Sayfa 2/8 İlkİlk 1234 ... SonSon
72 sonuçtan 11 ile 20 arası

Konu: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay

  1. #11
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay

    MÜELLİFİNİN MESNEVÎ’DE TEMESSÜL EDEN

    RUHÎ SEYAHATİ


    – Buna benzer bir seyahati Mesnevî’de görüyor muyuz?

    Fırtınalı bir seyahat. Bu seyahati, belki hayatının başından beri yapmış. Kendisinin de, kendi potansiyelinin de farkında. Bu potansiyelin harekete geçmesi için fırtınalı bir seyahat gerek. O, kelebek olma yolunda sürekli metamorfoz geçiren bir yusufçuk gibi, kademe kademe kendi metamorfozunu yaşamakta. Ve, bu vetirede, misyonu gereği gelmiş-gelecek bütün muhataplarına ne vermesi gerekiyorsa, hepsini kendinde hissediyor, tecrübe ediyor, sonra da kaleme alıyor. Yazdıklarından o kadar emindir ki, sürekli notlar düşüyor, sözlerinin, yazdıklarının siyak ve sibakına (öncesine ve sonrasına) göre, yeni yeni pınarlar açıyor. Çok emin konuşuyor; çok üstün bir gayret içinde bulunuyor ve yakaladığı her gerçeği hakka’l-yakin seviyesinde yakalamışçasına çevresine güvenle sunuyor.



    KUR’AN’DA VE MESNEVÎ TÜRÜ ESERLERDEKİ TEKRARLAR

    – Kur’an’da olduğu gibi, bu zâtın yazdıklarında da tekrarlar var diye tenkidde bulunanlar, acaba bu noktayı kavrayamadıkları için mi bu tenkidi yapıyorlar?

    Anlayamıyorlar. Tekrar diye serrişte edilen hususlar tam tekrar değildir. Hakikatlerin, yere, zamana, mevzuya ve muhataba göre bir yanının, bir buudunun takdimidir. Sonra, mesele çok mühimdir. Üzerinde tekrar tekrar durulması gerekir. Tekrar gibi görünen yerleri bile her gün dönüp dönüp okusanız, hiç usanç vermez. Her defasında kalbinizde, zihninizde yeni bir ufuk, yeni bir kapı açar. Çok büyük bir mimar, çok büyük bir beyin yapıcı. Buna rağmen ben, sadece onları okuyun iddiasında hiç bulunmadım. İmam-ı Gazâlî de okunmalı, başkaları da okunmalı. Bir zaman, gözü sadece İmam-ı Gazâli’yi görürken, daha sonra tavsiyem üzerine Nurları okuyunca, “Artık İhya’yı elime almak gelmiyor” diyen biri gibi davranmadım hiç. Belki içinde bulunduğu şartlar gereği cebr-i mutavassıt içinde görünen İmam-ı Gazalî’yi yer yer kalbimden tenkid ettiğim, “Ey koca İmam, böyle denir mi?” dediğim olmuştur. Mevlânâ’nın çok sözlerini hazmedemediğim olmuştur. Benim gibi akideye çok önem veren birinin, Muhyiddin-i Arabî’yi hazmetmesi de zordur. Fakat, burada, Efendimiz’i bütün peygamberlerin önüne koyarken, nasıl Hz. Musa’yı, Hz. İsa’yı görmezlikten gelme hata ise, aynı şekilde, İmam-ı Gazâlî’yi de, Mevlânâ’yı da, Muhyiddin-i Arabî ve emsallerini de görmezlikten gelmek de öyle bir hatadır. O zat, İmam-ı Rabbanî için “üstadım” diyor; Mevlânâ’yı husûsî üstadlarından sayıyor; Sahâbe’ye denk olabilecek insanlar aradığında, Muhyiddin-i Arabî’yi zikrediyor ve “Neden, Muhyiddin-i Arabî gibi insanlar, Sahabe seviyesine çıkamıyor? diye kendime sordum” diyor. Bir trafik memuru gibi bizi yönlendiriyor. Fakat onu anlamak ve ondan istifade etmek için, ona çok güvenmek, çok itimad etmek lâzım. Bu takdirde sizi kabûllenir, kucaklar ve vereceğini verir.

    10.30 civarında sohbet sona erdi.

    ***

    Hava birkaç gündür olduğu gibi, bugün de çok kapalı ve yağışlı. Kış havası derecesinde de soğuk. Sohbetten sonra, burada bulunan bir-kaç kişi günlük rutin hayatına dönüyor. Hocaefendi de rahatsız olduğu için sık sık dinleniyor. Hastalığının müsaadesi ölçüsünde odasında kendi çalışmalarıyla meşgul oluyor. Bu sıralarda, Kırık Mızrap adlı şiir kitabının 2. cildi olarak yayınlanacak kitabın son tashihlerini yapıyor. Arada çıkıp, odalara geliyor ve şeker rahatsızlığından dolayı mutadı üzere, saat 12.00’de çok küçük ikinci bir kahvaltı alıyorlar.

    Saat 13.25’te öğle namazına duruldu ve 13.45’te yemeğe oturuldu. Yemekten sonra oturmadılar ve odasına çekildiler. Biz, yarım saat kadar burada bulunan bir-iki arkadaş Yağmur dergisinin son sayısındaki şiirleri okuduk ve şiir üzerine sohbet ettik.

    Saat 17.50’de ikindi namazına duruldu. 18.05’de Hocaefendi namazdan kalktı ve hem sohbet salonu, hem de mescid görevi yapan geniş odada, kaldıkları odanın kapısına yakın yerde duran koltuğa oturdular. Kahve içme esnasında bir soru üzerine, İbn-i Beşiş’e* ait çok anlamlı ve çok derin salât ü selâmdaki “ve’c‘alillâhümme’l-hıcâbe’l-a’zama…” ile başlayan ifadelerin manâsını verdiler: “Allah’ım, Sen’in o en büyük perdedârını (s.a.v.) rûhumun hayatı kıl. O’nun rûhunu hakikatımın sırrı eyle ve O’nun hakikatını benim âlemlerimin toplayıcısı, bütün dünyamın kapsayıcısı kıl!.” Bu ifadelerin ve bu salât ü selâmın sırlarla dolu olduğunu ve üzerinde çok yorum yapıldığını buyurdular.

