“İNSANLARDAN BİR İNSAN” OLARAK
FETHULLAH GÜLEN
Elinizdeki çalışmanın arz yazısında da ifade edildiği gibi, şahıslar hakkında yazmak, oldukça zor bir teşebbüs ve uğraşıdır. Özellikle bu şahıs, pek çok yönleri ve derinlikleri bulunan, kamuoyunun yakından tanıdığı ve pek çok insanın sevip, saygı duyduğu bir şahıs ise, bu iş daha da zorlaşır ve nazik bir hâl alır.
Çalışmamızın ilk 4 bölümünde Fethullah Gülen’i, daha çok dışa yansıyan yanlarıyla, özellikle yazdıklarına ve başkalarının değerlendirmelerine daya*narak, düşünceleri, aksiyonu ve İslâmî anlayışıyla tanıtmaya çalıştık. Şimdi, yine bir gözlemci olarak kalmaya devam ederek, onu şahsiyet ve karakteri, insanlar içinde bir insan olmasıyla tanımaya teşebbüs edeceğiz.
GÜLEN’İN KARAKTERİNDE ÖNE ÇIKAN ÜÇ UNSUR
Birinci bölümde de arz edildiği gibi Fethullah Gülen, Erzurum ili, Hasankale (Pasinler) ilçesinin 50-60 hanelik Korucuk köyünde dünyaya geldi. Hem anne hem baba yönünden oldukça dindar, zeki, hisleri itibariyle son derece gelişmiş bir evde neşet eden Gülen’in şuuraltı, bilhassa babaannesi Munise hanımın, daha sonra babası, annesi ve büyükbabasının, aile dışında Alvarlı Muhammed Lütfi efendinin derin tesirleri altında oluştu. Bu şuuraltını besleyen ve bilâhare Gülen’in şahsiyetinin en belirgin vasıfları olarak gelişecek üç unsur bilhassa öne çıktı. Bunlardan birincisi, bütün ailede görülen çok derin ve kalbî dinî bağlılık ve yaşayış; ikincisi, Peygamber ve Sahâbe sevgisi başta olmak üzere, aile içinde ve bütün varlığa karşı duyulan derin bir sevgi ve alâka; üçüncüsü ise, gerek ailenin fakirliğinden, gerekse özellikle Birinci Dünya Savaşı yıllarında ve daha sonra çektiği çileler ve maruz kaldığı mağduriyetlerden ve Gülen’in çocukluğunda bir saat arayla büyük baba ile büyük annenin, ayrıca birkaç kardeşin ve Muhammed Lutfi efendinin vefatlarından kaynaklanan, daha sonra ise, İslâm’ın garipliği, Müslümanların ve Türk insanının son asırlarda üst üste uğradığı felâketler ve daha başka acılarla beslenen çile, ızdırap ve gözyaşıdır.
Fethullah Gülen’in şahsiyetindeki sözünü ettiğimiz üç unsura geçmeden önce, onda bu üç unsurun oluşmasında aile ve ilk yakın çevresinin tesirine çok kısa olarak da olsa bakmakta fayda var:
Gülen’in ailesi içindeki bağlar çok kuvvetlidir. Eşi hakkında, “ya Rabbi, beni onsuz yaşatma” diye dua eden babaannesi Munise hanımla büyükbabası Şamil ağa, aynı gece bir saat arayla vefat eder. Gülen, ilk görev yeri olan Edirne’ye gidince, ikinci küçük kardeşi Mesih Gülen, ağabeyi 4 yıl sonra askerlik görevi esnasında aldığı hava değişimi münasebetiyle Erzurum’a dönünceye kadar âdeta kimseyle konuşmama ‘orucu’na girer. Bizzat Gülen, büyükbabası ve büyükannesinin vefatı üzerine, uzun bir süre gece-gündüz, “ya Rabbi, ne olur, benim de canımı al da, dedeme ve nineme kavuşayım” diye dua dua yalvarır. Çok küçük yaşta vefat eden bir kardeşinin kabri başında senelerce gözyaşı döker.
