2 sonuçtan 1 ile 2 arası

Konu: özündeki sihriyle bizim dünya

    Share
  1. #1
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart özündeki sihriyle bizim dünya

    ÖZÜNDEKİ SİHRİYLE BİZİM DÜNYA

    Realitelerin boz-bulanık rengine rağmen, insafla bakanlarca bu dünya hâlâ önemli bir cazibe merkezi konumunda. Onu, yazı-kışı, güzü-baharı, gecesi-gündüzü, iklimi-tabiî örtüsü, insanları-kültür zenginliği ve maddî-manevî atmosferi ile bütün cihanlara denk tutmak mübalâğa olmasa gerek.

    Dünyanın hiçbir yerinde, geceler-gündüzler bu ülkede olduğu kadar büyülü, zaman burada hissedildiği kadar esrarengiz, mevsimler bu ölçüde ılık, tabiat da bu kadar canlı ve bu kadar yumuşak değildir. Cihanın en nâdide yerlerinde ve en müstesna coğrafyalarında gün gelmiş gündüzler matlaşıp sararmış, geceler karanlığa gömülüp ışıksız kalmış, günler birbirine karışıp bidüziye bir hâl almış; ama bu dünyada –tabii görüp duyabilenler ve hayatını kalb ve ruh çizgisinde sürdürenler için– hiçbir şey eskimemiş, değişmemiş ve hele asla sihrini, cazibesini kaybetmemiştir. Aksine onda baharlar her zaman haşr u neşr nâraları atıp durmuş; yazlar rengârenk güzellikleriyle gelip gönül ufkumuza oturmuş, sonbaharlar monotonluğu yırtan nevhalarıyla dirilişe dayalı bir zevâli hatırlatmış; kışlar sinelerimizde aşk u hasret duygularını çoşturarak ruhlarımıza yeni “ba’sü ba’del mevt”ler fısıldamış ve bizi sürekli tabiatlarımızın emelleriyle buluşturmuşlardır.

    Gönül adesesiyle bakıldığında bu ülkede gelmelerin-gitmelerin, değişmelerin-dönüşmelerin, farklılaşmaların-başkalaşmaların değişik manâlar ifade ettiği görülür.. ve hayat her zaman in’itafları çok bir mecrada, olabildiğine yüksek bir debiyle özüne ulaşmak için tıpkı çağlayanlar gibi hep ebediyet endamlı mehip görüntüler sergiler durur. Sıkışıp daraldığında, gerilip debisini daha bir yükseltir ve aşar aşılmaz gibi görünen engelleri.. yürür köpüre köpüre havzında kendince.. kaynağından fışkırdığı gündeki saffetiyle; hatta daha bir arı-duru hâl alarak.. sonra çağlar ve hayat soluklar geçtiği her yerde.. yaşatır yaşamaya istidadı olanları ve koşar visâle sevgilisinden ayrı düşmüş bir aşık gibi.. derken erer vuslata, vuslatta ebedî huzura. Gönüllerimizde hayatın rengi, deseni, şivesi budur ama, anlamaz bunları anlamayanlar bizi; bizim manâ köklerimizi, duyduklarımızı, düşündüklerimizi, mefkûre ve hedeflerimizi.

    Aslında, bizim dünyamızda doğup büyümek, kökleri geçmişin derinliklerinde bulunan onun ruh ve manâsını duymak bir imtiyaz ve bir bahtiyarlıktır. Böyle bir imtiyaz ve bahtiyarlığı tam sezebilmek, biraz bu dünyanın ruh ve manâsı sayılan o zengin mirasımızın takdir edilmesine, biraz da ona, Mecnun’un Leylâ’ya baktığı gibi bakılmasına bağlıdır. Gönüllerdeki aşk u iştiyakı; güzellik, melâhat, endam ve tenasüb karşısında parlayıveren bir kor veya tutuşan bir çerağ diye yorumlarlar; bu yaklaşım doğru olsa da eksiktir; zira en büyük aşklar her zaman ruh inceliği, duyarlılık ve ihsas derinliğiyle mebsûten mütenasib inkişaf edegelmiştir. Kaba ve duyarsız ruhlar bazı şeylere karşı temayül izhar etseler de kat’iyen sevmesini bilemezler. İhsasları körelmiş kimseler her zaman aşk u iştiyak deyip dursalar da asla vefalı olamazlar. Herhangi bir şeyi sevmek onu doğru tanıyıp duymaya bağlıdır. İç hususiyetleriyle tam bilinmeyen güzellikler insanlar üzerinde muvakkat bir alâka uyarsa da ebedî irtibat vesilesi olamaz.. bu kabîl alakalar gelip geçici heyecanlara sebebiyet verseler de birer aşk kıvılcımı hâline gelemezler.