    ***


  2. #12
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay

    FİRAVUN’UN HZ. MUSA’YA “KÂFİR” SÖZÜNÜN MANÂSI

    20.25’te akşam namazına duruldu ve 20.45’te akşam yemeğine oturuldu. Yemekten sonra soru-cevap şeklinde gerçekleşen sohbet şu hususlar üzerinde yoğunlaştı:

    – Kur’an-ı Kerim’de, Firavun’un Hz. Musa’ya, “Yaptığın o işi yaptığın zaman kâfirlerdendin veya yaptığını yaptın, sen kâfirin birisin”dediği, buna karşılık Hz. Musa’nın, “O zaman dalâlette idim” cevabını verdiği anlatılıyor. Buradaki kâfirden kasıt nedir?

    Kâfirin bir manâsı da nankör demektir. Aslında kelime manâsı örtmek anlamına gelen küfür, bir diğer yaklaşımla kalbin inanma kabiliyetini kaybetmesi veya insandaki inanma istidadının baskı altına alınması demektir. Bahis mevzuu âyette Firavun’un kullandığı kâfir kelimesi “nankör” manâsınadır.

    Malûm, Hz. Musa Firavun’un sarayında büyümüş, güçlenip, belli bir yaşa gelince de, bir gün şehirde İsrail Oğulları’ndan biriyle kavga eden bir kıptîye vurduğu yumrukla, kıptî ölüvermişti. İşte Firavun, bunu hatırlatıyor ve “Sen nankörsün, nankörlük yaptın” diyor. Hz. Musa ise, yaptığının nankörlük olmadığını, o zaman, kendisine henüz risalet verilmediği için, risalet verildiği andaki durumuna nisbeten, henüz çizgisini bulmamış olduğunu, kendi zaviyesinden bir değerlendirmeyle ifade buyuruyor...

    Efendimiz için “Duhâ” sûresinde, “Rabbin seni dalâlette bulup da hidayet etmedi mi?” denir. Buradaki dalâlet de aynı manâdadır. Yani, “sen peygamber değildin, kitab nedir bilmezdin; henüz şu andaki çizgini bulmamıştın. Böyle iken Rabbin seni seçti ve sana risalet verdi” demektir.



    SALİH AMEL

    – Salih amel denilince, mutlaka dînî kaidelere uygun amelleri mi anlamak lâzım, yoksa tekvînî şeriata uygun ameller de salih amel kapsamına girer mi?

    Salih kelimesinin kendinden türediği fiil, hem “sa-lü-ha/yas-lü-hu” şeklinde telâffuz edildiği gibi, “sa-la-ha/yas-lü-hu” şeklinde de telâffuz edilir; yani o, sülâsîlerin (üç harfli fiiller) hem birinci, hem üçüncü bâbından gelir. Fesadın, yani bozgunculuğun zıddıdır. Yapılan her işin sağlam, yerinde ve ıslah gayesiyle yapılması demektir. Bu da, hem dînin kaidelerine, hem de Şeriat-ı tekvîniyeye, yani Allah’ın kâinat ve hayat için koymuş olduğu kanunlara uygun davranmakla mümkün olur.



    HELÂKE MANİ ISLAH EDİCİLİK


    – Allah’ın, ıslah edici bir kavmi helâk etmeyeceğine dair ayetteki ıslah edici olmayı da aynı çerçevede mi değerlendirmek lâzım?

    Helâk olmamak veya dünyada da azaptan kurtulmak için, dar manâda Din’e ittibaın yeterli olabileceğini ümid ederiz; Cenab-ı Hak’tan recâmız bu çerçevededir. Ancak, Şeriat-ı tekvîniyenin de emirlerine uymamanın cezası, ekseriyetle dünyada veriliyorsa, ıslah edici olmanın şümûlüne, bu emirlere uymak da girecektir. Yani hayat kanunları neyi gerektiriyorsa, muhtemel ve mümkün musibetler için nasıl tedbir almak gerekiyor, önceden nasıl davranmak, neyi nasıl yapmak gerekiyorsa, öyle davranmak ve öyle yapmak, ıslahçı olmanın gereğidir.

    ***

    Saat 22.30 civarında sohbetten kalkıldı. 22.50’de yatsı namazına duruldu. Namazdan sonra, mûtadı üzere 23.15 sıralarında tekrar salona çıktılar. Sohbete 23.30’da katıldım.

    ......

    Sağ omuzlarında ciddî ağrı olduğu için, doktor bey omuzuna masaj aletiyle masaj yaptı. 24.00’e birkaç dakika kala odalarına çekildiler.




  3. #13
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay

    3. GÜN



    Sabah saat 4.05’te sabah namazına duruldu.

    Saat 9.15’te kahvaltı başladı. Sohbet, kahvaltıdan sonra soru-cevap faslı halinde gelişti.



    YARATILIŞ VE NEFİSLERİN YARATILIŞINA

    ŞAHİD OLMAMA


    – “Göklerin ve yerin yaratılışına ve nefislerinin de yaratılışına onları şâhit tutmadık” âyetinde, “nefislerin” de zikredilmesi, acaba hayatın bir sır oluşuna mı bakıyor?

    Yaratılış mevzuu, insanın kesin hüküm verebilme sahasının dışında kalıyor. “Şâhit tutmadık” demek, bu konu çıplak gözle görülecek ve laboratuvarda incelenebilecek bir mevzu değildir manâsına gelir. Yapılan çalışmalar ve elde edilen mu’talar (veriler) bir şey ifade etse bile, bu konuda kesin söz söyleyebilmek, insan için çok zor. Küre-i arzın ve kâinatın hangi merhalelerden, hangi safhalardan geçtiğini bilemiyoruz. Bu konuda ortaya pek çok nazariyeler atılsa da, bunların hiç biri hakkında kesin-doğru hükmü verilemez; zaten kimse de bu konuda kesin konuşamıyor.

    – “Nefislerinin yaratılışına da” deniyor. Bugün, ceninin anne karnında geçirdiği safhalar biliniyor.