Fethullah Gülen, eski Müslüman-Türk aile ve cemiyetine hakim olan bu sevgi hâlesini şu sözlerle resmetmektedir: “Biz, gözlerimizde sevginin zaferleri, kulaklarımızda onun davulunun, kösünün sesi bir atmosferde yetiştik. Gönüllerimiz hep onun bayrağının dalgalanma heyecanıyla attı. Sevgiyle o kadar içli-dışlı olduk ki, neticede hayatımızı bütün bütün ona bağlayıp ruhumuzu da ona adadık. Artık biz yaşarsak sevgiyle yaşar, ölürsek sevgiyle ölürüz.” (Sızıntı, Eylül 1999)
Vatikan İstanbul Temsilcisi Monsenyör Georges Marovitch, Gülen’in ruhundaki sevgiyi keşfetmiş bir insan olarak, bir bayramlaşma merasiminde şöyle diyordu: “Gülen, inançlar ve kültürler arası diyaloga hizmet eden, barış ve sevgi insanıdır. O, bütün dinlere açık bir şahsiyettir... Sevgi ve hoşgörü esaslarına dayalı gerçek İslâmiyet’i onun sayesinde tanıdık... Etrafıma bakıyorum, toplumun her kesiminden insanları burada görüyorum ve soruyorum: Nedir bizleri buraya çeken? Hıristiyan, Müslüman, Yahudi kardeşlerimizi burada toplayan nedir? Nasıl ki Mevlâna, Konya’ya yüz milyonları çekti. Bir zat var burada, sevgiyle konuşuyor ve hepimizi kendisine çekiyor. Bu muhterem zat, bizlere sevgiden bahsediyor. Bu sevgidir bizi buraya getiren. Onun için bu zata dua ediyorum, hepimizin duasına ihtiyacı var. Dünyamıza büyük bir örnektir bu zat. Bazıları diyor ki, ne var bu zatın arkasında? Onun tek silahı var, o da Allah sevgisidir.” (Ergün, 270)
Gülen, kendisine karşı medya vasıtasıyla girişilen kasetli linç operas*yonundan sonra Türkiye’de diyalog köprülerinin yıkılıp, toplumun ve devletin tam bir kaosa itilmesi karşısında duyduğu iç ızdırap ve infiali, yine sevgi çağrısıyla bastırıyor ve yine kendisi olarak konuşuyordu:
Öyleyse gelin, bütün varlık ve eşya, varlık ve eşyanın arkasındaki ruhanîler ve melekler gibi biz de, el ele, gönül gönüle birbirimizi candan kucaklayalım ve iradelerimizin hakkını eda etme azmiyle, içimizdeki kin, nefret, ihtiras, düşmanlık, şehvet… gibi hayvanî hisleri söküp atarak, ruhanîlerin o tertemiz havasına dem tutmaya çalışalım; kalbî ve ruhî hayat ufkuna otağlar kurarak Hak yakınlığına açık duralım ve içlerimize akan arz u semanın güzelliklerinden, lâhut âleminin o el değmemiş güllerinden, çiçeklerinden hazırladığımız buketlerle sevgiye ve güzelliğe aç gönüllere bayram şölenleri yaşatalım..
Gel, gel aramıza katıl; biz Hakk’a gönül vermiş aşk insanlarıyız. Gel, gel bize katıl da sevgi kapısından içeriye giriver, giriver ve evimizde bizimle beraber otur... Gel, birbirimizle içten konuşalım; (gönüllerimizle sarmaş dolaş olalım da), kulaklardan, gözlerden gizli konuşalım. Güller gibi dudaksız ve sessiz gülüşelim; tıpkı düşünce gibi, dudaksız-dilsiz görüşelim… Madem ki hepimiz biriz, birbirimize dilsiz-dudaksız seslenelim. Madem ki ellerimiz kenetli, gel bu halden bahisler açalım; el-ayak, gönül hareketlerini daha iyi anlar, öyle ise gel dilimizi tutalım, titreyen gönüllerimizle konuşalım. (Sızıntı, Eylül 1999)