    Allah’ı bilmeyenler O’nu hiçbir zaman sevemediler/sevemiyorlar. Peygamberini gerektiği gibi tanıyamayanlar O’na karşı saygılı olamadılar/olamıyorlar. Bu ülkeyi sırf coğrafî bir çerçeveden ibaret görenler de vatan sevgisinin ne demek olduğunu bilemiyorlar; bilmeleri de mümkün değil. Herhangi bir toprak parçası yer altı-yerüstü zenginlikleriyle kıymet kazandığı gibi; bir ülke de manâ kökleriyle ve geçmişten tevârüs ettiği değerlerle yükselir; gelir gönüllere taht kurar. Onu bu ölçülere bağlı duyup sevenler “ülkem” der oturur-kalkar ve hummaya tutulmuş gibi hep “dâussıla” ile titrer dururlar.

    Gerçi, çöl bile olsa, hemen herkes doğup büyüdüğü, suyunu içip havasını teneffüs ettiği ve âşina olduğu yerleri sever; oralara karşı daha bir derin alâka duyar. Ama bizim kendi dünyamızla alâkalı aşk u iştiyakımız, sırf orada dünyaya gelip, orada neş’et etmemize bağlı değildir. Biz, içinde doğup büyüdüğümüz yerleri bize vilâdet mahalli olmasının çok çok ötesinde ve başka yerlere kâbil-i kıyas olmayacak şekilde ayrı bir derinlik ve ayrı bir büyüyle duyar; bağrında bulunduğumuz zaman, onu annelerimizin sineleri kadar sıcak hisseder; ayrı kaldığımız durumlarda da hep hasretle hatırlar, iç zenginliklerine, tadına, şivesine ve sihirli coğrafyasına derin bir özlem duyarız. Ona bizim ufkumuzdan bakmayanlar ve onu derinlikleriyle tanımayanlar, daha doğrusu bizimle aynı memeden süt emmeyenler, onun bu büyülü derinliklerini hiçbir zaman anlayamazlar; anlayamamışlardır da.

    Kim onu nasıl duyup nasıl yorumlarsa yorumlasın, biz bu sihirli dünyada, cihanın en muhteşem coğrafyalarında bulamayacağımız güzellikleri bulur, kendi zenginliklerimizi duya duya yaşar, kendi şivemizin sihriyle büyülenir ve her günkü basit hayat içinde madde ötesi ne derinlikler ne derinlikler temâşâ ederiz! Aslında hemen hepimiz, hem bu günümüzü hem gelecek adına beklentilerimizi hem de kendi hayat felsefemizi ve geçmiş zenginliklerimizi, bunları çağrıştıran izler, işaretler ve emareler arasında daha bir derince duyar ve daha bir farklı şekilde hissederiz.

    Evet geçmişin zevk ve telâkkilerine göre örülmüş bir mimari doku karşısında; inanç, duygu, düşünce ve estetik anlayışımızı resmeden bir dekorla yüz yüze geldiğimizde; soylu bir tarihin ölümsüz işaretleri sayılan mâbetler, medreseler, zaviyeler, hanlar, hamamlar, kervansaraylar ve bedestenlerin sırlı dünyasına açıldığımızda geçmişimize ait ruh ve manânın sağanağına tutulmuş gibi olur ve olduğumuzdan daha fazla bir vüs’ate ereriz; ereriz de işte o zaman hislerimiz, gider heyecanlarının serhaddine ulaşır.. ruhî melekelerimiz, tahayyül gücümüz, zaman üstü mülâhazalara yükselir ve hemen hepimiz âdiyat türünden duyduğumuz şeylerin yanında olağanüstü sesleri, sözleri duyabileceğimiz bir ufka ulaşır ve düşünce dünyamız itibarıyla, dünün bu günün, yarının halitasından, fakat bu zaman dilimlerinden hiçbirine uymayan, ama hepsinden bir kısım çizgiler taşıyan daha sihirli bir dünyanın göbeğinde buluruz kendimizi. Derken her şeyi ile bizim olan bu dünyada her nesne, her renk, her desen ve her şive değişerek âdeta bir başka hâl alır: Gurup etmiş gibi görünen güneş yeniden doğar.. mehtap, yıldızlar arşı seyahate çıkmış gibi dolaşır başımızın üstünde ve bize gülücükler yollar.. her taraf üzerimize tebessümler yağdırmaya başlar.. ve yıllanmış karanlıkların büyüsü bir kez daha bozulur; bozulur ve aydınlık ordusu karşısında zulmetler üst üste bozgunlar yaşamaya durur.. bahar nâralar atar, bütün güzelliklerini ortaya döker.. kurumuş gibi görünen çeşmeler gürül gürül akmaya başlar.. bulutlar eğilir arzı kucaklar; otlarla, ağaçlarla konuşur.. yağmur solmaya yüz tutmuş her yeri şefkatle okşar geçer.. rüzgarlar bir toy-düğün havası içinde gelir hepimizi ve her nesneyi tatlı bir serinlikle kucaklar.. dağlar-taşlar, her yanda ötüşen kuşlar bize görüntü, ses ve nağmelerden ne armağanlar, ne armağanlar sunarlar; sunar ve yaşadığımız zaman dilimi içinde daha önce yaşanmış olan ve yarınki hayat adına da yaşanması düşlenen ışıktan günlerin kıvrımları arasında hiçbir zamana ait olmayan, ama bütün zamanların özü-usaresi sayılan ruhtan, manâdan bestesiz ve güftesiz en enfes musıkîler dinletirler.