    Âyetler, sadece bugünün insanına hitap etmez. Ceninin anne karnında geçirdiği safhalar, bugün bilinse bile, 14 asır boyu bilinmiyordu. Sonra, bu safhalar Kur’an’da da açıkça zikrediliyor. Demek ki, “nefislerinin yaratılışına da” ifadesinde başka manâlar var. Yaratılışta, can vermede, ruh üfleme söz konusu. Ruhun mâhiyetini bilemiyoruz. O, şuurlu bir kanun-u emrî; ama, mahiyeti nedir, nasıldır, nasıl üfleniyor, onun bedenle münasebeti konusunda bir şey denebilir mi? Bunların hemen hepsi bilgi alanımızın dışında. Meselâ, rahmetin mahiyetini de bilmiyoruz. Yağmura rahmet deriz; bu, yağmurun rahmete vesile olmasından, yani faydalarından dolayıdır. Şefkat ve merhamet de rahmetin bir buududur. Efendimiz (s.a.s.), Allah’ın, rahmetini 100 parçaya ayırdığını ve bunun 99’unu Âhiret’e bırakıp, ancak 1’ini yeryüzüne indirdiğini buyurur. “Hayvanın, yavrusu rahat emsin diye bacaklarını açması da, işte bu 100’de 1’lik rahmetinin tezahürüdür” der. Vahidî tecellî içinde geniş dairede bir rahmet tecellisi var. Bunun dışında, ehadî tecelli içinde de rahmetin tezahürü var; merhamet ve şefkat şeklinde tezahürü var. Meselâ çocuğa şefkat verilmiş. Çocuk, hayvanlar gibi, Şeriat-ı garra ile mükellef değilse de, Şeriat-ı tekviniyenin kanunları karşısında min vechin (bir zaviyeden) mükelleftir.




  4. #14
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay

    TENASÜH VE FARKLI ÂLEMLER

    – Daha önce bir sohbetinizde, insanın bu âlemdeki hayatının başka âlemlerde de yansıdığını, hattâ, dünyaya gelmeden önce bu hayatını keyfiyetini bilmediğimiz şekilde ruhlar âleminde veya daha başka bir âlemde yaşamış olabileceğini; burada bazen bir şeyi önceden yapmış, yeni gördüğümüz bir şeyi önceden görmüş gibi olmamızın, bir hatırlamadan ibaret bulunduğunu ifade etmiştiniz. Tenasühü bizzat tecrübe ettiklerini iddia eden bazıları, acaba bu noktada mı yanılıyorlar?

    Tenasüh, nesh kökünden geliyor. Batılılar’ın reenkarnasyon dediği ise, nesh’ten ziyade mesh’tir. Yani, insanın ceza olarak bir alt varlık seviyesine inmesi, hayvan veya bitki olmasıdır. İki kelime arasında böyle bir fark olsa da, biz kavram olarak ikisini aynı manâda kullanıyoruz.

    Buradaki hayatımız, âlem-i misâldeki levhalara kaydediliyor. Uhrevî âlemlerdeki yerimizi, makamımızı teşkil edecek şekilde, bir başka yaratılışa menşe’ oluyor. Ayrıca, aynen diğer âlemlere de aksediyor. Dört duvarı camdan bir odada nasıl sûretler nâmütenâhî denecek şekilde iç içe akseder, aynen onun gibi, buradaki hayatımız, şeffaf olan diğer âlemlere, her bir âlemin keyfiyetine göre aksetmektedir. İnkişaf etmiş, nûrâniyet kazanmış bazı ruhlar, bu aksedişin farkında olabilirler. Meselâ, böyle bir ruh, Kurban bayramında burada iken, aynı anda hacda da olabilir. Fakat bu, onun iradesi ile olur mu; insan, kendi iradesi ile dublesini başka yerlere gönderebilir mi, –buna bir şey diyemeyeceğim– ama, bu da bir aksediştir.

    Meselenin bir diğer yanı daha var. Zayıf da olsa bazı hadis-i şeriflerde, “Sizin Âdeminiz gibi Âdemler, Nûhunuz gibi Nuhlar var” buyurulur. Bununla, biraz önce arz edilen aksediş kastedilmiş olabileceği gibi, daha başka rivayetlerde ifade edilen, Hz. Âdem’den önce daha pek çok Âdemlerin bulunduğu rivayetleriyle ele alındığında, bizden önce de insan nesillerinin yaşadığı neticesine varılabilir. Yunus, neye dayanarak demiştir bilmiyorum; “Dünya bununla yedi kez doldu / Âhiri bizden de kalan dünyasın” der.. evet bizden önce de başka insan nesilleri yaşamış olabilir. Ancak, bütün bunlar, şu anda ispatlanmış olmadığı gibi, ilmin kriterleri açısından da ispatı zor görünen şeyler. Ama, herşeye rağmen iddia edildiği şekilde bir re-enkarnasyonun ve nev’lerin birbirlerinden türemesi manâsında evolüsyonun olmadığı açık; bu söylediklerimin de re-enkarnasyonla bir alâkası yok. Ama her zaman karıştırmalar, iltibaslar olmaktadır ve bu iltibaslar, insanları yanıltabilmektedir.



    İLMÎ VE MANEVÎ TERAKKİNİN NETİCESİ HAYRET MİDİR?

    – Malûm-u âlîleriniz, Tasavvuf’ta en son makam olarak “hayret” makamı gösteriliyor. İlim için de aynı şey söylenebilir mi? İlim adamları da, araştırmalarının, keşiflerinin en son noktasında, “Bu işin künhüne eremeyecek, bu varlığı tam olarak tanıyamayacağız” itirafında mı bulunacaklar?

    Hayret olduğu gibi dehşet, heyman, kalak da var; ama bunların hepsi hayrete irca edilebilir. İlim, gerçek zeminine oturacağı, gerçek ilim ve ahlâk aşkı yerleşeceği âna kadar, ilimden manâ adına bir şey beklemek oldukça zor. Bazı ilim adamları çok bencil; her biri bir Firavun gibi. İlimlerde terakkî ile Cenab-ı Hakk’ın muhît ilmini kavradıkça hayret yaşanabilir ama, ilim adamlarının şimdilik bu husustaki mülâhaza daireleri kapalı. Batı’da ilim adamları din deyince Hıristiyanlığı anlıyor ve yaratılış gerçeklerine Tekvin kitabı zaviyesinden bakıyorlar. Bu da, din adına onları tatmin etmiyor. Halbuki, bunların ellerinde Kur’an olsaydı, zannediyorum pek çok meseleler çözülecekti. İslâm dünyasında ise zikre değer bir ilim adamı yok. Bir Abdüsselâm’la da iş bitmiyor. Kur’an, ileride çok daha iyi anlaşılacak. Pek çok gerçekleri 20-30 sene sonra ortaya çıktıkça, o zamanki insanlar, 20 sene, 30 sene önce insanlar acaba bunlardan ne anlıyorlardı; bunların muhatabı bizmişiz diyecekler. Şu anda tamamen anlaşıldığı sanılan anne karnında ceninin geçirdiği safhalarla ilgili bile, ileride daha ne gerçekler ve ne sırlar ortaya çıkacak! Fakat unutulmaması gereken bir nokta var: O da, Kur’an’ın temelde dört ana esas –bütün şubeleriyle Tevhid, Nübüvvet, Âhiret, İbadet-Adalet– üzerinde döndüğüdür. Kur’an, ele aldığı bütün meseleleri bu dört ana esas çerçevesinde ayrı ayrı televvünlerle örgüler, ki, buna ‘tasrif’ diyoruz.

