FETHULLAH GÜLEN’İN AKSİYONUNDA
HOŞGÖRÜ VE DİYALOG
Fethullah Gülen’in, üzerinde çok farklı yorumlar yapılan hoşgörü ve diyalog hareketi iki boyutlu olarak ele alınması gereken bir harekettir; bunlardan biri hem Türk toplumuna, hem bütün dünyaya yönelik hoşgörü ve diyalog, diğeri ise, yine hem Türk toplumu içinde, hem bütün dünyada dinler mensupları arasında hoşgörü ve diyalog boyutudur.
TÜRK TOPLUMU VE İNSANLIK ÇAPINDA HOŞGÖRÜ VE DİYALOG
Fethullah Gülen’in, iç barışı bozulmuş Türk toplumu içinde yaptığı hoşgörü ve diyalog çağrısını yeterince değerlendirebilmek için, önce Türk toplum dokusuna yakın tarihî boyutlarıyla bakmakta yarar var:
“Parçalanmış bir kristal”
Türkiye, Osmanlı Devleti’nin uzun süren çöküş asırlarının ardından 1923 yılında bir ulus-devlet olarak ortaya çıktı. Fakat, birinci bölümde ana çizgileriyle arz etmeye çalıştığımız Cumhuriyet modernizmi, Osmanlı modernizminin bir devamı, fakat tercihini ortaya koymuş bir devamı şeklindeydi. İşte bu temelden tercih, Türk toplumunu, zamanla büyüyecek bir kutuplaşmanın içine itti. Bir yanda, bir seçkinler sınıfı ve onun dayandığı, eski bir iç işleri bakanınca sözü edilen “kutsal” bir ittifak, diğer tarafta halk yığınları yer alıyordu. Bu iki taraf arasındaki uçurum çok belirgindi. Bir tarafın özellikle dine karşı tavır alması ve karşı tarafı küçümsemesi, aradaki uçurumun en önemli sebebiydi. O kadar ki, bir muvazaa hareketi halinde Serbest Fırka denemesine giren Fethi Okyar İzmir’e geldiğinde on binlerce insan sokaklara, caddelere dökülmüş, kalabalık içinde 10 yaşın üzerinde bir çocuk çiğnenerek ölmüş, çocuğunun cesedini kucağına alan babası, Fethi Okyar’a, “Kurtar bizi! Bu, ilk kurbanımız olsun!” diye bağırmıştı. Hadiseyi nakleden Şevket Süreyya Aydemir, soruyordu: “Halk, kimden kurtulmayı bekliyordu? Türkiye, daha 6-7 yıl önce kurtarılmamış mıydı?”
Bir yandan, bu şekilde azınlığın azınlığı bir seçkinler ittifakı piramidin tepesinde otururken, öte yandan, devletin tamamen ulusçu karakteri sebebiyle, ülke içindeki ikinci dereceden etnik ve mezhebî farklılıklar da birer problem halinde istismar ve spekülasyona açık hale geliyordu. Bilindiği gibi Cumhuriyet idaresi, büyük ölçüde geçmişi reddederek gelmiş ve bilhassa başlangıçta tam bir ‘ulusçu’ teze oturmuştu. Batılı güçlerin Kürtler’e millî kimlik kazandırma çalışmasına girdiği bir zamanda bütün vatandaşlarını kucaklaması gereken bir idarenin çok ulusçu bir karakter sergilemesi doğru görülmeyebilirdi. Fakat bunu, tarihî, ekonomik ve sosyolojik boyutlarından tecrit ederek temel bir ilke olarak ele almak, ulusçuluk akımlarının kuvvet kazandığı bir zamanda ülke içinde asıl birleştirici unsurları bir yana itip, problemin temellerine inememek, kanayan bir yarayı azdırmaktan ve bu yara, bir takım zecrî tedbirlerle zaman zaman önlenir gibi görünse de, onu potansiyel olarak muhafaza etmekten öte gidemezdi. Nitekim bu yara, hep bakî kaldı ve 20 yıla yakın bir süre PKK terörü şeklinde korkunç boyutlara ulaştı.