    Ben ne zaman, iman ve ümitlerimin ışığında bu mübarek dünyayı düşünsem, kendi kendime, “İşte manâ ve iç güzellikleri itibarıyla serhaddi olmayan aşkın büyülü ülke..” der, onun içinde bulunuyorsam talihime tebessümler yağdırırım; uzaklarda isem, derin bir iştiyak ve “dâussıla” ile inler hayalimin menfezlerinden onu temâşâya koşarım; koşar ve hasretlerimden sıyrılmaya çalışırım. Bana göre o her zaman, en güzel ülkelerden daha güzeldir. Bütün dünyayı kirletebilen çirkinliklerin işgaline uğradığında dahi hiç değişmeden güzeller içinde her zaman bir tane olarak kalabilmiş ve müşârun bi’l-benân (parmakla gösterilen) bir ülkedir.

    Evet, hiçbir şey onun manevî ufkunu kirletmemiş ve hiçbir levsiyât iç saffetini bulandıramamıştır. Zaman gelmiş kinler, nefretler, gayzlar, hizip kavgaları her yanı sarmış, demokrasinin kolu kanadı kırılmış, hür düşünce öldürülmüş, iman, İslâm ve Kur’an en vahşi saldırılara maruz kalmış; her yerde hazan yelleri esmiş; bağlar bahçeler bozulmuş, çiçekler renk atmış, güller yasa gömülüp kan ağlamış; en taze fidanlar kırılmış, en gür selviler devrilmiş; hazan vurmuş ve yapraklar savrulmuş; ama bu dünya, o derinlerden derin iç zenginliği, manevî deseni, ruh ve manâ gücüyle hep rengarenk olarak kalmış; kendi evlâtlarına gülücükler yağdırmış, onların ağlamalarını tebessüm fasıllarıyla tadil etmiş, realitelerin acı ve sert fırtınalarını özünün ümide açık büyüsüyle yumuşatmış ve en cehennemî hâllerde dahi sinesine sığınanları sırlı bir “berd ü selâm”la serinletmiştir.

    Bu ülkede kendine yer arayan, düşmanlık, husumet, kavga ve nefret gibi yabancı ve kafirce düşünceler hiçbir zaman onda daimi ikamete muvaffak olamamış; ihtilâf ve iftiraklar da hedeflerine ulaşamamışlardır. Gayz, nefret sevgi ve mülâyemete yenik düşmüş; haset ve ihtiras kendi kendini yiyip bitirmiş; varlık ve bekâsını bu türlü duygulara bağlayan talihsizler de asla payidar olamamışlardır. Kirler ve kirliler geldikleri gibi savulup gitmiş, sonunda orada sadece ve sadece hakikî insanlar ve insanî değerler baki kalmıştır.