    ***

    Binadaki ısıtma-soğutma (klima) sistemleri bir-kaç gündür bozuk olduğu için, bu sistemler tamir edildiğinden, sohbet, önceki günlere nazaran biraz daha devam etti. Yağmur’da bir şiirde geçen, “Kuşların kanatlarının ışık serpmesi” ifadesini bir arkadaş tenkid etmişti. Bu çerçevede, şiir değerlendirmesi üzerinde duruldu:


  5. #15
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay

    ŞİİR DEĞERLENDİRMESİ

    – Şiir için objektif kriterler var mıdır? Şiir değerlendirmesinde bu objektif kriterler mi nazara alınmalı, yoksa her şair, kendi poetikasına göre mi değerlendirilmeli?

    Mehmet Kaplan, biraz bu ikinci yolu takip etmiş. Ama bu, zor bir yol. Bir kere, şairi çok iyi tanıyacaksınız; onun karakterini, ruh hâletini bileceksiniz, hattâ, şiiri yazdığı andaki durumuna, kendisini çevreleyen şartlara, o andaki hâlet-i rûhiyesine muttalî olacaksınız ve buna göre şiirini değerlendireceksiniz. Meselâ, geçen yılki kaset hadisesi sırasında yazdığım herhangi bir yazıya veya şiire, ne kadar dikkat de etsem, bana düşmanlık yapanlar hakkında bile şefkatten ayrılmamaya çalışsam, yine de, o andaki ruh hâletimin karışmadığı söylenemez. Sonra, bazen şairler, mutlak objektif gerçekleri dile getirmezler. Meselâ, Nedim gibi bir Osmanlı şairinde fanteziler ağır basar.

    Ferazdak, Emevîler döneminin çok önemli şairlerindendir. Çok makbûl biri gibi görünmese de, Hz. İmam Ali Zeynel-âbidîn’e çok bağlıdır. Onun hakkında yazdığı bir şiiri vardır ki, nefâsetiyle herkesi büyüler. Bir şiirinde, ne manâda kullanmışsa, çok mühürler açtığını söyler. Bunun üzerine devrin halifesi Abdülmelik, “Sen, burada zina yaptığını itiraf ediyorsun. Seni buna göre cezalandırabilirim” deyince, “Hayır” der, “beni cezalandıramayacağına dair Kur’an’dan delilim var.” Abdülmelik, “nedir?” diye sorunca, şu cevabı verir:

    “Kur’an’da, ‘Şairler ki, onlara ancak azgınlar uyar. Görmez misin, onlar, her vadide şaşkın şaşkın dolaşır durur ve yine onlar, yapmadıkları şeyleri söylerler’ demiyor mu? Ben de bir şâir olduğuma göre, yapmadığım bir şeyi söylemiş olabilirim.”

    Şimdi, şiirle meşgul olmayan şiirden bahsetmemeli. O da, kendi işine bakmalı. Bugün bazı insanların dünyanın dört bir yanında yaptığı gibi, kuşlar da, gagalarında ümid ışıkları taşıyıp, bunları toprağa çimlensin diye bırakabilirler.

    Saat 11.30 sularında tamiratın bittiği haberi geldi ve sohbetten kalkıldı.

    ***

    Saat 13.30 civarında öğle namazına duruldu ve 14.00’e doğru da öğle yemeğine oturuldu. Yemek esnasında, bir şehrimizde meydana gelen bir facia hakkında sordular. Bir arkadaş, “Faciada ölenler galiba tenezzühe çıkmışlarmış” deyince, “Ülkede çok sıkıntı var. Büyük bir umursamazlık ve gamsızlıkla oteller dolabiliyor, millet eğlenebiliyor. Hayret ediyorum” dediler.

    Daha sonra, soru-cevap şeklinde sohbet devam etti:



    DÜNYEVÎLEŞME

    – Tarihte bu ölçüde bir dünyevileşme görülmüş müdür acaba?

    Sekülerleşme, son asırların en belirgin husûsiyetlerinden. Din, dünyadan çekilince bunlar oluyor. Eski Roma’da da bu ölçüde bir dünyevileşme görülmüş; helâk olan daha başka kavimlerde de.. Osmanlı’da son zamanlarda saray hayatı ağır basmıştı ki, ülkede onca gaile olmasına rağmen Abdülaziz kalkıp güreş tutuyor ve güreşleri takip ediyordu. Necip Fazıl, onun için “tosunum” derdi. Hain değildi ama, hiçbir zaman bir Fatih, bir Yavuz da değildi.




  6. #16
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay

    ABD’DEKİ İSPANYOLLARIN UYSALLIĞI

    – Amerika’da bir-kaç milyon İspanyol var. Fakat, böyle çok uysallar, acaba neden böyle, köleleştirilmiş mi bunlar?

    İspanyollar, bir dönemde Berberilerce köleleştirilmiş. Burada da, önceki dönemlerde benzer bir hadise yaşanmış olabilir. Sonra bu kölelik, ruhlara nüfuz ederek onlarda karakter haline gelmiş olabilir. Kur’an-ı Kerim’de bu hususta çok dikkat çekici bir ifade var; Firavun için, “Firavun kavmini küçümsedi, onlar da ona itaat ettiler” buyurulur. Aşağılama karşısında körü körüne itaat, köleleşme ve köleliğin bir karakter haline gelmesi demektir. Biz de, benzer bir muameleye Tanzimat’tan, hattâ 3. Selim’den bu yana maruz kalmışız. Ruh köleliği. Müslümanları, ancak Allah’a kulluk şuuruna uyarmakla, ruhtaki kölelik yenilebilir. Kimse, Allah’a kul olma noktasında başkasından üstün değildir. Sadece Allah’a kulluk yapan ve bunun şuurunda olan bir insan, başkasına kulluk yapmaz. Ama böyle bir kölelikten kurtulma da, tahriple, vurup kırmakla olmaz. Nureddin Topçu’nun çok işlediği, Varoluşçular’da, hususiyle Camus’de görülen bir isyan ahlâkı vardır; yanlışa, eğri-büğrüye karşı bir iç infial, bir isyan. Bunu iyi işletmek, fakat tamiri ruhta yapmak elzemdir.