1925 yılında kabûl edilen Şark Islahat Planı’nın 41. maddesi de şöyle idi: “Malatya, Elazığ, Diyarbakır, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişgezek, Ovacık, Adıyaman, Besni, Arga, Hekimhan, Birecik, Çermik vilâyet ve kaza merkezlerinde hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda Türkçe’den başka dil kullananlar, hükümet ve belediyenin emirlerine aykırı davranmakla suçlanacak ve cezalandırılacaktır.”
Planın 17. maddesi de şu hükmü ihtiva ediyordu: “Fırat’ın batısındaki illerin batı bölümlerinde dağınık biçimde yerleşmiş olan Kürtlerin Kürtçe konuşmaları mutlaka yasaklanacak ve kız okullarına önem verilecek, kadınların Türkçe konuşmaları sağlanacaktır.”
Bir ulus-devlet için, hem iç güvenliği, hem de vatandaşları arasında kaynaşma adına dil gibi ortak bir unsura önem verilmesi normal görülebilirdi ve görülmelidir de. Fakat, bunun uygulamaya konması zamana yayılıp, eğitimle halletme yoluna gidileceğine, bu hususta da kanunları uygulamada çok defa cebir ve şiddete başvurulduğu görülmüştür. Dolayısıyla, bu meseleyi de kökünden çözücü asıl tedbirler bir türlü alınamamıştır.
Öte taraftan, bir yandan sistemin katı denebilecek ulusçu karakteri, diğer yandan dine tavır alış, bir de gelir dağılımındaki uçurumlar, ülke içinde sürekli kutuplaşmanın ana faktörleri durumundaydı. Bu kutuplaşma, çok partili döneme geçilmesiyle birlikte siyasî alanı da kapsamına aldı ve ideolojik kılıfa bürünüp, parti yetkililerinin uzlaşmaz tutumları sayesinde daha da büyüdü. Bir zaman C.H.P.–D.P., daha sonra C.H.P.–A.P., C.H.P.–M.C. (Milliyetçi Cephe) zıtlaşmaları, aynı dönemlerde ortaya çıkan sol hareketler ve onların karşısında konuşlanan ülkücü-milliyetçi yöneliş, aynı dönemlerde artık bir güç olarak ortaya çıkan İslâmcılık cereyanı ve onun siyasî sahadaki yansıması veya temsili gibi görünen hareketler, bütün bu kutuplaşmalardan kaynaklanan ve dış desteğe de açık anarşi, Türkiye’nin pek çok yılları gibi, pek çok gencinin, potansiyel gücünün ve ülke kaynaklarının heba olup gitmesine yol açtı. Bütün bu olumsuzlukların sebepleri çok derinlerde yatmaktaydı ve çözüm eğitim, kültür, ekonomi, insan yetiştirme gibi sahalarda aranmalıydı. Ne var ki, yönetimler bu konularda gereken atılımı gösteremeyince ordu, kendi dilinden müdahalelerde bulundu. Ülkemizde her 10 yılda bir âdeta rutin hale gelen bu müdahalelerin geçici faydaları olmuşsa da, hem orduyu yıpratma, hem de sosyal çatlakları derinleştirme gibi menfi bir rolünün olup olmadığı da üzerinde durulmaya değer bir husustur.
Seçkinci aydınların ve onların desteğindeki yönetimlerin din ve etnik farklılıklar karşısındaki tavrı genellikle bu yönde olagelmiştir. Maalesef devlet halktan uzaktır ve halk devlete küskündür. Karşı talep ve hareketler, zaman zaman şiddetli tediplerle karşılaşmıştır. Şeyh Said isyanını ve Sason ve Ağrı ayaklanmalarını bastırırken olduğu gibi, Raçkotan ve Raman tedip harekâtlarında da şiddete varan uygulamalar çokça görülmüştür. (Mazlum-der, Kürt Sorunu Forumu, 209-211).
Bütün bu olumsuzluklarla aynı seviyede, yüzeyde çok görünmese de, 1980 öncesi Maraş ve Çorum hadiselerinde yaşandığı üzere, her an yüzeye çıkıp, bütün ülkeyi etkileyebilecek bir mahiyete sahip olan bir başka problem ise, Sünnîlik-Alevîlik farklılığı idi. Kökleri, tarihin derinliklerine inen bu farklılık, bilhassa İran’daki Safevîlerce Türkiye’de daima istismar edilerek daha da derinleştirilmiş, Celâlî isyanlarında önemli rol oynamış, bu isyanların bastırılması ve İran’da Safevîler iktidarının sona ermesiyle kısmen gizlenmiş, fakat varlığını korumuştur.
Cumhuriyet döneminde özellikle Dersim isyanı, Alevî vatandaşlarımız ile yeni rejimin münasebetlerini etkiledi. 1968-80 arası anarşinin bir kanadını oluşturan sol hareketler, halâ faaliyetlerine devam eden bazı sol terör örgütleri, bu arada Maraş ve Çorum’daki gibi kitlevî hadiseler ve 1993 yılındaki Sivas Madımak Oteli olayı dikkatlice incelendiğinde, Türkiye’de Sünnî-Alevî farklılığının, istismara açık bir nokta olarak nasıl bir problem haline getirilmek istendiği ve meselenin hassasiyeti görülebilecektir.
Türkiye’de 1980 askerî müdahalesiyle gizlenen anarşi, çok geçmeden Güney-doğu bölgemizde PKK terörü olarak daha büyük şiddette ortaya çıktı. Bu terörün Türkiye’ye maliyeti maalesef çok korkunç boyutlarda oldu. PKK’nın eylem ve saldırılara başladığı 15 Ağustos 1984’ten sonraki 10 yıllık sürede yaşanan olaylarla ilgili olarak Millî Güvenlik Kurulu’na sunulmak üzere MGK Millî Güvenlik Siyaseti Başkanlığı tarafından hazırlanan bir raporda verilen rakamlar, yani terörün 10 yıllık bilançosu şöyle idi (Onun nihaî bilançosunu anlayabilmek için, buradaki rakamların en az 1.5 katı alınabilir ve verilen malî rakamların, doların 12.000 TL civarında seyrettiği 1994 yılı para değerine göre olduğu da unutulmamalıdır ):
Çatışma ve operasyonlar sırasında 244’ü subay, 621’i astsubay, 275’i emniyet görevlisi, geride kalanı da köy korucusu, er ve erbaş olmak üzere 4.644 güvenlik görevlisi, ayrıca 4.036 sivil hayatını yitirmiş, buna karşılık 6.443 PKK teröristi öldürülmüştür. Operasyonlarda 2 savaş uçağımız ve 3 helikopterimiz düşmüş, 5 tankımız imha edilmiş, miktarı belirlenemeyen silah ve mühimmat hizmet dışı kalmıştır. Operasyonlar sırasında yakalananlardan 16.400 kişi hakkında dava açılmış ve bunların büyük bölümü bir süre tutuklu kalmıştır. Çok sayıda güvenlik görevlisi yaralanmış, bunlardan 170 subay, 264 astsubay, 400 uzman çavuş ve 795 er sakat kalmıştır. Kaybedilen millî servetin tutarı 4.2 katrilyon liradır. Bölgenin millî bütçeye katkısı önceki yıllara nisbetle, 370 trilyon lira azalmıştır. Operasyonlar sebebiyle bölgede ekolojik denge bozulmuş, tabiî zenginliklerimizdeki tahribat rakamlarla ölçülemeyecek boyuttadır. Kaybedilen bu tabiî zenginliklerimizin yeniden kazanılması mümkün değildir.
l994 yılında 3 defa alınan ‘terhis durdurma kararı’, aynı yılın Aralık ayında kalıcı hale getirildi. Askerlik süresi, erler için 15 aydan 18 aya, yedeksubaylar için 12 aydan 16 aya, kısa dönem askerler için 6 aydan 8 aya yükseltildi. l994 Temmuz ayında, Orgeneral Doğan Güreş, PKK’ya karşı mücadele veren güvenlik görevlisi sayısının 220 bine ulaştığını söyledi. Dönemin İçişleri Bakanı Nahit Menteşe’nin verdiği bilgilere göre, 1994 yılı sonuna kadar 2.297 köy boşaltıldı; yakılan köy ve mezra sayısı 285. 37.752 kişinin evi yandı, 225 bin 283 kişi daha başka sebeplerle evsiz kaldı. Türkiye Ziraatçılar Derneği tarafından yapılan araştırmaya göre, köylerin boşaltılması ve ekili alan ve ormanların yakılması neticesinde 12-13 trilyon liralık ekonomik kayıp meydana geldi. Sadece Mardin ilinde 371 bin 492 dekarlık tarım arazisi köyler boşaltıldığı için işlenemez hale geldi. 115 bin 447 hektar çayır ve meralık alan kullanım dışı kaldı. Hububat ekili alanların 70 bin dekarı yakıldı. 120 bin ağacın meyvesi toplanamadı. Hayvancılıkta % 31.2 oranında düşüş meydana geldi. Diyarbakır’da ise hayvan sayısında % 50, orman alanlarında % 60 oranında azalma oldu. Bu süre içinde 2-3 milyon insan doğup-yaşadığı toprakları bırakarak göç etti. Göç sonucu, 1990 nüfus sayımına göre Mersin’in 422 bin olan nüfusu 1 milyona, Tarsus’un 177 bin olan nüfusu 350 bine, Adana’nın 927 bin olan nüfusu 2 milyona, Diyarbakır’ın 380 bin olan nüfusu 1 milyona, Gaziantep’in 600 bin olan nüfusu yine 1 milyona çıktı. Yine aynı dönemde binlerce kişi Kuzey Irak’a ve Türkiye’nin daha başka şehirlerine göç etti. Aynı süre içinde Strasbourg İnsan Hakları Mahkemesi’nde Türkiye aleyhine 500’den fazla dava açıldı.
TBBM Güneydoğu Komisyonu Raporu’nda verilen bilgilere göre, terörle mücadele için 1994 yılında GSMH (Gayr-ı Safi Millî Hasıla)nın % 5’i ayrılıyor. 10 yılda terör için harcanan para, 2 katrilyon 135 trilyon 500 milyar liradır. Türkiye’nin en büyük, dünyanın ise sayılı yatırımları arasında yer alan GAP’a 1994 yılında yapılacak olan harcamanın 5 mislidir. l993 yılında ülke genelinde meydana gelen 3.536 (günde ortalama 10) terör olayının 2.202’si Olağanüstü Hal Bölgesi’nde oluşmuştur. (Öcalan’ın yakalandığı tarihe kadar terörü önlemek için harcanan para, gayr-ı resmî rakamlara göre 500 milyar dolar civarındadır.)
Terör sebebiyle Güneydoğu Anadolu’ya ayrılan teşvik primi % 23’ten % 1,5’a düşmüş, kapanan işyerlerinin sayısında % 50’lik bir artış meydana gelmiş ve terör, GAP projesi gibi büyük projeleri durma noktasına getirmiştir. Neticede Türkiye, elindeki imkânları çoğaltamamış enflasyonist ortamda fiyatlar sürekli artmış ve devlet, sürekli borçlanma yoluna gitmiştir.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun kırsal kesiminden Türkiye’nin Batı bölgelerine ya da bölgenin büyük merkezlerine büyük bir göç hadisesi yaşandı. 1983 yılından önce %7 olan terörden kaynaklanan göç olayı, 1983-1990 yılları arasında %64.5, 1991’de %83.8, 1992’de %81.4; 1993’te %83.4’lük bir oran ortaya koydu. 1994 yılından itibaren bu oranlarda kısmî düşüşler olmuşsa da, bunda güvenliğin bir ölçüde sağlanmış olması kadar, göç potansiyeline sahip nüfusun azalması da belli etki yaptı.
Göç veren iller sıralamasında Diyarbakır %19.5 ile ilk sırayı alırken, onu Siirt, Mardin, Tunceli, Hakkâri, Şırnak, Muş, Van, Ağrı, Bitlis, Bingöl, Batman, Kars, Erzincan ve Şanlıurfa izledi. Göçler, başta Diyarbakır merkez olmak üzere, Adana, Batman, Mardin, Antalya, İçel, İzmir ve Manisa illerine oldu ve özellikle Diyarbakır merkez, Adana ve Tarsus gibi kentlerin nüfuslarında olağanüstü artışlar meydana geldi.
Göç eden halkın %44.5’i P.K.K.’yı, %28.5’i devletin görevini yapmamasını, % 12.5’i köy korucularının baskısını ve %0.2’si hem örgütü, hem de devleti terör münasebetiyle göçe sebep olarak zikretmektedir. Göçün ikinci önemli sebebi olarak ekonomik şartların bozulması (%7.5) ve işsizlik (%4.2) gösterilmektedir. Kan davası (%1.6), ağa baskısı (%0.1) vb. gibi diğer sosyal yapıdan kaynaklanan sebepler %0.5 gibi oldukça düşük bir seviyededir.
Kendilerinden göç edilen köylerden %78.3’ü tamamen, %21.1’i ise kısmen boşaldı. Yani kırsal alan boş kalırken, göç edenlerin yarıdan fazlası şehir merkezlerine yöneldiği için, bazı şehirlerde nüfus dengesi bozuldu. Bunun Türk tarım ve hayvancılığına verdiği zarar bir yana, şimdi bu bölgeye ne yazık ki yabancılar ve yabancı firmalar gelip yerleşiyor. Yakın bir gelecekte Türk halkı, bu bölgede yabancı firmalarda ırgatlık yapar hale gelecek.
Göç edenlerin hemen tamamı iş sahibi idi ve ekonomik durumları normal ve normalin üstünde bir seviyede bulunuyordu. Bu da, yerleştikleri yeni yerlerde aynı standardı yakalayamama sebebiyle, göç edenlerde ve dolayısıyla ülkenin genelinde fakirleşme demektir.
Kısaca kuşbakışı bir panoramasını verdiğimiz bu ortama, özellikle 1990’dan sonra lâik-antilâik ve militan lâiklik ve antilâiklik zıtlaşması eklendi. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından İslâm’ın resmen karşı kutba yerleştirilmesiyle bu zıtlaşma, şüphesiz dıştan ve onların içteki uzantıları tarafından da destek görünce ülke, yeni bir çatışma ortamına girdi. Bu ortamı, kamuoyunun en az bazı kesimlerinde bu çatışmayı derinleştirmek isteyen güçler tarafından tezgâhlandığı şüphesi bulunan faili meçhul (!) cinayetler ve bunları bahane ederek düzenlenen mitingler, gösteriler daha da besledi. Kısaca, özellikle 1980’lerin sonuna doğru kaderin Türkiye’ye altın tepsi içinde sunduğu büyük imkânlar, içerideki kısır siyasî çekişmeler, şahsî kin ve sürtüşmeler, iç hesaplaşmalar, yolsuzluklar, yönetimdeki ve yönetim birimlerindeki çatlaklıklar, çıkarılmaya çalışılan sunî Sünnî-Alevî, lâik-antilâik gerginlikleri, faili meçhûl (!) cinayetler, başörtüsü gibi çok rahat halledilebilecek problemler ve PKK terörüyle heba edildi. Sovyetler’in dağılmasından sonra ortaya çıkan her bakımdan bâkir Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile girişilecek her sahada karşılıklı işbirliği, içte kuvvetli ve bütün bir Türkiye’yi, çok kısa zamanda dünya dengesinde her Türk vatandaşının alnını ağartacak bir ülke haline getirebilecekken, ibre birden tersine döndü. Sekizinci Cumhurbaşkanı merhum Turgut Özal’ın ‘Adriyatik’ten Çin Seddi’ne diyerek ortaya attığı ve altın ve tekstilde dünya ikincisi, pamukta dünya üçüncüsü, zengin petrol yatakları, doğal gaz ve madenler bakımından nerdeyse birinci konumdaki bir coğrafyayı içine alan ideal, çok kısa zamanda terkedildi. Bu ülkelerle ekonomik işbirliğine de gidemedik. Bölge ülkeleriyle ilişkilerimiz de gergin bir noktaya geldi. Dış münasebetlerde yeni tercihler ortaya çıktı.