    Gerçi bazen, hemen hepimiz, beklenmedik bir kısım hâdiselerden rahatsızlık duyarak, güzel ülkemizde bu kabil şeylerin olmamasını dilemiş ve “Nasıl oluyor da kalbe ve ruha açık bir dünyanın insanları, hem de o zengin tarihî miraslarına rağmen bu kadar kalpsiz ve hissiz olabiliyorlar?” diye hayıflanmışızdır. Ancak bu mülâhaza ve ona sebep olan durum uzun sürmemiş, vakt-i merhunu gelince, her şey yeniden olması gerekli şekli almış; kalb hareketlenmiş; ruh kendi şivesiyle konuşmaya başlamış; hissizlik yerini duyarlılığa bırakmış ve herşey bir kere daha özündeki edâya ulaşmıştır. Aslında bizler ara sıra onun ufkunu karartan sis-dumanı hesaba katmayacak olursak o, bütün zamanların lezzet, tat, şive ve güzelliklerini birden bize sunacak kadar büyülü bir zenginliğe sahiptir: Biz her zaman onun sabahlarında nevbaharları koklar; gündüzlerinde yazın rengârenk güzelliklerini temâşâ eder ve guruplarında da en tatlı hüzünlerle sonbaharları duyarız. Onda her zaman sihirli görünen gece ve gündüzler, binbir nazla değişip duran mevsimler öyle taze, öyle ince ve öyle yumuşaktır ki, onları duya duya, koklaya koklaya âşinası olmuş gönüller, her sabah bir yeni güne uyanırken, en tatlı bir sesle “ba’sü ba’del mevt”e çağrılıyormuşcasına yerlerinden fırlar, ezan ve temcit sesleri eşliğinde kendilerini cennetlere uzayan bir şehrahın ortasında bulurlar.

    Bizim hislerimiz açısından bu dünyada her şey, çok defa tam sezemediğimiz bir büyüyle hep tül pembe görünür. Onun hiçbir zaman renk atmayan manevî deseni; insanlarının gönül saffeti; büyük çoğunluğun yerinde duruşu ve göz dolduran tavırları; çarşı-pazarının geçmişten tevarüs ettiği soylu çizgileri; cami ve minarelerinin, revak ve şadırvanlarının büyülü görüntüleri; mâbet harimlerinin hemen hiçbir zaman değişmeyen o sımsıcak atmosferleri; şadırvan başlarında “hû hû” deyip abdest alanların, damla damla revaklara boşalan kuş cıvıltılarıyla karışıp bir koro teşkil etmeleri; teşkil edip içimize akması gibi durumları ve daha değişik büyülü hususiyetleri kâmil mânâda ancak bu ülkede görmek mümkündür. Ne var ki bunun böyle olduğunu duyabilmek de çok defa herkese müyesser olmamaktadır. Böyle bir duygusuzluk onlara Allah’ın bir mekri olmasa da, haklarında bir mahrumiyet emâresi olduğunda şüphe yoktur. İhtimal bu bahtsızlar, ara sıra biraz serince esen rüzgarlara, sertçe esen hazana, mevsimsiz kara-buza, doluya-tipiye-borana tutulduklarından dolayı bu Cennet köşesini, muvakkat hadiselerin ekşi yüzüyle yorumluyorlar..!

    Oysaki bu kabil şeyler hep gelip geçicidir; muvakkaten ufkumuzu karartsalar da geldikleri gibi gider ve yerlerini bu dünyanın özündeki o pırıl pırıl tılsımlı güzelliklere bırakırlar; bırakırlar da her taraf yeniden kendi tabiatının sihirli endamıyla tüllenmeye başlar.. ve bir anda bütün gönüllere huzur ve inşirah veren bir sihir kaplar her yanı. Derken ufkumuzdaki bütün sis ve duman silinir gider.. gökyüzü bir baştan bir başa bembeyaz bahar bulutlarıyla dolar.. yağmur yağmasa da çiğ olur ve yapraklar üzerine çöken tozun-toprağın yerini gelir şebnemler alır. Şafakları şafaklar takip eder ve ufukta gönüllerimizin diline aşina beyaz çehreli günlerin yüzü görünür; görünür de ovalar-obalar, şehirler-köyler, sokaklar-çarşılar bütünüyle manevîleşir.. ve manevîleşen bu dünya ötelerin koridoru haline gelir. Duyuşlar, sezişler daha bir koyulaşır ve böyle bir duygu tufanının içimize boşalttığı incelik, şefkat ve şiirin seviyesi idraklerimizi aşar; arzu ve hülyalarımızla realiteler arasındaki uçurumlar bir bir kapanır ve bazı rüyalarda olduğu gibi artık hayatı istediklerimize göre duyar ve yaşarız. Düşünce ufuklarımız Cennet yamaçları gibi renklenir.. somurtkanlaşan duygularımız, kuruyup çatlayan gönüllerimiz, kuraklıktan renk atan çiçekler gibi yıkılmak üzere olan ruhlarımız sur sesi almışçasına derlenir-toparlanır ve kendi ufkuna doğru yürür.. her şey ve herkes farklı bir duruşa geçer ve diriliş nâraları atmaya başlar...

    Kendi vatanında vatansızların hasret ve hicran yaşadığı dönemlerde, ben hep gönlümün pencelerinden içime akan bu dünyanın bu tür büyülü güzellikleriyle meşgul oldum ve onun çehresinde hep farklı şeyler okudum. Ümitlerin kapkara düşüncelere yenik düştüğü şu günlerde dahi, içimden kopup gelen, bana his ve inanç dünyamın esrarını söyleyen enfes bir musıkî dinliyor gibiyim. Her zaman ümit ve imanıma bağlı tutmaya çalıştığım gönül dünyamda tatlı birer hatıraya inkılâp etmiş bütün o muhteşem mâzimi, ve bir gün mutlaka geri geleceğinden hiç şüphe etmediğim şanlı geleceğimi gönül gözlerimle temâşâ ediyor ve zamanın bu iki kanadıyla alâkalı en enfes görüntüleri, en bayıltıcı renkleri, en göz kamaştıran ışıkları birden duymaya çalışıyor ve hâlihazırdaki durumun onca darlığına rağmen, kalbî ve ruhî hayatım itibarıyla en geniş meydanlardan daha geniş alanlarda tenezzühe çıkmış gibi bir rahatlık hissediyorum. Günümüzdeki bütün sevimsizlikleri zamanın yorumlarına ve gelecek adına vesile-i ümit sayılan aydınlık nesillerin takdirlerine havale ederek, inanç, ümit ve hüsn-ü zannımın ışık, gölge ve meltemleri arasında gelip gidiyor, Allah’a itimad ve yakînimin araladığı menfezlerden -kapı aralığından diyebiliriz- tam net ve vâzıh görünmese de, müstakbel bir saadetin duygularımı okşadığını hissediyor ve bir zamanlar insafsızlığımıza kurban giden ruhumuzun ölüm döşeğinde, şimdilerde tarihin yüzünü karartan bir kaba ve karanlık düşüncenin can çekiştiğini müşahede ediyor ve ona yakılan ağıtları ruhumun derinliklerinde tarihin diriliş neşideleri gibi dinliyorum.



  2. #2
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: özündeki sihriyle bizim dünya

    EVVEL, ÂHİR, ZÂHİR, BÂTIN - I

    İlk, birinci ve kadim demek olan “Evvel” bidayeti olmayan, her şeyden akdem ve bütün varlığın mebdei ve mübdii; son, en son ve nihayeti bulunmayan anlamındaki “Âhir” ise, bütün eşyanın fena ve zeval bulmasına karşılık “küllü şey’in hâlikun illa vechehu - O’nun zatı müstesna her şey yok olacaktır.” (Kasas / 88) ve “ Küllü men aleyhâ fânin. Ve yebkâ vechü Rabbike zü’l-celali ve’l-ikram - Arz üzerinde bulunan herkes fena bulacak ancak, senin azamet ve kerem sahibi Rabbinin zatı baki kalacaktır.” (Rahman / 26-27) ayetlerinin ifadesi çerçevesinde her şeyin gidip kendisine dayandığı bekâ ve sermediyetin biricik Sultanı demektir. Ez-Zâhir ul-Bâtın, varlığı mahlukatın varlığından daha açık ve her nesne kendini, kendi cirmi kadar göstermesine mukabil, bütün hususiyetleriyle O’nu ruhlara ve gönüllere duyurması ölçüsünde bir Zâhir; izzet, azamet ve şiddet-i zuhurundan ötürü ihata edilemez ve “masiva” ölçüsünde kavranamaz bir Bâtın’dır.

    Evvel-âhir, Kur’an’a göre, leyl-nehâr, cennet-nâr, mü’minîn-küffâr.. gibi mütekâbil esmâ ve mesânîdendir. Zat-ı Ulûhiyet mülâhazaya alınıp “Evvel” dediğimizde; her şeyden ve herkesten müstağni, sabıkı bulunmayan, kıdem tahtının Sultanı ve kendi kendine varolan “Vâcibu’l-Vücûd” kastedilir. “Kânellahü ve lem yekün meahu şey - O evvellerden evvel vardı ve beraberinde de hiç bir şey mevcut değildi.” gerçeği, böyle bir evveliyet ve kıdemi ifade etmektedir. Bazıları bu hadise “ve hüve el-âne alâ mâ kâne aleyhi - O şu anda da olduğu gibi bulunmaktadır.” ilavesini yapmaktadırlar ki, eğer bu sözle, “O’nun varlığı kendinden ve vâcip, eşyanın vücudu ise O’nunla kâim” demek istiyorlarsa bunda bir mahzur olmasa gerek; yok, var olan sadece O, varlık ve hâdiseler bütünüyle vehim ve hayalden ibaret olduğunu iddia ediyorlarsa, “hakâiku’l-eşyâi sâbitetün” gerçeğine zıt böyle bir çarpıklığı kabul etmemiz mümkün değildir.

    O, kendinden başka her şeyden (mâsivâ) mukaddem bir “Evvel”, her şeyin encam ve nihayetine hâkim, varı yok yoku da var eden bir “Âhir”; vücudu varlığın her satır, her kelimesinde netlerden daha net, apaçık okunan bir Zâhir; her şeyin ötesinde, ötelerin de ötesinde kâinat ve hâdiselerin biricik mercii bir Bâtın; ama hem evveliyeti hem âhiriyeti, hem zâhiriyeti hem de bâtıniyeti birbirinden ayrı olmayan bir Evvel u Âhir ve bir Zâhir u Bâtın’dır. O, evveliyetiyle ezeliyetin ve âhiriyetiyle lâyezeliyetin biricik Sultanıdır. O’nun evveliyetindeki takdirleri, âhiriyette yine O’nun ilmî plânlarına göre zuhur eder, derken her şey bir inkişaf sürecine girer.

    O, kadîm, ezelî bir Evvel; dâim ve sermedî bir Âhir’dir; hiçbir şey yokken O vardı; sürekli varlık-yokluk arası gel-gitler yaşayan bütün eşya fenâ ve zevalle silinip gittikten sonra da O bâki kalacaktır. Her şey O’ndan gelmekte ve gidip yine O’na dayanmaktadır; O ise gelmekten-gitmekten münezzeh, herkes ve her şeyin biricik penâhıdır.

    O’nun varlığı evvelden evvel,

    Bu manânın adı nezdinde ezel.

    Yok nihayeti olmaz O’na hitâm,

    Halkeden O’dur, O’nunladır devâm.

    Tekmil varlık nezdindeki bir nurdan,

    “Ol” dedi, oldu bir ışık billûrdan.



    O, ilk halk ve ibdâ ihsanlarıyla Evvel, kullarına merhamet, mağfiret ve hazırladığı ebedî saadet saraylarıyla da Âhir’dir. Hidayetiyle Evvel, bu ilk mevhibeye lütfedeceği keremleriyle de Âhir’dir. İbtidasız bir Kadîm u Evvel, intihasız bir Bâki u Âhir’dir. Kıdem ve ezeliyetiyle mebdei olmayan bir Evvel, ebediyet ve sermediyetiyle de sonu tasavvur edilmeyen bir Âhir’dir. Vâcibu’l-Vücûd, Vâhidu’l-Ehad olmasıyla evvellerden Evvel, fenâ ve ademden münezzehiyetiyle de âhirlerden Âhirdir.

    Böyle bir tespit ve kabulün sonucu olarak ism-i Evvel tecellisine mazhar bir vicdan, geçmişin derinliklerine dalınca: “Acaba hakkımda kaderin hükmü ne merkezdedir?” diye düşünür ve endişeyle kıvranır; ism-i Zâhir mazhariyetini düşünüp Cenâb-ı Hakk’ın iman, İslâm ve ihsan gibi lütuflarını mülâhazaya alınca da, davranışlarının nimetlere şükürle mukabeleden ibaret olduğunu görür ve ümitle oturup kalkmaya başlar. Kezâ, ism-i Bâtın tecellisi ile muhat bir gönül, kapalı ve müphem binlerce hâdise karşısında sürekli dehşet ve hayret yaşar; ism-i Âhir menfezlerinden ruhuna sızan rahmet esintileriyle de telâşlardan, endişelerden kurtulur ve kendini olabildiğine tatlı, sonsuza yönlendirici bir heybet ufkunda bulur.

    İsm-i Evvel itibarıyla, görülen-görülmeyen bütün âlemlerin bir evveli, ism-i Âhir itibarıyla da bir âhiri vardır. Biz evveliyeti düşününce hayretler yaşar, âhiriyeti mülâhazaya alınca da dehşetle ürpeririz. Bilfarz Muhbir-i Sâdık’ın eşrât-ı sâat, kıyamet, Cennet, Cehennem.. gibi âhiriyetle alâkalı beyanları olmasaydı, evveliyeti sessizlik murakabesine bağladığımız/bağlayacağımız gibi âhiriyet hakkında da hiçbir şey söyleyemeyecekdik...

    O, hem Evvel ve Bâtın, hem Âhir ve Zâhir’dir. Ezelden ebede, ilim plânında, taayyün hususiyetinde, ruh seviyesinde ve cisim keyfiyetinde her şey O’na ait, O’na râci; halk, hudûs, imkân, emir, kudret ve tedbir açısından da O’nun tasarrufundadır. Evvel O’dur, evveliyeti de, hüviyet-i Hakk’a nazırdır ve her şey tecelli itibarıyla O’ndandır.

    Bir nokta içre bunca şuûn Hudâ’dandır,

    Bir hardal içre bunca nücûm Hudâ’dandır.

    Hakikî vücud Zâhir u Bâtın Hak’tandır,

    Hiç kimse bilemez hem ibtidâ nedir... (İsmail Hakkı)

    Âhir O’dur; seyr u sülûk-i ruhanîde ve urûc-i umumîde her şey O’na dönmekte ve O’na dayanmaktadır. Zâhir O’dur; varlık kitabı, eşya meşheri, kâinat sarayı bütün işaret, alâmet, âyet ve şahidleriyle O’nu haykırmaktadır. Bâtın O’dur; melekûtî bütün mertebelerin müntehâsı O’na bakmaktadır. O’nun ötesi yoktur; bu konuda “öte” diye bir şey de yoktur ve işte bu nokta öteden beri “Kabe kavseyni ev edna” hakikatıyla işaretlenegelmiştir.

    Ne var ki O, görüp bildiğimiz hüviyette bir Zâhir olmadığı gibi bir Bâtın-ı Sırf da değildir. Aksine O, his, müşahede, tasavvur ve tahayyül edilemez, münezzeh bir Zâhir olmanın yanında müteâl bir Bâtın’dır. O’na “Zâhir” dediğimiz aynı anda “Bâtın” da demezsek, zat, sıfât ve esmasına ait bütün hususiyetleri eşyâ ve hâdiselere verme zorunda kalırız. Aksine, “Bâtın” derken de, varlığının delâil ve şevâhidini görmezlikten gelirsek, dolayısıyla ruh-i küllî mülâhazasına sapmış oluruz. O, hem eşya ve onunla istidlâl açısından, hem de isimlerinin, sıfatlarının, tezahür alanı zaviyesinden kâinat kitabının çehresinde okunan bir Zâhir ve zâhirî duyularla ihsas ve imtisası kabil olmayan münezzeh ve müteâl bir Bâtın’dır. Âsârında parıldayıp duran izzet ve azametin göz kamaştıran ihtişamıyla bir Zâhir, nâkâbil-i idrak hakikat ve hüviyetiyle bâtınlar ötesi bir Bâtın’dır. Varlığın bağrında görüp müşahede ettiğimiz ibdâ, inşa, ve ihsanıyla bir Zâhir, ifnâ ve imâtesiyle de bir Bâtın’dır. Lütf u ihsanlarının her taraftaki sağnaklarıyla bir Zâhir, perdesiz, hicabsız ulaşılmazlığı ve görüşülmezliğiyle de bir Bâtın’dır. Hâsılı, O hem Evvel, hem Âhir, hem Zâhir, hem de Bâtındır.

    Bazen bu isimler, tecelli alanları itibarıyla, birleşik noktaları bulununcaya kadar farklılık arzedebilirler. Hazreti Musa ve Hızır vak’ası buna iyi bir örnek sayılabilir. Bu iki zattan biri, vazife ve misyonu icabı bir kaç kadem diğerinin önünde, diğeri de temsil ettiği hizmet açısından bir kaç arşın berikinin ilerisindedir. Bu iki ufuk insanın muvakkat arkadaşlıkları sayesinde, esrarlı ilahî icraatın perde arkası müphemiyetleri giderilince medâr-ı nizâ konuların hemen bütününde mutâbakat sağlanmış; yolculuk devam etmese de zâhir ve bâtının mutlak manâda, birbirine zıt olmadığı ortaya çıkmıştır.