    NAMAZ VE DÜNYEVÎLEŞMEYİ KIRMA

    – Namazın beş vakit emredilmesinde, dünyevîleşmeyi kırma adına da bir hikmet aranabilir mi?

    Namaz, yahudilerde 50 vakitmiş. Hamdi Yazır da, tefsirinde, salât kelimesinin, “bir saygı hareketi, reverans” manâsına geldiğini söyler. Belki de onların namazı buna benzer bir şeydi. Çok maddeci oldukları için, günde elli defa namazla ancak Allah’la irtibat tazeleyebiliyorlardı. Bizde bu 5 vakte indirilmiş. Fakat, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inde söylediği gibi, bu beş vakit, sıdk ile kılındığı zaman 50 vakte denk gelir.



    DİNDE KOLAYLAŞTIRMA VE LÂUBALİLERE

    RUHSAT KAPISINI AÇMAMA

    – Malûm-u âlîleriniz, bir müfessir tefsirinde, Mısır’da İsrail Oğulları’nın ruhlarına sinen köleliği yok edip, onlara hürriyet ve insan onurunu yeniden kazandırmak için Hz. Musa’nın âdeta şok tedavi uyguladığından ve bunun için Tevrat’taki bazı emirlerin sert geldiğinden bahseder. Üstad bir zat da, “Dini yaşamada lâubalî olan insanlara ruhsat kapısı gösterilmez” buyuruyor. Dini, insanlara anlatırken, yumuşak anlatma, en geniş daire içinde kolaydan başlama da bir esas. Bu hususları birbiriyle nasıl te’lif edebiliriz?

    Bu husus, mürşidlere bırakılmış bir husustur. Gerçek mürşid, terbiyesine aldığı insanları, karakterleri, ruh yapıları ve idrak seviyeleriyle çok iyi bilen insandır. Başta, peygamberler bunu çok iyi bilip, ona göre bir yol takip etmişlerdir. İşte Hz. Musa da, o kavmi kölelikten kurtarmak için ona göre prensiplerle gelmiş. Bu maddeci kavim, daha sonra maddeye ve dünya hayatına çok fazla inhimak gösterince, bu defa da Hz. İsa bunu ta’dil için, daha çok ruhu esas alan bir kısım düsturlar getirmiştir. Her peygamber de, vazife ve sorumluluğuna ait bir donanımla gelmiştir.. öyle ise, bu asırdaki mürşidler de, muhatabı olan insanlara nasıl davranmaları gerekiyorsa, o donanıma sahip olmalı ve ferasetleri ile, kime nasıl davranmaları gerektiğini çok iyi bilmelidirler. Çağımız, disiplin ve tertipli olmanın yanında, yumuşak davranma çağıdır. İstibdad ve sertlik, temel disiplinler açısından mahzurludur. Mürşid, doktor olmalı; önce hastalığı çok iyi teşhis etmeli ve ona göre tedavi uygulamalıdır.


  7. #17
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay

    BEKLENTİSİZ VE BENLİKSİZ OLMA

    Sohbeti, daha sonra, çok defa yaptıkları gibi, muhataplara veya içlerinden bir veya bir-kaç kişiye önemli bir ders verme mülâhazasıyla şu önemli hususa kaydırdılar:

    Kendimizi rükün gibi görmemeliyiz. Size teveccüh olabilir; Allah’ın verdiği kabiliyet, istidat ve bu istidatları kullanmanız ölçüsünde iltifatta bulunulabilir. Fakat siz bu teveccüh ve iltifatı asla beklememelisiniz; ayrıca başkalarından da saygı beklememelisiniz. Başkalarının saygı göstermesi onların vazifesidir. Ne var ki, bu saygı ve teveccüh kat’iyen beklenmez. Hele bir insan kendisini rükün görüyor, ben turnikeye önce girdim, ben rükünüm diyor ve beklentiler içinde bulunuyorsa, bu, en hafif ifadesiyle muzaaf, hattâ mük’ab küstahlıktır. Peygamberler için bile en zor şey, kendilerine inanılması gerektiğini tebliğ etmek olmuştur. Efendimiz (s.a.s.) gibi, tevazu, mahviyet ve hacâletin en üstün ve zirvedeki temsilcisi olan bir insan, eğer mecbur olmasaydı, “Ben Rasûlüm, bana inanmanız gerekiyor” demezdi. Fakat peygamberler, onlara inanmak imanın gereği olduğu için, Musa Rasûlüllah, İsa Rasûlüllah, Muhammedün Rasûlüllah (aleyhimüsselâtü vesselâm) demek, imanın ikinci büyük rüknü olduğu için, kendilerine rağmen böyle bir tebliğde bulunmuşlardır. Fakat görüyoruz ki, şeytan bugün germiş yayını, yerleştirmiş okunu, vuracak sineler bekliyor. Ona av olmamak için, kendimizi hergün birkaç defa sıfırlamalı, bir hiç olduğumuzu nefsimize kabûl ettirmeliyiz. Sıfır (0) çok güzeldir, nokta (.) ondan da güzeldir. İşte, biz de kendimizi böyle görmeliyiz. Gerçi yeni 0 da halka gibi, o da boyna takılabilir.



    İNGİLİZCE EĞİTİM

    – Burada bir Türk profesör, Türkçe’yi koruma adına İngilizce eğitime karşı çıkıyor?

    İngilizce deyip geçemezsiniz. İngilizce sayesinde bir-kaç milyar insanla irtibat kurabiliyorsunuz. Bugün dünyada hem bir haberleşme, hem de ilim dili olmuş. Özel okullarda öğrenciler İngilizce’yi öğrendikleri gibi, çok iyi Türkçe de öğreniyorlar. Zaten başka türlü de Türkçe’yi öğretemezdiniz ki! Türkçe’yi dünya dili haline getirme de bu yollarla gerçekleşebilir. Sonra bir dilin ehemmiyet ve yaygınlığı, biraz da onu konuşan milletin dünya dengesindeki gücüne bağlıdır. İngilizce’nin arkasında bugün Amerika gibi bir ülke var, İngiltere var. Ne zaman siz de dünya muvazenesinde bir devlet, bir ülke olursunuz, dıştaki dost ülkeler ve devletler de bu seviyeye yükselir; işte o zaman Türkçe de dünya dilleri arasındaki yerini alır.

    Biz, dilimiz gibi, ilimleri de ihmal ettik. Yeniden dirilişimiz, ihmallerimizi gidermede yatıyor. Bu günah için içten bir tevbe etmeliyiz. Günah hangi türden işlenmişse, tevbe de o türden bir sevapla olabilir. Evet, telâfi edilmesi gereken neyse, onu telâfi etmekle tevbe etmiş oluruz. Millet olarak, üç asırdır en önemli günahlarımız ilimde geri kalma, fakirlik, iftirak (ayrılık) ve cehalettir. Bu günahların tevbesi de, ancak millet olarak zenginleşme, bütünleşme ve ilimden geçer. Bunları gerçekleştireceğimiz âna kadar, tevbemiz tamam değil demektir. Biz, çok günah işledik. Mesela; şahsî hayatımız adına hangi fedakârlıkta bulunduk? Sürekli sancı içinde keşiften keşfe koşan beyinler yetiştirdik mi? Büyük günahları biz 7 biliriz, halbuki niye 700 değil ki?

    ***

    Saat 15.15 civarında sohbet bitti. Saat 17.30 civarında ikindi namazına duruldu. Namazdan sonra, bir bardak çay içtiler. Bu esnada, Üstad’ın fotokopi gibi bir hafızası olduğunu, bir kitabı eline aldığında sayfa sayfa çevirdiğini, kitaplarında müktesabâtını çok rahat kullandığını, fakat Muhyiddin-i Arabî’nin Fütuhât-ı Mekkiye’sini eline alınca, “Sen, beni galiba biraz meşgul edeceksin” dediğini anlattılar. Ardından, sorulan bir-kaç soruya cevap verdiler:




  8. #18
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay

    EVLİYÂNIN SÖZLERİNİ TEFSİR

    – Üstad, Muhyiddin-i Arabî gibi evliyânın söylediklerini, yollarını, hepimizin anlayacağı şekilde çok rahat tefsir etmiş. O evliya ve daha başkaları, hâşâ anlamamışlar değil de, acaba misyonları mı kendilerini sınırlamış da, aynı derecede kolay ifade edememişler?

    Evvelâ, Üstad’da yüksek bir isti’dat da var. Gerçi misyona göre isti’dat verilir ama, misyonu da yine isti’dat tayin eder. Bir de, herkesin bir arş-ı kemalâtı vardır; oraya ulaşınca, ötesini göremeyebilirler. Işığa boğulmuş bir odada bulunanın güneşi görememesi gibi, kendi makamlarının nurları kendilerini bütünüyle kuşatır da, artık ötesini göremezler.



    NEDEN FÜTÜHÂT-I MEKKİYYE?

    – Muhyiddin-i Arabî’nin Fütuhât-ı Medeniyye değil de, Mekkiyye demesi, gerçi tartışılmış ama, acaba neye binaen olabilir?

    İmam-ı Rabbânî (r.a.), Medeniye der ve onun üzerinde durur. Muhyiddin-i Arabî, Hakikat-ı Ahmediye ile daha çok alâkalı. Efendimiz’in temsil ettiği bir Hakikat-ı Ahmediye var, bir de Hakikat-ı Muhammediye var. Dünyayı teşriflerinden önce O, Hakikat-ı Ahmediyesi ile vardır ve Kâ’be hakikatı ile tev’emdir. Bu sebeple O, İncil’de Ahmed ismiyle anılmıştır; Kur’an’da da geçtiği üzere, Hz. İsa (a.s.) O’nu, Ahmed ismiyle müjdelemiştir. O, dünyayı teşrifleri ve risaletleriyle birlikte Hakikat-ı Muhammediye’yi temsil etmiştir. Vefatından sonra da, yine Hakikat-ı Ahmediye’nin tecellisi söz konusudur. Muhyiddin-i Arabî’nin cevelan sahası ise, daha çok âlem-i misâl olduğu ve kendisi, mülkten çok melekût ile ilgilendiği için, Fütuhât-ı Mekkiye demiştir. Fakir, şahsen, ikisinin te’lifinden ve tevhidinden yanayım, hem Mekkiye, hem Medeniye.



    TESBİHATTA HER İLÂHÎ İSİMDEN SONRA “ALLAH” DEME

    – Tesbihatta, her isimden sonra, bir de Allah zikrediliyor?

    Allah ismi, bütün isimleri câmî, yani hepsini içine alan Zât-ı Ulûhiyete has bir isimdir. Allah (c.c.), diğer isimlerle, Allah kastedilerek anıldığında, o ismin ifade ettiği manâya kâmil manâda sahip olan Allah’tır demektir. Meselâ, “Yâ Cemîlü yâ Allah” dediğimizde, bütün güzelliklerin kaynağı ve mutlak, kusursuz güzel olarak Allah’ı anmış oluruz.

    Daha sonra, odasına çekildiler. Bu saatlerde yarım saat kadar bantta yürüyorlar.

    ***

    20.30’da akşam namazına duruldu. 20.50’de yemeğe oturuldu. Yemekten sonra, bazı âfâkî konulardan bahsedildi. Bu arada söz Hz. Hamza’ya (r.a.) geldi ve şunları söylediler:



    UHUD, HZ. HAMZA VE RUH DOKUSU UYUMU

    Uhud, onun gibi bir kurban istiyordu. Yaşça, Efendimiz’den büyüktü. Müslüman olduğunda şöhretinin ve şerefinin zirvesindeydi ve Haşim Oğulları’nın şerefi kabûl edilirdi. O, çölde arslan avlardı. İçki de içerdi. Geldi, yeğeni ve kardeşinin yetiminin önünde diz çöktü ve Müslüman oldu. Bu, çok önemli bir hadiseydi. Uhud’da da, öyle bir günde, demek ki, O’nun şehid olması gerekiyordu. Ve, hiç tereddüt etmeden başını uzattı. Böyle çetin bir günde Rasûlüllah’ın uğrunda kurban olabilmek için ruh dokusunun tutması lâzımdı. Demek ki, onun ruh dokusu, yeğeni, yani Efendimiz’in ruh dokusuyla uyuşuyordu. Herhalde Üstad’la da Hafız Ali abininki tutuyordu ve aynı doku uyumu Hasan Feyzi’de de vardı.! Bir muallim, mükemmel bir edebiyatçı, çok güzel şiir yazıyor ve tasavvufta da irşad mertebesine gelmiş. Bütün bunları bir yana itip, geliyor ve bir ruh mimarına teslim oluyor. Tahirî Mutlu’da, Sabri ağabeyde de aynı uyumdan söz edilebilir.



    ŞÂH-I GEYLÂNÎ VE FELSEFÎ TASAVVUF

    – Abdülkadir-i Geylânî hazretlerinde, Muhyiddin-i Arabî ve daha başkaları gibi, felsefî görünümlü bir tasavvuf anlayışı var mı?

    Bazı sözlerinde Vahdet-i Vücud işmam eden şeyler varsa da, diğerleri gibi değil. O da, çok önemli biri; Hz. Hasan’ın neslinden. Bu çağla da çok alâkalı. Tasarrufu her zaman devam ediyor. O’nunla ilgili Hac’da gördüğüm bir rüyamı anlatmıştım.

    ***

    21.45 civarında kalkıldı. Bu arada, yarım saat kadar internetten gazete haberlerine bakıldı. 22.30 civarında da yatsı namazı kılındı. Yatsı namazında, Enbiyâ sûresinin son âyetlerini okudular. Bu âyetleri, bazen de Mü’min sûresinin 41-44. âyetlerini ne zaman okusalar gözyaşlarını tutamadıkları gibi, bu defa da ağlamaklı okudular.

    23.00’de salona çıktılar. Küçük bir kahvaltı yaptılar. Bir arkadaş, “Ne zaman Enbiyâ Sûresi’nin son âyetlerini okusanız, ağlıyorsunuz” deyince, tekrar gözleri yaşardı ve, “Hep aynı kaderin insanlarıyız” buyurdular. Biraz daha oturduktan sonra odasına çekildiler.


  9. #19
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay

    4. GÜN



    Saat 4.05’te sabah namazına duruldu. 4.30’da bitti.

    9.15’te kahvaltıya oturuldu. Kahvaltı esnasında ve devamında, güvenilir olmanın öneminden bahisle, şunları söylediler:



    GÜVENİLİR OLMA

    Bütün peygamberlerin birinci vasfı sıdk ve emanettir. Emanet, mü’min olmanın hem gereği, hem de birinci derecede neticesidir. Biz de her hususta, güvenilir olmak zorundayız. Kimseye bağımlı olmama, kimseden yardım almama, emniyetin olmazsa olmaz şartıdır. Din adına ve milletimiz için hizmet vetiresinde yapılan bütün yardım tekliflerini geri çevirdik. Meseleyi millete mâletmek gerekir. Millî bir mesele, ma’şerî vicdana mâledilmelidir. Allah’a itimat ve tevekkül ise, bu işin bir diğer yanıdır.



    BAZI ŞAHISLARIN BEKÂRLIĞI TERCİHİ

    VE EŞYA İLE MÜNASEBETİ


    – Bugün, bazı insanları, kendilerindeki bir zaafla vuramazlarsa, aileleri veya çocuklarıyla vuruyorlar. Bu noktada, bazı önemli şahısların bekâr kalması, güvenilirlik adına da çok mühim değil mi?

    Evet, mühim. Benim için olmadık yalanlar yazdılar. 4 evli olduğumu iddia ettiler. Bereket ki, İslâm’ın çizdiği sınırların içinde kaldılar, yoksa 5 de diyebilirlerdi. Edremit’ten Gemlik’e kadar zeytinlerim olduğunu ileri sürdüler. Hattâ, Denizli hapsinde Bediüzzaman’la görüştürdüler. O zamanlar ben 5 yaşındayım. Hani, maneviyata inansalar, perisprisi gitmiş görüşmüş deseler, iddianın nazara alınacak bir yanı olabilir. Onu da kabûl etmiyorlar. Böylesi yalan ve iftiralar, onların bütün güvenilirliklerini yıkıyor. Bunu öğrenen yabancılar da, katıla katıla gülmekten kendilerini alamıyorlar.

    Bazı insanların eşya ile husûsî münasebeti vardır. O insan, her şeyde, her hadisede, bir yaprakta, çiçekte Allah’ı görür; O’nun İsimleri’nin tecellisini görür ve o şeye de o nazarla bakar. Bu türden bir zâtın eşya ile münasebeti çok farklı ve çok derindir. Meselâ, “mübarek bir tavuğum vardı” der. Kedinin mübarekliğinden bahseder. İşte bu zat, günde bir yumurta yiyor. O yumurtayı, onu veren tavuğu bir nimet olarak görüyor ve onlardan nimet verme fiiline, oradan Nimeti Veren’e intikal ediyor. Bu sebeple de, yediği yumurtanın kabuklarını atmıyor; kabuklar bir çuvalda birikiyor, sonra da ihtimal toprağa gömecektir. Başka türlü davranmış olsaydı, ben işte ona hayret ederdim. Neyse, kaldığı yere yapılan baskında bu çuval çıkınca, gazeteler yazıyor: “Çok az yemek yediği iddia ediliyordu; halbuki, kaldığı yerde bir çuval yumurta kabuğu çıktı.” Bakış farklı...



    RÜYADA TESBİH GÖRME VE ‘TESBİH’

    Saat 10.15 civarında sohbetten kalkıldı. Saat 12.25’de odalardan birine geldiler. Burada bir arkadaşın rüyası anlatıldı. Rüyada tesbih geçtiği için, “tesbihin Allah’ı tesbihle alâkalı olduğunu”nu buyurdular ve Hz. Yunus’un tesbihiyle ilgili makaleyi okuyup, o tesbihteki bilhassa “Sübhâneke” kısmına dikkat çektiler: “Lâ ilâhe illa’llah cümlesiyle istikbalimize, sübhâneke kelimesiyle dünyamıza, innî küntü mine’z-zâlimîn fıkrasıyla nefsimize nazar-ı merhametini celbetmeliyiz.” Daha sonra, sanki mâverâyı kollayan, gözetleyen bir edâ ile, “Bu zat, her şeyde ve devamlı olarak O’na menfezler açıyor, pencereler açıyor ve dikkatleri, nazarları hep O’na çeviriyor” dediler.

    ***

    Saat 13.30 civarında öğle namazı kılındı. 14.00’e doğru da yemeğe oturuldu. Yemekten sonra sohbet, şu minvalde cereyan etti:


  10. #20
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay



    ABD’DE MEVCUT SİSTEM VE BAŞARININ SEBEBİ

    – Burada sistem, tamamen beşerî ve ferdî ölçüler üzerine kurulmuş. Hayat içinde dinin çok yeri yok. Buna rağmen ayakta duruyorlar ve bir hâkimiyetleri var. Bu durumda, dünyada muvaffakiyet için Allah’ın, birinci derecede inançtan çok sıfatlara ve amellere baktığı söylenebilir mi?

    Hadis-i şerifte, “Allah, şekillerinize, sûretlerinize bakmaz, kalblerinize bakar” buyuruluyor. Bu hadisin bir başka zayıf rivayetinde, “kalblerinize ve amellerinize bakar” buyurulur. Bunu destekleyen bir âyet-i kerimede de, “İşleyin: Allah, Rasûlü ve mü’minler yaptıklarınıza bakacaktır” deniyor. Yapılanın itkan şuuruyla güzel ve mükemmel yapılması çok önemlidir. Bunun dışında, dünya için değerlendirmede, isimden çok sıfatlar da mühimdir. Kişi mü’min de olsa, kâfirdeki müslüman bir sıfat, mü’mindeki müslüman olmayan bir sıfata gâlip gelir ve böylece kâfir, mü’mine galebe çalmış olur. Ayrıca, buradaki sistemin oturduğu medeniyetin güzel yanları var. Farkında olunsun olunmasın, Allah’ın Dini’ne dayanan bu güzel yanlarla, bir de Şeriat-ı tekvîniyeye itaattan gelen üstünlükler birleşince, arkasından muvaffakiyet ve hâkimiyet de geliyor.

    Bu sistemin temel dinamiklerinden olan demokrasinin bugünkü za’fları, doğduğu yerden ve kaynağından ileri geliyor. Batı’da bir dönem Kilise’nin gelişmelere karşı geride ve yetersiz kalması, Batı toplumunu tamamen pozitivist esaslara itmiş. Bu da, demokrasinin talihsizliklerinden biri olmuş. Bu bakımdan, ondaki eksiklikleri belli kriterler ve evrensel değerler çerçevesinde gidermeğe ve onu daha insanî, daha ahlâkî temellere oturtmaya çalışmak gerekiyor.

    TOPTAN HELÂKTE “MUAMELÂT”TAKİ ZULMÜN YERİ

    – Kur’an-ı Kerim’de kıssaları anlatılan helâk edilmiş kavimlere baktığımızda, helâk sebebi olarak, Lût kavmiyle ilgili bir ahlâksızlığın dışında, muamelâttaki haksızlıklar, zulümler sanki ön planda görünüyor: ölçüde tartıda hile yapma, fesad çıkarma, yol kesme, genel düzeni bozma gibi…

    İnsan için muamelât, davranışlar mühimdir. Cenab-ı Allah, davranışlarımızı geleceğimiz adına belirleyici kılar. Önemli olan, mücerred aksiyon değildir, mukayyed aksiyondur. Yeni bir kavram oldu bu. Yani, salih aksiyon; yerinde yapılan ve yapılması gereken aksiyon. Bunun dışına çıkınca ve iş önü alınamaz hale gelince helâk da geliyor. Lût kavmindeki ahlâksızlık bugün de var. Fakat, o kavimde olduğu gibi, âdeta bir hayat tarzı haline gelmemiş. O kavimde bu, artık bir hayat tarzı idi. Kur’an-ı Kerim, “Kadınları bırakıp…” tâbirini kullanıyor. Bu ahlâksızlık bir takım bulaşıcı hastalıklara da yol açmıştı. Bu sebeple Cenab-ı Allah, onların yaşadığı şehirleri yerin dibine geçirmekle beraber, hastalıklar daha sonraki nesillere geçmesin diye, orasını aynı zamanda sterilize de etti.

    Evet, Hz. Hud’un kavminde refah ve gelir dengesizliğiyle birlikte, zulüm ve zorbalık söz konusu idi. Bugün, nasıl gelişmiş ülkeler, dünya nüfusunun %20’sini teşkil ettikleri halde, dünyadaki servetlerin %80’ini kullanıyorlar –ki, Necip Fazıl, bu durum için, “Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul / Bu taksimi kurt yapmaz, kuzulara şah olsa” der– bunun gibi, Hz. Hûd’un kavminde de böyle bir dengesizlik vardı. Hz. Salih’in kavminde, teref, yani dünya hayatını gâye edinip, keyfince yaşamanın yanısıra, iman esaslarına, metafiziğe karşı çıkma da vardı. Hz. Salih’in mûcizesinin kayadan çıkan bir deve olmasından da anlıyoruz ki, bu kavim de maddeci ve manâyı inkâr eden bir kavimdi. Hz. Şuayb’ın kavminde ölçüyü tartıyı tam yapmama önde idi. Bu kavimde –ki, Kur’an-ı Kerim’de Eyke olarak geçer; bulunduğu yer, Kur’an’daki koordinatlardan anladığımız kadarıyla yukarı Nil havzası ve Sina’ya, Kızıl Deniz’in kuzey doğu ucuna yakın bir mahal olabilir– ölçüde tartıda hile ve muamelelerde aldatma ön planda idi. Bütün bunlar, inançsızlıkla birlikte hayat tarzı haline gelince ve peygamberlere karşı da temerrüdle birleşince, helâk da kendiliğinden geliyordu...




Sayfa 2/8 İlkİlk 1234 ... SonSon

Benzer Konular

  1. fethullah gülen şiirleri
    By SiLa in forum Bediüzzaman, Çalışmaları
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 21.06.09, 20:31
  2. İnsanların Amerika’ya geçmesi nasıl olmuştur?
    By BaRLa in forum Risale-i Nur'u Yeni Tanıyanlara
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 21.06.09, 11:23
  3. Fethullah Gülen Turnalara Tutun da Gel
    By SiLa in forum Bediüzzaman'ın Hayatı
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 16.06.09, 19:31
  4. Said Nursi’den Fethullah Gülen’e Gözyaşı Medeniyeti
    By SiLa in forum Bediüzzaman Talebeleri
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 17.03.09, 07:06

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •