UFUK TURU BİR ANALİZ DEĞİL, BİR BESTE

Prof. Dr. Nur VERGİN

Türk siyasi hayatını şekillendiren fikir yoksulluğu, ortalığı saran sığlık, siyasi mücadele veya demokratik rekabet adına sergilenen boş, kof, kısır ve geleceği olmayan oyunlar ve Türkiye’de siyasetin derinliksiz manzarası beni epey zamandır hem üzüyor hem de öfkelendiriyordu. Bir Türk olarak üzülüyor, bir sosyolog olarak ise hiddetleniyordum. Hiddetleniyordum çünkü geçmişiyle siyasetin en gelişmiş ve üst seviyede örgütleniş biçimi olarak bilinen devletleşme konusunda birikim sahibi olan bir toplumun günümüzdeki fertlerinin siyasi tefekkürden bu denli nasipsiz olmalarına veya nasipsizmiş gibi bir görünüm arzetmelerine mantık dahilinde anlam veremiyor, bunu tarihilik içinde açıklayamıyor, sosyolojik bir izah tarzı geliştiremiyordum. Yaptığı gözlemleri nedensellik ilişkileri çerçevesinde açıklayamayan, açıklayamadığı ölçüde de başarısız olmanın tatsız lezzetiyle başbaşa kalan bir sosyolog. Gözlemlerindeki karamsarlık yoğunluğundan ve yarınsızlıktan ötürü de mutsuz bir Türk.

Ülkeyi yönetebilirliğin ve Türkiye’yi tarihe aktarmanın yollarının tıkanmış (veya kesilmiş), bu ülkede siyasi felsefenin veya ferasetin dumura uğramış olmasının bir çok nedeni olabilirdi benim bilmediğim veya aklıma getiremediğim. Siyaset alanındaki düşünce üretimsizliği hususunda azgelişmişlik, ekonomik darboğazlar veya benzeri nedenler bana yeterince açıklayıcı ve tatminkar gelmiyordu. Uçsuz bucaksız kocaman bir devletten ricat etmek zorunda kalmışlığın yarattığı maneviyat bozukluğu da halihazırdaki fikirsizliğimizi izah etmeye yetmiyordu. Türkiye, evet, kudretli ve devletlu olmanın çoktandır lezzetine varamıyordu ama durum o kadar da olumsuz değildi. Milli Mücadele bir zaferdi ve bu muzafferiyet ülkenin Müslüman halkının adı devlet olan bir siyasi birliği ihdas etmesine yeniden yol açmıştı. O halde, felsefesizliğimizin nedenlerini belki de başka yerde aramak, Türkiye’nin siyasi düşüncesine inen sadmenin başka kaynaklardan geldiğini tahmin etmek gerekiyordu. Evet, besbelli ki bir travma vuku bulmuş ve onu bir sosyolog olarak teşhis etmeye çalışmak benim görevim olmalıydı.

Ya da diyecektim ki, Türkiye siyasi tasavvurdan yoksun bir ülkedir, bu konuda yeteneksizdir ve madem ki durum budur, Türkiye’nin en büyük başarısı kendisi olmayan, kendisine ait olmayan, kendisinden neşet etmeyen fikirleri ithal, taklit ve en iyimser ihtimalle de özümsemesi olacaktır. Bu ancak tarihi hiç bilmemekle, geçmişe duyarsızlaşmakla ya da Türkiye’yi nevzuhur farzetmekle mümkün olabilirdi ki, Türkiye’nin toplumsal derinliklerinde bir şeyler olduğunu söyleyen, oradaki hayatiyeti hisseden, derin Türkiye’nin varlığını haykıran ve bunu analitik bir kavrama dönüştürmek isteyen biri için böyle bir kabul mümkün olamazdı, olmadı. Tecessüsümü gemleyemeyip, merak etmeye ve okumaya devam ettim.

İlginç bir tesadüf mü acaba, bilim dalının üç büyüğü olarak vasıflandırılagelen Marx da, Durkheim de, Weber de düşüncelerinin merkezinde dini bulundurmuş kişiler. Birincisinin tüm zihni enerjisi dinin reddiyesine ve bir toplumsal olgu olarak olumsuzluğuna yoğunlaşmış, diğer ikisinin neredeyse tüm bilimsel faaliyeti ise onsuzluğun toplum için, insanların bir toplum oluşturabilmeleri için onsuz, yani dinden yoksun olmalarının imkansızlığını anlatmaya adeta vakfedilmiş. Ben, bilim dalımın bu büyüklerinden çok etkilendim, onların dedikleriyle, satır aralarıyla ve hatta imalarıyla yıllarca haşır neşir oldum, anlamaya çalıştım. Ama itiraf ediyorum, maksadım bilgi için bilgi edinmenin dışında ve ötesinde ya da bir gün gelir, orada burada malumatfüruşluk yapabilirim endişesinin çok dışında bir hedefe yönelikti. Amacım din ile toplum arasındaki ilişkinin niteliğini kavramak olduğu kadar esas olarak siyasetin din ile nasıl eklemlendiğini anlamaktı. İçimden bir ses bana bunu tespit edebildiğim takdirde Türkiye’nin siyasi düşüncede maruz kaldığı çoraklığın nedenleri hakkında ipuçları bulabileceğimi söylüyordu.

Sezgilerim beni yanıltmamış. Arayışlarım beni Weber’in iyi bir öğrencisi olan Carl Schmitt’in yazılarına ve özellikle bundan ancak bir kaç yıl önce okuyabildiğim bir dile Almanca’dan çevirisi yapılmış olan Siyasi İlahiyat adlı kitabına sürükledi. Tam Türkiye’de yaşanılmakta olduğu söylenen meşruluk krizi ya da meşruluk zeminini genişletme ihtiyacı konusunda el yordamıyla inceleme yapmaya başlamışken elime geçen bu kitapta aradığımı düşündüğüm bir açıklamayı apaçık sergilenmiş olarak buldum. Schmitt, siyasetin ve modern devlet teorisinin tüm kavramlarının, meselâ egemenliğin, meselâ itaat olgusunun, meselâ tâbi olmanın, meselâ siyaseten biat etmenin aslında sekülerleştirilmiş dini kavramlar olduğunu söylüyordu. Bunların devlet ve siyaset teorisine teolojiden nakledilmiş kavramlar olduğunu ileri sürüyordu. Onun amacı siyaseti yeniden teolojikleştirmek değildi. Maksadı, sadece siyasi hayata ait olan mefhumların, siyasette kullanılan kavramların teolojik bir kökene sahip olduklarını vurgulamaktı. Ona göre, doğru ve düzgün bir siyaset felsefesi için bu iki alan arasındaki analojileri kurabilmek gerekiyordu. İster inanan olsun, ister münkir ya da agnostik, siyaset düşünürünün din bilmesi, dini bilgiyle donanmış olması bir zaruret idi.

Gerçekten de, biz de biliyoruz ki, din dediğimiz zaman siyaseti duyuyoruz, dini telâfuz ettiğimizde siyaseti işitiyoruz. Ve dinin siyasetle yarattığı bu çağrışım birtakım sosyal aktörlerin ya da bireylerin bilinçli, iradi, şahsi niyetlerine matuf çabalarından da kaynaklanmıyor. Bu bağlamda, söylemeye ne hacet, “dini siyasete âlet etme” türünden safsatalarla da hiç ilgisi yok. Dinin siyasetle içiçeliği, gayri ihtiyari ilişkisi adeta eşyanın tabiatına uygun. Siyasetin doğallığında mevcut olan bir husus ve siyasi kavramların dinî kökeninden söz ederken Carl Schmitt bu olguyu çok iyi görmüş ve tespit etmiş. Ve bu, sadece Batı için ya da Yahudi–Hıristiyan gelenek için geçerli bir tespit de değil. Evrensellik arzeden bir olgu ve nitekim biz de biliyoruz ki, evrensel olarak varolan yöneten–yönetilen ilişkisinin temelinde yer alan otorite ve itaat etme gibi, siyasi bağ ve sadakat gibi olgular da, işte, böyle bir dini–siyasi konfigürasyonla irtibatlı.

Siyaset ile dinin kavram düzeyindeki kurbiyetine işaret eden Schmitt böyle yaparak Weber’in sadece ne denli dikkatli bir dinleyicisi olduğunu ıspatlamıyor, bize Türk toplumunda siyasi düşünce alanında zuhur eden ve benim de paydaş olduğum vukufsuzluk konusunda da aydınlatıcı bir pencere açmış oluyordu. Onu okuyunca anladım ki din konusunda bilgisizliğin hüküm sürdüğü bir ortamda, bu konuda bilgisiz olmanın vehametinin dahi bilinmediği ya da bilmezlikten gelindiği bir akademik toplulukta ve onun yetiştirdiği siyaset sınıfında tefekkür seviyesinde bir siyasetin neşv u nema bulamaması doğal olduğu gibi, siyasete ilişkin felsefi bir bakış açısı geliştirmek, yeni siyasi model ya da modeller tasavvur etmek de imkansızdır. İşin en berbat tarafı, dinî bilginin böylesine köreldiği, din bilgisinin bu denli namevcutlaştığı bir toplumda emeklemeye çalışan siyasi düşünce bir körebe oyunundan farksız olup, mevcut siyasi yapıyı bırakınız tahkim etmeye, korumaya dahi muktedir değildir ve yaşadığımız siyasi belirsizlik, fikri müphemlik ve istikametsizlik buna delildir.

Bir kez daha derin Türkiye imdadımıza yetişiyor. Ve bu sefer gün ışığında, somut ve tecessüm etmiş şekliyle. Ufuklarına set çekilmiş gibi gözüken bu Türkiye, sinesinde oluşturduğu, siyasi dehasında hıfz ettiği ve kıskançlıkla yetiştirdiği, sevgi ve inancın ürünü olduğunu apaçık aşikâr olan bir insanıyla “ufuk turuna” çıkmış bulunuyor. Üç gündür Zaman gazetesinde okumakta olduğum “Fethullah Gülen Hocefendi ile Ufuk Turu” başlıklı röportaj–dizi ülkenin içine sürüklendiği ve yukarıda sözünü ettiğim fetretin, o kahredici çıkmaz yolların sonuna gelindiğinin, Türkiye’de tarihi ve tabii bir tarz olan siyasi düşüncenin yeniden filizlendiğinin işareti olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye, gününü ve geleceğini hayatını dine hasretmiş bir hocanın tahlillerinden öğreniyor. Hocaefendi’nin sohbetinde anlattıkları bu toplumun yapısı hakkında, dini idraki hakkında, uluslararası konumu hakkında belki de hiç bilmediği, şimdiye kadar bu sade ve derinlikli şekliyle ve yoğunlukta hiç duymadığı ama dinlemek ve işitmek istediği şeyler. Hasret ve sabırsızlıkla görmek istediği bileşim meydana gelmiş, imanıyla güdeceği siyaset arasındaki analitik bağlantı kurulmuş, Türkiye kimdir, istikameti nedir, nasıl bir Türkiye olmalıdır sorularına cevap bulmaya başlamıştır. Bu, işi icabı ve imzaladığı bordro kağıdı gereği sözkonusu soruları cevaplandırmakla mükellef olanlarla değil, ülkemizin siyaset bilimcileri ile, profesyonel siyasetçileriyle değil, ömrünün büyük bir kısmını taşra camilerinde vaizlik yaparak geçirmiş bir din âlimimizle mümkün olmaktadır. Mümkün olmaktadır çünkü o, mensup olduğu çevre ve gördüğü dinî terbiye ve eğitim sayesinde, sosyo–politik kavramların şeceresinin bilincinde olup bizler gibi kör topal ve aksak irdelemelere saplanmadan, siyasi düşünce ile dinî tefekkürün tabii hemhal oluşunun verimliliğini yansıtıyor. Weber, malûm, evrensel rasyonalleşmenin yeryüzünün efsununun bozulmasıyla sonuçlandığından söz etmişti biraz hüzünlenerek. Yaşadığı yüzyılın sonunda Türkiye’de bir Müslüman düşünürün zihninde olanca rasyonellikle birlikte buradaki, yeryüzündeki hayatın yeniden efsunlanabileceğini bilmezdi, bilemezdi. Bilgiyle ilhamın izdivacını tahmin edemezdi.

“Türkiye Müslümanlığında” hüzüne yer yok ve olmamalı. Olmamalı çünkü Hoca da kendisine soru yönelten gence Türkiye’nin uçuşa geçmek için “kıvama geldiğinden” söz ediyor. Bir müjde gibi sedalanan bu tahlili ve burada zikretmem mümkün olmayan daha nicelerini tekrar ve tekrar okuyacağım, zihnime nakşedinceye kadar. Çünkü bu “Ufuk Turu” bir analizden ibaret olmayıp bir Türkiye bestesidir. Türk–Osmanlı geleneği ve uzantısında bir beste. Ben de, öfkesi dinmiş bir sosyolog ve mutsuzluğu giderilmiş kalemiye sınıfına mensup bir Türk olarak alafrangalığı, Avrupailiği, modernliği ve şunu bunu bir kenara atıp ve fazla usul erkân bilmeden ama en klâsik Osmanlı tarzında, bizi düşüncesiyle aydınlatan ilmîye sınıfına mensup bu din büyüğümüzün, bu bestecinin önünde temennah etmekten kaçınmıyorum.