    Bu konuda şöyle bir yaklaşım da söz konusu olabilir: İsm-i Zâhir ufkunda, her iş ve her faaliyet bir plân çerçevesinde halktan Hakk’a doğru cereyan etmektedir. Böyle bir alanın rehberi için yapılması gerekli olan şey, insanları, insanî melekelerini inkişaf ettirerek alıp Hakk’a götürmektir. İsm-i Bâtın itibarıyla ise, Cenab-ı Hakk’ın öldürme, helâk etme icraatında olduğu gibi, esbab ve istihkaktan kat-ı nazar, mukarrer ve mukadder olan şeylerin icra edilmesi söz konusudur. Bu zaviyeden, Hazreti Musa zâhiri yörüngesi ve bâtınî ufkuyla insanları ukbâ ve rıza-i ilâhîye hazırlamaya me’mur bir büyük; Hızır ise, tekvînî ve teşriî emirler karşısındaki durumu itibarıyla, fakat o emirleri söz konusu etmeden tıpkı “melekü’l-mevt” gibi farklı bir buudda her şeyi icrâya memur bâtın eksenli ayrı bir büyüktür. Bunlardan biri, tebliğ ve temsil rehberi, diğeri de olup bitenlerin takipçisi gibidir ve kat’iyyen birbirlerine zıt değil, mütemmimdirler.

    Zâhir u Bâtın birdir bil ey kardeş;

    Evvel-Âhir dahi birbirine eş.

    İsm-i Zâhir’in de, ism-i Bâtın’ın da birinci derecede inkişaf alanları Kitap ve Sünnet; mahall-i tezahürleri ve tatbik sahaları ise bütün derinlikleriyle din ve diyanettir. Tekvînî emirler açısından bir baştan bir başa bütün kâinatlar ism-i Zâhir’in dili tercümanı, ziyası ve mahall-i in’ikası; ism-i Bâtın’ın da resm-i nuranisi, ruhu ve manâsıdır.

    Bir kitabullah-ı a’zamdır serâser kâinât,

    Hangi harfi yoklasan manâsı hep Allah çıkar. (Meçhul)

    Teşriî emirler zaviyesinden ism-i Zâhir’in kıvamı imam ve sultan iledir; ism-i Bâtın’ın kıvamı ise hakikat âleminin emiri kutup iledir. Yani sultan-ı zâhir, ism-i Zâhir’in, sultan-ı bâtın da ism-i Bâtın’ın memerri, meclâsı ve minvechin temsilcisi mahiyetindedir. Zâhir, bâtının bir tezahürü, bâtın da Zâhirin iç ucu ve öteler buududur. Bâtın olan “kenz-i mahfî” tecelli yoluyla zuhur etmeseydi, o mukaddes kaynak bilinemez, her taraftaki bu göz kamaşıtırıcı güzellikler temâşâ edilemez ve ism-i Bâtın ufkundaki manâlar da okunamazdı. Bâtın kenzi, zâhirle soluklandı ve zâhir bâtına müzeyyen bir zarf hâline geldi; “Leyse fi’l-imkani ebdeu mimma kâne” mazmunuyla ifade edilen derin, ziyadar ve ihtişamlı bir zarf.

    Her şey bu kadar net ve bu kadar vâzıh olduğu halde; öteden beri en mâkul ve başka türlü tevillere de kapalı olan meseleleri dahi çarpıtmaya çalışan sapık ideolojiler, zâhiri bâtından ayırarak ve bâtına da garip manâlar yükleyerek Şer’i Şerif’le telifi imkânsız, diyanetin ruhuna muhalif ve akl-ı selime de ters pek çok yanlış yorumlar ortaya atmış ve İslâm düşüncesini bulandırmaya çalışmışlardır. Kaynak itibarıyla bu sapık düşünce ve çarpık yorumlar, büyük ölçüde Yunan felsefesi, Hint düşüncesi, Hermetizm inancı, Sabiîn akidesi.. gibi eski mirasın güçlü cereyanlarından kaynaklanmıştı. Bilerek veya bilmeyerek pek çoğumuz itibarıyla biz müslümanlar, hem kalbî, hem de ruhî hayatımız itibarıyla bu çarpık ve dahîl düşüncelerin tesirinde kalarak itikadımız açısından bugüne kadar bir hayli inhiraf yaşadık...

Benzer Konular

  1. Hangisi Bizim?
    By emacid in forum Menkibeler
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 05.06.09, 22:29
  2. Bizim Vazifemiz Aşı Yapmaktır
    By Reyhani in forum Mübareklerin Sohbetleri
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 23.02.09, 10:35
  3. ...::Bizim Ev::...
    By kamilya in forum İslam'da Aile hayatı,
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 08.02.09, 11:20
  4. En iyi anne bizim annemiz!
    By Reyhani in forum Kıssadan Hisse
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 03.10.08, 18:39
  5. Sevdamız bedirdir bizim
    By SiLa in forum İslami Şiirler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 21.09.08, 09:44

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •