar teori niteliğinde değildir. Herkesin kendi siyasi pozisyonuna göre biçimlendirdiği gerçek dışı teoriler, Türkiye’ye hiç bir şey vermediği gibi toplumla aydının arsını da kapanması zor bir şekilde açmış bulunuyor. Toplum kendini dönüştürecek, yönlendirecek odaktan böylece yoksun kaldı. Devletten başka yere bakamaz oldu. Toplumu bağımsız bir entelektüel yönden koparan ve ele geçirdiği iktidar odaklarında kendi gibi düşünmeyenleri boğan ‘aydın’ totaliterizmi devletçilik, milliyetçilik kavramlarına daha yakın cemaat ilişkileri göstermektedir. Doğan Avcıoğlu dışında geniş bir tahlil getiren de olmadı. Unvanlarla yetinen aydınlar kavramları tersine çevirerek dünyaya bakarlar ve bu nedenle Don Kişot, sadece Türkiye’de, bir övgüdür. Sanırım kimse Don Kişot’u ciddiye alıp okumamış.

    Hocaefendi’nin “Lezzeti başkalarının lezzetinde bulma manâsında diğerkâmlık” sözü, bizim entellektüel yaşamımızda bir davranış biçimi bile değil.

    Türkiye “Türk rönesansı”nı gerçekleştirebilmek için gerekli alt yapıyı oluşturabilir. Artık irtica nedir, mürteci nedir tartışmasının kısırlığından sıyrılıp yeni kavramlar ve sentezler üstünde tartışma zamanıdır. Politizasyona uğramış bir aydın çevresinin dışına çıkıp zihinsel üretimi olan, bilimsel tezleri olan insanlarla toplumsal kalitemizi arttırmanın yolları üstünde düşünmemiz gerekmektedir. Toplumun zihni üretimi olmadan maddi üretimi olamayacağı göz önüne alınırsa, toplam kalitemizi ve bilgimizi arttırmadan global dünyada bir yer edinmemiz de çok zor görünüyor. Bugünü değerlendirmek reformlarla mümkün ve Türkiye yeni, çağdaş ve bolluk içinde bir yaşam talebinde. Bu toplum bunu arzu ediyor, sivil toplumun hareketlenmesi için gerekli zihni üretim yapılır ve toplumla paylaşılırsa gelecek için umutluyum.

    Toplumsal kalitenin artması siyasi kaliteyi de yükseltecektir. Böylece tıkanmış bir damar olan siyaset, çözüm üretici bir yere dönüşebilir. Aynı şekilde akademik yaşam da bilgi kanallarının kapandığı bir nokta. Toplumla bilgi buluşturulmalı ve bu kaynaktan her yaşta insan yararlanabilir hale gelmelidir. Türkiye edindiği demokrasi kültürünü korkular üstünde değil, umutlar üstünde yükseltebilir. Toplumun bu konudaki beklentisi bize gelen mektuplarda açıkça ifade ediliyor.

    * 5.8.1997, Cumhuriyet.
    **6.8.1997, Cumhuriyet
    * 27.9.1995, Yeni Yüzyıl.
    * 9-15 Ağustos, Aksiyon.


  7. #17
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti

    OKUR TEPKİLERİ

    “…İnsanlara yeni ufuklar yeni çizgiler sergilemeye çalışan Hocaefendi’yi anlayabildiğim kadariyle topluma mal olmuş bir sahsiyet olarak değerlendirdim hattâ Hocaefendi bir din alimliğinin yanında çok iyi bir ilim adamı, psikolog, doktor, belki de çok iyi bir lider diyebilirim. Gerçekten içinde bulunduğumuz ortamı çok iyi anlayabilen ve bu ortama çözüm ve teklif sunabilir bir şahsiyet diyebiliriz…”

    Celil ÇATALLAR

    “…Ben kendimi Türkiye’nin sosyal ve siyasal bulanıklığında çağdaş ve demokrat olarak niteleyen bir cumhuriyet vatandaşıyım. Bu yönüyle baktığımda sizin gibi aydın bir şahsiyetin kaleminden bir din adamının değişik yönlerini ve bakış açısını öğrenmek ve tanımak beni Türkiye’nin geleceği acısından bazı kaygılardan kurtardı. Yoğun bir irtica tehlikesi yaşadığımız bir ortamda bizim asırlar boyu sahip olduğmuz din mefhumunu ve çağdaş boyuta uyarlanmasını bu sayede daha iyi algılayabildim. Böylelikle yaşadığımız tehlikenin kaynağının da din mefhumunun değil bazı riyakâr insanlar olduğunu bize çok güzel lanse ettiniz.

    Sizin gibi aydın bir kalemden Türkiye’nin çokça ihtiyaç duyduğu ‘aydın boyut’ta dinin de iyi bir şekilde temsil edilebileceğini görmek bir çıkmaz sokağı anayola bağladı…”

    Mustafa YILMAZ (Mühendis)

    “…sizin gibi değerli bir yazarımızın tüm tabuları yıkarak gerçekleştirmiş olduğu gazetecilik olayını tüm kalbimle tebrik ederim. Bana korktuğum, çekindiğim bir insanı en geüzel şekillde tanıttığınız için size ayrıca teşekkür ederim…”

    A. Mithat SEVECEN (Avukat)

    “…Arkasından milyonların gittiği bu şahsın görüşleri, emelleri ve Türkiye ve dünya hakkındaki geleceğine ait planlarını bu röportaj sayesinde öğrenmiş oluyoruz. İslam dininin nasıl yaşanması gerektiğini ve Türk İslamı’nın İran İslamı’ndan ne kadar farklı ve hoşgörülü olduğunu belirten Fethullah Gülen hakkındaki fikirlerimiz müsbet yönde değişme göstermiştir…”

    Umut BOLAT

    “…Emin olun ki bu sohbet bazı soru işaretlerini yok etti ve İslam camiasının o bilinen öcü kalıbını yıkmayı başardı…”

    Tuğan AVCIOĞLU (Üniversite Öğrencisi)

    “…Manâ itibariyle din bir değişim geçirmiştir. Bazıları bu değişimi anlayamamış ve de kendilerini toplumdan soyutlamıştır. Toplumla iç içe kalan ve de bize dinin toplumla uzlaşabileceğini ayrıca sandığımız kalıpların dışında çok yönlü bir bakış açısı yakalayan sayın Fethullah Gülen’le yaptığınız röportajı tebrik ediyorum…”

    Yasin ZEYDAN (Üniversite Öğrencisi)

    “Yazı dizinizi büyük bir ilgi ile okudum. Sorduğunuz sorular gerçekten orjinal sorulardı. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin verdiği cevaplar çok mantıklı, çok değişik bir çerçeveden ve kişilerin (özellikle benim) aklına yatkın cevaplardı…”

    Selman YAVUZ (Üniversite Öğrencisi)

    “…dinimizi tam bilemediğimizden Müslümanlığa ve Müslünmanlar’a yabancı gibi değişik bir gözle bakıyorduk. Bu röportajı okuyunca çok duygulandım. Dindar insanllara bakış açım değişti…”

    Kasım KARATAŞ

    “…Bu kısacık ama önemli, dini bencilce ve bağnazca düşüncelerden arındırıp dinin özünü yansıtan, Türk ve İslam dünyası adına ileriye yönelik sentezler sunan bu tür çalışmalarınızı sağın veya solun tesirinde kalmadan devam ettirmeniz dileğiyle.”

    Üniversite Öğrencisi

    Tamer DURAK,

    Hamit KARABIYIK,

    Yasin BİLEN,

    M.Sedat ÖÇAL

    “…Objektif değerlendirmeler ve itina ile kaleme alınan röportaj, bugün en çok ihtiyaç duyduğumuz GERÇEK MÜSLÜMANLAR’ın; sahteleri ile karıştırılmaması veya ‘hepsi aynı’ kolaycı anlayış toptancılığına gidilmemesi gerektiğini bir kez daha ve büyük bir açıklıkla ortaya çıkarmıştır….

    Her bir bölümünü zevkle okuduğum röportaj; bu güzel ve zaruri vasıfların hepsinin, M. Fethullah Gülen Hocaefendi’de mevcut olduğunu gösterdi. Bunca sahte liderler namına, millet olarak, onun fikirlerine, tavsiyelerine ve gayretlerine ne kadar muhtaç olduğmuzu bir kez daha anladım…”

    Necdet SEVGİ (Mühendis)

    “…Örtünme konusundaki kara çarşaflara bürünme mecburiyetinden tutun da, dört kadınla evlilik konusundaki şartlara kadar, İslam diye bize meğer örf ve ananeleri dayatmışlar. Bugün belki de insanlık çektiği ıstırabı, ıstıraplarına merhem olacak bu enfes dinin gerçek mesajına ulaşamama nedeninde anmalı diye düşünmeye başladım….

    Fetullah Hocaefendi gibi aydın alimlerle dinimizin çağımızın insanının anlıyacağı bir tarzda sunularak kabul göreceğine, kimsenin böyle bir yaklaşıma itirazı olmayacağına inanıyorum…”

    Kemal BAYRAKTAR

    “… ‘Bana yumrukları sıkılı gelirseniz, beni de yumrukları sıkılı bulursunuz. Bana dostça gelirseniz anlaştığımız konuların anlaşamadığımız konulardan daha çok olduğunu kolaylıkla görebiliriz’ diyor Woodrow Wilson.

    Ama Fethullah Gülen Hocaefendi, dinlediğimiz ve okuduğumuz kadarıyla Woodrow Wilson’dan daha dostça bir yaklaşım sergiliyor. Çünkü o, “Döviz elsiz, sövene dilsiz olmayı” bir erdem kabul ediyor. Ve bu şekilde gönülleri fethediyor. Sonra da huzurun ve barışın kapısını aralıyor.

    Toplumlararası ve bireylerarası hoşgörü ve diyalog için tanınması ve bilinmesi gereken bu insanı söyleşinizle bizlere tanıtarak diyalog sürecinin hızlanmasına katkıda bulunduğunuz için sizlere teşekkürü bir borç bilirim.

    Cihangir ARSLAN

    “…Bu yazıyla bazı kısımların Müslümanlık olgusunun sadece kendi ipotekleri altında olmadığını görmelerini diliyor ve sizleri de özellikle Hocaefendi’yi de sevgiyel kucaklıyorum.”

    Hasan KILIÇ

    Yönetici

    “Bazen insan önüne gelen kapıyı açmaz. Endişesinden. Ama içerde hoşuna gidecek şeylerin bulunduğunun farkında değildir. Farkında olsaydı zaten o kapıyı açardı.

    Siz de benim bir türlü açamadığım kapıyı açtınız. O nadide şahsiyeti (Fethullah Gülen Hocaefendi’yi) bana tanıttınız. Hocaefendi’nin düşüncelerinden, görüşlerinden kabiliyetim ölçüsünde istifade ettim. Artık meselelere, dini bakış açım İslam zannettiğim fakat İslam’dan uzak düşüncelerimden kurtularak asıl İslam perspektifinden bakmaya başladım…”

    Fatih... (Üniversite Öğrencisi)

    “…Gerçekten de böyle insaların bu şekilde düşünüp bu kadar çok eğitim kurumları hem de, örnek eğitim kurumları açıp, Türkiye’nin sesini en yüksek şekilde dünyanın değişik yerlerinde duyurmalarından sizin sayenizde gurur duydum.

    Sizin bu yazı dizisini takip etmeseydim, bu insanların hakkındaki düşüncem çok farklı ve değişikti. İtiraf etmeliyim. Şahsen bana yeni ufuklar açtınız. Objektif gazetecilik örneği gösterdiniz.

    Türkiye’de böyle insanların olması, düşünen insanların olması, modern İslam anlayışına sahip insanların olması, beni ve benim gibi düşünen insanları sanıyorum çok umutlandırmıştır…”

    Enis BATAN

    “…Şahsen üniversite son sınıf öğrencisi olmama rağmen İslamiyet hakkında ne derece az ve yanlış bilgilere sahip olduğumu bu yazınızdan sonra anladım. İslam’ın tam bir hoşgörü dini olduğunu ve gerçekten de bütün insanlığa hitap ettiğini, Türkiye’nin içinde bulunduğu durumun asıl sebeplerini ve bunlar gibi birçok realiteyi bu röportajınız sayesinde kavramış bulunuyorum. Tüm bunlardan dolayı sayın Fethullah Gülen’e sonsuz minnettarlıklarımı sunarım…”

    Ercan YAZICI

    Mühendis

    “…Sayenizde daha yakından tanıdığım Fethullah Gülen’in fikirlerinin, çağdaş kimliğimizin oluşmasında büyük etken olacağına inanıyorum. Eğer kendi öz kültürümüzü, dinimizi çağın gerektiği şekilde yorumlayamaz ve çağdaş bir senteze ulaşamazsak, bir kısmımız kendi öz benliğinden kopmuş köksüz bir ağaç gibi, kimimizse çok gerilere takılıp kalmış, çağdışı insanlar olacaktır. En kötüsü ise bu bizi birbirimizden uzaklaştırıp aramızdaki uçurumu büyütecektir.

    Türkiye’nin sorunlarına hepimizin ortak teşhisi eğitimdir. Ekonomik geriliğin, bilimsel geriliğin, trafik terörünün, insan haklarında geriliğin demokraside geriliğin vb. çözümü eğitimdir. Çözüm eğitilmiş, bilinçli insandır. Sayın Gülen’in ve arkadaşlarının ideali ve pratikleri bu bağlamda hedefi tam on ikiden vuran bir yaklaşımdır.

    Ülkemiz gündeminin böylesine kitlendiği günlerde, bizlere bir entelektüel ve aksiyon insanını tanıttığınız için tekrar teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dilerim…”

    Ö. Faruk TURGUT

    “Ben Marmara Üniversitesi’nde okuyan Türkmenistanlı bir öğrenciyim. Orta Asyalı olduğumdan sayın Fethullah Gülen Hocaefendi’nin çok büyük bir insan olduğunu biliyorum. Çünkü Orta Asya’nın imdadına koşan tek ve ilk ülke olan Türkiye’yi en güzel ve mükemmel bir şekilde temsil eden sayın Fethullah Gülen Hocaefendi’nin camiasıdır. Orta Asya’da binlerce okullar, kolejler, liseler, üniversiteler açarak bizim genç nüfusumuza sahip çıkmaktadırlar.

    Böyle bir şahsı Türk kamuoyuna tanıttığınız için sizi tebrik ederim.”

    Bolotbek ŞAMŞİEV

    “…Sayın Gülen ve cemaatinin, İran’la ve İslami direniş örgütleri ile bağlantılı ve takiyye yapan bir grup olduğuna inanıyordum. Bu inancım değişti. Bir cemaat liderinin realiteleri bu denli iyi kavraması ve yorumlaması çok şaşırtıcı…”

    Yalçın CAN

    Üniversite Öğrencisi

    “Her ferdi kendi konumunda kabul edip, ortak bir dil bularak fikir alışverişinde bulunmak ve birbirinizin düşüncelerinden istifade ederek Ülkemiz için bir şeyler yapabilmek en güzeli…”

    Sadık SONVERDİ

    “…Huzur ve sükûna her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde, İslam’ın hiçbir kişi ve grubun tekelinde olmadığı, hatta topluma lanse edilmeye çalışılan, biraz da itici bulunan İslam yorumundan farklı yorumlar yapan, daha samimi, akla ve mantığa daha uygun bir çizgi takip eden, ayrıca devletine ve topluma cephe almak yerine, onlarla uyum içinde yaşamasını bilen böylesine saygı değer ve kıymetli şahısların var olduğu gibi hususları, isabetli bir zaman diliminde kamuoyuna aktarmanız gerçekten takdire şayan bir hizmet olmuştur…”

    Zekeriya TÜTÜNCÜ

    “…Yapmış olduğunuz röportajı çok seviyeli ve objektif buldum. Birçok kimsenin kafasında soru oluşturan konulara ışık tuttuğunu gördüm.

    Ve bazı şeyleri, bilmeden kulaktan dolma bilgilerle konuştuğumuzu gördüm. Hocaefendi ve yaptıkları şeyler hususunda daha önyargısız olmamız gerektiğini ve bu insanların devletimiz ve milletimiz adına hırçın dünyada ve özellikle Orta Asya’da çok şeyler yaptığını anladım. Görevim itibariyle devamlı Orta Asya ülkelerine seyahat etmekteyim. Oralarda bu insanların çalışmalarını görmüş ancak tam anlamı ile idrak edememiştim. Sizin bu yazınızdan sonra olaylara daha geniş açıdan bakmak gerektiğini anladım…”

    Sadettin DAĞLI

    Yönetici

    “…Muhterem Hanımefendi bizlere öyle bir 10 gün yaşattınız ki, tüm bu olumsuz düşüncelerimin aslında o kadar da aşılamayacak sorunları taşımadığını anlamış bulunuyorum. Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’yi meğerse hiç tanıyamamışız. Neden? Çünkü tanıma zahmetinde bile bulunmamışız ki tanıyalım. Kendi kendimize bir çerçeve çizip dışındakilere hiç hayat hakkı vermemişiz. Böyle bir halde iken sizin yazı diziniz sayesinde inanın yeniden gelecek adına ümitlendim diyebilirim….

    Şimdi bizlere, daha doğrusu sizlere (aydın, gazeteci…) düşen vazife, yetişmesi gerçekten zor olan Hocaefendi ve onun arkadaşları gibi insanlara sahip çıkıp toplum ve memleket adına bu insanlardan en iyi nasıl istifade edebiliriz (tabirimin bağışlanması dileğiyle) diye düşünmektir.

    M. Erhan GÜLCAN

    Memur


  8. #18
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti

    OKUR TEPKİLERİNİN DEĞERLENDİRMESİ

    Dizi yayınlanırken gazeteye gelen beş yüzden fazla faksın yanısıra bir telefon sağanağı yüzünden arkadaşlarım çalışamaz oldu. Evime ulaşan okurlarım ise yüzlerce telefonla tele sekreterimi kilitlediler. Benimle konuşmak için tekrar tekrar telefon ettiler ve çok hoş şeyler söylediler. Bunların arasında şaşkınlıklarını belirtenler, ilk kez Hocaefendi ile karşılaşanlar hatırı sayılır bir yer tutuyordu. Örneğin, İzmir–Menderes’in Görece Köyü’nden bir genç kızın dedikleri: “Biz din adamlarını farklı tanıyorduk, siz farklı bir şey anlattınız. Doğru mu söylüyorsunuz?” Benimle uzun uzun doğruluk derecesi konusunda sohbet etti. Aydın’dan İşadamları Derneği’nden arayan bir beyefendi (adını maalesef unuttum) daha ilginç ama genel bir duyguyu dile getirdi: “Biz şok olduk, devrim yaptınız. Zihni tembelliğimizi yendiniz birden. Günlerdir konuşuyoruz, tartışıyoruz. Bir enerji kazandık.”

    İşadamının formüle ettiği duygular birçok insan tarafından farklı şekillerde söylendi. Toplumun her kesimi büyük bir ilgi gösterdi. Bu nedenle elimdeki faksları sayısal değilse de, bir değerlendirmeye tabi tutmaya karar verdim. Orada önemli ipuçları vardı.

    Faksların büyük bir çoğunluğu esnaf, işadamı ve üniversite öğrencileri tarafından gönderildi. Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri hatırı sayılır bir yer tutuyor külliyatta. Mastır öğrencileri de kabarık. Hacettepe, Marmara, Malatya İnönü, İstanbul Teknik, Yıldız, İstanbul Üniversitesi çeşitli fakülteleriyle diğer sıraları aldılar. Bulunan diğer meslek grupları: Avukat; mimar; diş hekimi; doktor; gazeteci (bir tane); veteriner; emekli öğretmen; bilgisayar, tapu kadastro, inşaat, harita, makina, çevre mühendisleri ve önemli ölçüde tekstilci. Pak Pide salonundan giyim sanayine, kaportacıdan mobilyacıya; tekstil pazarlamadan, dericilere; gıda pazarlamadan, muhasebeciye; oto sanayi sitesi esnaflarından, yeminli müşavir bürosuna kadar geniş bir toplum kesimi, genellikle bilgisayarda yazılmış fakslarıyla bana ulaştılar. Yarısı el yazısı, yarısı bilgisayar çıkışlı metinler hep nazik bir dille yazılmıştı. El yazısı kötü olanlar bile en içten duygularını aktarmakta zorlanmamışlardı. Hepsi içten ve duygulu sözcükler kullanmışlardı.

    En çok İzmir ve İstanbul’dan faks ve telefon geldi. Faksların geldiği diğer iller şöyle: Malatya, Erzurum, Çorum, Afyon, Kastamonu, Ankara, Zonguldak, Balıkesir, Adana, Çankırı, Malkara, Ödemiş, Denizli, Kastamonu, Edirne, Eskişehir, Samsun, Trabzon, Kırıkkale, Sincan, Bafra, Bursa, Adıyaman, Diyarbakır, Bitlis, Elazığ, Erzincan, Manisa, Salihli, Tekirdağ, Çorlu, Çanakkale, Giresun, Bingöl, Ergani ve hattâ Muttalip Köyü’nden halkımız ulaştı bize.

    Halkın sağduyusu denilen şeyin ne olduğunu burada öğrendim diyebilirim. Onlar doğru, samimi ve içten olanı anlıyorlar. Yandaş olsunlar olmasınlar fikirlerinizi saygıyla okuyorlar, merak ediyorlar. Onlar gerçek aydın olarak Türkiye’nin geleceğinde düşünen insanlar olacaklar. Özlemini hep duyduğum ‘merak’ duygusunu onlarla paylaşmak, konuşmak benim için önemli bir deneyim oldu. Faksların çoğunda ‘ailem’ adına imzası olması toplumun aile içinde toplumsal, siyasi sorunları tartıştığını, kadın erkek birlikte istişare ettiğini göstermesi açısından ilginçti. Gelen telefonlarda da arayan hanımlar, “eşim de sizi arayacak” diyorlardı. “Eşim de ben de çok beğendik” diye söz ediyorlardı. Bulunduğumuz toplumsal ortamı genellikle stresli, gergin, karanlık, kavgalı, sürekli gerginlik, toplumsal kamplaşma ve hoşgörüsüzlük diye tarif eden okurlar toplumsal birlik ve beraberlik, hoşgörü diliyorlardı. Biri “gittikçe daralan yüreğimize ferahlatıcı bir çıkış” diyerek birey olarak bu ortamdaki duygularını anlatmış bize.

    Büyük bir özlem ve susuzlukla yeni fikirler bekledikleri aşikar olan toplum tartışmak üzere, önünü açan, zihnini açan bir dizi düşünceye sarıldı. Telefonla ulaşan bir çok okuruma tartışıp tartışmadıklarını sordum. Mahallede, işyerinde en az on–on beş kişi biraraya gelip tartıştıklarını söylediler.

    En çok kullanılan cümle, “Gazeteyi bulamıyoruz” idi. Diğer çok kullanılan cümleler şöyle sıralanabilir:

    — Üzücü hadiselerin yaşandığı böyle bir dönemde…

    — Tarafsız ve objektif gazetecilik.

    — Araştırmacı gazetecilik.

    — Gazetecilik ve kültür olayı.

    — Farklı bir bakış açısı.

    — Çok aydınlatıcı.

    — Hoşgörü adına önemli bir adım.

    — Tüm tabuları yıkarak…

    — Önyargısız ve içtenlikle…

    — Güzel sorular…

    — Yararlı bir röportaj.

    — Farklı üslup.

    — Yeni ufuklar açan…

    — Gazeteciye yaraşır yorum ve içerik.

    Burada dikkat edeceğiniz gibi bir gazeteci tarifi yapılmakta genel olarak, nasıl bir gazete ve gazeteci beklediklerini anlatmaya çalışmışlar. Zihnindeki şablona neyin uyup uymadığını kontrol ederek, ona uymayanları ayıklayan bir gazetecilik ve yorumlama yerine bir inceleme ve tespit istedikleri aşikâr. Yani bir gazetecinin gerçek görevi olan, fikri ve duygusu ne olursa olsun bilgiyi ya da nesneyi olduğu gibi aktarma ve tanıtma fonksiyonunu talep etmekteler. Bilgiye ulaşabilmek için tıkalı olan bu sistemin açılmasını istemekteler. Medyanın bilgi iletme, tarafsızlık ilkesine önem vermekteler.

    İnsanlar içinde bulundukları durumu genellikle karamsar sözcüklerle ifade etmişler ve bunun karşılığında bu diziyle içlerine umut doğduğunu belirtmişler. “Büyük bir ümitle yarınlara bakmak…”, “Yeniden bizlere nefes aldırdığınız ve bizi gelecekten ümitvar kıldığınız için…” cümleleri, kullanılan diğer duygu yüklü kavramlardı. İlgilerini, “olağanüstü, müthiş, harika, anlatılamaz…” sözcükleriyle ifade etmişlerdi. En ilginç cümle belki de şuydu: “Mülakatı hararetle takip ediyorum, doyumsuz bir sohbet.” En büyük dilek, söyleşinin kitap olmasıydı. Onların ilgisiyle bunu gerçekleştirdik.

    Çok kullanılan bir diğer kavram ‘cesaret’ oldu. Gazetenin söyleşiyi yayımlamasını, göstermiş olduğu cesarete bağlayıp, benim cesur röportajımı bir okurun deyişiyle “hocanın fikirlerini dobra dobra anlatan” yazılar olarak iltifat gördü. Biri de, “Bu bilgileri Türk halkına sunduğunuz için…” diye başlıyordu. Toplum, medeni davranış biçimi, tartışma ortamı ve uzlaşma, kardeşlik isteğini çok net olarak ifade etmişti. Toplumsal birlik ve beraberliği özledikleri, her satırlarında insana ulaşan bir nefes meltem rüzgârıydı. İzmir’den evime yağan telefonlar insanca yaşanacak bir dünyaya olan özlemi ulaştırmaya çalışıyordu. Herkes kendi dilince, bildiğince duygularını iletmek istiyordu. Gerçek Müslümanlar’ın sahtelerle karıştırılmamasını isterken toplum uzun vadeli projelere, eğitime olan derin beklentisinin altını çiziyordu.

    Bilgi, objektif, tarafsız, seviyeli, medeni cesaret gibi kavramları kullanmalarının ardında yatan beklenti, demokrasinin tam bir uzlaşma içinde uygulanabileceği kavgasız bir toplumdu.

    İlk kez Fethullah Gülen Hocaefendi’yi tanıyanların ilgisi, toplumdaki zihinsel eksikliğin, açlığın ifadesiydi sanki.

    Toplum, Türkiye’nin ve kendisinin dünyada hak ettiği yeri almak ve çağdaş uygarlık seviyesinde kendi olarak ayakta durmak istiyor. Dizi bitince bir okuyucunun “hüzünlendik” sözcüğü benim için de geçerli oldu. Birbirimize çok alışmıştık.

    Hiç olumsuz tepki gelmedi mi diye sorulabilir; bir tek telefon geldi. Bana, “Siz o öğretmenlerin Cumhuriyet düşmanı olduğunu bilmiyor musunuz?” diye sordu. Bence değiller dedim. Gördüğünüzü mü yazıyorsunuz, duyduğunuzu mu diye sorunca gördüğümü cevabıyla konuşmamız kapandı. Başka hiçbir olumsuz duygu bana iletilmedi. Şablonist düşünen kafaların halkın kafası olmadığı aşikâr!

    Nevval SEVİNDİ


  9. #19
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti

    FETHULLAH GÜLEN KİMDİR?

    Onu, Anadolu tasavvuf kültürünün yeni bir yol bulmaya çalıştığı bir dönemin temsilcisi olarak değerlendirmek mümkün. Bediüzzaman’ın müriti olarak, yaşamını nefs terbiyesinden geçiren Hocaefendi, 1938 yılında Erzurum’un Pasinler ilçesi Korucuk Köyü’nde doğmuş. Eğitimini mürşitlerden almış. Çok sayıda kitabı var; yeni bir araç olarak televizyonu kullanıyor. Halkı irşat etmek* işini yerine getiriyor. Tasavvuf kültüründeki hem şifahi, hem yazılı temel unsurları kullanıyor. Hiç malı mülkü yok. Cemaatine malı mülkü paylaşmayı, ülkesi için harcamayı öğütlüyor. Cemaatin nefs terbiyesi, kendi gördüğü geleneksel sıkılıktaki terbiye değil elbette. Ama yine de cemaatindeki insanlar için şişmanlığı onaylamıyor. Kilosu normalin üstünde olanlar her fazlalıkları için okullara bağışta bulunuyorlar. Böylece epey gelir elde ediliyor. Prensip göbekli olmamak, fazla yemek yememek. Menkıbeler, dini sohbetler yoluyla fikirlerini yayarken günlük politikaya doğrudan karışmamaya özen gösteriyor. Ama her konuda fikrini belirtiyor. Hakikat yolunun yolcusu insanlarla kaynaşıp, onları irşat etmekle yükümlü olduğunu söylüyor. Yine de kalabalık içinde yalnız hissediyor kendini. Kendi ağzından anlattığı yaşamı, geleneksel kültürün onda nasıl ruh bulduğunun öyküsüdür. Henüz küçük bir çocukken, üzerinde en büyük etkiyi bırakan büyükannesini olmuş. Onu sevgiyle anıyor:

    “… Ben babamdan annemden önce büyükannemi idrak ettim, onu tanıdım. O’nun öyle sessiz, durgun deryalar gibi derinliği benim üzerimde büyük bir tesir bıraktı. İnanmayı ve Allah’la irtibatı onda gördüm. Belki eskiden gülmüştür, mütebessim bir kadındı, ama ben, öyle kahkaha attığını hiç görmedim. Çok onurluydu.

    İkinci olarak babamın tesiri de az değildi. Babam dikkatli yaşardı. Namazlarına çok dikkat ederdi. Onun da gözü yaşlıydı. Vaktini hiç zayi etmezdi. Tarladan eve geldiğinde, ayağının çarığıyla, yemek hazırlanıncaya kadar, hemen bir kitap açar ve okurdu…. Babam, her dakikasını mutlaka hayırlı ve bereketli bir işle dolduran ve düşünceye ehemmiyet veren bir insandı. Boş yaşamaya kapalıydı.…

    Gayretliydi. Okuma–yazmayı kendi şahsi gayretleriyle öğrenmişti.… O dönemler, hususiyle bazı yerlerde Türk toplumunun askıya alındığı, boşluğa salındığı dönemlerdir. O dönemde hemen hemen mükemmel yetişen hiç kimse yok gibidir.… Babam bu iki sene zarfında Arapça ve Farsça okudu ve ilmini ilerletti. İlme karşı çok şiddetli merakı vardı. Babamın bu durumunun benim üzerimde de tesiri büyük oldu. Onun o yaşta ilim adına katlandıkları adeta beni de olgunlaştırdı.”1

    Annesinin, üzerindeki tesiri ise şöyle anlatır:

    “Benim ilk Kur’an hocam validemdir. Kendi anlattığına göre, bana dört yaşımda Kur’an okumayı öğretmiş. Bir ay içinde de hatmettiğimi söyler. Ben, hatmettiğimi hatırlamıyorum…. O devirde Kur’an okutmak yasak olduğu için annem beni gece yarısı uykudan kaldırır ve bana Kur’an öğretirmiş. Zaten bütün köyün kadın ve kızlarına Kur’an’ı validem öğretmişti.…

    Yaşım dokuz veya ondu. Bir taraftan hıfzımı* tamamlıyor, diğer taraftan da anneme yardım ediyordum. Hamur yoğurur, yemek yapar, bulaşık ve çamaşır yıkamada yardımcı olurdum. Tabii ki, yine de anneme düşen çok iş kalırdı. Bu arada koyun ve ineklerin sağımını da o yapıyordu. Velhasıl anamın hayatı bütünüyle çileydi. İşte bütün bunlara rağmen bizlerin yetişmesi için de amansız mücadele vermişti.…

    Bu arada ailenin dışında Alvar İmamı’nın da tesiri çok büyüktür.… O, akıl gözünü doğru düşünce ile birleştirmeye muvaffak olmuş ve kalb kafa izdivacı gibi çok az talihlinin ulaşabildiği bir noktada Kutup bir insandı.”2

    Köyünde ilkokul olmayan Hocaefendi, ilkokulu Erzurum’da dışardan sınavla bitirir. Bu arada çok sevdiği dedesi ve ninesini kaybeder.

    “Dünya başıma yıkılmıştı. Çok sarsıldım. Dersi okuduktan sonra yola çıktım. Tabii ki cenazelerine yetişememiştim… Günlerce ağladım. Gece gündüz ‘Ya Rabbi! Ne olur beni de öldür, dedeme nineme kavuşayım’ diye dua ettim. Onların vefatını bir türlü kabullenemedim.…

    Bu kadar sarsıntı geçirmem biraz da bizim aile fertlerinin birbirlerine çok aşırı tutkun olmasından kaynaklanmaktaydı. Kardeşler arasında da bu tutkunluk vardı. Mesela, ben Edirne’ye gittiğim günden itibaren Mesih tek kelime konuşmamış. Ve bu durum, ben askerden izinli olarak gelinceye dek sürmüş. Halbuki ben Erzurum’a döndüğümde aradan tam dört sene geçmişti.”1

    Daha sonra eğitimini tasavvuf ve tarikat geleneğine göre sürdürür:

    “Sadi Efendi, Erzurum Kurşunlu Camii medreselerinde okutuyordu. Bu medrese, tavanı ahşap, küçük bir medresedir. Aşağı yukarı iki kilim boyu kadar bir yerde beş-altı insan kalırdı. Babam beni ilk defa oraya vermişti. Kolumda bir sandık vardı, ve bütün eşyam da sandıktan ibaretti.

    Bir gaz ocağımız vardı. Yemeğimizi yattığımız aynı yerde kendimiz yapar yerdik. İmkânı olanlar, gerektiğinde, Kırk Çeşme Hamamları’na gider yıkanırlardı. Bazı fakir talebelere de fiş verirlerdi; onlar da bu fişleri kullanırlardı. Bunların parasını bazı zenginler karşılıyorlardı.

    Olmadığı zaman bir hayli sıkıntı çekilirdi. Ben de o sıkıntıyı çekenlerden biriyim. O soğuk kış günlerinde helalarda çok yıkanmışımdır.…

    Giyimime de çok dikkat ederdim. Tertemiz ve biraz da o güne göre lüks giyinirdim. Günlerce aç kaldığım olurdu da ütüsüz pantolon, boyasız ayakkabı giydiğim hiç görülmemiştir. Ütü bulamadığım zaman, pantolonumu yatağın altına koyar ve pantolon bu ağırlık altında ütülü gibi olurdu.

    Bazan arkadaşlarım benim bu hallerimi yadırgarlardı. Tekke ile bu kadar alakalı olmama rağmen, bu kadar cevval, hareketli dışadönük ve giyimime bu kadar titiz davranmamı bir türlü birbiriyle bağdaştıramazlardı.

    Hatta ütülü pantolon giydiğime kızan bir tekke arkadaşım birgün bana unutamayacağım şu sözü söylemişti: ‘Arkadaş sen biraz takva olsana!’* Ben takva olmakla ütülü pantolon giymenin alakasını hâlâ anlayabilmiş değilimdir.…

    Babam mutlaka Erzurum’dan dışarı çıkmamı istiyordu. Buna her defasında annem karşı çıktı. Fakat sonunda babamın dediği oldu. Annemin de muvafakatını alarak Edirne’ye gitmeme karar verildi. Edirne’de Hüseyin Top Hoca vardı. Bizim akrabamızdı.… Edirne’ye giderken, yol güzergâhında bazı yerlere uğrayarak gittim. Önce Ankara’da kaldım.… Ankara da kaldığım müddet içinde bir işim de Diyanet’in açacağı vaizlik imtihanı gününü araştırmak oldu.”2

    Gülen, iki ay kadar Edirne’de vaizlik ve imamlık yaptıktan sonra Ankara’ya dönüp Diyanet İşleri Müdürlüğü’nün açtığı müftülük sınavına girer. Sınavı birincilikle kazanır ve Edirne’deki Üç Şerefeli Cami’sine ikinci imam olarak tayin edilir.

    Askerlik, Hocaefendi’nin yaşamında önemli bir dönüm noktası olmuştur: “Mamak bir garip yerdir. 1. Tabur, 1. Muharebe Bölüğü… Benden iki yaş büyük amcam da burada askerlik yapmış.

    Bir gün talim yapıyoruz. Bölük komutanı beni çağırarak ‘Hoca sen misin?’ dedi. ‘Evet’ dedim. İlave etti: ‘Benim hanımım hasta. Getireyim de ona bir oku!’ dedi. Ben, ‘Ben öyle okuma filan bilmem. Eğer siz okumanın tesirli olacağına inanıyorsanız sizin okumanız muvafık olur’ dedim. Meğer beni deniyormuş ve ben de itikadımın mükafatını gördüm. Bölük komutanı beni belli ölçüde korudu. Rahat edeyim diye de beni telsizci yaptılar.”1

    Komutanı ona, tasavvufun yanı sıra Batı klasiklerini de okuması gerektiğini söyler ve onun zoruyla Emile Zola, Rousseau gibi Batılı yazarları okur. Bu onun fikri hayatında önemli bir dönemdir.

    Daha sonra İzmir yılları geliyor. Bir süre vaizlik görevini sürdürür. 1971 muhtırasında kovuşturma geçirdiyse de çıkan af kanunundan yararlanarak davası düşer.

    12 Eylül 1980 tarihine kadar vaizlik görevine devam eden Hocaefendi, hakkında çıkan tutuklama emri dolayısıyla, ihtilal dönemi ve sonrasında yaklaşık 6 yıl vazifesine ara verdi. 1986 yılında Devlet Güvenlik Mahkemesi’nce verilen takipsizlik kararı neticesinde serbest hayata geri döndü. Halktan gelen yoğun istek ve ilgi üzerine 1989 yılında İstanbul ve İzmir’de fahri olarak vaazlara yeniden başladı ve 1992 yılına kadar bu vaazlarını sürdürdü. Arapça ve Farsça bilen Hocaefendi hiç evlenmemiştir.

    Çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanan çok sayıdaki makalesi kitap olarak da yayımlanmıştır: Çağ ve Nesil, Buhranlar Anaforunda İnsan, Yitirilmiş Cennete Doğru, Zamanın Altın Dilimi, Günler Baharı Soluklarken, Yeşeren Düşünceler, Ölçü veya Yoldaki Işıklar (4 cilt), Fatiha Üzerine Mülahazalar, Sonsuz Nur (3 cilt), İnancın Gölgesinde (2 cilt), Asrın Getirdiği Tereddütler (4 cilt), İ’lâ-yı Kelimetullah veya Cihad, Prizma, Ölüm Ötesi Hayat, Duâ Mecmuası, Renkler Kuşağı (2 cilt), Hüzmeler ve İktibaslar, Fasıldan Fasıla (3 cilt), Kitap ve Sünnet Perspektifinde Kader, Dil öğretimini esas alan Arapça Tekellüm (5 cilt) ve Kalbin Zümrüt Tepeleri adlı eserlerinin yanı sıra Kırık Mızrap adlı bir de şiir kitabı vardır.

    Ayrıca değişik yerlerde yapmış olduğu vaaz ve konferansların yanında dini, ilmi, felsefi, edebi, aktüel birçok konuda sorulan sorulara verdiği irticali cevapların kaydedildiği teyp ve video kasetleri bulunmaktadır.

    *İrşad etmek: Doğru yolu göstermek. Y.N.

    1 Lâtif Erdoğan, Fethullah Gülen Hocaefendi, “Küçük Dünyam”, s. 21–23, AD Yayıncılık, 1995.

    *Hıfz: Kur’an’ı ezberlemek. Y.N.

    2 A.g.e., s. 26-29.

    1 A.g.e., s. 35-39

    *Takva olmak: Dinin yasaklarına uymak veya haram olduğundan şüphe edilen şeylerden uzak durmak. Y.N.

    2 A.g.e., s. 37-48

    1 A.g.e., s. 69.


  10. #20
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti

    EK

    YOBAZ


    Masum duygularımızın korkulu rüyası,
    Her baskınında zulmü bir başka kan kırmızı.
    Kaba kuvvetin mazlum vicdanlara cezası;
    Hür düşünme ile savaşmada bütün hızı.

    Her zaman aynı “yâ leyl” tekmil mırıltıları,
    Rûhu da ufkuna benzeyen sisle örtülü
    Ve arenalardakine denk gürültüleri.
    O âlemde her yer bir mezar, her rûh da ölü.

    Zincirler içinde her zaman duygular, düşler,
    Kurulmuş her köşe başında bir kanlı pusu.
    Mazlum tabiatlarda sürekli ürperişler
    Ve herkesin ense kökünde korkunun korkusu…

    Zulmün en sağlam bir sütunu gibidir yobaz,
    Ona göre “yaşam” bir başka yıldızda hayat.
    Onun ikliminde esen hummalı bir poyraz.
    Ve ona benzemiyorsa bir kafa, kaldır at!

    Ya ona her işinde çengilik yapan zümre!
    Düşünceleri ve doğruları tek mevsimlik.
    Bitirdiler milli ruhu kemire kemire;
    Ufukları karanlık, fikirleri gündelik.

    Ey zalim hiç durma mahmuzla atını ve sür!
    Kim bilir ezip geçeceğin daha kimler var?
    Senin ettiklerin küfürden öte küfür,
    Sende kinler, nefretler, cinnetler, hafakanlar…


Sayfa 2/4 İlkİlk 1234 SonSon

Benzer Konular

  1. Fethullah Gülen Bir Aksiyon İnsanı
    By BaRLa in forum Bediüzzaman Talebeleri
    Cevaplar: 60
    Son Mesaj: 23.06.09, 18:42
  2. fethullah gülen şiirleri
    By SiLa in forum Bediüzzaman, Çalışmaları
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 21.06.09, 20:31
  3. Fethullah Gülen Turnalara Tutun da Gel
    By SiLa in forum Bediüzzaman'ın Hayatı
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 16.06.09, 19:31
  4. Fethullah Gülen Hocaefendi(1941 - .... )
    By Konyevi Nisa in forum İslam Büyüklerimiz ve Alimlerimiz..
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 04.07.08, 13:52

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •